Karasi Beyliğinin İlhâkı

1340 yılına kadar Bizans topraklarında fetih hareketlerine girişip sınırlarını genişleten Osmanlı Devleti , fethedilen yerlere doğudan gelen Türkleri yerleştiriyordu. Bununla beraber Bizans topraklarında genişlemekte olan bir Türk devleti için bu kafi değildi. Çünkü Anadolu'da bulunan diğer beyliklerin sınırları, Osmanlıların doğrudan doğruya bütün Bizans çevirmesine imkân vermiyordu. Bu sebeple Karesi Beyliği topraklarının alınması gerekiyordu. Bu, Bizanslılara karşı kazanılan zaferlerden daha önemliydi. Zira bu sayede Osmanlılar, Çanakkale'ye kadar gelerek, boğazın güney kıyılarını ellerinde bulunduracaklardı. Bu da ilk fırsatta Avrupa'ya geçme imkânını sağlayacaktı. Böylece Orhan Gazi, Bizans'ın taht kavgalarından istifade edecek ve hatta topraklarına akınlar düzenleyip işgal edebilecekti. Gerçekten de batıya doğru açılıp genişleyebilmek için sadece İstanbul Boğazına yaklaşmak kâfi değildi. Ayni şekilde Çanakkale Boğazı'na da yaklaşmak gerekiyordu. Zira sadece bir taraftan tutulan Marmara ile stratejik güç haline gelmek imkansızdı. Bu küçük iç deniz (Marmara) iki taraftan kıskaç içine alınmalıydı. Ancak bu sayede batıya geçilebilirdi. O dönemde batıda Karesi oğullan vardı. Fakat bunlar, Çanakkale Boğazı'nın Asya yakasını elinde bulundurmanın stratejik nimetini takdir edebilecek deha ve imkâna sahip değillerdi. Bu arada Bizans da bütünüyle Güney Marmara'dan çekilmiş değildi. Osmanlılar ile Karesiler arasında Bizans'a ait bazı topraklar vardı.

Osmanlılar, 741 (1342) tarihinde Ulubat, Mihaliç ve Kirmastı gibi yerleri Bizans'tan alıp feth etmek suretiyle, merkezi Balıkesir'de bulunan Karesioğullari Beyliği ile ayni hudutları paylaşır oldular. Bu sıralarda Karesi Beyliği'nde çıkan bir hadise, Orhan Bey'e Türklerle meskûn bulunan bu toprakların zaptında ilk fırsatı verdi. O zamana kadar Osmanlılar, sadece Bizans'la muharebe etmiş ve ülkelerini özellikle Bizans İmparatorlarından aldıkları yerlerle genişletmişlerdi. Ne Osman ne de oğlu Orhan, Küçük Asya'da bulunan diğer beylere karşı hastane bir teşebbüste bulunmamışlardı. Osmanlı kaynaklarına göre Karesi Beyi'nin ölümünden sonra yerine oğlu Demirhan geçmişti. Fakat kardeşi Dursun Bey, buna muhalefet ederek veya biraderi tarafından öldürülmekten korkarak Osmanlılara iltica etmişti. Beyliğin basına geçen Demirhan'ın fena ve kötü hareketlerinden dolayı Karesi ileri gelenleri (ümera), Hacı İlbeyi vasıtasıyla Orhan Bey'in sarayında bulunan Dursun Bey'i hükümdar olmak için teşvik ederler. O da Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi'ye Balıkesir, Aydıncık ve Bergama'yı verme teklifinde bulunur. Kendisi de Truva mıntıkasındaki Kızılca Tuzla ile Bayramiç gibi yerlerde hükümdarlığını sürdürecekti. Bu teklif ile Orhan Bey'i tahrik ve teşvik eden Dursun Bey, büyük bir ihtimalle 1345 yılında meydana gelen Karesi seferine Orhan Bey'le birlikte iştirak eder. Balıkesir üzerine yürüyen Orhan'ın gelişini haber alan Demirhan, Bergama kalesine sığınır. Bu arada Balıkesir ümerası basta Hacı İlbeyi olduğu halde Evrenos, Ece Halil ve Gazi Fazıl Bey'ler, Orhan Bey'i karşılarlar. Orhan Gazi, iki kardeşi barıştırmak için Dursun Bey'i Hacı İlbeyi ile beraber Bergama kalesine gönderir. Bunlar kale önüne gelip görüşmek isterler. Fakat kaleden atılan bir okla Dursun Bey maktul düşer. Bundan çok müteessir olan Orhan Gazi, Bergama'ya gelip kaleyi muhasara eder. Halkın ısrarına dayanamayan Karesi Bey'i kaleden çıkıp Orhan Gazi'ye teslim olmak zorunda kalır. Bundan sonra Bursa'ya getirilen Demirhan gelişinden iki sene sonra Yumrucuk (taun, veba) hastalığından vefat eder. Böylece Karesi Beyliği'ne ait olan Balıkesir, Manyas, Kapıdağ ve Edincik gibi şehirler Osmanlı toprağına ilhak olunur.

Karesi Beyliği'nden birçok sahil bölgesinin Osmanlılara geçmesi ile Rumeli'ye geçiş kolaylaşır. Bu ilhakın Orhan Bey bakımından önemli bir yönü de bu beyliğe tabi değerli komutan ve emirlerin Osmanlı hizmetine girmiş olmalarıdır. Biraz önce isimlerinden bahs edilen ve Çanakkale boğazı ile çevresini çok iyi tanıyan bu değerli komutanlar sayesinde Rumeli fetihleri kolaylaşmıştı. Zira bunlar denizciliği de iyi biliyorlardı. Osmanlılar, Hacı İlbeyi, Ece Halil, Gazi Fazıl Bey ve Evrenos Bey gibi askerî ve idarî bakımından yönetici olacak durumdaki bu insanlardan istifade edip bilgilerinden yararlanmışlardır. Karesi Beyliği'nin ilhakından sonra uzun bir müddet önemli sayılabilecek bir fetih hareketine girişilmediği anlaşılmaktadır. Hammer bu sessizliğin sebebi ve bu konudaki yanlış değerlendirmeler hakkında aşağıdaki ifadelerle bir gerçeğe parmak basarak söyle der:
"Karesi'nin fethinden sonra yirmi sene zarfında Osmanlı ülkesi yeni ve önemli bir fetih ile genişlemedi. Bununla beraber tarihçilerin buradaki derin sessizlikleri, Bizanslıların zannettiği gibi devamlı kayıpların ve bozgunlukların bir soncu değildir. Aksine, bu dinlenme çağında, Alaeddin (ulemadan)'in akıllıca görüşleri ile kurulan yeni ordunun tam ve disiplinli bir düzene sokulması, içerde güvenlik durumunun sarsılmaz şekilde sağlanması gibi isleri geliştirdi. Bu ifadelerin gerçek şahidi ise Karesi bölgesinin fethinden sonra inşasına başlanan câmi, medrese, imâret ve kervansaray gibi büyük binalardır. Nitekim Orhan'ın dindarlığı sebebiyle meydana gelen bu müesseseler, (beş sene önce ilk medrese ve imâretin tesis olunduğu) İznik'teki müesseselerle kısa zamanda rekabet edip boy ölçüşebilecek duruma geldiler."

Osmanlı Devleti 'nin ilk teşkilâtı, Orhan Gazi zamanında kurulmuştu. Bursa ve İznik'in zapt edilmesi, Osmanlı Beyliği'nin ilk devir tarihinde önemli hâdiseler olarak mütalaa edilebilir. Orhan Gazi Beyliği'nin hududları, artık devamlı olarak genişliyordu. Yeni müesseseler ile sağlam temellerin atılması bu siyasî varlığa ve birliğe bir hayatiyet sağlayacaktı. Zira bu beylik, yavaş yavaş eski aşiret usûl ve kaidelerinden ayrılmak zorunda idi. Ancak bu sayede modern bir devlet olma özelliğini kazanabilirdi. Bu sebeple devlet, idarî sahada adalet, askerî sahada da yeni bir sistem ve teşkilât meydana getirmek ihtiyacını hissetmeye başladı. Bu konularda ulema sınıfından gelmiş olan vezir Alaeddin Pasa ile Bursa kadısı Cendereli (Çandarlı) Kara Halil faaliyetlerde bulundular. Osmanlı Devleti 'nin mucizeli bir süratle yükseliş ve inkişafını bir yandan tarihî halet ve gerçeklerde, bir yandan da İslâmî prensiplerin adalet, insaf ve dinamizmine gösterilen sadakat ve saygıda aramak icaba eder. Onun için de, devletin kuruluş ve yükseliş hadisesini fikirden aksiyona çeviren ve kuvvetler birliğini vücuda getiren faaliyetin sırrını, bu faaliyete iştirak eden din, ilim, hukuk ve idare otoritelerinin kolektif idealizmi ile izah, isabetli bir inanış olsa gerekir. Orhan Gazi, Mevlânâ Sinan, Dursun Fakih, Davudi Kayserî gibi büyük âlimler; Akça Koca, Konur Alp, Abdurrahman Gazi gibi seçme yiğitler; Taptık Emre, Gülsehrî gibi mutasavvıf şairler; Abdal Musa, Abdal Murad, Doklu Baba, Geyikli Baba, Ahi Evren, Ahi Şemseldin gibi ululara, çevresinde yer vermekle gerek devleti, gerek hükümdarlık makamını bir idealist üreticiler zümresine dayamış oluyordu.

Alıntı