EVRENSEL BİR GELİŞME MODELİ MÜMKÜN MÜ?

Doktora tezim ve sonradan tezin genişletilmiş şekli olarak Osmanlı'da Köylü ve Devlet başlığıyla yayımlanan kitabım, hem feodaliteden kapitalizme geçiş tartışmaları içinde yer almış hem de köylülük çalışmalarından esinlenmiştir. Bu çalışmanın ortaya çıkardığı sonuç, öncelikle, 16. yüzyılda Osmanlı toplumunun iktisadi anlamda durağanlığının söz konusu olmadığıdır. Anadolu'nun kuzeybatı yöresinde 500 köyü örnek alarak, Osmanlı tahrir defterleri üzerinden oluşturulan bilgi tabanlarına dayanan araştırma, 16. yüzyılda nüfusun ikiye katlandığı, bu nüfus artışı karşısında tarımsal ve sınai üretiminin arttığını göstermiştir. Buna paralel olarak bölgesel ticaretin artması, yerel pazar ve kentlerin büyümeleri söz konusudur.

Bir bölgesel gelişme modeli olarak algılayabileceğimiz bu araştırma, öncelikle, ticari gelişmenin kendiliğinden, özellikle İngiltere'de yaşandığı türde, köylünün topraksızlaşması ve ücretli emeğin ortaya çıkması sonuçlarını doğurmadığını gösteriyordu. Burada kavramsal olarak vurgulanan husus ticari gelişmenin belirli toplumsal ve siyasal ilişkiler ve bu ilişkilerin odağı olan kurumlar çerçevesinde cereyan ettiğidir. Osmanlı devlet ortamında ve bu ortamın toplumsal huzur ve istikrarı sağlama kaygıları doğrultusunda, kurumsal yapı köylülerin topraksızlaşmasına müsaade etmemişti. Bunun yerine ticarileşmenin sonucu küçük ve orta ölçekli toprakları işleyen, iktisadi faktörlere (yani nüfus artışı ve ticari talebe) duyarlılık gösteren dinamik bir kırsal toplum yapısı ortaya çıkmıştır. (Ayrıca, ticarileşmenin büyük ölçüde köylünün artısını ayni vergiler olarak toplayan grupların, üretimin artması ile artan ayni vergi paylarının, pazarlanması yoluyla gerçekleştiği görülmektedir. Yani ticarileşme, tüccar sınıfının yanı sıra yönetici grubu da nemalandırmış, Fransa'da görüldüğü gibi yöneticilerle tüccarlar sınıfı arasında bir çatışmaya yol açmamıştı.)

Burada savunulan, Osmanlı köylü toplumu yapısının, Avrupa ve diğer Avrupa-dışı köylü toplumlarında olduğu gibi, kendi siyasi ve toplumsal ilişkilerinden kaynaklanan kendine özgü bir dinamiği olduğudur. Kısacası, evrensel bir gelişme modeli veya çizgisi mümkün değildir. Tek dinamik modelin Batı modeli olmadığı gibi, Batı da kendi içinde çok farklı modelleri barındırmaktadır.

Bu kendine özgü dinamik anlayışından çıkarak 1987'de yayımlanan Ottoman Empire and the World Economy başlıklı derleme kitabın önsözünde, dünya sistemi perspektifinin bir eleştirisini yaptım. 1960'li ve 1970'li yıllarda Andre Gunther Frank ve Immanuel Wallerstein azgelişmişliği kültürel öğelerle açıklayan modernleşme kuramını eleştirmişler ve azgelişmişliğin kökenlerinin Batı'nın Batı-dışı bölgelere ticari olarak nüfuz etmesinde arıyorlardı. Frank ve Wallerstein'a göre bu ticari nüfuz etme süreci özellikle tarımda sonradan 'feodal' olarak tanımlanan yapıların çıkmasına neden olmuş, kapitalist ilişkilerin gelişmesini engellemiştir. Osmanlı köylü toplumu araştırması benim, dünya sistemi kuramının Batı-dışı toplumların iç dinamiklerini yeterince değerlendirmediği, bu toplumları bir boksör'un kum torbası misali, Batı'nın vuruşlarına göre biçimlenen bir tabula rasa olarak değerlendirdiği sonucuna varmamı sağladı. Burada benimsenen tarihsel yaklaşım, dünya sistemi ile bütünleşme süreci içinde geri dönülemeyen kaderin çizdiği bir yolun izlenmesi değil, farklı özgün iç dinamiklerin oluşturduğu farklı gelişme yollarının, yani tarihsel arıziliğin (historical contingency) vurgulanmasıydı. Bu dinamiklerden başlıca kastedilen, farklı bölgelerde ortaya çıkan siyasi yapılar ve 16. yüzyıldan bu yana bu siyasetlerin odağını oluşturan merkezi devlet oluşumları idi. Dünya perspektifi yaklaşımı bu oluşumları Batı'nın dayattığı çevreleşme mantığının uygulayıcısı konumuna indirgiyordu.

Kişisel veya toplumsal tavır olarak bakıldığında bu yaklaşım, farklı bölgelerin içerdikleri güç dengeleri, kurumsal yapılar bağlamında ortaya koydukları gelişme olasılıklarının ve fırsatlarının değerlendirilmesi anlamına geliyordu. Bu tavır bir ölçüde varolan yapılar içinde, bunları peripheral/bağımlılık yapıları olarak dışlamadan, siyaset yapabilme kaygısından kaynaklanmaktaydı.

Huricihan İslamoğlu