Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılan adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılmaktan başka bir şey değildir üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır.

Prof. Osman Çakmak'ın makalesi

“Gençleri bozmanın en kestirme yolu farklı düşünenlere değil benzer düşünenlere değer vermelerini öğretmektir.” diyor Nietzsche. Bu gerçeği F. Voltaire “Söylediğin şeyi tasvip etmiyorum, ancak onu söyleme hakkını ölünceye kadar müdafaa edeceğim” şeklinde ifade eder.
Eğitim yapımızın özüne baktığımızda tek tip düşünmeyi sağlayan, (daha doğrusu insanımızı toptan düşünmeyenler haline getiren) ve farklılığı dışlayan bir olgu ile karşılaşırız. Şimdi bu yapının analizini sunmak istiyorum.
Yanlış varsayımlar üzerine kurulu eğitim
Gayet açıktır ki insanın düşünce sistemi alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül eder. Hiç düşündük mü acaba temel karakteristiği soru sormayan, verileni yenileyen, sınavlarda başarılı olmaya odaklayan eğitimin ürünü ne olacaktır?
Evet, okullarda eğitime ne olmuş mu diyorsunuz? İsterseniz eğitim adına yapılanlara bakalım:Öğrenci oturduğu yerden ders dinliyor, kitap okuyor ama bizzat tecrübe ederek öğrenebilme imkânı bulamıyor. Gözleme ve deneye bağlı bilimsel çalışma yerine şifahi ve kağıtta kalan bilgilerle yetinir haldedir.. Kendi başına düşünmeye, yorumlamaya, okuduğunu ve söyleneni anlama imkânı elde edememektedir. Ya da bu imkan çok sınırlı kalmaktadır. Hocanın anlatıp öğrencinin kafa salladığı bu yapıda bilgi beyne kalıplar halinde gelmektedir. Sonuçta “Bilgi”nin, akıl ve mantık süzgecinden geçirilmeden, sorgulama yapmadan kabulmesi onun “değişmez mutlak doğrular” olarak, yerleşmesine sebep olmaktadır.
Görüldüğü gibi eğitim yanlış varsayımlar üzerine kurulmuştur. Elbetteki hayatı doğru yaşamamız mümkün değildir. Yaratılış gerçeklerine, beyin ve öğrenme gerçeklerine ters bir durum sergilemektedir. Eitimden amaçlananlar ve beklenenler ortaya çıkması normaldir..
Şartlanmaya (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli
Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması, itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak görülmeye başlıyordu.
Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir saç üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyordu. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının saç levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar; böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir.
Eğitimin en ilkel biçimi hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsanın zihni fonksiyonları henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı)öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler. Sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler ve nihayet iradi şuurlu hareketler.
Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz.
Eğitim adına yapılanı biraz daha yakından analiz edebilir ve insanımızı nasıl “şartlandırıldığımızı” daha iyi görebilir. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçülüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılan adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri bellemeye yönlendiriliyordu. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanıyordu..
Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir.. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.
Eğitim diye yaptıklarımızı şu şekilde özetleyebiliriz: Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor.
İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenle engelleriz sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehasını daha işin başında öldürerek şartlanmanın zeminin oluştururuz.
Nasıl Şartlanıyoruz?
Mevcut eğitim yapısını daha da irdeleyerek şartlanmanın boyut ve şekli kendini daha iyi görelim isterseniz. Çocuklarımızı hangi teknik ve metotlarla şartlandırıyoruz? Kendi elimizle onları “zihinsel olarak” adeta ölüme mahkûm ediyoruz.
Bir takım gerçekler ve ‘şey’lerin adının öğretildiği sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüldüğü bu yetiştirilme tarzının esası şartlı refleks stratejisidir. Örneğin okullarımızda ve özellikle hazırlık kurslarında, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılması bunlardan birisidir.. Çünkü şartlandırma olaylar ya da şeyler arasında ilişki kurmaya dayanır.
Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir.. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur.. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma...! ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımız daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakalım. Öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğunu telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve tabuların hakimiyeti ile kendini göstermektedir.
Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkânsız hale gelecektir. Hâlbuki bilgiler canlıdır, sürekli gelişmeye ihtiyacı vardır.
Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlamız demektir.
“Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar.

Beceri ve Düşünmek Değil Bilgi Odak Haline Gelince…
Şartlandırma: En ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuştu da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve baş köşeye oturmuş bulunuyor?
Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (yada düşük seviyede tutarak) ama tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız.
“Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hâkim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme”
Bir daha vurgulayalım ki çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer ‘bilgi’ olarak değil de adeta iman edilmesi gereken iláhî hakikatler sunulursa ortaya şartlandırmadan başka bir şey çıkmaz.. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise, bilginin kullanılması değil kendisi öne çıkarılınca beceri boyutu göz ardı edilmesi ile okullar, güvensiz ve becerisiz yığınlar oluşturmaktan öte bir fonksiyon ifa edemez hale gelmektedir. Öğrenci okulunu bitirdiği halde hayatı ve mesleği öğrenmemesi bunun açık bir göstergesi olsa gerek.
Kutuplaşmanın Kaynağı
İnsanımızı “doğruları” öğreterek” direksiyonu kilitlenmiş ve “dosdoğru” giden bir araç haline getirmekteyiz. “Doğruların” müfredat adı altında “merkezden” belirlendiği ülkemizde oluşturulan şablona göre tek tip insan yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Direksiyonu kilitlenmiş aracın virajlı yollarda sağa sola çarpması gibi doğruların tekliğine inanmış bir kişi de sürekli olarak kendi gibi düşünmeyenlerle çatışmak durumunda kalmaktadır. Bunu ideolojisi, partisi, hayat felsefesi ya da çağdaşlık adına yapabilmektedir.
Gençlerin kişiliği üzerinde etki bırakan neredeyse tek şey, üzerinde düşünülmeden ezbere tekrarlanan basma-kalıp yargılar ve sloganlar oluşturması da eğitimin şartlandırmaktan başka önemli bir işlev görmemektedir. Bütün ‘çağdaşlık’, ‘akılcılık’ ve ‘aydınlanmacılık’ iddialarına rağmen bu eğitim tarzı insanlarımızda skolâstik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır.

Bu o kadar etkili bir mekanizmadır ki, o gençlerin çoğu ‘yetişkin’ haline geldiklerinde bile aynı psikolojiyi korumakta ve alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedirler. Bu bataklık özlediğimiz diyalog zemininin oluşmasını engellemekte, kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine belletilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları onlarda adeta ekzistansiyel bir krize neden olmaktadır.
Neden dünya yüzünde sosyal kesimleri arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisiyiz? Neden "senden yana ve bana karşı" türü mukabil cephelere kolayca ayırabiliyoruz? Neden partilerimizdeki muhalefet anlayışı iktidarların her ak dediğine kara demek yani çürütmeci yaklaşımdan ibarettir? Bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir.
Hürriyetleri genişletmenin her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten korkmamızın sebebi de budur. Kalite ve liyakat kriterlerini esas haline getiremeyişimizin de… Belli doğruları tekrarlayarak ve “öcü edebiyatı” ile şuur altına yerleştirilen korkularla insanımız şartlandırılmaktadır. “Öğrenmeye” değil “öğretmeye” yani “öyle değil şöyle ol” anlayışına dayanan bu eğitim anlayışı ülke etrafına demir bir kemer bağlayarak, herkesi aynı tip elbise giymeye zorlamakta ve sonuçta ülkemiz adeta yaşanamaz hale getirmektedir.
Tekrar vurgulayalım ki tek ve mutlak doğru-iyi-güzel'lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa yapısı devam ettikçe ülkemiz insanına rahat yoktur. Gelişme de beklenmemelidir. Daha yeni Ergenekonlar oluşabilir. Sağ-sol, laik-antilaik gibi kutuplaşmalar ülkemiz gerçeği olmaya devam eder.
Şartlandıran Eğitim Eğitim Değildir

Eleştirel bakış yok olmaktadır. Bu yapının ıslah ve uyum işlevi vardır. Otoriteye karşı benzer tepkiler sergileyen “bütünleştirici “ yapı oluşturmaktadır. Böyle fertlerin hipnotize edilmişçesine bir tarafa çekilebilir. İstenilen yöne kolayca çevrilebilir. Hiç düşünmeden, araştırmadan ön yargı ile hareket eden fertler ortaya çıkar.

Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz. Örneğin istediğimiz davranışı öğrenmeye başlar ve bu işe şuurla ve kendi irademizle götürürüz Zamanla tekrarlayarak pekiştiririz. Ancak bildiğimiz şeyleri mümkün olduğunca şuur seviyesine çıkarabiliyor; yani “açıklayabiliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamıyorsak zihnimiz şekillenmiştir. Sonuçta bilgilerin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkansız hale gelecektir.

Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlarız. Pavlov’a göre şartlı öğrenme düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilişse ortaya şartlı öğrenme çıkar.
Sonuç olarak öğrenciye aktarılan veya onun hayal ve tasavvur dünyasına giren malumatlar, akıl süzgecinden geçirilmeden kabullenilince, öğrenciler dogmatik zihniyeti yansıtan “tek doğrulu” bakış açısına ve “Sorma! Düşünme! Körü körüne inan!” anlayışına sahip oluyorlar. Şartlanma, öğrenciyi, yalnızca ‘evet-hayır’ kesinliğiyle hâdiseleri ele almak ve öğretmek demektir ve aynı zamanda ikili mantığın ürünü olmaktadır. Halihazır uyguladığımız eğitimin temel özelliği bu olmaktadır.

“Yeni eğitim programları ile gerçek öğrenmeyi sağlayan bir eğitim anlayışı hayata geçirilmek ve özgürlük konusunda gelişmiş alt yapıları olan fertler yetiştirilmek isteniyor. Ancak başta sınav odaklı-teste dayalı eğitim uygulaması ile bu teşebbüs yozlaşmanın eşiğinde bulunuyor. Çünkü mevcut uygulama ile ülkemizde eğitim yok sınavlara hazırlanmak var. Ülkemiz insanının değil yüz binleri, milyonlarcası adı alfabe çorbasını andıran merkezi sınavlarda (SBS, OKS, ÖSS, KPSS, ÜDS, ALES ve daha niceleri) başarılı olmak için harıl harıl çaba içinde... Okulların yerini hazırlık kurs ve dershaneleri almış bulunuyor. Milyonlarca insanımız icat etmek ve üretmek için değil, cevabı bilinen tek doğruları öğrenmek için seferber olmuş durumdadır( bu “bilginin” en düşük seviyesidir -malumat düzeyi). Ülke böylece baştan sonra bir şartlandırma merkezi haline getirilmekte ve beyinler formatlanmaktadır.
İşe Nereden Başlamalı?
Şartlandıran eğitimle öğrenci istenen hareketi yapmak üzeren programlanan “robot” tan bir farkı kalmamaktadır. Ve günümüzün insan zihnini uyutmanın en etkin vasıtasıdır. Eğitim adı ile müsemma eğip bükme görevi ile bilgiyi kullanan ve üreten özne değil bilgiyle yüklenen nesne konumunda bırakması ile bu tip eğitimin işlevlerini şu şekilde özetleyebiliriz.

Sokrat’ı biliyorsunuz, bazılarımızın tuhafına gidebilecek bir misyonu vardır Sokrat’ın. Bu “biliyorum” iddiasını taşıyan insanların, bilgilerini ve bildiklerini onlarla tartışmak ve aslında, biliyorum diye ortaya attıkları bilgilerin çok da sağlam olmadıklarını onlara göstermekti. Bu, insanlık tarihinde de çok önemli bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü, bilmek, öğrenme ile başlayan, öğrenmenin belki bir aşaması olan, belki de bir sonucu olan; ama, bitimi olmayan bir çabadır. Bilmek, sadece bazı sınavlardan geçmek ve yapabilmek, sonuç elde edebilmek anlamında bir bilmek değil, Sokrat’ın anlatmak istediği. Bilmek, bildiğimizi ileri sürdüğümüz şeylerin temellerini, dayanaklarını gösterebilmek demek; yani, bilmek, kökleriyle, temel kavramlarıyla bilmek anlamına geliyor.
Elbetteki işe eğitim ve bilginin yeni ve doğru tanımlarını yaparak ve insan fıtratını tanıyarak başlamalıyız. Öncelikle bilginin, cansız ve ölü olmadığının, ondan hayat fışkırdığını ve ona ulaşmanın, erişmenin; bilginin kendisini açmasının, sunmasının şartları olduğunun farkına varmalıyız.
İnsan ihtiyaç duydukları bilgi, beceri ve davranışları, olağanüstü bir üretkenlikle öğrenebilmekte ve bu sırada çevrelerindeki tüm imkânları büyük bir beceriyle kullanabilmektedirler.
İnsanın en değerli iki özelliği hiç şüphesiz ki merak ve öğrenme becerisidir. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı zamanda hayli kırılgan yapıdadır. Müdahale ve dayatmaya oldukça hassastır. Eğitim adı altında yapılan her türlü teşebbüste bu iki özelliğe bilhassa dikkat etmek zorundayız.
Bilgileri (doğruları) öğretelim ama çoğu bilgiler onları çevreleyen şartlara bağlı olduklarından, o şartların varlığından sürekli olarak kuşku duyulması gerektiği bir eğitim felsefesi haline getirelim. Gözlem, deney, proje temelli ve senaryo destekli uygulamalarla yaparak yaşayarak öğrenmeyi ikame edelim.
(Haber 7)