Tanzimat Fermanı
(1839-1856)
Tanzimat dönemi 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunarak ilan edilen ilan edilen “Gülhane Hatt-ı Hümayun”u ile başlatılmıştır. Sultan II.Mahmud’un başlattığı yenilikler dizisinin bir devamı olarak kabul edilen Tanzimat Devri I.Meşrutiyet’in ilan edildiği 1876 yılına kadar devam etmiştir.
3 Kasım 1839’da İstanbul’da Gülhane Parkı’nda Mustafa Reşit Paşa tarafından, devlet ileri gelenleri, yabancı elçilik temsilcileri, dini grupların liderleri ve halkın katıldığı oldukça kalabalık bir topluluk huzurunda okunarak ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın altında Abdülmecid’in imzası bulunuyordu. Fermanın hazırlanışında Mustafa Reşit Paşa’nın etki ve katkısı olmuştu. Gülhane Parkında okunduğu için “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” diye adlandırılan bu belge ile padişah halkının can, mal ve namusunu güvence altına alacağını, vergilerin herkesin gelirine göre adalete uygun biçimde toplanacağını, askerlik işlerinin de yeniden gözden geçirileceğini dile getiriyordu. Bunun için yeni yasal düzenlemelerin en kısa sürede gerçekleştirileceğini, Meclis-i Ahkam-ı Adliye’nin yeniden örgütlenerek, gerekli hazırlıkları yaparak, uygulamayı başlatacağını belirtiyordu.Ayrıca devletin sorumluluk alanı genişletiliyor, din ayrımına bakılmaksızın bütün tebaya eşit hak, mal, onur ve yaşam güvencesi veriliyordu.
Gülhane Hatt-ı Hümayununu içine aldığı başlıca düşünceler bakımından beş bölüme ayırmak mümkündür. Buna göre: Birinci Bölümde; Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Kur’an’ın hükümlerine ve şeriatın kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli ve halkın refahlı bir hale geldiği belirtilmektedir. İkinci Bölümde; Yüz elli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle ne şeriata, ne de faydalı kanunlara saygı gösterildiği, bu yüzden de devletin eski kuvvet ve refahı yerine zayıflığın ve fakirliğin geçmiş olduğu anlatılmaktadır. Üçüncü Bölümde; bu itibarla Allah’ın inayeti ve peygamberin yardımıyla devletin iyi idaresini sağlamak için bazı yeni kanunların konulması gerektiğine işaret edilmektedir. Dördüncü Bölümde; yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler gösterilmektedir, buna göre:
a) Müslüman ve Hristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması.
b) Verginin düzenli usule göre ayarlanması ve toplanması
c) Askerlik ödevinin düzenli bir usule bağlanması.
Beşinci Bölümde; yeni kanunların dayandırılacağı genel prensiplerin gereği belirtilmektedir.
Padişah, Hatt-ı Hümayun’a ve ona dayanılarak ileride yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair içmiştir ve bundan sonra Hatt-ı Hümayun kutsal önemi olan Hırka-i Şerif Dairesine konulmuştur. Gülhane Hattının ilanında yapılan törenle Tanzimat Devri başlamıştır. “Tanzimat” terimi Gülhane Hattında geçen genel prensiplere dayanan düzeni anlatır. Tanzimat Devrinin ilk merhalesi 1856’da son bulur ve ikinci merhalesi aynı tarihte ilan edilen Islahat Fermanı ile başlar.
Kısaca söylemek gerekirse, Tanzimat Fermanı ile ayrıntılara inilmeden mal, can, mülkiyet güvencesi, eşitlik ilkesi, vergi ve askerlik işlerini düzene koyacak, müsadereyi kaldıracak düzenlemeler, mahkeme işleri, memuriyet düzenleme gibi yenilikler getirilmeye çalışılmıştır. Mecelle düzenlenmiş ve mevcut yasaların yetmediği yerde Batı’dan alınmıştır. Böylece Tanzimat Döneminde idare ve hukuk alanında birçok yenilik yapılmıştır. Ayrıca bu dönemde ekonomik alanda da önlemler alınmış ve uygulamalarda bulunulmuştur. Bütçe uygulamalarına gidilmiştir. Gazeteler çıkartılmıştır. Eğitim, edebiyat ve haklar alanlarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir.
Tanzimat Fermanı ile padişah, ilk kez olarak kendi yetkilerinin üzerinde bir kanun gücünün olduğunu kabul etmiştir. Tanzimat dönemi çağdaş ve hukuk devleti olma yolunda ilk adımların atıldığı bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır.
Haklar Alanında Tanzimat
Tanzimatın çeşitli cepheleri arasında en önemlisi haklar cephesidir. Gülhane hattının prensipleri Osmanlı Devleti’nin haklar bakımından gelişmesinde bir dönüm noktasıdır. Osmanlı Devleti, Tanrı Hakları sistemi üzerine kurulmuştur. Bu sistemde din ve devlet bir idi. Devletin haklar kaynağı şeriattır. Devletin haklar teşkilatı piramidinde en üst yargıç Tanrı’dır. Bu sistem, kutsal karakteri itibariyle hiçbir değişikliğe uğramadan 1839’a kadar sürmüştür. Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Tanrı hakları sistemine son vermemiştir, fakat Batı devletlerince kabul edilmiş olan bazı hak prensiplerini almıştır. Bu suretle Osmanlı Devleti’nde Tanrı Hakları sistemi yanında, Batı’nın laik sistemi değer kazanmaya başlamıştır.
Evvelce birbirini inkar etmiş olan bu iki haklar sistemi Tanzimat Devrinde yan yana yaşamaya başlamışlardır. Halbuki yapıları itibariyle aralarında herhangi bir kaynaşma mümkün değildir. Batı’nın haklar sistemi, yüzyılların ihtiyaçlarına göre değişen ve gelişerek olgunlaşan, olgunlaştıkça da evrensel karakter alan bir sistemdi. Osmanlı haklar sistemi ise Ortaçağ şekil ve mahiyetini yüzyıllar boyunca muhafaza ettiği için ihtiyaçları karşılayamaz bir hal almıştı.
Tanzimat Devri devlet adamları, Doğu ve Batı’nın haklar sistemin bağdaştırmak için büyük gayretler sarf ettiler. Gülhane Hatt-ı Hümayunun’dan altı ay sonra gibi kısa bir sürede bir ceza kanununun ortaya konması, Tanzimatın modern haklar bakımından manasını belirtecek bir harekettir. Fransızca’dan kısmen tercüme suretiyle düzenlenmiş olan bu kanun, tebaaya padişah tarafından verilmiş hakların bir garantisi olarak alınabildiği gibi, tebaanın kanun önünde eşitliğinin bir sembolü olarak da kabul edilebilir.
Tanzimat öncesi devirde valiler ve mütesellimler şehir ve kasabalarda türlü bahanelerle adam öldürme, sürgüne gönderme, mala el koyma adetlerini edinmişlerdi. Rüşvete gelince, yüzyıllardan beri imparatorluğun her tarafında, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün memurlar arasında geçer akçe olmuştu. Gülhane Hattının ilanından sonra birçok paşa, yeni prensip ve kanunları bilmezlikten gelmek istedi,ancak bu kişiler Tanzimat kanunlarına aykırı hareketlerinden dolayı yargılanarak cezalara çarptırıldılar.
Tanzimat devrinde kanunlaştırma hareketleriyle Osmanlı İmparatorluğuna girdiğini gördüğümüz Batı’nın haklar sistemi adalet makinesinde dereceli bir değişmeyi gerektirdi. Tanzimat devrine gelinceye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda adaletin sağlanması yolunda Şeriat Mahkemeleri, Cemaat Mahkemeleri ve Kapitülasyonlardan faydalanan devletlerin Mahkemeleri bulunmaktaydı.Tanzimatla birlikte bu mahkemelere iki yeni mahkeme daha eklendi. Bunlardan biri, Ticaret Karma Mahkemeleri diğeri ise Asliye Karma Mahkemesi idi. Bununla birlikte, mahkemelere Batılı usullerin alınması, hrstiyan tebaanın şahitliğinin kabul edilmesi, sözlü delil yanında vesikanın da delil olarak kabul edilmesi, Batılı hukuk sisteminin Türkiye’ye sızmaya başlayan tesirlerindendir. Haklar alanında yer alan bu gelişmelerin dışında, zenci esaretinin yasak edilmesi, bir mezhepten diğerine geçmeyi yasak eden 1834 tarihli bir kanunun kaldırılması, insan hakları ile vicdan hürlüğü bakımından işaret edilmesi gereken önemli bir harekettir.
Askerlik Alanında Tanzimat
Gülhane Hatt-ı Hümayunundan önce Osmanlı İmparatorluğu’nda yapıldığı görülen bütün düzenleme çalışmalarının ağırlık noktası askerlik maddesidir. Bu çalışmaların genel amacı, Osmanlı Ordusunu Avrupa ordularıyla savaşacak seviyeye getirmektir. I.Mahmud devrinden, III.Selim devrine kadar batılı orduların silahlarından bazıları ile bu orduların yetiştirilmesinde başvurulan eğitim usullerinin Osmanlı ordusuna alınması için çalışılmıştı. Yeniçerilerin Batılı silahlarla eğitim usullerine karşı gösterdikleri mukavemet, III.Selim’i yeniçeri ocağının yanında “Nizam-ı Cedit” ordusunu kurmaya zorlamıştı. Nizam-ı Cedit ordusu, batılı asker ve eğitimi kabul etmekle yeni bir ordu karakterini kazanmıştı. Fakat yapısı ve kadroları bakımından bir ocak şeklinde kurulduğu için, bu cephesiyle Doğulu bir karakter de muhafaza etti. II.Mahmut devrinde Yeniçeri Ordusu kaldırıldıktan sonra kurulan Asakir-i Mansure, tıpkı Nizam-ı Cedit ordusu gibi yapı ve kadro bakımından Doğulu, silah ve eğitim yönünden Batılı bir ordu oldu. Geliştikten sonra Nizamiye ismi verilen bu yeni orduya asker alma usulü çok sert ve kaba idi. Evli olsun, bekar olsun milletin gençleri vilayetlerde yakalanıp, elleri kelepçeleniyor ve en yakın kasabaya sürükleniyorlardı. Daha sonra deniz kıyılarındaki kasabalara götürülerek gemilere bindiriliyorlar ve İstanbul’a getirilerek hayatları müddetince hizmet etmek üzere ordu alaylarına ve harp gemilerine gönderiliyorlardı.
Tanzimat dönemine kadar yapılan askerlik düzeninde ocak anlayışının dışına çıkılamadı. Bu sebeple de askerlik bir vatan ödevi olamadı. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilk defa olarak tebaa için haklar ve ödevler kabul etti. Tebaanın ödevleri arasında askerlik hizmeti önemli bir yer tutuyordu. Askerlik hizmetinin düzenlenmesinin gereği şu satırlarla açıklanmıştır:
“Askerlik maddesi önemli maddelerdendir. Vatanın korunması için ahalinin asker vermesi kutsal bir borçtur. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi memleketin türlü bölgelerinin mevcut nüfusuna bakılmayarak, kimisinden kaldırabildiğinden fazla, kimisinden ise az asker istenmiştir ki, bu ise hem düzensizliğe sebep olmakta, hem de ziraat ve ticaret gibi işleri aksatmaktadır. Kaldı ki askerliğe gelenlerin, hayatlarının sonuna kadar askerlik yapmak zorunda olmaları kendilerinde ruhi yorgunluk doğurmakta ve onları ailesiz bırakmaktadır. Bu zararları önlemek için imparatorluğun her bölgesinden gerektiği vakit istenecek asker için bazı iyi usuller kabul edilmesi ve askerlik müddetinin dört, beş sene olarak bağlanması gereklidir”
Bu sözlerle belirtilen tedbirlerin alınması için 6 Eylül 1843’te bir kanun çıkartıldı. Kanunun maksadı şu hükümlerle açıklandı:
“Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu sükunetli ve asayişli durm, askerlerinin silah altına çağırılma ve çalıştırılma yollarının akıl ve adalete uygun bir şekilde tamamlanmasına imkan vermiş ve aşağıdaki maddeler padişah tarafından onanmıştır:
“Nizami askerliğin süresi 5 yıl olarak bağlanmıştır. Beş yıl ödevden sonra bırakılan Nizami askerler yedi yıl redif sınıfında hizmet görecekler ve her yıl bir ay nöbetle bağlı oldukları kazalar merkezlerine çağrılacaklardır. Her yıl Martının birinci günü, nizami askerler her ordunun beşte biri nispetinde yenilenecektir. Bırakılmaya hak kazanan askerlerin isimlerini taşıyan cetveller bu zamanda tertiplenerek yerlerini alacak yeni askerlerin gelişi nispetinde eski askerler bırakılacaklardır.
“Bundan böyle subaylar üzerlerine sivil memurluklar alamayacaklardır. Osmanlı toprakları, genişlik ve coğrafya durumu göz önünde tutularak beş büyük orduya ayrılacaktır: Hassa askerlerinden kurulan birinci ordu, Dersaadet Ordusu denilen ikinci ordu ve sırasıyla Rumeli, Anadolu, Arabistan Orduları.”
Bu maddeler Osmanlı Devleti’nin askerlik sistemini baştan başa değiştiriyordu. Ocak usulünde karyerli kaldırılıyor, yerine kur’a usulü konuyordu. Avrupa ordularının silah ve eğitim usulünden başka, kuruluş kadroları da alınıyordu. Piyade, süvari ve istihkam birlikleri için Fransız talimatnameleri alındı, topçu birlikleri ise Prusya subayları tarafından Prusya eğitimine göre yetiştirilmeye başlandı. 1844’ten sonra yirmi yaşına varmış delikanlılar kur’a usulü ile ve isteyenler gönüllü olarak orduya alınmaya başladılar. Memleket askerlik bakımından bölgelere ayrıldı, Her bölgeden alınacak askerlerin sayısı o bölgenin genişliği ve nüfusu ile uygun bir sayıya bağlandı. Her aileden ancak bir kişinin askere alınması usulü kabul edildi.
Bu güzel usul evvela imparatorluğun Müslüman tebaası için kabul edildi. Halbuki Gülhane Hattı, Müslüman tebaa ile Hristiyan tebaa arasında kanun yönünden eşitlik prensibini kabul etmişti. Tanzimat’a gelinceye kadar imparatorluğun Hristiyan tebaası askerlik yapmazdı. Bu ödevden muafiyetine karşılık olarak cizye verirdi. Askerlik ve haraç Osmanlı tebaasının iki ayrılmasına ve kaynaşmamasına sebep olurdu. Tanzimatçılar bu duruma son vermek istediler, 1847’de Rumlar deniz kuvvetlerinde hizmete çağırıldılar. Aynı yıl Hristiyan tebaanın deniz ve kara ordularında askerlik yapmasını kabul eden bir kanun tasarısı hazırlandı. Hristiyanlar askerlik hizmetine mukabil cizye vermekten muaf tutulacaklardı.
Askerlik alanında yeni düzeni sağlamak için alınan bütün bu tedbirler adil ve haklı olmakla beraber Müslüman ve Hristiyan tebaa tarafından tenkide uğradı ve kargaşalık doğurdu. Müslüman tebaadan henüz göçebe halinde yaşayan fakat dağlık bölgelerde yarı bağımsız bir hayat sürenler, askerlik ödevini kabul etmek istemediler. Bu yüzden Anadolu ile Rumeli’nin dağlık taraflarında ve Lübnan’da ayaklanmalar oldu. Bu ayaklanmalar er geç bastırıldı ise de, adı geçen yerlerde askerlik ödevi hiçbir sempati kazanmamaya devam etti.
Hristiyan tebaaya gelince, din sebepleri yüzünden nefret ettiği İslamlarla yan yana askerlik yapmaya hiç de hevesli gözükmediler. Kaldı ki yüzyıllardan beri askerlik yapmadıkları için, bunlarda silah sanatına karşı bir isteksizlik, kabiliyetsizlik de vardı. Bu ciheti göz önüne alan Bab-î âli, Hristiyanların askerlik ödevi yapmaları ile ilgili kanunu bir müddet için sonraya bırakmayı uygun buldu. Askerlik bakımından tebaanın farklı muameleye tâbî tutulması, Gülhane Hattının yapmak istediği eşitlik prensibinin kısmen kağıt üzerinde kalmasını neticelendirdi.

Eğitim Alanında Tanzimat
Osmanlı Devleti’nin her alandaki çöküşü, önceki yüzyılların başarılı, verimli eğitim müesseselerinin de bozulmasına yol açtı. Devletin pek fazla müdahale etmediği ve vakıfların denetiminde ve sorumluluğunda olan eğitim kuruluşları vakıfların bozulmasına paralel olarak fonksiyonunu kaybetmeye başladı.
Gülhane Hatt-ı Hümayununda eğitimden bahsedilmemiştir. Oysaki bu hatta işaret edilen prensiplerin olsun, bu prensipler üzerine kurulan Tanzimat düzeninin olsun, mukadderatı eğitimin karakteri ile ilgiliydi. Yeni prensipler, yeni bir hayat görüşü ve yeni bir sosyete düzeni manasını taşıyordu.Osmanlı cemiyetinin bunları benimsemesi, duygu ve düşünce sisteminde de yeni değerlere varmasıyla olabilirdi. Böyle değerlere vardıracak başlıca araç ise eğitim idi.
Tanzimat’tan önce eğitimi sağlayan kurullar kılık bakımından olduğu kadar çalışma konuları ve çalışma metotları bakımından da zamanın gerçeklerine uygun değildi. Genel eğitim medreselere bırakılmıştı. Devletin memur ihtiyacını Enderun Mektebi, orduda subay ve uzman ihtiyacını da II.Mahmut devrinde kurulan Harp ve Tıp Okulları sağlamakta idi.
İlköğretim yapan mektep ile yüksek okul ve üniversite vazifesini gören medrese tamamen ulemanın idaresinde idi. Bu sebeple de ilk ve yüksek öğretime din tesiri hakimdi. Öğretimin yapısı kişinin iç ve mistik alemini, amacı ise kişinin Tanrı yanında selametini sağlayacak din yollarını öğretmek ve belletmek idi. Kişisel karakter taşıyan bu öğretimde tabiat ve cemiyet olaylarına hiçbir yer ve değer verilmemişti. Mekteplerde çocuklara din bilgisi, ahlak ve Kur’an’dan başka, biraz yazı ve aritmetik öğretiliyordu. Bu bilgi bir insana hayatta gerekli olan en az bilgiden de azdı. Medreselerde ise gramer, sentaks, lojik, metafizik, geometri ve astronomi gösterilmekte idi. Tarih, coğrafya, arkeoloji ve müspet ilimler tamamen bir tarafa bırakılmıştı. İlimde tek sağlam usul olan görme, inceleme ve kritiğe ise hiç önem verilmemişti. Böyle bir öğretim yapısı ve usulü ile dünyadan çok ahrete insandan çok Tanrıya yakın bilginler yetişiyordu. Bunlar akıl ve mantık ile ispatı mümkün olmayan bütün din problemlerini medresenin özel mantığı ile ispat ettiklerini sanıyorlar, fakat tabiat ile cemiyet olayları karşısında ilk insanların hayret ve şaşkınlığı içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
II. Mahmut devrinde bu eğitimin yetersizliği anlaşıldı ise de, gerçek ihtiyaçları karşılayan bir eğitim düzeni sağlanamadı. İlköğretimin mecburiliği prensibi sözde kaldı. Rüştiye okulları geliştirilemedi. Devletin memur ve asker gereçlerini gidermek için kurulan yüksek okullar yalnız Doğulu ve Batılı tesirleri bir arada sürükleyen melez kurullar halinde gelişmeye devam ettiler. Tanzimat Devri devlet adamları, eğitimin önemini kavramalarına rağmen ilk yıllarda başka işlerle meşgul oldular. 1845’te Abdülmecit bir gün Bâb-ı âlî’ye giderek sadrazama ve büyük memurlara eğitim problemi üzerinde çalışılması gereğini şu sözlerle anlattı:
“Sana(Sadrazama) ve bütün bakanlara tebaamın refah ve saadeti için lazım gelen tedbirleri îtimâd-ı tam dairesinde düşünmenizi ve görüşmenizi emrediyorum. Bu yolda ilerleme, din işlerinde olduğu kadar dünya işlerinde de cahilliğin kaldırılmasına bağlı olduğundan, ilim ve fen ve sanat öğretimini sağlayan okulların kurulmasını ön plana alınacak işlerden sayıyorum.”
Padişahın eğitim hakkındaki görüşlerini yerine getirmek üzere bir eğitim ve öğretim programı düzenlemek için özel bir komisyon kurudu. Sonraları şeyhülislam olan Arif Hikmet Efendi, vak’ayazar Sait Efendi, Dış İşleri Bakanlığı Müsteşarı Ali Efendi, Divan Birinci Tercümanı Fuat Efendi gibi yenilik fikirlerine taraftar olanlar bu komisyona girdiler. Komisyonun eğitime verilmesi gereken karakter hakkındaki çalışmaları bir kanuna bağlandı. Bu kanunla medresenin dışında, devletin kontrolü altında bir Darülfünunun kurulması, orta okulların açılması, bu okullarla ilk okulların ulema elinden alınarak devlete verilmesi kararlaştırıldı. Kanunun yayımlanmasından sonra çıkarılan bir hat ile eğitim işlerinin yürütülmesi ve kontrolünü takip etmek maksadıyla bir de “Meclis-i Daimî Maarif-i Umumiye” kuruldu. Bu meclis ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarını medresenin nüfuzundan kurtararak devletin otoritesi altına almaya çalıştı. Medreselere gelince, Tanzimat’tan önceki karakterlerini muhafaza ettiler. Bu suretle eğitim alanındaki çalışmalar, yeniçeri ocağının kaldırılmasından önce, orduda yapılmak istenen düzene benzer bir durum yaratmış oldu. Medrese yeniçeri ocağı gibi, bütün yeniliklere karşı gelerek ve bünyesinde hiçbir değişiklik kabul etmeyerek, varlığını korumak istedi. Medresenin dışında kurulan okullar da yavaş yavaş Batılı şekil ve usullere kaydılar.
Neticede, Tanzimat Devrinde eğitim birliği sağlanamadı. Batılı zihniyetle çalışan okullar yanında Ortaçağ düşüncesinin temsilcisi medrese yan yana yaşamaya ve birbirlerini inkar eden nesiller yetiştirmeye devam ettiler. Devletin kurduğu okullardan nesiller yetiştikçe, medresenin itibar ve kredisi azalmaya başladı. Fakat devletin temeli din olmakta olduğu için (devam ettiği için) medreseler kaldırılmadı. Eğitim ve öğretindeki bu ikilik Cumhuriyet Devrine kadar sürdü.
Osmanlı toplumunda Tanzimat’a kadar “geleneksel yapı” içinde bulunarak toplumsal sorunları çözme anlayışı egemen olmuştur. Bazı yeniliklerin kaçınılmazlığı Tanzimat ile birlikte açık ve sürekli olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Tanzimat bu bakımdan bazı özelliklere sahiptir. Bilindiği gibi bu dönem bir reform dönemidir. Bu dönemde hız kazanan reformlar daha sonra devam edecektir. Söz konusu reformlar içinde padişahın da bulunduğu yüksek devlet yöneticileri öncülüğünde gerçekleştirilmekteydi. Bu nedenle Tanzimat ile girişilen hukuk, idari sistem ve eğitim gibi sosyal alanda yenileşme hareketlerine tabandan, halkın en azından geniş bir kesiminden gelen talepler olarak bakılamaz. Bir başka deyişle Tanzimat tabandan gelen bir değişim baskısı sonucu ortaya çıkan yeni toplumsal durum olarak değil devlet adamları öncülüğünde yürütülen bir devleti onarma, yenileşme çabası olarak değerlendirilmek gerekir.