Atatürk’ün 1920 Yılı Başlarında, Gazeteci Yunus Nadi ile Sohbetleri

…Şimdi vaziyeti değerlendiriyorduk. Ben Kuşçalı’dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara’da gördüklerimle tamamen uyuşmaması şeklinde gizli bir üzüntünün etkisindeydim. Paşaya saklamadım ki, kendi huzuru büyük bir güven veriyordu. Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekte o kadar kuvvetli idi.

- Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu çözülmeden bir oluşum yaratmak gerekir. Bununla beraber, sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o alan doludur, çöl sanılan bu alemde saklı ve güçlü bir hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey örgüttür, işte şimdi onun üzerindeyiz….

Ben pratik olmayı gerekli gördüğüm için doğrudan doğruya Yunan cephesine saldırdım. Yığılmış düzenli bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim düzensiz kuvvetlerimiz… Bence cepheyi tutan oradaki kuvayı milliye değildi, belki “Miln” hattı denilen siyasi varsayım idi.

Paşanın gözleri parladı:

- Bunu bana Sivas’a da yazdınız, o cephelerden de aynı anlama gelen başvurular oldu. İsteniliyordu ki Sivas’ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime –sanki buralarda boş vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir gözlem ve düşünüş bu görüşe hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin iyiliği ve kurtuluşu için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa, Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey! Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların değerlerini küçümsemek istemiyorum. Aksine onlar pek iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârca çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin bütün değeri, vatansever bir görünüş niteliğini aşamaz. Bu da bir değerdir. Fakat manevi bir değerdir. Yunan orduları ise maddi bir oluşum olduğundan, yalnız böyle manevi bir kuvvetle durdurulamaz. Balıkesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı ilgisiz değiliz. Fakat oradaki mevcutla, o çevrenin mevcudu ile o işi halletmek imkânı olamaz. Onun için bunca istek ve başvurulara rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi, bütün memleket ve bütün vatan cephesidir. Ne zaman bütün memleket bu cephenin gerçek anlamı bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse işte bu cephe o zaman yıkılmış ve Yunanlılar da işte o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu zorunluluk ve gerekliliğin oluşması peşindeyim. Hatta halledeceğimiz şey yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Ülkenin kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı söz konusudur. Önümüzde “Misak-ı milli” (ulusal ant) var ki, bütün ilkelerimizi alçak gönüllü bir şekilde ifade ediyor. En önemli kuralı koymuşuz: Milletin bağımsızlığını, vatanın son kaya parçası üzerine savunacağız, kurtaracağız veya – eğer kaderdeyse – öleceğiz. Fakat ölmeyeceğiz ve kurtaracağız.

- Evet, hepimizin amacı ve azmimiz bu. Oraya varmak için daha önceden verilmiş kararlar ve halledilmiş meseleler olmak gerekir.

- Benim inancıma göre, bunun gibi büyük vaziyetlerde kararları zaman verir, meseleleri de o halletmiş bulunur. Bu nedenle ben sanıyorum ki kararlar kendi kendine verilmiş ve meseleler de kendi kendine hallolmuştur. Olunmayanlar varsa onlar da olunur giderler.

- Meclisin ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti Meclisten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek için, ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten üzüntüm de ondandır.

- Bu üzüntü boşuna ve bu düşünüş de, hiç olmazsa dış görünüşü ile gerçek şekli bakımından yanlıştır. Ben aksine, her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Nadir Bey, bir devreye yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruluk, ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel eğilimine tercüman olmakla elde edilir. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. o kölelik ve alçaklığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine: “Ey millet! Sen kölelik ve alçaklığı kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu soru karşısında onun o soruyu soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki, bu millet kendisine bu soruyu soran çocuklarının, hep o esasa dayanan sözlerini ve düzenlemelerini canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna inanarak…

- Fakat İstanbul’da düşmanlarla birleşmiş bir Saray olduğunu bilmek ve hiç olmazsa bu ayrıntı üzerinde bazı kararlar almış olmak gerekmez mi?

- Onların hepsi biliniyor. Fakat bizim bildiğimiz gerçekler milletçe de tamamen bilinince, onun karar verme konusunda da bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmemelidir? Ben aksine milletin bu konuda daha sağlam, daha kesin kararları vereceğine inanıyorum. Özetle millet bu kurtuluş mücadelesinde ve bütün durumu, bütün açıklığıyla gördükten sonra derece derece en sağlam, en akla yakın, ve en yüksek kararları verecek ve bence kesinlikle o konulardaki kararlarında, hatta seni ve beni çok geçecektir. Ben bundan emin olarak işlerimize bakalım derim.

- Canım Paşam, teori çok güzelse de, durumun gerekleri de acele etmeyi emretmektedir. Meselâ Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Gerçek şu ki, eğer elimizde dayanacak bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel teori suya düşüp gidebilir.

- İşte aramızdaki fark özellikle burada göze çarpıyor. Bence Meclis teori değil, gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve onun yerine Meclistir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet demektir. Buna iki üç kişi karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve varlığına zıt olan haksızlık ve baskının tamamını bertaraf etmek yetkisini yalnız teori olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz.

Paşa ile bu yolda çeşitli meseleleri inceleyen konuşmamız gecenin saat üç buçuğuna kadar sürdü. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan bence, canlı insanlarla dolu bir sağlamlık ve güzelliği ile gözleri eğlendiren bir gül bahçesi olmuştu. İlk defa olarak, vicdanen de huzur içinde, çok rahat bir uyku uyudum.

(Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978, s. 260-264; Zikreden: Rahmi Tunçağıl, Atarürk ve Hukuk, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 1982, s. 354)