16 Mart 1920’de işgal edilen İstanbul, 6 Ekim 1923’de en büyük bayramını yaşıyordu.

•Mustafa Kemal düşman zırhlılarını İstanbul önlerinde gördüğünde “Geldikleri gibi giderler” demişti.
1918 Sonbahar... Tarih koca Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını ibretle seyrediyordu. Yüzyılların “Payitaht”ı İstanbul önünde koyu kurşuni birer siluet olarak dizilen zırhlılar, şehirde ölüm sessizliği yaratmıştı.
Bunlar Çanakkale’den bilek gücüyle geçemeyen düşmanı ancak “mütareke” sonrasının yol verdiği savaş gemileriydi. İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar...

Büyük yenilgiden sonra Osmanlı Ordusu dağıtılmıştı. Bu yüzden, Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştı.

Haydarpaşa Garı’nda trenden indiği sabah, denizi kaplayan o koyu kurşuni siluetler karşısında yavaşça durmuş, çelik mavisi gözleri dolu dolu, uzaklarda, “Geldikleri gibi giderler!...” demişti.

Yanındaki yavere söylediği bu sözler, Kurtuluş Savaşı’na uzanan günlerin ilk müjdesiydi.
Evet, gerçi İstanbul 16 Mart 1920’de fiilen işgal edilecekti ama, o güne kadar her türlü denetim koyu kurşuni siluetlerde İstanbul önlerini saran “İtilaf Devletleri Komutanlığı”nın elindeydi. Sarayı bir kukla gibi oynatıyorlardı.
Hatta, İngilizler’in deniz karakolu, Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a götürecek olan “Bandırma” vapurunun demir almasını bile engellemek istemişti. Çok gizli tutulan seyahat nedenini bilmedikleri için, neden sonra harekete izin vermişti.

Günler İstanbul’un kan ağladığı günlerdi.

İşgal kuvvetleri, şehrin Anadolu ile bütün irtibatını kesmişti. Buna rağmen, baltaburun Karadeniz takaları, ölümü hiçe sayan bir avuç tayfasıyla Anadolu’ya adam kaçırıyor, silâh taşıyordu.
Gerçi, yüzyılların “Payitaht”ı, korkunç bir baskı altında Kurtuluş Savaşı’na katılmaktan uzaktı ama, yaralı yürekler Anadolu’da çarpıyordu. Tüm umutlar, Mustafa Kemal Paşa’daydı.

Gazeteler Anadolu’dan haber alabilmek için çırpınıyor, duyduklarını yazabilmenin imkansızlığı karşısında, bunları ancak kulaktan kulağa yayabiliyorlardı. İşgal kuvvetlerinin “sansür”ü yetmiyormuş gibi, gazete idarehanelerine yapılan baskınlar, aramalar, türlü engellemeler, İstanbul üstüne çöken korkunç karanlığı büsbütün yoğunlaştırıyordu.
Ama her şeye rağmen telgrafhanenin Anadolu’yla irtibatı devam ediyordu. İşgal kuvvetlerini çılgına çeviren bu irtibatın sırrı ancak büyük zaferden sonra çözülebilecekti.

Evet, Türk telgrafçılar Sirkeci’de bugünkü Büyük Postane’nin bodrumunda, yukarı katlarda çileden çıkan İngiliz Komutanı’nın bütün önlemlerine rağmen, Anadolu’yla irtibatı gizlice sürdürecek bir santral kurmuşlardı. Eğer buna bir santral denilebilirse tabi...

Büyük Zafer’in ilk müjdesini alan ve gazetelerle yayanlar da, nicedir o bodrumda ecel terleri döken isimsiz kahramanlar, evet Türk telgrafçılardı.
Kara günler 30 Ağustos Zaferi’ni heyecanla haykıran gazete satıcılarının,
-“Yazıyor! Yunan bozgununu yazıyor!...” diye Cağaloğlu Yokuşu’ndan heyecanla koşmaya başladılar; saatlere kadar sürdü. Mürekkebi henüz kurumamış gazeteler elden ele dolaşıyor, sarıldılar, kucaklaştılar, tanıdık, tanımadık kim varsa birbirine karışıyordu.

İstanbul gene ağlıyordu. Ama, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Kurtuluş günü yakındı.
İşgal kuvvetleri şaşkına dönmüştü. İstanbul sokaklarındaki heyecan karşısında hemen karakollara çekiliyor, zafer coşkunluğunu ancak perdelerin arkasından seyredebiliyorlardı.
Takvim 2 Ekim 1923 Salı. Geldikleri çekip gittiler.
....Ve de gelirken sökerek indirdikleri Ay-Yıldızlı bayrakları, o gün kös kös giderken başları önde selamlıyorlardı.
Takvim 6 Ekim 1923 Cumartesi...

Şükrü Naili Paşa komutasındaki birliklerimiz İstanbul’a gelirler, tarih,
- “Bu şehir, daha önce böyle bir bayramı yaşamadı...” diye yazıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, işgalin o karanlık günlerinde, Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere ayrıldığı İstanbul’a artık “Büyük Kurtarıcı”mız Atatürk olarak dönecekti.

Alta kaynak/İst.Kadıköy lisesi Damla/ s.17 syf.34 Araştırma/Nusret Karaca
Kaynak : İstanbul Kadıköy lisesi Damla / s.17 syf.34
Araştırma: Nusret Karaca