Osmanlı'da Aydınların ramazanı...

Eski ramazanlar denilince akla öncelikle mazinin yeme-içme ve eğlence kültürüyle ilgili tablolar geliyor..

Eski ramazanlar denilince akla öncelikle mazinin yeme-içme ve eğlence kültürüyle ilgili tablolar geliyor..
Kış günlerine denk geldiğinde nisbeten zahmetsiz ama yaz mevsiminde bedeni zorlayan bir ibadet oruç.. Ve belki de beyin, sevap kazanmak gibi soyut bir ödül yanında her zamankinden zengin bir sofra ya da ruhun kabından biraz taşmasına müsaadeyi koyarak zorluğa direnmeyi rasyonel hale getiriyor...

Osmanlı asırlarının ilk dönemlerinde de ‘huzur dersi’ vardır... Padişahlar herhangi bir konuda bilgilenmek istediklerinde ‘ Ben bu konuya vâkıf değilim’ demez bunun yerine o konuda bilgi sahibi olan kişileri onlara kendi zihnindeki soruları yöneltecek insanlarla birlikte toplayıp kendisinin de hazır bulunduğu ortamda dinlerlerdi...

3. Mustafa’nın saltanatı döneminde ‘dersler’ ramazan aylarına mahsus kılındı ve mutad hale getirilip kurala bağlandı... Böylece saray cuma günleri dışında her gün seçilen konunun konuşup tartışıldığı zemin haline geldi...

Konuya göre seçilen ‘mukarrir’ yani hoca ve ‘muhatap’lar yani dinleyip soru sorarak meselenin açıklık kazanmasını sağlayacak sarayda bir salonda toplanırlardı. Padişah hariç genelde 15 kişiyi geçmiyordu katılanlar... Herkesin önlerinde bir rahle olmak üzere yere serili minderlerde oturduğu düzeni vardı dersin... Hoca’nın rahlesinin sedefli diğerlerinin rahlesinin cilalı düz ceviz olması adetti.. Yarım ay şeklindeki oturma düzeninin başı padişahtı kuşkusuz... Ve padişah miderde değil koltukta otururdu... Onun sağ yanından başlayarak hoca ve kıdem sırasına göre muhataplar dizilirdi... Dersin verileceği salona önce padişah girer sonra ayrı bir odada bekleyen hoca ve muhataplar içeri alınırdı. Kimse için ayağa kalkması âdet olmayan padişah derse katılacakları ayakta karşılar, sonra herkes onun işareti ve oturmasıyla yerini alırdı...

İfade hürriyeti sonsuz
Huzur derslerinin bir özelliği de gerek seçilen hocanın gerekse muhatapların hiçbir sebeple huzurda söyledikleri söz veya sordukları sorudan dolayı suçlanamamasıydı... Bundan dolayı sık sık sert tartışmalar yaşanıyordu... Bilgi derinliğinin derecesini göstermek isteyen bazı muhatapların sarayda bulunduklarını unutarak nezaket sınırlarını zorlamaları, işi hakarete hatta kavgaya dökmeleri rastlanmadık şey değildi.. Örneğin 1. Abdülhamid’in saltanat yıllarında huzur dersi muhataplardan Tatar Hoca adıyla tanınan kişi, mukarrir Abdülmü’min Efendi’ye padişahın müdahalesini ‘Efendimiz burada istediğimiz gibi konuşmaya ruhsat vermiştiniz’ diye savuşturduktan sonra ağza alınmayacak küfürler edecek raddede hakaretlerini ileriye vardırabilmişti...
Bu derslere ‘muhatap’ sıfatıyla sadece ulemadan kişilerin katıldığını sanmak da yanlış. Zira dersler padişahın katılmasını istediği kişilere açıktı... Dolayısıyla şehzadeler, padişahın anneleri, eşleri, kızları ve kız kardeşleri dahil saray hanımları derse katılabilirdi... Kadınların hocaya doğrudan soru sormadıklarını genelde konuşulanları kafes arkasından dinlemekle yetindiklerini söylemek gereksiz herhalde..

Son ders son konu
Huzur dersi geleneğinin Osmanlı İmparatorluğu son bulana kadar hatta Abdülmecid Efendi’nin hilafeti döneminde devam ettiği biliniyor... 4 Mart 1924’te oğlu Ömer Faruk Efendi, kızı Dürrüşehvar Hanım ve az sayıda saray mensubuyla Çatalca’dan trene binerek yurtdışına giden halife 1923 senesinin Mayıs ayına rastlayan ramazanının son ‘Huzur dersi’ne konu olarak Nahl Suresi’nin 26. ayetini seçmişti: “Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Allah’ın azabı binalarını, temelinden gelip yıktı da tavanları başlarına çöküverdi ve azap kendilerine fark edemedikleri yerden geldi...”

Çerçeve

Eski yardakçılar...

Hayatlarını yüksek mevkideki kişilerin yakınında durmak, onlara iltifatla geçiren kişiler bugün ortaya çıkmış değil; dünün de gözdeleriydiler... Üstelik halleri, riyakârlıkları herkesçe bilindiği halde..
Sultan Aziz’in saltanatında Keçecizade Fuad paşa’nın istifasından sonra 1863’te kısa süre sadrazamlık da yapan Yusuf Kamil Paşa bu vasıftaki insanları teşhirle eğlenen bir mizaca sahipti... Mısır Hidivi’nin damadı, İstanbul’a Zeynep Kamil Hastanesi gibi pek çok hayır eseri kazandıran Paşa zengin iftar sofralarıyla da ünlüydü... Bir keresinde mükellef yemekler iştahla yenildikten sonra sıra meyve faslına gelmiş. Ve hizmetliler masaya üzerine buz parçaları serpilmiş çilek getirmişler. Tabağa uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalına taktığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuz kâsesinin içine düşürmüş, ama meyve ziyan olmasın diye çileği iyice tuza bulayıp yemiş. Ağzındaki kötü tada rağmen renk vermemiş çevresindekilere hatta: ‘Tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir’ diye tavsiyede de bulunmuş... Hazurundan birkaçı denemişler hemen ve ‘Paşam hakkıâliniz var, gerçekten nefis oluyor...’ hükmünü vermişler... İleri gidip ‘Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim’ diyen; ‘ Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç kalmışız’ diyen olmuş... Kamil Paşa davetliler arasında bulunan ve kimseden
sözünü esirgememesiyle tanınan, Minas Efendi’ye dönüp ‘Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin’ diye fikrini sormuş... Minas Efendi’nin bu soruya verdiği cevap bütün zamanlar için anlamlı: “Paşam, bu adamlar bu düşüncelerini özel hayatlarında söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat bu ikiyüzlü lafları devlet hayatı içinde sarf ettiklerini işitince memlekette işlerin neden kötüye gittiğini anladım...”



Radikal/Avni Özgürel'in yazısı...