1. #1
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    On yedinci yüzyılın ünlü şairlerinden Nâbi çok gazeline şöyle başlıyordu:

    "Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz, Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz"

    Yani şair, "Dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz; neşeli zamanlarımız da, üzüntülü zamanlarımız da olmuştur" demek istiyor.

    Niyeti başka da olsa bu beytinde şair, bir bakıma yaşadığı dönemin özetini veriyordu. Çünkü, 1600'lü yılların sonlarına doğru Osmanlı İmparatoru'nun üstüne kara bulutlar dolaşmaya başlamış, Avrupa içlerinde binbir güçlükle alınan kaleler bir bir kaybedilir olmuştu. Orduda yer yer isyanlar çıkıyor; vezirler, paşalar azlettiriliyor ve hatta padişahlar tahttan indiriliyordu. Tabir yerindeyse denizin kabarması bitmiş ve artık sular durulmuştu. Yüreklerde ise bir korku vardı: Ya bir de sular çekilirse!..

    İşte korkulan oldu... 1699 yılında yapılan Karlofça Andlaşması Osmanlılar için "sonun başlangıcı" oldu.Bu andlaşma ile Macaristan, Slovenya ve Transilvanya Avusturya'ya bırakıldı. Hırvatistan Almanya'da, Bosna Türkiye'de kaldı. Mora Yarımadası, Dalmaçya'nın bir bölümü ve bazı adalar Venediklilere bırakıldı. Podolya, Galiçya, Ukrayna'da bazı topraklar ve Kamaneçe Kalesi Lehistan'a verildi. 1200'lü yılların sonunda Söğüt'te yeşeren çınar büyümüş; dal - budak salıp 400 yıllık tarihi bir ağaç olmuştu ve şimdi budanıyordu. Buna elbette canlar dayanmazdı ama olan olmuştu. Türkler artık ilerleyen ülke olma durumundan çıkıyor, savunmaya geçiyordu.

    İnsanların olduğu gibi milletlerin ve devletlerin de bir kaderi vardı ve kader ağlarını örüyordu... Yer yer iyilik ve güzellikler de oluyordu ama bir süre sonra artık daha çok kötülükler birbiri ardınca gelmeye başladı. Duraklama ve bocalama dönemini gerileme, gerileme dönemini de çöküş takib etti.

    Ünlü bir yazarımızın çok güzel ifade ettiği gibi, "Osmanlı değerli bir kristaldi, yere düştü ve kırıldı!" Ama yalnızca o kadar; değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Üstelik, içimizde çok derin hatırası olduğu için manevi dünyamızda daha da değer kazandı. O'nun hatırası önünde hürmetle eğiliyor ve güzelliklerini anlatmaya devam ediyoruz.




    Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına ne zaman ulaştı, biliyor musunuz? 7 yaşında tahta çıkan ve 39 yıl padişahlık yapan Dördüncü Mehmed zamanında!

    Bu dönemde, dünyanın hemen bütün devletleri Türklerin gözüne girmek, onlarla diplomatik ilişki kurmak için gayret gösteriyor ve bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ünlü Fransız tarihçilerinden Albert Vandal bu konuda şunları yazıyor:

    "En medeni milletlerden en barbarlarına kadar dünyada her devlet; askeri gücünden korktukları Türk Devleti'nin karşısında eğiliyor ve Türklerle hoş geçinmeye çalışıyordu. İstanbul, her milletin diplomatlarıyla dolup boşalan bir merkezdi. Osmanoğullarının tahtı önünde eğilmek için büyükelçiler birbirleriyle yarışıyorlardı.

    Bu tarafta, 'Halife' sıfatını da taşıyan padişaha, hükümdarının yüksek saygılarını sunan Buhara elçisi, diğer tarafta; şaşaada birbirleriyle yarış eden ve bu uğurda herşeyi göze alan Almanya İmparatoru ile Polonya Kralı'nın elçileri görülüyordu. Polonya elçisinin beraberindekileri o derece kalabalıktı ki, İstanbul'a bir Leh ordusunun geldiği sanılabilirdi.

    İstanbul'daki büyükelçilerin bando ve mızıka takımlarıyla özel savaş gemileri ve başka donanımları vardı. Törenlerde; önlerinde Hazreti Meryem'in tasvirini götürüyor; Türkler, hiçbir taassub eseri göstermeksizin bu alayları seyrediyorlardı. Büyükelçiler sadrazamın eteğini öpmek ve padişahın huzurunda yere kapanmak için acele ediyor, adeta birbirlerini yiyorlardı!"

    Fransız Büyükelçiliği Baştercümanı olarak bu dönemde görev yapan yazar Antoine Galland da padişahın sefere çıkışı ile ilgili gözlemlerini kısaca şöyle anlatıyor:

    "Sultan Dördüncü Mehmed, 7 Mayıs 1672 Cumartesi günü Lehistan seferi için İstanbul'dan ayrıldı. Hayatımda bundan daha güzel, daha muhteşem bir alay görmedim. Dünyanın hiçbir yerinde bundan daha parlak, daha düzenli, daha zengin bir geçit töreni yapılamaz.

    Ordunun, bizzat padişahın kumandası altında şehirden çıkışı güneşin doğuşundan başlayarak tam beş saat sürdü. Polonya sınırına kadar olan merkezlerdeki Türk birlikleri yolda bu orduya katılacaklardı.

    Geçen askerler atları da muhteşemdi. Öyle ki, insan hangisini seyredeceğini şaşırıyordu. Atların üzerinde fevkalâde güzel örtüler vardı, yalnızca başları ve bacakları görünüyordu. Zırhlı olmayanların sağrıları kaplan veya pars postlarıyla örtülmüştü. Üzerlerinde büyük bir ihtişamla oturan sipahiler; kılıç, yay, sırma işlemeli ve içi oklarla dolu bir okluk taşıyorlardı. Gayet güzel cilalanmış kalkanları vardı.

    İlk birlikler geçtikten sonra kalabalık bir mehter takımı yürümeye başladı. Hem kendilerine has yürüyüşleriyle yürüyor, hem de çalıp okuyorlardı. Kösler ve davullar vurduğu zaman adeta yer yerinden oynuyordu. Sergiledikleri ihtişam görülmeye değer birşeydi.

    Mehter takımından sonra yine, sonu gelmez gibi görünen birlikler geçmeye başladı. Türk askerinin demirden yapılmış işlemeli zırhları; rengârenk satenden sarıkları, ipek kordonlarla süslü kadife cepkenleri, en iyi şekilde yapılmış silahları; seyredenleri hayretle karışık bir hayranlık içinde bırakıyordu. Silahlarına öylesine özen gösterilmişti ki; her ok ayrı ayrı cilalanmış ve süslenmişti..."

    İşte, böyle bir dönemde, orta Avrupa'ya açılan en önemli kapılardan biri olan Uyvar Kalesi fethedildi.

    Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa komutasındaki Türk ordusu 18 Ağustos 1663 günü kuşatma harekatını başlattı. Avrupa'nın en dayanıklı kalesi olarak kabul edilen Uyvar'ın düşeceğini ihtimal verilmiyordu. Ancak, Türk ordusunun iyi yönetilmesi ve ısrarı karşısında çaresiz kalan düşman, kuşatmanın otuz yedinci gününde teslim şartlarını görüşmeyi kabul etti. 24 Eylül günü Türkler Viyana'ya doğru yol alıyorlardı.

    Uyvar'ın kaybedilişi Avrupa'da büyük yankılar uyandırdı. Onlara göre Türkler "olmaz"ı daha oldurmuşlardı Onun için, herhangi bir konuda gücünü - kuvvetini ortaya koyan, kararlılık ve kahramanlık gösteren birine, "Uyvar önündeki Türk gibi kuvvetli" diyorlardı. Bu söz Avrupa'da giderek bir "atasözü" haline geldi ve nesilden nesile kullanılır oldu.



    Ünlü Türk bilgini Farabi'nin hemşerisi olan İsmail Cevrehi ünlü bir dilciydi ama teknik konulara da merak sarmıştı. Çeşitli hesaplar yapıyor, insanların da kuşlar gibi uçabilmesi için neler yapılması gerektiği üzerine fikir yürütüyordu.

    Çalışmalarını belli bir noktaya getirdikten sonra hazırladığı kanatları alarak Nişabur'daki Ulu Cami'nin kubbesine çıktı ve merak içinde kendisini seyretmekte olan halka şöyle seslendi:

    - "Ey insanlar! Dünyada benden önce hiç kimseye nasip olmayan bir işe girişiyorum. Boşluğa kendimi bırakıp göklerde uçacağım!.."

    Farablı İsmail Cevheri söylediğini yaptı ve kendisini boşluğa bırakıp uçmaya başladı. Bir süre sonra yere inmek istedi ama başaramadı ve aniden düşüp parçalandı. Bu olay 1002 yılında olmuştu.

    1159 yılında ise yine bir Türk, Bizans İmparatoru Manuel Kommen ve Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah'ın oğlu Kılıç Arslan'ın huzurunda uçuş denemesi yaptı.

    Üzerinde bulunan gayet uzun ve geniş elbisesiyle At Meydanı'ndaki Dikilitaş'a çıkan bu Türk az sonra kendisini boşluğa bırakıverdi. Üzerindeki elbise bir paraşüt gibi açıldığı için havada kalmayı başardı ve bir süre sağa sola hamle yaparak uçmaya çalıştı. Ancak bu deneme de başarısız oldu ve yüzlerce - binlerce kişinin bakışları altında yere çakılıp kaldı.

    Evet... Bu iki deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştı ama uçma konusunda insanlığın önüne ışık yakılmıştı. Bunu başarmak yine Türklere yakışırdı ve öyle de oldu.

    Dördüncü Murad zamanında yaşayan ve çeşitli ilimlerde bilgi sahibi olan Hazarfen Ahmed Çelebi Galata Kulesi'nden uçarak boğazı geçeceğini iddia etti ve bunu denemek için harekete geçti.

    Başta padişah olmak üzere adeta bütün İstanbul ayaktaydı ve bu heyecanlı anı bekliyordu. Hezarfen Ahmed Çelebi sırtına taktığı iri kartal kanatlarını açtı, kendini boşluğa bıraktı ve uçmaya başladı... Kanatları çırpa çırpa boğazı geçti ve Üsküdar'daki Doğancılar Meydanı'na inmeyi başardı. İşte, ilk başarılı uçuş gerçekleşmişti.

    Peki ya roket denemesi?

    İnsanların uçabilmesi için bu kadar gayret gösteren ve başarıya ulaşan Türk insanı elbette roket denemesinin şerefini de taşımalıydı. Nitekim öyle oldu...

    Dördüncü Murad'ın kızı Sultan'ın doğduğu akşam İstanbul'da şenlikler yapılıyordu. Lagari Hasan Çelebi isimli bir kişi yardımcılarıyla birlikte ortaya çıktı ve "Yedi kollu Fişek" adını verdiği roketine bindi. Kalabalıkla birlikte kendisini seyreden padişaha, "Padişahım, seni Allah'a ısmarladım; ben, İsa Peygamber'le konuşmaya gidiyorum" diye seslendi. Bu arada yardımcıları barutları ateşlemişlerdi. Ateşlemeyle birlikte Yedi Kollu Fişek fırladı ve karanlık gökyüzünde kaybolup gitti. Heyecanlı bekleyiş bir süre devam etti ama, dönüşten ümit kesilince kalabalık dağıldı.

    Barutların yanması bitince hızı kesilen Yedi Kollu Fişek düşüşe geçmiş, kartal kanatlarını açan Lagari Hasan Çelebi ise ilerde bir yere inmeyi başarmıştı. Sevinç içinde saraya doğru koştu, sözünü yerine getirmiş olmanın sevinciyle Padişah'a seslendi:

    "- Padişahım, İsa Peygamber sana selam söyledi!"

    Dördüncü Murad Lagari Hasan Çelebi'yi bir kese altınla ödüllendirdi.

    Buraya yazdıklarımız şaka değil, gerçek; ilk uçak, ilk paraşüt ve ilk roket denemesinden sonra yeri gelmişken ilk denizaltı da ecdadımızın yaptığını söylemek zorundayız.

    Daha Amerika ve Avrupa'da "denizaltı" diye bir araç bilinmezken Üçüncü Ahmed döneminde "Tahtelbahir" adı verilen ilk Türk denizaltısı yapılmıştı bile.

    Mimar İbrahim Efendi'nin buluşu olan bu denizaltı bir timsah şeklinde yapılmıştı. Halk bu denizaltıyı Üçüncü Ahmed'in çocuklarının sünnet törenleri yapılırken gördü ve herkes hayretler içinde kaldı. Tören sırasında Haliç'te denizin dibinden suyun üstüne çıkan bu "Tahtelbahir" ağır ağır ilerleyerek paişahın bulunduğu yere doğru gitti.Yarım saat kadar orada kaldıktan sonra tekrar suyun içine girdi ve az sonra tekrar çıktı. Herkes hayret ve şaşkınlık içindeydi. Timsaha benzeyen bu aracın içinden beş kişinin çıkması hayret ve şaşkınlıkları daha da arttırdı. Bu olay, sünnet töreninin en büyük sürprizi olmuştu. Bu konuda ünlü Surname'de ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan "Türk Denizaltıcılık Tarihi" adlı eserde gerekli bilgiler yer almaktadır.

    Ancak ne var ki, "Tahtelbahir" kısa bir süre sonra unutulup gitmiş ve biz ondan yıllar sonra ilk denizaltıyı Amerikalıların yaptığını sanmışız!

    Evet... Uzay teknolojisinin, denizaltı denemesinin temelinde bizim fikirlerimiz var, ilk uygulamaları biz yapmışız ama teşebbüs safhasından öte geçememişiz. Şimdi, başkalarının yaptıklarını hayranlıkla seyrediyor, çocuklarımızın gelecekteki başarıları için dualar ediyoruz.



    Dördüncü Murad, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud Osmanlı döneminin iz bırakan Padişahları arasındadırlar. Dördüncü Murad iç isyanları bastırma konusunda gösterdiği kararlıkla ve Bağdat'ı fethetmesiyle, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud da daha çok yenilikleriyle ön plana çıkmışlardır. Ama biz burada onları bir başka yönleriyle tanımak istiyoruz. Mesela, Dördüncü Murad'ın iyi bir sporcu olduğunu biliyor muydunuz..?

    İyi kılıç kullanan, iyi ok ve mızrak atan Dördüncü Murad bunu çok çalışmasına ve düzenli olarak spor yapmasına borçluydu. Ağırlık kaldırmada üstüne yoktu ve 260 kiloya yakın gürzlerle idman yapardı. Böyle olunca da pazuları ve kasları oldukça gelişmişti. İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olan Silahdarlık görevinde bulunan Musa Paşa'yı kuşağından kavradığı gibi havaya kaldırıp dolaştırdığı ve hiç yorgunluk duymadığı biliniyor.

    Zamanın Hind elçisi bir gün Dördüncü Murad'a gergedan derisinden yapılma bir kalkan getirir ve bu kalkana kurşun ve ok işlemediğini söyler. Dördüncü Murad bunu denemek ister ve kalkanı uygun bir yere koydurduktan sonra "harbe" adı verilen kısa mızrağı fırlatır. Harbe bu kalkanı deler geçer. Hemen ardından yayıyla gerdiği okunu fırlatır ve kalkanı yine deler. Hind elçisinin mahçubiyetini düşünebiliyor musunuz?

    Derler ki, Dördüncü Murad'ın fırlattığı ok tüfek mermisinden daha hızlı giderdi. Nitekim Okmeydanı'nda fırlattığı ok 706.5 metre uzağa gitmiş, oraya Dördüncü Murad adına bir nişan taşı dikilmiştir.

    Peki ya Üçüncü Selim'le İkinci Murad?

    Dördüncü Murad döneminde belki okçulukta "dünya rekoru" sözü edilmiyordu ama, Üçüncü Selim bu konuda dünya rekortmeni olarak adını tarihe yazdırmayı başardı. 1798 yılında ve Üçüncü Selim 37 yaşında iken yayını ayağı ile gerdirdikten sonra oku fırlatıyor ve bu ok tam 888 metre 86 santim uzağa düşüyor. Bu, "dünya rekoru" olarak tescil ediliyor. Aradan 161 yıl geçiyor ve Amerikalı Don Lauvre Üçüncü Selim'in bu rekorunu kırmak istiyor. Büyük iddialarla herkesi başına topluyor; ayağıyla yayı geriyor, geriyor ve okunu fırlatıyor ama bu ok ancak 856 metre 91 santim uzağa düşüyor. Yani Üçüncü Selim'in fırlattığı mesafeden yaklaşık 32 metre daha az!

    Don Lauvre bir de ayakta atış yapıyor ve bu atışta ok 777 metre 85 santim uzağa düşüyor. Oysa, 1808 yılında Osmanlı tahtına çıkan İkinci Mahmud Amerikan elçisinin de bulunduğu bir törende oku 792 metreye fırlatmıştı.

    Demek ki, oturarak ve ayakta gerdirilen yayla ok atışında dünya rekoru Üçüncü Selim'e, ayakta yapılan atışta da İkinci Mahmud'a ait.

    Sözün başında "Cihan Padişahı dediğin böyle olur" demiştik...

    Gerçi "Cihan Padişahlığı" dönemi yavaş yavaş sonra eriyordu ama, "devletin ölümü" bile farklıydı ve işte böyle, dosta -düşmana parmak ısırtan güzellikler de yaşanıyordu.




    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #2
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Bir Zamanlar Maziye Bak, Ne Kadar Şendik!..

    On yedinci yüzyılın başlarında yani bir bakıma Osmanlı Devleti'nin yükseliş doruğuna eriştiği günlerde İstanbul nüfusunun ne kadar olduğunu tahmin edersiniz?

    Gerçi bizde nüfus sayımı oldukça yeni sayılır ama o sıralarda İstanbul, dünyanın en büyük şehri idi ve nüfusunun bir milyon civarında olduğu tahmin ediliyordu. Evet evet, yanlış okumadınız; yalnızca 1 mil - yon!

    Peki, ya dünyanın öteki ünlü şehirlerinin nüfusları?

    Londra : 550.000
    Paris : 450.000
    Napoli : 270.000
    Venedik : 250.000
    Lizbon : 210.000
    Edirne : 200.000
    Milano : 200.000
    Amsterdam : 190.000

    Fatih, Kanuni, Yavuz dönemlerindeki ihtişam yoktu ama 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık tarihindeki en geniş sınırlara sahipti. 1608 yılında başlayarak 12 yıl süreyle Osmanlıların o uçsuz bucaksız topraklarında bir inceleme gezisi yapan Polonyalı Rahip Simeon, İstanbul'dan Edirne'ye yaptığı yolculuğu ve gördüklerini şöyle anlatıyor:

    "Altı günlük bir yolculuktan sonra İstanbul'dan Edirne'ye vardık. İstanbul -Edirne yolu baştan sona kaldırımla döşenmiş olup insanlar ve hayvanlar ayakları ıslanmadan, çamurlara batmadan yürüyorlardı. Her konaklama yerinde taş yapı camiler, hanlar, hamamlar, misafirhaneler ve hastaneler vardı. Bahçeler, selviler, çeşmeler ve nefis suların bulunduğu bu konaklama yerlerinde günde iki defa pilav, yahni, zerde ve ekmekten oluşan yemek çıkar; geçen kervan bin kişilik de olsa buralarda konaklar. Herkes yer, içer, dinlenir ve isterse hamamda yıkanır, sonra da yolculuğuna devam eder. Hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak için de her türlü tedbir düşünülmüştür. Yol boyunca rastladığımız ırmakların üzerine kurulmuş 20, 40, hatta 70 kemerli taş köprüler gördük.

    Osmanlıların çok meşhur bir taht şehri olan Edirne her bakımdan bir bolluk şehriydi. Şehrin etrafında geçen üç ırmak; Davud Peygamber'in, 'Nehrin suları Tanrı'nın şehrine bolluk verir' sözüne göre halkı şenlendiriyordu."

    İşte dünyanın en büyük şehirleri sıralamasında birinci durumda olan İstanbul, işte bu sıralamada yedinci olan Edirne, işte bu iki şehir arasında uzanıp giden modern bir yol ve yabancıların hayranlığı...

    Biz de Rahip Simeon'un bu hatıratını okuduktan sonra dünümüzle bugünümüzü karşılaştırıyor, olur olmaz yağmurlarda yürünmez hale gelen yollarımızı düşünüp hayıflanıyor ve

    "Bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik" demekten kendimizi alamıyoruz.







    Estergon gibi, Avrupa içlerindeki serhad kalelerimizden biri de Kanije Kalesi idi. 1600 yılında ele geçirilen kale, 1601 yılında 100 bin kişilik bir düşman ordusu tarafından kuşatıldı. İşte bu destan, kalede bulunan 9 bin Türk gazisinin, ihtiyar mücahid Tiryaki Hasan Paşa komutasında bu 100 bin kişiye karşı verdiği şanlı mücadeleyi anlatır...

    Yıllardan beri Osmanlı'nın karşısına hiç bir devlet yalnız çıkamıyor, en az üç - beş devletin ordusu bir araya gelerek hareket ediyordu. Yine öyle oldu. Avusturya, İtalyan, İspanyol, Malta ve Papalık askerleri ile Macar ve Fransız gönüllüleri geleceğin imparatoru Arşidük Ferdinand komutasında Kanije Kalesi'ni kuşattılar.

    Kanije Kalesi'nin etrafı bataklıkla ve kaleye ulaşmak için köprüler kurmak gerekiyordu. Daha bir yıl önce Türkler başarmıştı ama, şimdi onların yaptıklarını taklide kalkışan düşman bunu beceremiyordu. Kurdukları köprülerin gece vakti kale içine çekildiğini görüp neye uğradıklarını şaşırıyor, çok sayıda kayıp veriyorlardı.

    Bu arada iki düşman askeri esir alınmıştı. Tiryaki Hasan Paşa onları sorguya çekince, düşman ordusu içinde bulunan Macarlara pek güvenilmediğini anladı. Peygamber Efendimizin "Harp hiledir" Hadis-i Şeriflerini hatırladı ve düşündüklerini Kara Ömer Ağa'ya anlattı.

    Kara Ömer Ağa iki esiri alıp götürdüğü ve onlara :

    - "Aslında kendisinin de onlardan olduğunu, küçükken devşirilip orduya alındığını" anlattı. "Her gece bin kadar Macar fedaisinin kaleye geçip Türklere yardımcı olduğunu, bu durumda işlerinin çok zor olduğunu" söyledi. Kalede bulunan asker ve mühimmat hakkında da oldukça abartılı rakamlar verip onları salıverdi.

    Esirlerin götürdüğü haberler düşman ordusunun moralini bozmaya yetmişti. Ferdinand bunu önlemek için askerlerine büyük vaatlerde bulundu. Burçlara ilk çıkacak olanlara 10 köy, Tiryaki Hasan Paşa'yı yakalayacak olana ise 40 köy vaad ediyordu. Böyle dolduruşa getirilen düşman ordusu ertesi sabah toplu bir hücuma giriştiyse de Tiryaki Hasan Paşa'nın ustaca manevraları karşısında sonuç alamadılar ve üstelik 18 bin ölü verdiler.

    Artık karşılıklı toplar konuşuyor ama Türk ordusunun stokları gittikçe azalıyordu. Bu savaş bir güç gösterisinden çok Tiryaki Hasan Paşa'nın kurnazlıkları ve harp hileleriyle ayrı bir havaya bürünmüştü. Türk ordusundan kaçan iki devşirmenin, kaledeki gerçek durumu düşmana bildirmeleri üzerine yeni bir oyun oynadı. Ellerinde bulunan esirlere, onların kendi adamı olduğunu inandırıp salıverdi. Böylece düşmanın yeni bir toplu hücuma kalkması önlenmiş oldu. Sahte mektuplarla Avusturyalılarla Macarların arası iyice açıldı. Avusturyalıların Macar beylerini idam etmeyi kararlaştırdıkları bir sırada Macar askerleri durumu öğrenip kaçtılar.

    Böylece zaman kazanılmış ve kış günleri gelip çatmıştı. Düşman ne yapacağını düşünürken Kara Ömer Ağa yanına 300 kişi alıp dışarı çıktı ve baskın hareketlerinde bulundu. 900 kişiyi öldürüp 150 esir aldı ve ele geçirdiği 12 topla geri döndü. Düşman panik halindeydi. Bu durumu değerlendiren Tiryaki Hasan Paşa kalede yalnızca 600 kişi bırakarak dışarı çıktı ve hücum emrini verdi. Artık düşman dağılmış, kaçıyordu. Akşama kadar 30 bin ölü verdiler ve kalenin çevresi tamamen boşaldı. Geriye düşmandan 47 büyük kuşatma topu, 24 bin tüfek, 60 bin çadır, 14 bin kazma - kürek, binlerce araba dolusu yiyecek - giyecek, barut ve ilaç erzak ve mühimmat kaldı.

    Bu, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir gerçek destandı. 9 bin Türk askeri, kendisinden en az 10 kat fazla bir orduya karşı arslanlar gibi dövüşmüş ve düşmanı adeta topyekun imha etmişti. İşte, "Bir Türk on düşmana bedeldir" sözünün isbatı ve işte bu destanın gerçek kahramanı 70 yaşındaki bir Türk büyüğünün bizlere verdiği ders...

    Bu akıl almaz derecedeki büyük başarı üzerine Cihan Padişahı Üçüncü Mehmed Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik rütbesi veriyor ve alışılmışın aksine bizzat kendi eliyle hazırladığı "Hatt-ı Hümayun"u gönderip şöyle diyor:

    "Yerin ve ğöğün sahibi olan Yüce Allah'a hamdolsun ki, Osmanlı Devleti'ne senin gibi paşalar ve askerlerin sayesinde nice zaferler nasib eyledi.

    Sevgili Peygamberimize salât ve selâm olsun ki, seni ve Devlet-i Aliyye askerlerini kendi yolunda cihad eylerken görürüz.

    Ettiğin hizmetler yüce dergâha arzedilip adın iyi adlılar defterine yazılır olmuştur. Berhudar olasın; sana Vezirlik verdim. Seninle birlikte bulunan askerlerim dahi manevi oğullarımdır, yüzleri ak ola... Bu mektubumu al kahraman askerlerime okuyup, 'Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet reisine itaat ediniz' mealindeki ayet-i kerimenin yüce manasını onlara bildiresin. Seninle orada bulunanlara dilediklerini ver. Hepinizi Cenab-ı Hakk'a emanet ederim."

    Ve işte, iltifat karşısında mahçup olan, gözyaşlarını tutamayıp ağlayan ve sevinecek yerde üzülen o büyük insanın yine gözyaşları içinde söylediği sözler:

    "Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmet karşılığı bize vezirlik vermişler ve 'Hatt-ı Hümayun' göndermişler. Halbuki, Kanuni Sultan Süleyman Makbul İbrahim Paşa'yı tam bir selahiyetle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline böyle bir yazı vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve Sakız Adası'nın fethi gibi nice zaferler kazandığı halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslam Halifesi'nin Hatt-ı Hümayun'u Kanije savunması gibi küçük bir hizmete mükafaat olmaya başladı. Devletin vezirliği benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim?"

    Tiryaki Hasan Paşa'nın, o eli öpülesi pir ü fani'nin altın harflerle yazılıp günümüzde her evin, her makamın baş köşesine çerçeveletilip asılması gereken bu sözleri üzerine söz söyleyip yorum getirmeye bilmem lüzum var mı?

    Ne dersiniz?






    Kanuni Sultan Süleyman cihangir bir padişah olmanın yanında sanat ve edebiyatla da yakından ilgiliydi. Kırk altı yıllık saltanatının hemen her anını devleti ve milleti için çalışarak geçiren, seferden sefere koşarak düşmanlarla cebelleşen bu hükümdar, koca bir divan oluşturacak kadar da şiir yazmıştı. Şiirlerini "Muhibbi" mahlasıyla yazan Kanuni'nin şu beyti çok ünlüdür:

    "Halk içinde müteber bir nesne yok devlet gibi,
    Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi..."


    Ve, padişah böylesine ünlü bir şair olunca, Şeyhü'l İslam'dan soracağı fetvayı da şiirle sorar... Meyve ağaçlarını karıncalar sarmış ve ağaçlara zarar vermeye başlamıştır. Padişah buna bir çare ararken, ünlü Şeyhü'l İslam Zenbilli Ali Efendi'nin fikrini almak ister ve şu beyti yazarak gönderir:

    "Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca,
    Zarar var mı karıncayı kırınca?"


    Öyle Padişah'ın zamanında böyle Şeyhü'l İslam olur. O'nun cevabı da şiirledir:

    "Yarın divanına Hakk'ın varınca,
    Süleyman'dan alır hakkın karınca!"


    Herşey ne kadar güzel, ne kadar açık değil mi? Ya Padişah'ın ve Şeyhü'l İslam'ın böylesine güzel yazdığı bir dönemde yetişen gerçek şairler? Yeri gelmişken onlardan söz etmemek olur mu? İşte, Türk lehçesinin en büyük şairlerinden biri olarak gösterilen Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı "Mersiye"den bir bölüm:

    Tiğın içürdü düşmene zahm-i zebanları
    Bahsetmez oldı kimse, kesildi lisanları
    Gördi nihal-i serv-i ser-efraz-ı nizeni
    Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
    Her kande bassa pay-ı semendün nisar içün
    Hanlar yolunda cümle revan etdi kanları
    Deşt-i fenada mürg-i heva durmayub döner
    Tigın Huda yolunda sebil etdi canları
    Şemsir gibi rüy-ı zemine taraf taraf
    Saldun demür kuşaklu cihan pehlevanları
    Aldun hezar büdgedeyi mescid eyledün
    Nakus yerlerinde okutdun ezanları
    Ahir çalındı küs-ı rahil etdün irtihal
    Evvel konağın oldu cinan büstanları
    Minnet Huda'ya iki cihanda kılub said
    Nam-ı şerifin eyledi hem gazi hem şehid.


    "Günümüzün Türk gençliği bunu anlayamaz" mı dediniz? Yok yook; anlarlar, anlamalıdırlar.

    Baki, Şeyhi, Nefi, Fuzüli ve onlar gibi daha yüzlerce, binlerce şair; Yunus Emre gibi, Karacaoğlan gibi bizimdir. Bizim olan herşeyi ve herkesi bilip öğrenmek de bizim için elzemdir.

    hepsi alıntıdır. Selametle
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

Benzer Konular

  1. Persler Romalılardan Daha İleri miydi
    Konu Sahibi Evliya Çelebi Forum Uygarlığın Doğuşu ve İlk Uygarlıklar Araştırmalar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 31.Ocak.2009, 22:11
  2. Bir daha çekilemeyecek bir film: Son Buluşma
    Konu Sahibi ahugur74 Forum Serbest Kürsü
    Cevap: 5
    Son Mesaj : 20.Eylül.2008, 09:28
  3. 10 bin öğretmen daha atanacak
    Konu Sahibi umuro Forum Eğitim Haberleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 17.Eylül.2008, 12:56
  4. Tıraş Edilen Sakal Daha Gür Çıkar !!
    Konu Sahibi esaRet__ Forum Hikayeler
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 18.Nisan.2007, 20:03

Bu Konu için Etiketler

Giriş