1. #1
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    ENDÜLÜS'TE YÜZBİNLERCE MÜSLÜMAN KATLEDİLDİ

    Zorla hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, İspanya'da Müslümanlara karşı yapılmış korkunç katliamın bilançosunu 500 yıl sonra belgeleriyle gözler önüne serdi.

    İspanya Müslümanları ve Devlet Irkçılığı adıyla yayınladığı kitapta, 756 sayfa boyunca Endülüs'te yüzyıllar önce atılmış olan çığlıklar harfler, kelimeler ve satırlar halinde sayfalara dökülüyor.

    Bir Kitabın Doğuşu

    1989 yılında birgün Rogrigo de Zayas, bir Sotheby's kataloğunu karıştırırken açık artırmaya çıkarılmış bir belge ilanı görünce koltuğundan fırlar. Müthiş bir şeydir bu! Belge hakkında kısaca şu not düşülmüştür: "XVI. Yüzyıl sonu ilâ XVII. Yüzyıl başlarında Valencia Krallığı'ndaki Moriskler, diğer adıyla Hıristiyanlaştırılmış Mağribliler meselesi ile ilgili 50 kadar Engizisyon raporu ile kraliyet mektuplarını ihtiva eden el yazması hacimli bir cilt". Araştırmacı Lord Carnarvon, ünlü Mısır Fravunu Tutanhamon'un mezarını bulduğu zaman herhalde bundan daha fazla heyecanlanmamıştır.

    R. de Zayas, garip bir adam. Solcu bir aristokrat. Asırlar evvel zorla hıristiyanlaştırılmış bir Arap ailesinden geliyor. Kendisi, Sevilla şehrindeki oldukça etkili bir tarikatın üyesi. Hem müzisyen, hem de müzkolog olan Zayas, tarih profesörü ve Rönesans uzmanı. Kendilerine Morisk adı verilen ve Endülüs'te yaşamış olan eski Müslümanların İspanya'da bile pek bilinmeyen çileleri onu son derece ilgilendiren ve kafasını her zaman kurcalayan bir konu. O yüzden, Sotheby's tarafından satışa sunulan belgelere mutlaka göz atması gerekiyor.

    Sevimli tarihçimiz o ana kadar biriktirdiği ne kadar parası pulu varsa hepsini alıyor yanına, ver elini Londra. Bu kıymetli hazineyi ele geçirmeye muvaffak oluyor ve 187 el yazması yaprağı birer birer irdelemeye başlıyor. R. de Zayas yanılmamıştır. Bu belgelerin tarihî önemi oldukça büyüktü. Katolik kralların çok kutsal İspanya'sının, hepsi de iyi birer İspanyol vatandaşı, fakat tek suçları Müslüman olmak olan yüzbinlerce erkek, kadın ve çocuğu nasıl "temizleyebilmiş" olduğunu anlamak için bütün anahtarlar işte bu belgelerde yatmaktadır. Morisklere karşı yapılan amansız baskılar bir bakıma soykırımmakinasının motorunun çalıştırılmasıdır. Belgelerin her satırında tarihi paralellikler kendini gösteriyor: Bir yanda dar kafalılık ve sürgün, hemen yanında ise saf kan bulma ve soyunu sopunu araştırma soruşturma hastalığı. XX. Yüzyılımızda olup bitenlerin beş beteri o günlerde şekillenmiş.

    --Kitabınızı okuyunca insan, ırkçılığı XVI.yüzyıl İspanya'sının icadıymış gibi görüyor...

    R. de Zayas --Hem evet hem hayır. Irkçılık insanlık kadar eskidir. İspanya'nın XVI.yüzyılda icat ettiği ise devlet ırkçılığıdır. Hedef, krallığın birleşmesi ve İspanyol Müslümanlığının kökünün kazınmasıdır. Bu hedefe varmak için iki vasıta kullanılmıştır: Birincisi, 2 Ocak 1492 yılında Gırnata'nın düşmesiyle tamamlanan askerî fetih; İkincisi, Müslümanların zorla asimilasyonu, daha sonra da topluca sürgün edilmeleri.

    --1492 önemli olayların buluşma tarihidir. 1492'de Amerika keşfedildi ve İspanya Yahudileri sürgün edildi. Biraz daha az biliniyor ama aynı atrihte Emîr Abdullah es-Sagîr kaçtı ve Endülüs'ün son kalesi olan Gırnata'daki Nasrî Emîrliği tarihten silindi. Bundan sonra İslam'ın İspanya'da jeopolitik hiçbir dayanağı kalmadı. Müslümanlar katolik kralların egemenliğine ve insafına terk edildiler.

    R. de Zayas --O Müslümanlar Mudejar haline gelirler. Mudejar (Müdeccen), Hıristiyan bir ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Müslüman demektir. Çok geçmeden Morisk diye adlandırılırlar. Morisk, zorla hıristiyanlaştırılmış Müslüman anlamına gelir. Derken, onlar Sevilla'da 2 Ocak 1481 yılında kurulmuş olan Engizisyon'un korkunç pençesinin altına düşerler.

    --1492 Yılında Gırnata Emîrliği'nde ne kadar Müslüman yaşıyordu?

    R. de Zayas --600 bin ilâ 700 bin arası. Azınlık durumundaki Yahudi ve Hıristiyan cemaatleri bir yana bırakırsak halkın büyük ekseriyeti Müslümandı.

    Dramın ilk perdesi, aslında Gırnatalı 25 bin Yahudinin sürgün edilmesiyle açılmıştır. Onların oturduğu semt hak ile yeksan edildi ve yerine Hz. Meryem'e armağan edilen günümüzdeki katedral dikildi.

    --Daha işin başında, Müslümanlar ile onların efendileri arasında düşmanlık kaçınılmazdı...

    R. de Zayas --O dönemin Müslüman İspanyolları, Avrupa'da hiçbir zaman görülmemiş en parlak medeniyetin mirasçıları olduklarının bilincindeydiler. Kurtuba, geceleri aydınlatılan sokakları ve anesaaai yoluyla ameliyatların yapıldığı hastaneleriyle bir milyon nüfuslu bir şehirdi. Hem de XII. yüzyılda! Bu halk, Hıristiyan dünyası tarafından asimile edilmeyi kesinlikle reddeder. Nedir bir Hıristiyan onların gözünde? Her şeyden evvel yıkanmayan biri. İşkence âletinin sembolü olarak Haç'ı kullanan ve kan dökmekten zevk alan bir vahşi savaşçı. İbadet sırasında bile şarap içen ve bu şarabın bir peygamberin kanı olduğunu iddia eden bir zavallı. Murdar yiyeceklerle beslenen bir arsız. Nihayet, sevgi konusunda vaazlar veren fakat insanları hapseden, mallarına el koyan, işkence eden ve öldüren bir yüzsüz.

    --Ya Hıristiyanlara göre Müslümanlar?

    R. de Zayas --Hıristiyanlar açısından Müslüman, cahil ve hayvanî bir yaratıktır. Yerde yatan, kendini ten zevkine bırakmış hamamlarda yıkanan biri! Bol su içer, işkembesini sebze ve meyvelerle doldurur, domuz etini ise yemeyi reddeder...

    --Demek ki, devlet halktaki dinî peşin hükümleri kullanma yoluna gidecektir..

    R. de Zayas --Hakiki ırkçı bir politikanın halk tabanına dayanmasına ihtiyaç vardır. İspanya'da Müslüman aleyhtarı hoşgörüsüzlük, tabanını doğrudan doğruya kilisede bulur. Kilise, vaazlar yoluyla hiç değilse haftada bir kere bütün İspanya halkıyla temasa geçmektedir. Oysa, yazılı söz yalnızca aydın seçkinlere ulaşmaktadır.

    --Bununla beraber, kilise yekvücut değildir. Özellikle Gırnata Başpiskoposu zorla din değiştirtmeye karşı çıkar...

    R. de Zayas --Çok doğru. Katolik kralların günah çıkaran papazı Hernando de Talavera iyi ve hoşgörülü bir adamdır. Heyhât! Çok geçmeden yerini Jimenez de Cisneros alır. Bu adam Gırnata'ya 1499 yılında gelir. Yaptığı ilk iş, 11000 Müslümanı katolikliğe döndürmektir. İşkence ve ölümle tehdit yoluyla ezip öğütme makinası çalışmaya başlamıştır artık.

    --Charles Quint, 1525'te iki fermana imza koyar. Biri, Morisklerin sürgün kararıdır. Diğeri, herkesin vaftiz olarak iyi Hıristiyan olması buyruğudur. Görünüşte bu iki ferman birbiriyle çelişiyor...

    R. de Zayas --Amaç, terör yoluyla bütün Müslümanları kesinkes hıristiyanlaştırıp meseleyi kapatmaktır. Bununla beraber, C. Quint'in çok büyük ölçüde paraya ihtiyacı vardır. İmparator seçilebilmek için oldukça fazla meblağlar harcamak zorunda kalmıştı. Sürgün fermanı yürürlüğe konmayacaktır. Çünkü, Moriskler 80 bin altın düka gibi son derece yüksek bir fidye öderler. Daha sonraları, tahtın paraya ihtiyacı olduğu her seferinde 1525 fermanı gündeme getirilmeye başlanır.

    --Rüşvet verilerek yumuşatılan bir baskı bu tabi. Moriskler bağlı bulundukları üç iktidarı birbirleriyle rakabete sokarak hayatta kalmayı başarırlar. Bunlar, her üçü de aynı oranda altına susamış olan derebeyleri, Engizisyon ve kraldı...

    R. de Zayas --o zamanki durum aaaatlarla doludur. Sözgelimi, C. Quint'in annesi olan Çılgın Jeanne'nin nâibeliği sırasında Morisklerin her ne şekilde olursa olsun Hıristiyanlardan farklı görünmelerini yasaklayan bir ferman yayınlanır. Katalanca konuşacaklar, onlar gibi giyinecekler, pazarları çalışmayacaklar, vs... Fakat aynı zamanda onlar şapkalarına kumaştan mavi bir hilal takmak mecburiyetindedirler. Tabi bu ister istemez insana Nazi dönemindeki sarı yıldızı hatırlatıyor. Yani onlar hem halkla bütünleşme zorunda bırakılıyor, hem de böyle bir işareti taşımaya mahkum ediliyorlar. Gerçi bu sadece görünüşte mantıksız. Aslında Engizisyon'un bundan büyük çıkarı var. Çünkü, bir Moriskin Cuma günü çalışmadığı veya domuz eti yemediği görülür görülmez derhal ağır bir cezaya çarptırılmakta ve malları müsadere edilmektedir.

    --1568 yılında Müslümanlar ayaklanırlar...

    R. de Zayas --Pedro de Deza adlı bir Engizisyon sorumlusu eski Gırnata Emîrliği halkına karşı o kadar iğrenç davranışlara kalkıştı ki, sonunda insanlar dayanamayıp isyan ettiler. Kiliseleri yıktılar, papazları ve rahibeleri öldürdüler... İsyanın bastırılışı ise çok daha korkunç oldu. Her yerde TOPLU KIYIMLAR yapıldı. Bir Müslüman şehri veya köyü ele geçirildiğinde HALKI YA TOPLUCA KÖLE EDİLDİ -tabi işe yarar olanları-, veya HİÇBİR AYRIM GÖZETMEDEN HEPSİ KILIÇTAN GEÇİRİLDİ. 1571 yılında ayaklanma bütünüyle bastırıldı. Başı vurulmamış olan Moriskler Batı Endülüs, Kastilya, Estremadure ve Galice'ye varıncaya kadar dört bir yana dağıtıldılar.

    --1609 yılında oralara onları toplamak üzere tekrar gidilecek ve Morisk lafının bile edilmesi mümkün olmayacak şekilde ONLARIN İMHASINA başlanacaktır. Modern zamanların ilk "nihai çözüm"üdür bu...

    R. de Zayas --Bu konuda İspanya tarihi içinde özellikle uğursuz bir adamdan söz açmamız lazım. Bu adam,geleceğin Lerma Dükü Marki de Denia'dır. Kendisi Valencia Krallığı'nın vergi toplayan büyük derebeylerinden biridir. II. Philippe, Morisklerin kitle halinde sürgün edilmelerine karşı çıkar. Fakat, Marki de Denia geleceğin kralı olacak olan bu genç prensi kandırmayı başarır. II. Philippe'in 1598'de ölümünden sonra Denia Dükü krallığın en güçlü kişisi haline gelir. Has hazinesinde devlet hazinesinden daha fazla parası vardır. Kralı sultası altında tutar. Amcası da güçlü bir engizisyoncudur. Kısacası, her şeyi kontrol etmektedir. İşte Moriskleri sürgün ettiren bu adamdır. Gayesi mi? Para! SÜRGÜN DEMEK, MÜSLÜMANLARIN MALLARINA EL KOYMAK DEMEK.

    --Günümüzde bunu adı, devasa bir "etnik arındırma" girişimidir. İspanya'nın her şehrinde, her kasabasında Müslümanlar birer birer tutuklanır, Cezayir'e gönderilmek üzere gemilere istiflenirler...

    R. de Zayas --Krallığın her bir yanından toplanan Müslümanlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çokları yollarda ölür açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli'den, Ceneviz'den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçmeden askeri filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şahıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Moriskleri taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat, İSPANYOL LİMANLARINDAN GÖZLE GÖRÜLMEZ OLUNCA ONLARI DENİZE ATMAYI VE HEMEN DÖNÜP YENİ BİR YÜKLEME YAPMAYI DAHA KÂRLI BULURLAR.

    Pekçok ayaklanma teşebbüsü olmuşsa da bunlar çarçabuk bastırılmıştır. Valencia engizisyoncusu Jaime Bleda, bu sürgünü en ince ayrıntılarına kadar tasvir eder.

    Şöyle bir düşünün: 1600 yılında İspanya Krallığı'nın nüfusu 8 milyondu. Moriskler bu nüfusun yaklaşık %10'unu oluşturuyordu. Bunların 600.000'i sürüldü ve Jaime'ye göre %75'i yolda öldü. Bir soykırımdan bahsetmek abartmak olur, çünkü onların köklerinin kazınması için alınmış bir devlet kararı yoktur. Ama

    SONUÇTA YAPILANA BAKILINCA HEMEN HEMEN NAZİ SOYKIRIMINA BENZER BİR DURUM ORTAYA ÇIKMAKTADIR.

    --Kullandığınız "devlet ırkçılığı" deyimi yerine oturuyor mu? Dinî baskı ve işkenceler gerçi devlet tarafından yürürlüğe konuluyor. Fakat, mesele Nazi soykırımında olduğu gibi modern anlamda bir ırk temeline dayanmıyor. Hem zaten Moriskler bir ırk oluşturmuyorlardı. Onlar sadece İslam'a geçmiş İspanyollardı...

    R. de Zayas --Yüzyıllar ve yüzyıllardan beri İspanyol idiler. Unutmayınız ki, IX. YÜZYILDAN İTİBAREN İSPANYA'NIN (İberya Yarımadası'nın, L.Ş) BÜYÜK EKSERİYETİ MÜSLÜMANDIR. Öyleyse ben neden "devlet yobazlığı"ndan değil de "devlet ırkçılığı"ndan söz ediyorum? Arzettiğim dökümanlarda "Yahudi ırkı" kavramı kadar saçma bir kavram bulunuyor: "Morisk milleti".. Ayrıca, "Hıristiyan milleti", "İspanyol milleti" tabirleri de geçiyor o belgelerde. Kapalı fakat bu bağlam içinde apaçık bir anlam kazanan terim bu

    Moriskler: Belli bir zaman dilimi içinde İspanya Müslüman ailesine katılmış bulunan kişilerin tümü anlamına gelmektedir.

    İşte buradan hareketle, söz konusu kişilerin kanlarının saflığını ispatlamaları gerekiyor.


    --La limpiaza de sangre...

    R. de Zayas --Kordoba Katedralinin statüsü içinde gerçekten de ilk defa ortaya çıkan temel bir kavramdır bu. Kordoba Başpiskoposu, katedralde çalışan, din adamı sınıfından olsun olmasın, herkesin atalarının Yahudi veya Müslüman olmadıklarının ispatlanmasını ister. Papa III. Paul'den bu kuralı desteklemesi beklenir, o ise geri çevirir. Sadece İspanya devletinin bazı yüksek mevkileri için böyle bir şartı onaylar. Ama ardından gelen Papa IV.Paul bunu kabul edecektir.

    Bu yüzden oldukça dindar pekçok Katolik, kanının saflığını ispatlayamadığı için önemli tarikatlara alınmayacak veya belli sıfatlara kavuşamayacaklardır. Ignace de Loyola'nın bir yoldaşının başına bile bu gelmiştir. La Limpieza de sangre kuralı, ancak XIX.yüzyılın ortasında kesinkes ortadan kaldırılmıştır.

    --Şimdiye kadar anlattıklarınız konusunda 1992'nin İspanyolları ne biliyorlar?

    R. de Zayas --İspanya'da bir tür gizli sansür var. Olaylar, metinler az çok biliniyor fakat, bunların derin tahlili yapılmıyor. Teferruat olarak HİÇBİR ZAMAN HALKA BU TOPLU SÜRGÜN SIRASINDA YÜZBİNLERCE İHTİYARIN, ÇOCUĞUN, HAMİLE KADININ ACI ÇEKTİĞİ VE ÖLDÜĞÜ SÖYLENMİYOR. TARİH KİTAPLARIMIZDA BUNUN ADI BİLE GEÇMİYOR. TARİHÎ SORUMLULUĞUMUZU KABULLENMEMİZİN TAM ZAMANIDIR. Tıpkı şuurlu Almanlar'ın kendi tarihî suç ve sorumluluklarını yüklenmeleri gibi. Özellikle günümüzde çingene azınlığa karşı siyasi ırkçılığın yeniden kabardığı şu sırada buna son derece ihtiyaç var. Hele hele Fransa'da olduğu gibi, günümüz İspanyasında da "yeni Mağribîler (Moriskler) istilası" adı verilerek Kuzey Afrikalı göçmenlere karşı beslenen gizli düşmanlığın ortaya çıkmaya başladığı bu günlerde.

    --Kral Juan Carlos'un Madrid Sinagogu'nda, Yahudi halkına yaptığı gibi, Morisklere (eski İspanya Müslümanlarına) karşı da İspanya Devleti'nin özürlerini sunması gerektiğini düşünüyor musunuz?

    R. de Zayas --Ben majestelerine nasihat verecek durumda değilim. Fakat müşahade ettim ki, onun 31 Mart 1992'de yaptığı jest bütün İspanya tarafından alkışlanmıştır. Ve ben Müslümanlarımızın da kendilerine karşı aynı jestin yapılmasını beklediklerini burada sadece ifade etmekle yetineceğim.

    Prof.Dr. Rogrigo de ZAYAS, (Çev. Cemal Aydın), Endülüs'ten İspanya'ya, TDV, İst. 1996
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #2
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Endülüsün Yıkılış Süreci Üzerine Mülahazalar
    Özet

    Endülüs Müslümanlarının 732 senesinden sonra sürüklendikleri asabiye savaşları, İspanya'yı İslâm'ın mutlak hakimiyetinden çıkararak, kuzeyi Hıristiyanların güneyi ise Müslümanların hakimiyetinde olmak üzere ikiye bölmüş, daha da önemlisi bu ülkeyi iki taraf arasında sekiz asır dürecek bir mücadele zeminine dönüştürmüştür. Bir başka deyişle Müslüman fatihler, kendi aralarında mücadeleye dalmakla adeta kendi düşmanlarını kendileri ihdas etmişlerdir.

    Emevilerin 756 senesinde Endülüs'ü bağımsız bir devlet haline getirerek siyasi birliğini sağlamaları, Hıristiyan ilerlemesine karşı ciddi bir engel teşkil etmiştir. Bu sayede çok erken tarihlerde gerçekleşebilecek bir zevalin önüne geçmiştir.

    976 senesine kadar Endülüs'ün siyasi birliğini başarıyla temin ve temsil eden Emevi hanedanı, bu tarihten itibaren güç ve nüfuzunu yitirmeye başlamış; Âmiriler ailesinin rakip bir güç olarak ortaya çıkışı, devletin bütün dengelerini alt üst etmiş ve neticede sistemi çözüm üretemez hale getirmiştir. Merkezi idarenin bu acziyeti, neticede mahalli aristokrasilerin güçlenmesine ve ülkenin bölünmesine vesile olmuştur.

    Emevi halifeliğinin 1031 senesinde yıkılması üzerine, Müslümanlar arasında ideal birliği ve ortak yaşama azmi kaybolduğu için, 1031-1090 seneleri arası Endülüs'te siyasi bölünmenin kemikleştiği yıllar olmuştur. Bu bölünme, tıpkı 732 senesi sonrasında olduğu gibi Hıristiyan İspanya için Reconquista fikrini yeniden gündeme getirmiştir. Endülüs'ün tamamının işgalini hedefleyen bu fikir uygulamaya konulurken tedriciliğe dayalı bir strateji takip edilmiştir. Bu strateji çerçevesinde, önce Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflar olabildiğince tahrik edilerek zayıf düşmeleri için çalışılmıştır. Bunu, zayıflayan ve kendiliğinden teslim olaya hazır hale gelen Endülüs şehirlerinin işgali takip etmiştir. Bu süreç, en son 1492'de Gırnata'nın teslim alınmasıyla son bulmuştur.

    1492'de Gırnata'nın işgaliyle Reconquistanın askeri hedefi bitmiş, dini cephesi başlamıştır. Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hakimiyetinde kalan Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır. Engizisyon mahkemeleri, baskı, işkence ve katliam bu kampanyanın ayrılamaz bir parçası olmuştur. Ancak, bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden koparmak ve kilisenin isteği ölçüsünde Hıristiyan yapmak için yeterli olmamıştır. Bu durumda, Hıristiyan İspanya'yı, bir asırdır tatbik etmekte olduğu imha siyasetinin son adımını atmaya, yani Endülüs Müslümanlarını 1609 senesinde İspanya'dan sürmeye sevk etmiştir. Böylece, 1492'de Yahudiler için kullanılan sürgün mekanizması, bu sefer Müslümanlar için harekete geçirilmiş ve bu suretle en az yarım milyon insan, kendi öz yurtlarından kovulmuşlardır.

    Giriş

    İlk İslam fetihlerinin son halkasını, 711-714 yılları arasında gerçekleştirilen İspanya'nın fethi teşkil eder. Müslümanlar, bu yeni ülke için İspanya yerine hep Endülüs adını kullandılar. İslam'ın Endülüs'teki siyasî varlığı, 1492 senesine kadar tam 781 sene, bir başka ifadeyle yaklaşık sekiz asır sürdü.

    Bu sekiz asrın siyasî tarih açısından, iktidarı elinde bulunduranlar esas alınarak aşağıdaki şekilde beş ana bölümde ayrılarak incelenmesi, adet haline gelmiştir:

    I- Valiler Dönemi (714-756): Bu dönemde Endülüs önce doğudaki Emevîlere, bilâhare ise Abbasîlere bağlı bir vilayettir. Dolayısıyla merkezi idare adına valiler tarafından idare edilmektedir.

    II- Endülüs Emevîleri Dönemi (756-1031): Bu dönemde 750 senesinde Abbasîlerin iktidardan indirdikleri Emevîler, 757 senesinde Endülüs'ün hakimiyetini ele geçirerek, doğuda yıkılan saltanatlarını batıda yeniden diriltme imkanı bulmuşlar ve 1031 senesine kadar tam 275 yıl süreyle Endülüs'ün kaderini ellerinde tutmuşlardır.

    III- Mulûku't-Tavaif veya Küçük Sultanlıklar Dönemi (1031-1090): Bu dönemde, Endülüs'ün daha önce Emevî hanedanı tarafından muhafaza edilen siyasî birliği dağılmış, ülkenin hemen her şehri bağımsızlığını ilân etmiştir.

    IV- Murâbıtlar ve Muvahhidler Dönemi (1090-1227): Bu dönemde Endülüs, Kuzey Afrika'da birbiri ardına kurulan iki güçlü imparatorluktan önce Murâbıtlara sonra da Muvahhidlere bağlı bir vilayet durumuna düşmüştür.

    V- Gırnata Sultanlığı veya Nasriler Dönemi (1231-1492): Bu dönemde Endülüs'te Müslümanların elinde sadece Gırnata ve civarı kalmıştır. Dolayısıyla Endülüs denilince, siyasî tarih açısından sadece Gırnata akla gelmektedir.

    Alışılan bu taksimin yanında, Endülüs tarihini bir de İslam hakimiyetinin gücü bakımından bir sınıflandırmaya tabi tutmak istediğimizde, meseleyi şu ana başlıklar altında ortaya koymamız mümkündür:

    I- Mutlak Üstünlük Dönemi (711-1031)

    II- Savunma ve Yıpranma Dönemi (1031-1227)

    III- Gerileme ve Yıkılış Dönemi (1227-1492)

    IV- İmha Dönemi (1492-1609).

    I- Üstünlük Dönemi: Bu dönem Endülüs'ün fethiyle başlar. Bilindiği gibi 711 senesinde İspanya'ya giden İslam orduları, 3 sene zarfında bu ülkenin yüzde doksanının fethini tamamlamış, daha sonraki yıllarda Preneleri aşarak Avrupa'nın fethine koyulmuştur. Nitekim 732 senesine gelindiğinde, İspanya'dan başka Güney Fransa'nın büyük bir bölümü de İslam hakimiyetine girmiş ve Müslümanlar bugünkü Paris'in 100 km. kadar yakınına ulaşmışlardır.

    756 senesinde Endülüs Emevî Devleti'nin kurulması Endülüs'ü Abbasîlere bağlı bir uç vilayet olmaktan çıkarıp, siyasî gücü ve çatısı her geçen gün pekişen, X. yüzyıla gelindiğinde bölgesinin en güçlüsü olan bir devlet konumuna kavuşturdu. X. yüzyılda III. Abdurrahman ve II. Hakem gibi Endülüslü sultanların isimleri zikredildiğinde, onların sırf Endülüs Müslümanlarının halifeleri oldukları değil, kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarının ve Kuzey Afrika'daki bazı Müslüman Berberî hanedanlarının efendileri oldukları da çağrışım yaptırıyordu. Bu güç ve nüfuzdur ki, kendisini Müslümanların birliğini temsil etmek üzere halife ilan eden III. Abdurrahman'ı, kendi sülalesi dışında hiç kimsenin bu unvanı kullanma hak ve gücüne sahip olmadığını söyleyecek kadar ileri götürmüştür. Onun "hiç kimse" derken hem Abbasî hem de Fatımî halifelerini kastettiği aşikârdır. Endülüs Emevî Devleti'nin sahip olduğu aynı güç ve nüfuzdur ki, Kuzey Afrika'yı Şiîleştirmek için varını yoğunu harcayan Fatımîleri Mısır'a kadar sürmüş, Bizans imparatorlarını, Almanya ve Danimarka hükümdarlarını Kurtuba ile siyasî ilişkiler kurmaya sevk etmiştir.

    Ne var ki, siyasî gücü, yakaladığı refah seviyesi ve sağladığı medenî gelişmeyle gözleri kamaştıran ve değil yıkılacağına zayıflayacağına bile kimsenin ihtimal vermediği bu devlet, bir devlet hayatı için göz açıp kapama müddeti kadar kısa sayılabilecek 20 senelik bir sürede aniden çöktü (1031).

    II- Savunma Dönemi: 1031 senesindeki çöküşle Endülüs için artık üstünlük dönemi bitmiştir. Zira Emevî Devleti'nin çöküşü neticesinde ülke bir bölünme süreci yaşamıştır. Bu bölünme, İspanya'da daha önce Müslümanlar lehine olan güç dengesinin bozulmasına ve Hıristiyan İspanya lehine dönmesine sebep olmuştur. Endülüs Müslümanları bundan sonra hep ellerinde olanı muhafaza etmekle meşgul oldular. Ne var ki, ilerleyen zaman, onların bunu da beceremeyeceklerini ortaya koydu. Daha II. yüzyılın sonlarında gerçekleşebilecek top yekun bir Hıristiyan işgali, ancak, Kuzey Afrika'dan yardıma gelen, önce Murâbıtlar'ın sonra da Muvahhidler'in çabalarıyla bir asır daha geciktirilebildi.

    III- Gerileme ve Çöküş: Murâbıtların ve Muvahhidlerin Endülüs'e geçişleri, az önce de ifade edildiği gibi, Hıristiyan işgalini geciktirmekle beraber, 1031 senesinde Emevî Devleti'nin çöküşüyle içine düşülen bölünme olgusunu kökünden halledemedi. Bu keyfiyet Hıristiyan İspanya'yı yeniden harekete geçirdi ve Muvahhidler idaresinin Endülüs'te gücünü yitirdiği 1227 senesinden 1250 senesine kadar geçen 23 senelik süre zarfında, Kurtuba, İşbiliye, Belensiye, Ceyyan, Tudela, Sarakusta, Mâride, Mürsiye gibi İslam şehirleri birbiri ardına Hıristiyan egemenliğine geçti. Müslümanların elinde sadece Gırnata ve civarı kaldı. Böylece, bir zamanlar Paris önlerine uzanan İslam hakimiyetinin Avrupa'daki sınırları, şimdi sadece Gırnata'ya münhasır kalmış oldu. Bu hakimiyet, bütün menfî gelişmelere rağmen 1492 senesine kadar iki buçuk asır daha devam edecektir ancak bunda Gırnata sultanlarının takip ettikleri başarılı siyaset yanında, Hıristiyan İspanya nezdinde Gırnata'nın işgalinin tâlî derecede bir mesele konumuna düşmüş olmasının da rolü bulunduğunu unutmamak lazımdır. Nitekim, birinci derecede önemli meselelerini hallettikten sonra Hıristiyan İspanya için Gırnata'yı işgal etmek ve bu suretle Müslümanların Endülüs'teki siyasî varlıklarına son vermek hiç de zor olmamıştır. Böylece İspanya veya bizim deyişimizle Endülüs, tıpkı 711 senesi öncesinde olduğu gibi tamamen Hıristiyan hakimiyetine girmiştir.

    IV- İmha Dönemi: 1492 sensinde siyasî hakimiyetlerini kaybetmelerine rağmen, Endülüs Müslümanlarının büyük çoğunluğu, verilen taahhütlere güvenip, Hıristiyan hakimiyetinde de olsa, kendi topraklarında kalmayı tercih ettiler. Ne var ki işgalin üzerinden daha beş yıl bile geçmeden bu Müslümanlar, tarihte benzerine ender rastlanan bir imha hamlesiyle karşı karşıya kaldılar. Ayrıntılarını zorla Hıristiyanlaştırma, katliam, engizisyon mahkemeleri ve toplu sürgünlerin oluşturduğu bu hamle, 1609 senesinde tamamlandı. Neticede ne hayatta kalan bir Müslüman, ne de ayakta kalan bir cami bırakıldı. Kısacası, sekiz asır İspanya'nın kaderinde söz sahibi olan Müslümanlar, sanki bu ülkeye hiç ayak basmamışlardı.

    A. Yıkılışa Götüren Sebepler

    Pekiyi, Endülüs nasıl oldu da böyle bir sonla noktalandı? İşte bu çalışmada esas itibariyle bu soruya cevap aramaya gayret edilecektir. Meseleyi bütün yönleriyle ortaya koymak ve tartışmak, taktir edilir ki, böyle mütevazi bir çalışmanın sınırları dışında ek bir incelemeyi gerektirir. Bu çalışmada esas itibariyle yapılmak istenen iş, Endülüs'ün zevalini sorgularken göze takılan bazı hususların altını çizmektir. Bu hususları başlıca dört başlık altında ele almak mümkündür: Asabiye Problemi, Sistem Tıkanması, İdeal ve Ufuk Daralması, "Reconquista".

    1. Asabiye Problemi

    Umumi bir değerlendirme çerçevesinde konuya yaklaşıldığında görülen odur ki, Endülüs'ün zevali süreci bir çoklarının iddia ettiği ve çoğumuzun zannettiği gibi güçlü Endülüs Emevî Devleti'nin 1031 senesinde yıkılışıyla ya da Muvahhidler hakimiyetinin 1227 senesinde zayıflamasıyla değil, fetih hareketinin hemen sonrasında başlamıştır. Birbiriyle çelişik gibi görünse de Endülüs'ün iniş grafiği çıkış grafiğiyle birlikte harekete geçmiştir. Bir başka ifadeyle, yıkılışa öncülük edecek gelişmeler, kuruluşu tamamlamak için sarf edilen gayretler esnasında yaşamıştır ki, bu gelişmelerden biri Müslümanların kendi içlerinde, kendileri yüzünden; diğeri ise kendilerinin bahşettikleri imkanlar sayesinde mağlup Hıristiyan cephesinde yaşanmıştır. Açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, fetih hareketlerinin üzerinden henüz bir çeyrek asır bile geçmemişken, 732 senesinden sonra Müslüman fatihlerin içine düştükleri asabiye girdabıdır ki, Endülüs için zeval sürecini başlatan ilk ciddi gelişme olmuştur.

    Doğrusu asabiye, sırf Endülüs'ü değil ilk dönem İslam tarihinde İslam coğrafyasının önemli bir kısmını meşgul eden bir mesele olup, kökü İslam öncesi döneme kadar gitmektedir. Bilindiği gibi cahiliye dönemi Araplarının ictimai bünyeleri bakımından dikkat çeken en önemli yanları, muhtelif kabilelere ayrılmış olmalarıydı. Bu bünyede nihai bağlılık unsuru kabile asabiyetidir ve bu asabiyet, parçalayıcı bir asabiyettir. Bundan dolayıdır ki, bedevi, kendi kabilesi dışında hiçbir beşeri otoriteye boyun eğmemiş, dolayısıyla " devlet " kavramını idrak edememiştir. Yine bundan dolayıdır ki, Cahiliye dönemi Arapları daha çok " Eyyam "larıyla, yani kendi aralarında gerçekleşen kabile çatışmalarıyla meşhur olmuşlar ve Arap yarımadası üzerinde, dünya ve ya bölge tarihinde hatırı sayılır bir siyasi güç haline gelememişlerdir; oysa beşeri potansiyelleri bunun için fazlasıyla yeterliydi. Bunu başaramadıkları için de Hicaz hariç Arabistan'ın Güney ve Kuzey bölgeleri, dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasaniler'in nüfuzu altına girmiştir. Sözü edilen parçalayıcı kabilecilik anlayışı yerine kuşatıcı ve kucaklayıcı bir ümmet anlayışını yerleştirmek, Hz. Peygamberin temel hedeflerinden biri olmuştur. Bu kavram çerçevesinde iman kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçirilmiştir. Bu yeni İslami anlayışın, kök salması sayesindedir ki, Arap yarım adası, tarihinde ilk kez Hz. Peygamberin önderliğinde tek bir siyasi çatı altında birleşme imkanına kavuştu. Hz. Peygamberin vefatından sonra çölden çıkan İslam orduları, çok kısa bir süre içinde o günün iki süper devletinden biri olan Sasaniler'i tarih sahnesinden silerken, bir diğeri olan Bizans İmparatorluğunu büyük miktarda toprak kaybına uğrattılar.

    Ne var ki İslam'ın getirdiği ümmet anlayışı Hz. Osman'ın öldürülmesi hadisesi ile, derin bir yara aldı. Kabilevî eğilimler ve kabile asabiyeti yeniden su yüzüne çıktı. Emeviler'in iktidara gelişinden sonra bu eğilimler ve bu eğilimlerin sebep olduğu kabileler arası çatışmalar daha da arttı. Emeviler dönemindeki kabile çatışmalarında kâh kökleri çok eskilere dayanan husumetlerin görmelik bahanelerle yeniden depreşmesi, kâh devlet hayatında ve idaresinde daha etkin yer edinme gayretleri ve kâh da bazı Emevi idarecilerinin siyasi nüfuzlarını pekiştirmek maksadıyla kabileler arasındaki husumetten yararlanma teşebbüsleri ve ya ganimetten daha pay alma hırsı gibi siyasi, içtimai ve iktisadi amillerin rolü bulunuyordu. Asıl önemli olan husus, bu kabile çatışmalarının muayyen bir bölge ile sınırlı kalmayıp, Arap kabillerinin yerleştiği Irak, Horasan, Kuzey Afrika gibi o günkü İslam coğrafyasının hemen her tarafına yayılmış olmasıydı.

    Öte taraftan Emevîlerin idarî tasarruflarında ve sosyal münasebetlerinde, İslam'ın musâvât (eşitlik) anlayışını bir tarafa bırakıp Arapları öne geçiren, yani "Arapçılık" görüntüsü veren bir politika izlemeleri, İslam coğrafyasını bu sefer de Araplarla Arap olmayan Müslümanlar (mevâli) arasındaki çatışmalara sahne yaptı. Böylece kabile asabiyetine kavim asabiyeti de eklenmiş oldu. Bu asabiyetin neticeleri Orta Asya'da Türk-Arap, Horasan'da Fars-Arap, Kuzey Afrika'da ise Berberî- Arap çatışması şeklinde aaaahür etti. İslam dünyasında görülen bu kabile ve kavim asabiyeti ve asabiyetten kaynaklanan çatışmalardan Endülüs de nasibini aldı.

    Bilindiği gibi Endülüs'ün fethini gerçekleştiren İslam ordusu, Araplar ve Berberîlerden oluşuyordu. 711-714 seneleri arasında İspanya'yı, 732 senesine kadar ise Güney Fransa'yı İslam hakimiyetine katan bu ordu, 732 senesinde Fransa'daki Puatye (Poitiers, Balâtu'ş-Şühedâ) savaşında Franklara mağlup olduktan sonra, artık dışa değil içe dönük bir mücadele sürecine girdi. Zira, Emevilerin mevâli siyasetinin temel bir sonucu olarak Kuzey Afrika'da Berberîlerin 741 senesinde Araplara karşı topyekün isyan etmesi, çok geçmeden Endülüs'e sıçradı. Ülkenin idaresini ellerine geçirmeyi başaran Endülüs Berberîleri, Arapların yerleştikleri merkezlere karşı harekete geçtiler. Hareket kısa zamanda bir Arap katliamına dönüştü. Araplar bu soykırımdan ancak Kuzey Afrika'dan Endülüs'e sığınan 10-12 bin kişilik Suriyeli askerlerin yardımları sayesinde kurtuldular. Hemen akabinde bu sefer de Araplar Berberîlere karşı bir soykırım başlattılar. Bu gelişmenin bir sonucu olarak Berberîlerin özellikle de İspanya'nın kuzeyine yerleşenleri, kafileler halinde Kuzey Afrika'ya göç ettiler.

    Berberî isyanının bu şekilde bastırılmasından sonra beklenen, Endülüs'te istikrarın yeniden sağlanıp, fetih hareketlerinin kaldığı yerden devam ettirilmesiydi. Ancak bu sefer Şam'dan gelen Arap askerleri ile daha önce Endülüs'e gelip yerleşmiş olan Araplar -ki bunlara kaynaklarda "Belediyyûn" denmektedir- arasında ihtilaf çıktı. Belediyyûn'un "Artık geldiğiniz yere dönünüz; Endülüs'te kalmanız doğru değildir zira bu topraklar bize bile zor yetiyor" demeleri üzerine, Suriyeli askerler buna itiraz ettiler iki taraf arasındaki bu ihtilaf, sonunda son derece kanlı çarpışmalara dönüştü. Problem, doğudan gönderilen yeni Endülüs valisi Hüsam b. Dırar el-Kelbî'nin, Suriyelileri gayr-ı Müslimlerin ellerindeki bazı topraklara yerleştirmesiyle çözümlendi. Fakat, bu problem çözümlendi derken, hemen akabinde Endülüs'teki iki büyük Arap kabile kolu olan Kayslılar ile Yemenliler arasında savaş patlak verdi. Bu savaş esnasında taraflardan birinin diğerinden ele geçirdiği esirleri müzayede değil "münakada" (açık indirme) usulüyle satışa arz ettiğini, mesela esirlerden birini bir oğlak, bir diğerini ise bir köpek karşılığında sattığını söylemek, aradaki husumetin boyutu hakkında bir fikir vermeye yeterli olsa gerektir.

    756 senesinde Endülüs Emevî Devleti'nin kuruluşuna kadar aralıklarla on yıldan daha fazla süren bu asabiye savaşları, Endülüs Müslümanlarını tam anlamıyla bir kaosa sürükledi. Bu kaosun içerdeki bedeli çok sayıda can ve mal kaybıydı. Fakat dışarıdaki bedeli çok daha ağırdı ve Endülüs'ün geleceği açısından asıl önemli olan da işin bu tarafıydı. Zira bu savaşlar sebebiyledir ki, İspanya'nın kuzey batısındaki dağlık Asturias bölgesine tutunmuş olan ve sayılarının üç bini hatta üç yüzü aşmadığı rivayet edilen çok küçük bir Hıristiyan gücü, bu bölgedeki Berberîlerin Kuzey Afrika'ya göçmelerini fırsat bilerek yeniden toparlandılar ve nüfuz alanlarını gittikçe genişleterek 750 senesinde bağımsız Asturias Krallığı'nı kurdular. İlerleyen zaman içerisinde bunu Navar Krallığı ve Barselona Kontluğunun kuruluşu izledi. Ayrıca Güney Fransa Frankların hakimiyetine girdi. Böylece Müslümanlar, 711-732 seneleri arasında gerçekleştirdikleri fetihlerle elde ettikleri toprakların yarısına yakınını kaybettiler. Yine böylece 711-714 seneleri arasında tamamen Müslümanların hakimiyetine giren İspanya, yani Endülüs, kuzeyi Hıristiyanların, güneyi ise Müslümanların egemenliğinde olmak üzere ikiye bölündü. Bundan sonra iki taraf arasında tam sekiz asır sürecek ve neticede Müslümanların hezimetiyle kapanacak bir mücadele süreci başlamış oldu.

    Endülüs'ü kaosa iten ve İspanya'nın yerli halkının karışmadığı, yani fatihlerin kendi aralarında cereyan eden bu hesaplaşma ancak doğuda 750 senesinde iktidardan düşürülen Emevîlerin 757 senesinde bu sefer Endülüs'te iktidarlarını yeniden ihya etmeleriyle, tamamen söndürülmediyse de önemli ölçüde geriletti. Endülüs Emevî Devleti'nin yaptığı ilk iş, düzenli bir ordu kurmak oldu. Bu ordu esas itibarıyla Araplara dayandı, ancak bir denge unsuru olması için Arap olmayanlardan (Berberîler, Sakâlibe) da birlikler teşkil edildi. Öte taraftan kuzeyde yeni kurulan Hıristiyan İspanyol krallıklarının Endülüs aleyhine gelişmelerini engellemek için iyi bir sınır müdafaa sistemi oluşturuldu.

    İçe ve dışa dönük bu düzenlemelerle Endülüs kısmî bir istikrara kavuştu. Dışarıda her sene düzenlenen askerî seferlerle Hıristiyan kesimi yıpratılmaya çalışıldı. İçeride imar ve ıslah faaliyetlerine girişildi. Bu arada İspanya'nın yerli halkı arasında oldukça hızlı sayılabilecek bir İslamlaşma ameliyesi başladı, öyle ki kanunların sunduğu malumatı yanlış değerlendirmiyorsak, İslam hakimiyeti altında kalan ve sayıları yaklaşık dört milyon olarak tahmin edilen Hıristiyan İspanyolların yarısından fazlası Müslüman oldu. Kaynaklarımızda bu yeni Müslümanlar için daha çok "Muvelledûn" ismi kullanılmaktadır. Sözü edilen İslamlaşma hareketi, Endülüs'te İslam'ın ve İslam hakimiyetinin pekişmesi açısından önemli bir gelişmeydi; ne var ki, bu gelişme en az o kadar önemli yeni bir gelişmeyi de beraberinde getiriyordu. Arap-Muvelledûn çatışması...
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  3. #3
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Emevî idaresi kuruluşundan yüz yıl sonra karşılaştığı ve yaklaşık altmış sene süren bu kriz dönemini, ancak III. Abdurrahman (912-961) gibi dahi bir hükümdarın uygulamaya koyduğu ve oğlu II. Hakem (961-976) tarafından da aynen devam ettirilen (Güçlü idare+Güçlü ordu+Kaynaşmış toplum) formülüyle aşabildi. Bu formül çerçevesinde, öncelikle merkezî idareye çeki düzen verildi. Bir başka ifadeyle merkezî idare güçlendirildi; merkezî idarenin yetkilerini en iyi şekilde kullanabilmesi için güçlü bir orduya ihtiyacı vardı ki, ikinci olarak da, asabiye faktöründen uzak, Araplardan daha çok Sakâlibe'ye dayanan yeni bir ordu vücuda getirildi. Pek tabiî, bu yeni düzenlemeyle Arapların ordudaki imtiyazlarına büyük bir darbe indirilmiş oluyordu. Bahis konusu formülün üçüncü şıkkını, yani "kaynaşmış toplum"u oluşturmak için ise yine asabiye kavramının ikinci plana itildiği bir "ümmet" politikası izlendi. İslamiyet birleştirici ana öğe olarak kullanıldı. Mezralarda, uzak kalelerde yaşayan halk daha büyük yerleşim alanlarında ve birlikte yaşamaya teşvik edildi. Bu tedbirlerin bir neticesi olarak toplumu oluşturan değişik etnik unsurlar özellikle Araplar ve Berberîler, etnik veya kabilevî çatışmalara dalmak bir tarafa, mensup oldukları kabilelerin isimlerini bile unutur ve kabilelerine değil, doğdukları şehirlere nispetle anılır oldular. Kısacası gidiş, bir "Endülüslüler toplumu"nun oluşması istikametindeydi ve oldukça da sağlıklıydı. Öte taraftan ülkenin iktisadî seviyesi ve siyasî gücü de doruktaydı. Bundan dolayıdır ki, Endülüs Emevî Devleti, Batının tartışmasız en güçlüsü haline gelmişti.

    2. Sistemim Tıkanması

    Devletin ulaştığı bu seviyenin korunabilmesi için, III. Abdurrahman ve oğlu II. Hakem tarafından canlandırılan güçlü devlet, güçlü hükümdar imajının zedelenmemesi gerekirdi. Bunun için bu hükümdarlardan sonra tahta oturacak hükümdarlar da en az onlar kadar dirayetli olmalıydılar. II. Hakem, 976 senesinde ölüp de yerine kimin geçeceği bahis konusu olunca, devlet erkanından bir kısmı aynen böyle düşündüler. Ancak şahsi çıkarlarını devlet çıkarlarının üzerinde tutanlar, ehil bir aday yerine II. Hakem'in hayatta kalan tek oğlu 12 yaşındaki Hişam'ı tahta oturtmakta bir beis görmediler. Devletin en üst ve en önemli mevkiinin bir çocuğa hasredilmesi, devletin tepesinde otorite boşluğuna sebep oldu. İşte bu boşlukla birlikte daha önce III. Abdurrahman'ın tatbikata koyduğu Güçlü iktidar + Güçlü ordu + Kaynaşmış toplum modeli çok ağır bir darbe yedi: zira, yeni halife II. Hişam'ın zayıf şahsiyeti, iktidarın fiilen yeni bir Arap ailenin yani Âmiriler'in eline geçmesine sebep oldu. Babadan oğula hâciplik (başvezirlik) makamını ele geçiren bu aile, öyle bir siyaset izledi ki, daha önce Emevi sülalesine bağlı olan idare ve ordu, bu sefer onlara bağlı hale getirildi. İdarede Âmirî ailesine rakip olabilecek herkes tasfiye edildi. Orduda Emevi sülalesine bağlı Sakalibe'nin yerine çok sayıda ücretli Berberi askerler yerleştirildi. Böylece tamamen Âmiriler'in güdümünde yeni bir idare ve yeni bir ordu oluşturuldu. Bu adımların tabii bir sonucu olarak Emeviler'in, baştaki göstermelik halifenin kendilerinden olması dışında devlet hayatında nüfuzları kalmadı. Bunun neticesi ise kaybettikleri nüfuzlarını geri alabilmek için Âmiriler'e karşı gizli bir muhalefet hareketi başlatmaları oldu. Öyle anlaşılıyor ki, Âmiriler'in Kuzey Afrika'dan getirdikleri yeni Berberi askerlerin kalabalıkları, taşkınlıkları ve kısa sürede büyük servete kavuşmuş olmaları gibi sebeplerle Kurtuba halkı da Âmirîler'den pek hoşnut değillerdi ve bunun için Emevi muhalefetine sempati besliyorlardı.

    Âmiriler'in idareyi ve orduyu güdümlemelerine aldıktan sonra attıkları en cesur adım, 1008 senesinde "Halifelik" makamının da kendilerine ait olduğunu ilân etmeleri oldu. Daha önceki icraatlar neyse ama, bu son teşebbüs Endülüs'te ne halk ne de Emeviler tarafından kabul edilir veya sineye çekilebilir cinsten değildi. Zira bu, kelimenin tam anlamıyla bir "darbe"ydi. O günün dünyasında bu darbe, açıkça devletin adının değişmesi demekti. Ya da bir başka deyişle Endülüs'te Emevi hakimiyetin resmen sona ermesinden başka bir anlama gelmiyordu. İşte bu durumun farkına varan Emeviler ve Kurtuba halkı, 1008 senesinde Âmiriler'e karşı büyük bir isyan başlattılar. Bu isyanları Âmirîler'in iktidardan düşürülmesi için yeterli olduysa da, ülkede istikrarın sağlanması mümkün olmadı. Bilakis ülke, kaynaklarda Büyük Fitne (el-Fitnetu'l Kübrâ) diye tavsif edilen ve yaklaşık 20 sene süren bir darbeler dönemine girdi. Toplum Endülüslüler, Sakâlibe ve Yeni Berberciler olmak üzere üçe bölündü. Her üç grubun da gayesi Kurtuba'ya hakim olup hilafet tahtını ele geçirmekti; ancak hiçbir grup tam anlamıyla buna muvaffak olamadı. Hilafet merkezi olması yüzünden bir zamanlar Batının diplomasi merkezi haline gelen Kurtuba, bu darbeler döneminde yine hilafet merkezi olması yüzünden, bu sefer tarihinin en ağır talan, tahribat ve kıyımına maruz kaldı. Nitekim olayların muasırı meşhur alim İbn Hazm el-Endelusî, bu tahribat karşısındaki hissiyatını şöyle dile getirmektedir:

    "Bütün izlerinin silinip yok olduğunu, bilinen yerlerin gizlendiğini ve zamanının orayı değiştirdiğini gördüm. Şimdi orası bayındır ve insanlarla dolu bir yerden boş ve kurak bir çöle dönüşmüştür. Kendilerinden etrafa nimetler yayılan ve keskin kılıçlara benzeyen insanlardan ve aslanlar gibi olan kahramanlardan sonra şimdi orası kurtların sığındığı cinlerin oyun sahası, hayaletlerin yuvası, vahşi hayvanların ve hırsızların gizlendiği bir yer olmuştur."

    Sözü edilen darbeler sonucu halk o kadar sinmişti ki, halifelik makamını ele geçirmek için mücadele veren taraflardan birinin ordusunda bulunan gayr-i Müslim askerlerden biri, şehrin en büyük meydanında Hz. Peygamber hakkında hakaret dolu sözler sarf ettiği halde, onun bu davranışını sineye çekmekten başka bir şey yapılamamıştır.

    Kısacası, Endülüs Emevî halifeliği, 1008 senesinden itibaren kelimenin tam anlamıyla tıkanmıştır. Sistem bu tıkanıklığı aşacak bir çözüm üretememiştir. Bağlayıcı olması gereken hilafet makamı, bu özelliğini yitirerek fitne sebebi olmuştur. Bu durumu yakinen müşahede ettikleri içindir ki, Kurtuba eşrafı, 1031 senesinde hilafet makamının ilgasına ve bu makamı uhdesinde taşıyan Emevî sülalesinin Kurtuba'dan sürülmesine karar vermiştir. Endülüs Emevî hilafetinin yıkılması demek, 275 senedir tek bir devletin çatısı altında yaşamış olan Endülüs'ün artık devletsiz kalması demekti. Bu gelişme 1008 senesinden beri devletin tıkanması sebebiyle, merkezî otoritenin kontrolünden uzak kalan mahallî aristokrasiler için bağımsızlık yolunu açtı. Hemen her şehir, hatta çok küçük kaleler bile, dört gözle bu anı beklermiş gibi, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu devletçiklerin sayıları hakkında farklı rakamlar söylenmekle beraber, yirmiden az değillerdi.

    Özetlenecek olursa, Amirîler'in Emevîler'i alternatif bir hanedan olarak öne çıkarmalarıyla ve bu durumun devletin tepesinde kavgaya dönüşmesiyle başlayan sistemin tıkanıklığı, neticede hem devletin yıkılmasını hem de bölünmesini sağlamıştır.

    3- İdeal ve Ufuk Daralması

    Az önce de kısmen ifade edildiği gibi, 1031 senesine kadar Endülüs Müslümanlarının tek devletleri vardı. Her Endülüslü "benim devletim" dediği zaman, sadece ve sadece bu devleti kastediyordu. Keza, bu devlet, sıradan bir devlet değil, Müslümanların birliğinin sembolü olan bir halifelikti. "Devletin sınırları" sorulduğunda, Hıristiyan hakimiyetinin dışındaki bütün İspanya toprakları gösteriliyordu. "Dış düşman" denilince ilk önce akla gelen, kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarıydı. 1031senesine kadar Endülüs Müslümanlarının veya daha dar anlamda Endülüslü idarecilerin ideali, Endülüs'ün birliğini muhafaza etmekti, ufukları da bu ideale göre daha gelişti, zira onlar başlarını kaldırıp Kurtuba'dan baktıklarında, ufuklarına Hıristiyan İspanya, Kuzey Afrika hatta Mekke-Medine giriyordu.

    Emevî halifeliğinin yıkılması, Endülüs'te çok şeyi temelinden değiştirmiş veya eskisinden daha farklı hale getirmiştir. Bu bağlamda, öncelikle "tek devlet" fikri yok olmuştur. Zira her şehir bağımsız bir şehir devleti olmuştur. Endülüs'ün birliği ve bu birliğin muhafazası gibi bir hedef kalmamış, kimse de böyle bir hedefi gerçekleştirmek peşine düşmemiştir. Her ne kadar ulemadan bazı meşhur simalar -mesela fakih Ebu'l-Velid el-Bacî, İbn Hazm el-Endülüsî gibi- Endülüs'ün yeniden birliğe dönmesi için çaba sarf ettilerse de bu teşebbüsler kimse tarafından ciddiye alınmamıştır.

    Yeni kurulan küçük emirliklerin (Mulûku't-Tavâif) temel hedefleri, her şeyden önce kendi sınırlarını muhafaza etmek olmuştur. Bu hedef istikametinde "dış düşman" faktörü de değişmiş ve birbirine sınırdaş olan emirlikler, aynı zamanda birbirlerinin düşmanı olmuşlardır. Mesela, Zinnûniler ile Hûdiler, Zinnûnilerle Cevheriler, Cevheriler ile Abbadîler, Abbadîler ile Eftasiler, Ziriler ile Abbadîler ve Eftasiler ile Zinnûniler arasında yaşanan savaşlar bu anlayışın tabiî bir sonucuydu. Onlar güçleri kafi geldiğinde dış yardım aramaksızın mücadele etmişler, ancak dış yardım gerektiğinde Hıristiyan krallıklara müracaat etmekte tereddüt göstermemişlerdir. Mesela Tuleytula'ya hükmeden Zinnûniler, Sarakusta'ya hükmeden Hudîler karşısında üstünlük sağlamak maksadıyla Navar krallığından yardım istemiş, yardıma gelen askerler, hasat mevsiminde Hudîlerin arazilerini (tarla, çiftlik, bahçe) iki ay süreyle talan ederek geri dönmüşlerdir. Bir sene sonra, bu sefer Hudîler, Hıristiyan krallıkların desteğini sağlayarak Zinnûniler'in topraklarını yağma ve talan etmişlerdir.

    Bütün bu gelişmeler Endülüs Müslümanlarında ideal birliğinin kaybolmasına ve neticede ufuk daralmasına sebep olmuştur. Zira her şehir devleti sultanının mesafesi, ancak kendi hududuyla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla daha uzağı görememişler, göremedikleri için de asıl düşman olan Hıristiyan İspanya'yı gözden kaçırmışlar ve bu suretle aslî düşmanlarına Endülüs'te İslam'ın ve Müslümanların kökünü kazımayı hedefleyen "Reconquista"yı yeniden başlatma imkanını sunmuşlardır.

    4- Reconquista

    750 senesinde İspanya'nın kuzeybatısında Astruias Krallığı'nın kuruluşundan itibaren, Müslümanların Endülüs'ten kovulmaları, Hıristiyan İspanya'nın bir "megalo idea"sı olmuştur. 756 senesinde Emevî devletinin kuruluşu, bu idealin önüne çok ciddi bir engel olarak dikilmiş ise de bu devletin 1031 senesinde yıkılması Hıristiyan İspanya'da özellikle de Asturias Krallığı'nın genişlemiş şekli olan Kastilya Krallığı'nda Müslümanların Endülüs'ten kovulmaları veya kendi ifadeleriyle "Reconquista" fikrini yeniden şuur altından şuur üstüne çıkarmıştır. Nitekim Reconquista fikrine canlılık kazandıran Endülüs'teki değişimi göstermesi bakımından budönemde yani Mulûku't-Tavâif döneminde Kurtuba'ya gelen Hıristiyan bir komutanın Müslümanları kastederek söylediği şu sözler, dikkat çekicidir:

    "Biz cesaretin, dindarlığın ve hakkın hep Kurtuba halkı (aslında Endülüslüleri kastediyor) ile birlikte olduğunu zannederdik. Oysa ne görelim, ne dinleri ne cesaretleri ne de akıllı önderleri var. Onların kaydettikleri gelişme ve zaferler aslında geçmiş hükümdarları sayesindeymiş. Ne zaman ki bu hükümdarlar gittiler, Endülüslülerin gerçek yüzü ortaya çıktı."

    Endülüslü ünlü tarihçi İbn Hayyam'ın Hıristiyan tecavüzlerine karşı sınırları korumakla mükellef bulunan Müslüman askerler hakkında yaptığı şu tenkitler, Hıristiyan komutanın yukarıdaki sözlerinde hiç de mübalağa etmediğini göstermektedir:

    "Allah hudutlarda bulunan Müslüman askerlere düşman korkusunu öyle musallat etti ki, bunlardan birisi herhangi bir yerde Hıristiyan ile karşılaşsa Allah'tan utanmadan sırtını döner ve kaçardı. Allah'ın düşmanları Müslümanların bu davranışlarını çok sık gördükleri için alıştılar."

    Endülüs Müslümanlarının içine düştükleri bu acziyeti iyi kavradığı içindir ki, Kastilya kralı VI. Alfonso, kendisine gelen bir Endülüs heyetine Reconquista fikrini açıkça dile getirmekten çekinmemiş ve aynen şunları söylemiştir:

    "Biz sizden bir zamanlar bizim olduğu halde elimizden aldığınız toprakları istiyoruz.orada oturacağınız kadara oturdunuz... Artık geldiğiniz yere (K. Afrika) dönün ve yurdumuzu bize bırakın. Bugünden sonra sizin bizimle birlikte kalmanızın bir faydası yok."

    Reconquista fikrinin birbirini tamamlayan iki yönü bulunuyordu. Birisi siyasî-askerî yön ki, bununla Endülüs'te veya kendi deyişleriyle İspanya'da İslam hakimiyetine son verilecekti. Diğeri ise dinî yöndür ki, bunla da İslam'ın cemaat potansiyelinin eritilmesi ya da tasfiye edilmesi hedefleniyordu. Mamafih, gerek Endülüs Müslümanlarının gerekse İslam aleminin aşırı tepkisine maruz kalmamak için bu fikrin tatbikinde tedriliciğe dayalı bir strateji izlendi. Bu strateji çerçevesinde önce Endülüs'te yeni kurulan taife sultanlıklarının kendi aralarındaki savaşlar olabildiğince tahrik edildi. Bundan maksat, hem bu sultanların azami ölçüde can ve mal kaybına uğratılmalarını hem de Hıristiyan İspanya'nın yardımını talep eder hale gelmelerini sağlamaktı. Nitekim Zinnûniler ile Hudîler, Eftasiler ile Zinnûniler ve Abbadîler ile Zirîler arasında yaşanan savaşlar, üzerinde durulan konunun açık şahitleridir. Stratejinin bundan sonraki adımı ise, sözü edilen Müslüman sultanlıkları haraca bağlamak oldu. Müslüman sultanlıkların ödedikleri bu haraç vergileri Hıristiyan İspanya için çok önemli bir gelir kaynağıydı; Müslümanların kendileri açısından ise, ekonomilerini çökertecek ve dahilî istikrarı sarsacak kadar ağırdı. Zira zikredilen sultanlıklar, bu vergileri karşılamak için ya birbirlerine saldırıyorlar ya da halkın vergi yükünü arttırıyorlardı. Bu durum ise, halkı, başlarındaki "zalim sultan"ın tasallutundan kurtuluş için isyana sevk ediyordu.

    Stratejinin üçüncü adımını, kendiliğinden teslim olmaya hazır hale gelmiş şehirlerin kuşatılıp istila edilmesi teşkil ediyordu. Bu son adımın tatbiki için, ilk hedef Endülüs'ün ikinci büyük şehri ve stratejik önemi son derece fazla olan Tuleytula şehri olmuş ve bu şehir maalesef o günkü Zinnûnî sultanı el-Kadir'in de desteğiyle 1085 senesinde bir daha dönmemek üzere Hıristiyan hakimiyetine geçmiştir.

    Tuleytula'nın kaybedilişiyledir ki, Endülüslü küçük sultanlıklar Hıristiyan İspanya'nın gerçek niyetini hisseder oldular. Zira Tuleytula'nın kaybı demek, Endüüs'te dengenin Hıristiyan İspanya lehine bozulmuş olması demekti. Bunu hissettikleri ve Hıristiyan İspanya karşısında direnemeyecek kadar yıprandıkları için de, kendi güvenliklerini önce Murâbıtlar'a sonra da Muvahhidlere havale ettiler.

    Murâbıtlar ve Muvahhidler her ne kadar, bir asrı aşkın bir süre Tuleytula dışındaki Endülüs topraklarını muhafazaya muvaffak oldularsa da, Endülüs'ün bölünmüşlüğüne bir çare bulamadılar. Nitekim 1227 senesinde Muvahhidlerin kontrollerini kaybetmeleri üzerine, Endülüs yeniden eski parçalanmış haliyle gün ışığına çıktı. Bu esnada kuzey Afrika da bir bölünme süreci yaşıyordu. Dolayısıyla Endülüslülerin "Bizi himaye edin" diyebilecekleri ciddi bir Müslüman siyasî güç yani devlet yoktu. İşte bu durum papalığın verdiği destekle meşhur Haçlı Savaşlarının bir parçası haline gelen Reconquistayı yeniden harekete geçirdi. Reconquista bu sefer o kadar hızlıydı ki, 1236'dan 1250 senesine kadar 14 senelik bir sürede Kurtuba, İşbiliye, Ceyyan, Belensiye, Denia, Şâtıbe, el-Garb (Algarbe), Santarem şehirleri ve Balear Adaları Hıristiyan hakimiyetine girdi. Bu şehirlerden bazılarının işgaline, sırf ellerindeki toprakları muhafaza edebilmek maksadıyla bazı Müslüman liderlerin de askerleriyle birlikte katkı sağladıklarını belirtmeden geçmemeliyiz.

    Bu işgallerden sonra Müslümanların ellerinde sadece Gırnata ve civarındaki birkaç şehir kalmıştı. Bir başka ifadeyle bir zamanlar Batının tartışmasız en büyüğü olan Endülüs, şimdi Gırnata'ya hapsolunmuştur. Hıristiyan İspanya Gırnata'yı da işgale hazırlandığı bir sırada, kendi içinde beliren karışıklıklar nedeniyle bu işgali tehir etmek zorunda kaldı, ta ki 1462 senesine kadar. Bu senede dahili problemlerini halletmiş olan Hıristiyan İspanya Reconquistayı tamamlamak üzere yeniden harekete geçti. Bu esnada top gibi ateşli silahları da kullanan Hıristiyan orduları, son olarak 1492'de Gırnata'yı istila ederek İspanya'da İslam'ın siyasî varlığına son vermiştir.

    Kısaca ifade etmek gerekirse, 1031 senesinde yıkılan Endülüs Emevî halifeliğinden sonra Endülüs ile Hıristiyan İspanya arasında yaşanan mücadele, idealist bir toplumla idealini yitirmiş bir toplumun mücadelesinden ibarettir. Kazanan idealist taraftı ki, bu da Hıristiyan İspanya idi.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  4. #4
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    CEZAYİRLİ TÜRKLER'İN ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARINI KUZEY AFRİKA'YA NAKLİ VE NETİCELERİ

    Prof. Dr. Ercüment KURAN

    2 Ocak 1492'de Endülüs Müslümanlarının hakimiyetindeki son şehir Gırnata, Katolik İspanyol hükümdarları Ferdinand ve İzabella'ya teslim oldu. Böylece İspanyollar'ın "Reconquista" dedikleri, İberya Yarımadası'nın Hıristiyanlar tarafından geri alınması hareketi tamamlandı. Bilindiği gibi, Müslüman Araplar'ın 711'de fethine başladıkları bu yarımada İslam medeniyeti 800 yıla yakın bir zamanda yüksek bir seviyeye ulaşmıştı. Endülüs hakimiyeti sona erdikten sonra memlekette kalan Müslümanlara İspanyollar "morisko" veya "mudejar" adını verdiler. "Mudejar" sözü Arapça "mudeccen"den bozma olup Osmanlı kaynaklarında çok kere "müdeccel" şeklini almıştır.

    Gırnata'nın teslim antlaşmasında Müslümanlara can ve mal emniyetiyle din ve ibadet hürriyeti tanındığı halde, İspanyollar bu şartlara uymadılar ve 1499'dan itibaren onları hıristiyanlaştırmaya başladılar. Bunun üzerine müdeceller ayaklandılar. İsyan Gırnata bölgesinde geniş bir sahaya yayıldı. İspanya Kralı 1501'de çıkardığı bir fermanla Müslümanları ya Hıristiyan olmak veya İspanya'dan çıkmak zorunda bırakınca da müdecceller dinlerini korumak için dağlık bölgelere sığındılar. Bazıları da görünüşte Hıristiyanlığı kabul ettiler.

    Endülüslü Müslümanlar bir çok defa Fas hükümdarlarına mektup yazarak yardım istemişlerdir. Fakat, bu sıralar İspanyol ve Portekizliler'in Mağrib kıyılarını istilaya girişmeleri sebebiyle Faslılar din kardeşleri lehine bir davranışta bulunmadılar. Gırnatalı Müslüman bir şair, XVI. yüzyıl başlarında, Osmanlı padişahı II. Bayezid'e gönderdiği manzum şikâyetnamede müdeccellerin acıklı halini arz etmiştir. Ne var ki, 1499'da Venedik'e karşı açılan savaş 1503'de Osmanlıların zaferiyle sona ermişse de, ardından İran şahı Safevi'nin kışkırttığı Alevi Türkmen aşiretleri Anadolu'da ayaklanmışlardır. Bu yüzden II. Bayezid'in Endülüs Müslümanlarının yardım isteklerini cevapsız bıraktığı kuvvetle muhtemeldir.

    Gırnata'nın düşüşünden öncede, 1486 yılı ortasında, son Endülüs hanedanı olan Beni Ahmer'in bir elçisi İstanbul'a gelmiş ve Ebu'l -Beka Salih bin Şerif'in ağıtını padişaha sunarak yardım istemişti. O yıllarda Osmanlı Devleti'nin denizaşırı sefere çıkacak donanması bulunmaması ve Malta Şövalyelerinin Cem Sultan'ı 1482'den beri ellerinde rehine tutmaları bu isteğin yerine getirilmesine imkan vermemişti. Bununla birlikte, Türk Korsanı Kemal Reis'in, Osmanlı devleti hizmetine girdiği 1494'den önce, 1487 yılında gemileriyle İspanya kıyılarını vurduğu anlaşılmaktadır.

    Osmanlı Türklerinin Endülüs Müslümanlarına yardım elini uzatması Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatı başlarında gerçekleşmiştir. Şöyle ki Oruç ve Hızır adlı iki kardeş Türk denizcisi Antalya valisi Şehzade Korkut'a tabi olarak Hıristiyanlara karşı Akdeniz'de mücadele ederken, Şehzade Selim'in babası Bayezid'in yerine, 1512'de padişah olması ve kardeşi Korkut'u öldürtmesi üzerine, cezalandırılacakları korkusuyla Mağrib taraflarına kaçmışlardı. Oruç Reis Tlemsen civarında İspanyollarla savaşırken 1518'de şehit olmuş, Hızır Reis ertesi yıl Cezayir şehrini zaptetmişti. Anavatandan uzak bu diyarda kendi kuvvetleriyle tutunamayacağını anlayan Hızır Reis, Yavuz Selim'e müracaat ederek Osmanlı devletine tabiiyetini bildirmişti. Bu arada Sultan Selim ölmüş, yeni padişah Süleyman 1520 yılında Hızır Reis'e 2000 yeniçeri ve topçular gönderdiği gibi, onu Cezayir-i garb beylerbeyliğine tayin etmişti. Bu tarihten itibaren Barbaros Hayrettin adıyla tanınan Hızır Reis, 1525'den Kapu'dan paşalığa getirildiği 1533'e kadar 70. 000 müdecceli gemilerle İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdı.

    Hayrettin Paşa Kapudân-ı Deryalık görevine başlamak üzere İstanbul'a giderken, mutemet adamlarından Hasan Ağa'yı Cezayir'de vekil bırakmıştı. Memleketin batısında Vehran şehri 1509'dan beri İspanyollar'ın hakimiyeti altında bulunuyordu. Mukaddes Roma İmparatoru ve İspanya Kralı V. Karlos, Barbaros'un 1534'de işgal ettiği Tunus'u, ertesi yıl geri almıştı. 1541 Ekimi sonunda Karlos, Cezayir'i de ele geçirmek maksadıyla, büyük bir donanmayla gelerek şehrin doğu kıyısına asker çıkardı. Lakin Hasan Ağa'nın kumandasındaki Cezayir kuvvetleri karşısında yenilgiye uğradı ve çekildi. Bu durumdan cesaretlenen Gırnata müdecelleri, aynı yılın sonlarında, Osmanlı padişahına bir mektup gönderdiler. Mektupta Faslıların yardım etmemesinden şikayet olunduktan sonra, Hayrettin Paşa'nın Endülüs Müslümanlarını Hıristiyan zulmünden kurtardığı şükranla belirtiliyor, Paşanın Cezyir-i Garb Beylerbeyliğine yeniden tayini istirham olunuyordu. Ancak bu dilek gerçekleşmedi ve Hayrettin Paşa 1546 yılında öldü. Söz konusu mektupta dikkate değer bir husus İspanya'da 364.000 Müdeccel yaşadığının kaydedilmiş bulunmasıdır. Ülke nüfusu 1541'de 6 milyon tahmin olunduğuna göre, Müdeccellerin sayıları epeyce yüksektir.

    1558 'de İspanya tahtına oturan II. Filip'in zamanında Müdeccellerin durumu daha da kötüleşti. Çünkü, Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemeleri memlekette kalan Müdeccel ve Yahudileri şiddetli baskı altında tuttu. 1567'de çıkarılan bir kanunla Müdeccellerin kendilerine mahsus elbise giymeleri, evlerinin kapılarını kilitlemeleri, hamama gitmeleri ve Arapça konuşmaları yasaklandı. Buna tepki olarak Müdecceller 1568 yılında isyan ettiler. İki yıl süren isyan kanlı bir şekilde bastırıldı. Cezayir-i garb beylerbeyi Uluç Ali Paşa Endülüs mücahitlerine silah ve mühimmat yollamışsa da, Kıbrıs seferine hazırlanmakta olan Osmanlı Devleti doğrudan yapmamış ve adanın fethinden sonra İspanya'ya donanma göndermeyi tasarlamıştır. Kıbrıs 1561 Ağustosunda fetholundu. Lakin, aynı yılın Ekiminde Osmanlı donanması İnebahtı deniz muharebesinde Müttefik Hıristiyan donanması tarafından bozguna uğratılınca Endülüs Müslümanlarına yardım tasarısı gerçekleşmedi.

    İspanyollar Müdeccellere son darbeyi XVII. yüzyıl başlarında vurdular: Kral III. Filip 22 Eylül 1609 tarihli bir fermanla onları memleketten kovdu. 300.000 kadar Müdeccel vatanlarını terkettiler. Bu facia karşısında Osmanlı Padişahı I. Ahmed Endülüs göçmenlerine elden gelen yardımı yapmalarını Cezayir, Tunus ve Trablusgarb beylerbeyine emretti. Ayrıca İngiltere, Fransa ve Venedik nezdinde teşebbüslerde bulundu. 1610 sonbaharında elçilikle İngiltere'ye gönderilen Müteferrika İbrahim Efendi, Kral'a padişahın bir namesini sundu. Bunda "İngiltere'ye iltica eden Berberilerin İngiliz gemilerine konulup, salimen Memalik-i Osmaniye'ye yollamaları 'rica ediliyordu. Bu teşebbüs sonuç vermedi. Padişahın Fransa kral naibesi Marie de Medicis'ye yolladığı mektubun ne derece fayda sağladığı bilinmemektedir.

    I. Ahmed'in Venedik dojuna 1614 Haziranında yazdığı Türkçe mektupta şöyle denilmekteydi: "... zikrolunan Müslüman müdeccel taifesi İspanya'dan kalkup memalik-i mahrûsamıza gelürken Venedik vilayetine uğradıklarında menzil ve merâhilde ve mağberlerde kendülerine ve davarlarına ve esbab u erzaklarına ahd ü emana muhalif bir ferdi dahl ü taarruz etdirmeyüb emin ve salim memalik-i mahrûsamıza îsâl eyleyesiz. Şimdiye değin hüsn-i ihtimâmınız zuhûra getürüldük acilden bu fukaranın dahi suhûlet ile dar ül-eman olan memâlik-i mahrûsamıza gelmelerine müsâadeniz zuhûru ve tahsil-i rizay-i iktizanıza bâdi ve esas-i müsâlaha ve muâhedenin istihkâm ve imtidâdı olacağında iştibah yoktur. Ona göre takayyüd gösterüb merzi ül-hal ve merfih ül-bâl revâne kılmalarına say ü himmet eyleyesiz"

    Müdeccellerin bir bölümü Osmanlı memleketlerine göç ettiler. Çukurova'ya ve Suriye kıyısına iskan olunanlar üretici hale gelinceye kadar beş yıl süreyle vergiden muaf tutuldular. İstanbul'ûn Galata semtine de yerleştirildiler. Oturdukları mahalledeki cami bu sebeple Arap Camii adını aldı. Müdecellerin çoğu Fas, Cezayir, Tunus ve Trablusgarb'a gittiler. Ziraat ve sanayide gelişmiş bir toplum olduklarından yeni vatanlarının iktisadi ve içtimai hayatına katkıda bulundular. Yerli halkla karıştılar; fakat Endülüslülük şuurunu kaybetmediler. Endülüs üslubu mimari de öncelik taşıdığı gibi, Endülüs musikisi Kuzey Afrika ülkelerinde hala yaşamaktadır.

    Bu yazı, Endülüs'ten İspanya'ya (TDV, İst. 1996) adlı kitaptan alınmıştır.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  5. #5
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    OSMANLI-İSPANYA MÜNASEBETLERİ VE İSPANYOL ARŞİVLERİ HAKKINDA,

    Prof.Dr. Halil İNALCIK

    Kongre kapandıktan sonra kaldığım bir haftayı İspanyol arşivlerinde Türkiye tarihini ilgilendiren Türkçe, Arapça vesikaları araştırmakla geçirdim. Türk-İspanyol münasebetleri çok eski bir tarihe maliktir. Türk ve İspanyol tarihleri arasında görülen o kadar bariz parallellizm sadece bir tesadüf değildir. Bu, müsbet tarihi bağlardan, mümasil şartlardan ve amillerden doğmaktadır. Akdeniz'in biri bir köşesinde öteki öbür köşesinde her iki millet, biri İslamiyet'in diğeri Hıritiyanlığın müdafii olarak ortaya çıkmışlar, 16. asırda her ikisi de cihanşümul birer imparatorluğun sahibi olmuşlar, Akdeniz'de genişleyerek birbiri karşısına çıkmışlar, bu denizin hakimiyeti için mücadele etmişler ve benzer şartlar altında iktisadi ve siyasi inhitata uğramışlardır.

    Osmanlılar, tarihlerinin daha ilk yıllarında İspanyollar ile temasa gelmişlerdir: Garbi Anadolu'yu istilaya girişen Türkmen kuvvetlerine karşı Bizans imparatoru Mihail Paleolog bir Katalan askeri kumpanyasını kullandı. Batı Anadolu'da umumiyetle muvaffakiyetli harekatta bulunduktan sonra imparatorla bozuşan Katalanlar Trakya'ya çekilmişler, bunlardan bir grup Osman Gazi'ye iltihak etmişti. Trakya'da o zaman akıncı grupları halinde bulunan Türklerle gah rakip gah müttefik olarak dolaşan bu Katalanlar sonra gidip Atina ve Theb'i zapt etmişler ve orada yerleşmişlerdir (1311). Onlar burada 1388 tarihine kadar hakimiyetlerini saklayarak Balkan fütuhatına girişmiş olan Osmanlılar ile ekseriya dostça münasebette bulunmuşlar, 1369 yılında I. Murad ile ittifak etmişlerdir. Bilahare Katolonya'nın sahibi Aragon hanedanından kralların Atina üzerinde iddiaları bu Katalan hakimiyeti ile alakalıdır. Aragon hanedanı Sicilya'dan sonra 1435 tarihinde Napoli arazisini de ele geçirdikten sonra Akdeniz hakimiyeti emelleri beslemeğe başlamış, bir taraftan Arnavutluk'ta, öbür taraftan Yunanistan'da siyasi gayretler göstermişlerdir. Osmanlılar buralarda yerleşince de bu gayretler haçlı emelleriyle birleşmiştir.

    Rönesans'ın parlak hükümdarı V. Alfonso, Arnavutluk'ta Osmanlılar'a karşı asi Arnavut senyörlerini, evvela Araniti'yi, sonra İskender beyi himayesi altına sokmuş para ve asker göndermiş, Osmanlıları bir hayli endişeye düşürmüştür. Aragon krallarının Barselona'dali arşivi bu devirde Osmanlılar'ın Balkan harekatı ve siyaseti hakkında zengin malzemeyi ihtiva etmekte olup bunları ilk defa Romanyalı tarihçi C. Marinesco esaslı surette tetkik etmiştir. İstanbul'un zaptı üzerine Papa V. Nikola'nın teşkiline çalıştığı haçlı seferinin kumandasını Alfonso kendi almayı ve İstanbul'u kendisi için zaptetmeyi tahayyül ediyordu. İstanbul'un fethi İspanyol milleti üzerinde derin bir tesir bırakmıştır. Bunu o devirde meydana çıkmış olması lazım gelen bir İspanyol romans'ında açıkça görmek mümkündür. V. Alfonso ölünce (1458) yalnız Napoli'ye tevarüs eden oğlu Ferrante Osmanlılar'a karşı, kendi düşmanı da olan Papa ve Venedik ile birleşmekten kaçınmıştır (Osmanlılar ile dostça münasebeti gösteren bir Napoli mektubu Topkapı Sarayı arşivinde çıkmıştır, no. 6675). Fakat bu, 1480'de Osmanlılar'ın İtalya fütuhatına başlangıç olarak Otranto'yu işgal etmelerine mani olamamıştır.

    Gırnata'nın, İspanyol hükümdarı Ferdinand ve İzabel tarafından istilası üzerine oradaki müslümanların istimdadına Osmanlı Sultanı Bayezid II faal olarak bir cevap verememiştir. Bu müslümanlardan bir kısmı ve tazyik gören pek çok yahudi bu devirde Osmanlı ülkelerine kabul edilmişlerdir. İspanya'dan şimali Afrika'ya geçen birçok müslümanlar buraya gelen Türk deniz gazilerinde İspanyollar'a karşı enerjik bir intikamcı ve müdafi bulmuşlardır. Bu deniz gazileri şimali Afrika'yı eski Rumeli uçları gibi serbest bir gaza bölgesi haline getirdikten ve orada yerleştikten sonra Osmanlı Sultanı'nın doğrudan doğruya emri altına girmişler, bu suretle Batı Akdeniz'de Osmanlı-İspanyol mücadelesi başlamıştır. İmparator Şarlken, yahut bizim vesikalarda bazen yazıldığı gibi "İspanya Kralı Karlo" zamanında bu mücadele en şiddetli bir hal almış, nihayet Osmanlılar Barboros Hayreddin Paşa'nın deniz zaferiyle Batı Akdeniz'de de hakimiyet kurmaya muvaffak olmuşlardır. Şu noktayı belirtmek lazımdır ki, Şarlken, dayandığı kuvvet ve temsil ettiği siyaset itibariyle bir İspanyol kralıdır.

    Osmanlılar onun şimali Afrika'da İspanyol hakimiyetini kurmasına mani olmuşlardır. Ancak 1571'de İnebahtı (Lepanto) da Türk donanmasının mağlubiyeti esaslı bir İspanyol zaferidir. Denilebilir ki, 16. asır son yarısında Akdeniz tarihi bu iki imparatorluğun bu deniz üzerinde hakimiyet mücadelesinden ibarettir. Şah Abbas, Batı'da Osmanlılar'a karşı müttefik ararken bilhassa İspanyol sarayına elçilerini göndermiştir. Bununla beraber İspanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında esaslı iktisadi bir bağ vardır. 16. asır sonralarına doğru Osmanlı ülkesini İspanyol gümüş reyalleri istila etmiştir. İspanyolların Amerika'dan getirerek doğuya kanalize ettikleri bu bol gümüş, İspanya'nın ve Osmanlı devletinin birbirini müteakip uğradıkları enflasyonun ve iktisadi kargaşalıkların kaynağıdır. 17. asırda İngiliz ve Hollandalılar Akdeniz'e hakim oldukları zaman artık iki eski rakip İmparatorluk tarihlerinin inhitat devrine girmişler ve tekrar kendi köşelerine çekilmişlerdir.

    İşte bu çok eski ve kesif münasebetlerin belgeleri bugün İspanyol arşivlerinde her iki milletin tarihlerinin en parlak sahifelerini aydınlatacak bir serginlikle mevcut bulunmaktadır.

    İspanya'da muhtelif eyaletlerin, şehirlerin, manastır vs. dini müesseselerin ve bazı eski büyük ailelerin müstakil arşivleri olmakla beraber devletin idaresinde bulunan şu arşivler en mühimleridir: 1. Archivo Historico Nacional, Madrid: 1886'da tesis olunmuştur. II. Juan (1406-1454) zamanına kadar çıkan vesikaları ihtiva eder. Orta-Çağ askeri tarihi, engizisyon, üniversiteler ve deniz aşırı İspanyol müstemlekeleri bakımından ehemmiyetlidir.

    2. Archivo de la Corona de Aragon, Barcelona: Burada 10.-15. asır vesikaları mühimdir. Daha öncelere ait vesikalar Al-Mansûr'un 986 da Barselona'yı zapt edip yakması sırasında mahvolmuştur. Mevcut vesikalar bilhassa İspanya İslam devletlerinin tarihi bakımından değerlidir. Osmanlı-Türk tarihi bakımından da bu arşiv fevkalade mühimdir. C. Marinesco'nun tetkikatı göstermiştir ki, arşivlerimizde Osmanlı tarihinin ilk iki asrına ait siyasi vesikaların çok mahdut olması sebebiyle bilhassa Balkan tarihinde bazı boşlukları doldurmak için Aragon arşivi çok kıymetli malzeme ihtiva etmektedir. Aragon Arşivi'nin yeni bir rehberi çıkmıştır: Los Archivos de Barcelona I. Ciudad, Direccion general de Archivos y Bibliotecas, Servicio de publicaciones del Ministerio de Educacion Nacional, Madrid 1952, Keza A. Rubio y Lluch'un Katalonya ile Şark arasındaki münasebetlere dair pek çok yazıları (bunlar için bak. B. Sanchez, Fuentes..., Madrid, 1952) burada zikredimelidir.

    3.Archivo Historico de Valencia: Akdeniz tarihi için mühimdir.

    Bu arşivlerden başka, Akdeniz tarihi için ehemmiyetli olan

    4. Archivo Historico de Mallorca,

    5. Archivo de la real Chacilleria de Granada burada zikredilmelidir.

    6. Archivo de Indias, Sevilla: Bilhassa deniz aşırı İspanyol müstemlekeleri, Amerika, Filipinler ve hususiyle iktisadi tarih bakımından mühimdir.

    7. Yeni-çağlar için en mühim arşiv hiç şüphesiz Simancas arşividir: Biz İspanya'da çok kısa ikametimiz esnasında ancak bu arşivi ziyaret edebildik. Archivo General de Simancas, II. Filip (1556-1598) tarafından Valladolid'den 10 km. kadar bir mesafede Simancas köyünde yapılmış bir şatoda devlet arşivi olarak tesis edilmiştir. İspanyol tarihinin parlak devri olup Akdeniz'de üstünlük için Osmanlılar ile mücadelenin en hararetli safhasına vardığı V. (I.) Karl ve II. Filip devirlerinin başlıca vesika hazinesini teşkil eden Simancas Arşivi, Osmanlı tarihi için birinci derecede ehemmiyetli arşivlerden biridir. İngiliz Arşiv İdaresi (Public Record Office) İspanyol arşivlerinden ve bilhassa Simancas arşivinden İngiliz tarihiyle alakası olan vesikaları tarattırarak 1870'ten beri bir seri halinde neşretmektedir (Calendar of State Papers, Calendar of letters, desaaaaaes and State papers relating to the negociations between England and Spain preserved in the Archives at Simancas and elsewhere). Bu serinin son 12. cildi 1949'da Royall Tyler tarafından neşredilmiştir. İngilizce tercümeleri verilen bu vesikalarda doğrudan doğruya Osmanlılar'ı ilgilendiren pek çok malzeme bulunmaktadır. Simancas Arşivin'den Türkiye'yi alakadar eden vesikalar kısmen F. Braudel tarafından kullanılmıştır. (La Méditerranée et le monde méditerranéé à l épogue de Philippe II, Paris 1949). Braudel, bu arşivin ihtiva ettiği muazzam malzemenin henüz tamamıyla tasnif edilmemiş olduğunu işaret ettikten sonra kendisinin ancak sondajlar yapmış bulunduğunu işaret eder (Kendisi, Archivo Historico Nacional de Madrid'de Osmanlı tarihi için şüphesiz fevkalade bir ehemmiyet taşıyan Confederacion entre Felip II y los Turcos'u bulup kullanamamıştır). L. Von Ranke (Die Osmanen und die spanische Monarchie im 16. und 17. Jahr. Leipzig 1878) daha ziyade İtalyan vesikalarını kullanmıştır. Simancas Arişivi'nin umumi bir rehberi Mariano Alcocer tarafından neşredilmiş olup (Archivo general de Simancas, guia del investigator, Valladolid 1923) orada Türkiye tarihini ilgilendiren serileri ve dosya numaralarını bulmak mümkündür. Mesela no: 92. serie VII: Costa de Africa y Levante correspondencia 1510-1620; no: 93. serie VIII: Expediciones maritimas en Levante...1588-1615 yılları; no: 101. serie XVI: Negociaciones de Roma , Expulsion de Moriscos, expediciones contra turcos, 1589-1618 yılları.

    Simancas Arşivi'nin muhteviyatını sistemli bir şekilde tanıtmak üzere şimdiye kadar muhtelif tarihlerde olmak üzere on dokuz katalog neşredilmiştir. Bu kataloglardan tarihimizi ilgilendirenleri şunlardır:

    1. Patronato Real, anos 834-1851, Edicion completa, Vallodolid 1946-1949, 2 cilt.

    2. Papeles de Estado de la Negociacion de Roma, Introduccion D. Angel de la Plaza, Vallodolid 1936.

    3. Papeles de Estado de la Correspondencia y Negociacion de Napoles, Por d. Ricardo Magdaleno, Vallodolid 1942.

    4. Guerra y Marina, I: Epoca de Carlos I de Espana y de Alemenia, por Concepcion Alvarez Teran, Vallodolid 1949.

    5. Patronato Nacional de Archivos Historicos, Papeles de Estado Sicilia, Virreinato espagnol y Negociacion de Malta, por Ricardo Magdaleno, Vallodolid 1951.

    6. Secreteria de Estado Capitulaciones con la Casa de Austria y papeles de las negociaciones de Alemenia, Sajonia, Polonia, Prusia y Hamburgo, 1493-1796, por Julian, Paz, Archiv für österreich. Geschichte, Band 103, Heft 1, Wien 1912.

    Bütün bu kataloglar kullanışlı bir şekilde hazırlanmış olup indeksler vasıtasıyla araştırılacak mevzuya ait vesikaların numaraları kolayca bulunabilmektedir. Fazla olarak vesikaların ait olduğu mevzu, belli başlı şahsiyetler ve tarihler kaydedilmiş olduğu için, Braudel'in de dediği gibi (mez, eser s. 1102), bazen asıl kaynak gibi kullanmağa imkan vermektedir. Bu analitik katalogların arşiv ve büyük kütüphanelerimiz için sağlanması çok faydalı olur.

    Prof.Dr. Halil İnalcık, "İspanyol Arşivleri Hakkında", Belleten, XX, Ankara (1956), S. 78-80, s. 230-236 kaynağından alınmıştır.

    OSMANLI-ENDÜLÜS, Sezai KARAKOŞ (Çıkış Yolu I: Ülkemizin Geleceği, Diriliş, İst. 2002, s. 64)

    Eğer Timur, kendi büyük devletini kurarken Osmanlı Devleti'yle barış içinde olsaydı, yani İslam'ın selam ruhunun içinde gizli olan noktadan hareket etseydi, yahut da ortam olsaydı, ya da kaderimiz öyle olsaydı, sonuç olarak Timur-Bayezid savaşı olmasaydı, Osmanlılar Endülüs'ü kurtarmak için gecikmemiş olurlardı.

    Endülüs bizden imdat istediği zaman, biz henüz Akdeniz hakimiyetini bile kurmuş değildik. Eğer Timur'un Anadolu'yu istilası olmasaydı, İstanbul'un fethi daha önce müyesser olacak ve Endülüs'ün imdadına yetişecektik.

    Endülüs'ün imdadına yetişseydik ne olurdu? Bu, tarihin toptan değişmesi olurdu. Çünkü, Endülüs Avrua'nın batısındaydı, Osmanlı ise doğusunda: Avrupa iki taraftan kıskaç altına alınmış demekti. Bir medeniyet, yani bizim medeniyetimiz, İslam medeniyeti Avrupa'yı doğudan ve batıdan kuşatmış durumdaydı. Ve bu medeniyet, bir gün belki orta yerde, Viyana'da buluşacaktı. İşte o zaman tarih tümüyle değişecekti. Ve o günden sonra, Rönesans'ın oluşumu ve büyük İslam devleti Osmanlı'nın bu yüzyılın başında çöküşü olmayacaktı.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  6. #6
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    İSLAM DÜŞÜNCESİNİN BATI'YA GEÇİŞİNDE HAÇLI SAVAŞLARI, ENDÜLÜS VE SİCİLYA I-II,

    Prof.Dr. Bekir KARLIĞA


    Bilindiği gibi, her medeniyetin biri manevi, diğeri de maddi olmak üzere iki temeli vardır. Çağdaş Batı medeniyetinin manevi temelleri, Helenistik kültür, Roma sadizmi ve Hıristiyan ruhbanlığıdır.Birbirine çok zıt olan bu üç kültürün bir türlü senaaae varamayıp sürekli mücadele halinde bulunması, Batı insanının manevi dünyasındaki açmazları oluşturmaktadır. Dolayısıyla çağdaş Batı uygarlığının içine düştüğü bunalım ve açmazlar da bu manevi alandaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Batı Medeniyetinin maddi temellerine gelince, Rönesans'tan itibaren hızlı adımlarla ilerleyip gelişen modern bilim ve bu bilimin pratiğe uygulanmasından ibaret olan teknolojidir. Bilim ve teknolojinin kurulup gelişmesinde Batı toplumlarının sahip olduğu millî karakterlerin de önemli rolü olmuştur. Batı Medeniyetinin manevi temelleri, M.Ö. II. Asır ile M.III. asır arasında kurulup geliştiği halde, maddi temelleri ancak XVIII. Asırda gelişmeye başlamıştır. Onbeş asır boyunca aynı faktörler neden böyle bir bilim ve teknolojinin gelişmesini hazırlayamamıştır?



    Rönesans denilen yeniden doğuş hareketi, acaba durup dururken kendiliğinden oluşmuş bir hareket midir? Ya da çoğu kez batılı araştırıcıların iddia ettikleri gibi, Türkler'in İstanbul'u fethi ile birlikte İstanbul'dan kaçan Georgios Gemistos Plethon ve Basilius Bessarion gibi Bizanslı bilginlerin Florence'ya gelip Platoncu akademiyi kurmaları ile mi başlamıştır? Ama ünlü Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) uzun tarihi boyunca insanlık düşünce dünyasına katkıda bulunmuş olan kaç bilgin ve düşünür yetiştirmiştir? Bildiğimiz kadarıyla bir filozof olmaktan çok eski bilgilerin tekrarcısı durumunda olan Photius (öl. 897), Kayseri piskoposu Patras (907), Psellus (öl.1055) gibi birkaç sıradan isimden başka hiçbir düşünür yetiştirmemiştir. O halde Renaissance'ın kuruluşunda Bizans düşüncesinin ne denli etkili olabileceği tartışma götürür.



    Batı Dünyasında düşünce hareketinin doğup gelişmesinde, gerek Latin Ortaçağının uyanışında, gerek Batı'nın yeniden doğuşunda (Renaissance) gerekse Hıristiyanlığın yeniden biçim kazanışında (Reforme) en önemli faktör, -uzun süre göz ardı edilmesine karşılık - İslam Düşüncesinin, kültür ve medeniyetinin Latin mütercimler kanalıyla Batıya aktarılması olmuştur.



    İslam düşüncesinin Batıya geçişi ne zaman, nasıl ve hangi yollarla olmuştur?

    İslam düşüncesinin Batıya geçişinde Endülüs ve Sicilya'da teşekkül eden bilim çevreleri etkili olmuşsa da bu bilim v e düşünceyi öğrenip benimsemeye sevk eden asıl faktör, Haçlı savaşlarıdır. Bu vesileyle İslam memleketlerine gelen, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer Avrupa milletlerinden oluşan batılıların bu ülkelerde parlak bilim ve medeniyeti görmeleridir. Haçlı savaşlarıyla gözü açılan şövalye ruhlu kişiler, Doğu'da geziler yaparak, memleketlerine döndüklerinde bu parlak medeniyeti, binbir gece masallarında okunan efsanevi bir dille anlatıp tasvir etmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda Batı dünyasında İslam medeniyetine, İlim ve kültürüne karşı tutku derecesine varan hayranlık baş göstermiş, Endülüs ve Sicilya gibi Batı İslam memleketlerine gelen din adamları, İslam ilim ve kültürünü kendi ülkelerine taşımışlardır.



    Nitekim, Ortaçağın başında İslam düşüncesinin tercüme edilmeye başlandığı döneme kadar, Boetius, Cassidore, Isidor de Seville ve Bede le Venerable, Albuin, Jean Scot Erigene, Gerbert ve St. Anselmus gibi, içlerinden ancak birkaçının orijinal olduğu düşünürler yetişmiş iken, İslam düşüncesinin Latince'ye çevrilmesiyle birlikte, Abelardus'tan (öl. 1142) Guillaume d'Occam'a kadar her biri gerçekten orijinal bir dizi düşünürler yetişmiş ve bunu müteakip de Rönesans hareketi başlamıştır. Sorbonne ve Oxford Üniversitelerinin İbn Sina'cı (Avicennist) ve İbn Rüşd'çü (Averroist) akımların merkezlerini teşkil ettiği düşünülecek ve XV. yüzyılda Polonya'daki en büyük bilim merkezlerinden birisi olan Cracovie Üniversitesi'nde en etkili akımın Averroiste (İbn Rüşd'çü) akım olduğu hatırlanacak olursa, bu etkinin büyüklüğü ve yaygınlığı da kendiliğinden ortaya çıkar.



    Bu yazımızda, Haçlı savaşlarında, Endülüs'te ve Sicilya'da, Hıristiyan Batı dünyasının İslam dünyası ile nasıl karşılaştığını ve İslam düşüncesi, İslam kültür ve medeniyeti karşısında nasıl bir tavır takındığını tarihi seyri içinde sergilemeye çalışacağız. 635 yılında -Allah'ın Kılıcı- Halid ibn Velid komutasındaki İslam ordularının Şam'ı fethetmesi, iki yıl sonra da Emir'ül-Müminin Hz. Ömer'in Kudüs'ün anahtarlarını teslim alması ile birlikte Hıristiyan alemi İslam tehdidi ile karşı karşıya olduğunu fark etti. Bilahare Kuzey Afrika üzerinden geçen Müslüman ordularının 711 yılında İberik yarımadasını feth etmeleriyle birlikte Müslüman- Hıristiyan münasebetleri gelişti, ancak bu hiçbir zaman toplu düşmanlık haline dönüşmedi. Kısa bir süre sonra İslam orduları Pyreneleri aştığında da Ortaçağ karanlığına gömülmüş bulunan Hıristiyan Batı alemi, kendini toparlayıp Müslümanlara karşı toplu bir harekata baş vuramadı. Fakat kısa bir süre devam eden atılımdan sonra İslam Dünyası da kendi iç problemleri ile cebelleşmeye başladığı için hızlı yayılma hareketi durdu ve iki taraf doğuda; Doğu Anadolu yaylaları, Güneyde Toros dağları ve Batı Avrupa'da da Pyrene sıra dağları uzun yıllar Hıristiyan-İslam sınır boyunu teşkil ettiler. Büyük Selçuklu devletinin kuruluşuna kadar bu çizgi az-çok aynı şekilde sürüp gitti.



    Ama Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in Dandanakan'da kazandığı savaş ile birlikte (1040) büyük akınlar halinde Müslüman Türk kavimleri Küçük Asya'ya doğru yürümeye başladılar. Kısa zamanda Bağdat İslam hilafetini de yanlarına alan Selçuk oğulları 26 Ağustos 1071 Cuma günü kendisinden kat kat büyük Bizans ordusunu Malazgirt Ovasında mağlup ettiler. Malazgirt meydan muharebesi ile Küçük Asya'nın kapıları Müslüman Türklere açıldı ve bir Bizans kroniğine göre, kara ve deniz sanki bütün dünya kafir barbarlar (Türkler) tarafından işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Malazgirt zaferinden yaklaşık 5 yıl sonra Türk orduları Bizans başkentinin varoşlarında görünmeye başladılar. Kutalmış oğlu Süleyman Şah, İznik'i fethedip kendisine payitaht yaptı. ve müteakip 5 yıl içerisinde de Nasır'üd Devle Ebu'l-Fevaris Gazi Sultan Süleyman Şah Boğazın Anadolu kıyılarına gelip bir gümrük idaresi kurdu. 1086 yılında Haleb ve Antakya'yı teslim almaya gelen Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Akdeniz'i gururla temaşa etti, iki rekat namaz kıldı ve devletin hudutlarını babasından daha ileriye götürdüğü için Allah'a şükretti. Atıyla denizin dalgalarına yürüyerek kılıcını suya çarptı ve şükürlerini tekrarladı. Denizden götürdüğü kumları babasının türbesine serperken de - Ey babam, sana müjdeler olsun, küçük yaşta bıraktığın oğlun devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdü- diyerek babasının ruhunu şad eder.



    Artık bıçak kemiğe gelip dayandığı için Bizans tehlikenim vahametini sezer. İmparator Mihael 1074 Şubatında Papa VII.Gregoire'a başvurarak Türklere karşı yardım ister. Buna mukabil de Ortodoks kilisesi, tarihi düşmanlığı bırakarak Katolik kilisesine iltihak edeceğini vaad eder. Gerek Doğu Roma, gerekse artık Batı Hıristiyanlığının merkezi durumuna gelmiş olan Batı Roma, kısa zamanda kendisini toparlayıp ta tavır koyamaz.Fakat önce Batıda mevcut olan İslam topraklarını yeniden ele geçirmek için Katolik kilisesi Hıristiyan alemini toplu harekata hazırlar. 1072 yılında Normanlar Sicilya'yı zaptederek oradaki İslam hakimiyetine son verirler. 1085 yılında kral Alphonse VI. Ünlü bir İslam kültür merkezi olan Toledo'yu zaptederek imparatorluğuna merkez yapar. 1091 yılında İspanya'da Müslümanlara karşı Hıristiyan mücadelesi başlar. Katolik kilisesi tarafından organize edilen -Reconquista-yeniden zabt hareketi; Rodrigo Diaz de Bivar'ın Toledo kralı VI. Alphonso'nun yeğeni Jimena ile evlenerek Müslümanlara karşı Hıristiyan bir mücadele başlatmasıyla alevlenir. Bu kişi Müslümanlar arasında efendi anlamına gelen -Seyyid-, İspanyolca telaffuzu Cid, İspanyollar arasında da ünlü silahşor anlamına gelen -Compeador-unvanını kazanarak efsanevi bir kişiliğe bürünür. Ve nihayet Fransa'nın Clermont şehrinde Papa III. Urbain'in çağrısı üzerine 1096 yılında Pierre L'Ermite komutasında ilk haçlı savaşları başlar. Yaklaşık yüzyıl süren dört büyük haçlı savaşında(1.1096-1099,2.1100,3.1147-1149,4.1189-1192) sayıları yüz binleri aşan haçlı orduları İslam dünyasına hücum eder ve bu akınlar yedi kez tekrarlanır. Ortaçağ Avrupa'sının bulunduğu ilmi ve fikri düzeyi Üsame ibn Munkiz'in anılarında çok açık olarak görüyoruz: Üsame ibn munkiz(XII.asır) El-İ'tibar isimli eserinde diyor ki: -Onların (Haçlıların) tıp ilimlerinin tuhaflıklarından biri de şudur: el-Munaytıra'nın sahibi olan kont, amcama mektup yazarak beraberinde bulunan bazı hastaları tedavi etmek üzere doktor göndermesini istedi. O da kendisine Sabit adı verilen bir Hıristiyan doktoru yolladı. On gün geçmeden adam döndü. Ona: Hastaları ne çabuk tedavi ettin? dedik. Adam dedi ki: Yanıma ayağında çıban çıkmış bir süvari ile memesinden süt gelmeyen bir kadın getirdiler. Süvari için üzerinde çıban merhemi olan bir bez hazırladım, iyileşti. Kadına da perhiz yaptırdım mizacını nemlendirdim.



    Bu sırada onların yanına bir Frenk hekim gelip dedi ki: Bu adam, onları tedavi edecek bir şeye sahip değil. Sonra süvariye dönüp dedi ki: Tek ayakla yaşamayı mı, yoksa iki ayakla ölmeyi mi, hangisini istersin? Adam : Tek ayakla yaşamayı,dedi. Öyleyse; bana güçlü bir atlı ve keskin bir balta getirin, dedi.Bir şövalye ve bir balta getirdiler. Ben de orada hazır bulunuyordum. Hastanın ayağını bir ağaç kütüğünün üzerine koydu ve şövalyeye: kesebileceğin bir darbe ile baltayı ayağına indir, dedi. Bir darbe indirdi-ben de ona bakıyordum-ama kesemedi. Sonra ikinci bir darbe indirdi ve bacak ilgi aktı, adam da o saat öldü. Sonra (o Frenk hekim) kadına baktı ve: Bu kadının başına şeytan üşüşmüş, saçını tıraş edin, dedi.Kadının saçını tıraş ettiler. Kadın(perhizi bozarak) onların yediği şeylerden, sarımsak ve hardaldan yemeye başladı.Bunun üzerine sütü daha çok kesildi. (Frenk hekim) öyleyse şeytan onun başının içine girmiş, dedi ve bir bıçak alıp kadının başını ikiye böldü, ortasını sıyırdı, başın kemiği belirince onu tuz ile ovdu. Kadın da o saatte öldü. Bunun üzerine onlara: Bana hala ihtiyacınız var mı? dedim. Onlar : Hayır, dediler. Böylece geldim ve onların hekimliği ile ilgili bilmediğim şeyleri öğrenmiş oldum.



    İslam dünyasının o günkü durumuna göz attığımızda görüyoruz ki, yaklaşık 800 yılında Bağdat'ta Halife Harun er-Reşid'in emriyle, 914 yılında birinin, 918 yılında ikisinin ve 925 yılında üçüncüsünün kurulduğu beş-altı hastane bulunmaktaydı. Bundan başka X. Asrın başlarında, doktorların hapishaneleri dolaşarak muayene ettiklerini, aşağı Irak köylerini ziyaret etmek suretiyle, seyyar muayenehane düzenlediklerini görmekteyiz. O zaman Bağdat'ta ne başlarsa öteki vilayetlerde de kopya ediliyordu. Böylelikle IX. Asırdan itibaren büyük şehir merkezlerinde hastaneler kuruldu. En büyüklerinden biri, 1284 de Kahire'de eski bir sarayda açılan 8000 yataklı olduğu rivayet edilen Mansuri hastanesidir.hastane çok zengin bir şekilde tefriş ve teçhiz edilmiştir. Hem kadın ve erkek hastalar ayrılmış, hem de dizanteri, göz ve ateşli hastalıklar için ayrı koğuşlar yapılmıştır. Hastane personeli arasında bazıları mütehassıs olan birçok cerrah ve hekimin yanısıra, kadın ve erkek hasta bakıcılar, çok sayıda idari hizmetliler bulunuyordu. Hastane müştemilatında ise, eczane, zahire odaları, mescit, kütüphane ve konferans salonu vardı. Hastaneler bu kadar mükemmel olunca, onların idaresi için yazılı rehberlerin bilinmesi artık şaşırtıcı değildir.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  7. #7
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    İslam dünyasındaki bu hastane geleneğini Avrupa ancak 1500 yıllarında kurmayı başaracaktı:--Haçlıların edindiği tecrübeler, takriben 1200 yılında yalnız hastalar için yapılmış ilk hastanelerin tesisine de amil oldu. Lakin bu tesisler bulaşıcı hastalıklar için ayrı koğuşlar ihtiva eden Müslüman hastane standartlarının çok gerisinde bulunuyorlardı. Hekimler, hastaları hastanelerde ziyaret ediyorlardı. Bununla beraber tarihte nöbetçi doktorlu ilk hastane1500 yılında Stassburg'da kurulmuştur. Hastanede, talebelerine klinik öğretimi yapan Müslümanlara ait diğer bir usul, Avrupalılar tarafından ancak 1500 yılından sonra kopya edilebilmiştir. 1163 yıllarında bile cerrahinin tıp ilimleri arasında okutulması papalığın bir fermanıyla yasaklanmıştı.-Cerrahlığa karşı olan bu tavır, belki de hem Arapça'dan yapılan tercümelerle tıp tahsilinde görülen muazzam gelişmeler sayesinde, hem de haçlı seferleri sırasında Hıristiyanların Müslüman tıbbından öğrendikleri ameli tecrübeler neticesi olarak sonunda değişmek mecburiyetinde kaldı.



    Yukarda sözü edilen yasak Papa III. Alexander tarafından 1163 yılında alınmıştır. Aynı Papa - fizik öğrenimi de bütün kilise mensuplarına -ki o vakit okuyup yazmak fırsatını bulan ancak bunlardı-Tours ruhani meclisinin kararıyla yasaklamıştı. Daha garibi, bu karar 250 sene sonra Papa Pie V hastaları tedaviye başlamadan önce rahiplerin görüşünü almayı zorunlu tutuyordu. 1281 yılında toplanan konsül, keşişlerin cerrahi ameliyat yapmasını yasaklamıştır.



    Görülüyor ki Haçlı savaşları asıl amacının dışında ve bambaşka bir yönde gelişmelerin doğmasına neden olmuştur. Böylece geri kalmış Batı toplumları, ileri İslam toplumlarındaki gelişmenin nedenlerini, araştırmaya koyulmuşlar ve neticede İslam milletlerinin ilim ve kültürünü öğrenmekten başka yollarının bulunmadığını anlayıp İslam ilimlerini öğrenmek üzere faaliyete geçirmişlerdir. -Haçlı seferlerinin neticesi, Haçlıların peşinde koştukları gayenin tam tersi oldu. Haçlılar doğudaki hayat tarzının, kültürel bakımdan birçok mühim taraflarını benimsediler ve memleketlerine dönünce de bunları taklit ederek hayatları boyunca yaşamaya çalıştılar. Haçlı seferlerine katılan devletlerde Arapça'dan Latinciye bazı tercümeler yapıldı.



    İslam düşüncesinin Batı'ya geçişinde Haçlı savaşları itici bir unsur olarak önemli bir görev üstlenmişti. Batı'da bir yandan düşman saydığı Müslümanlara karşı kin ve nefret hızla artarken, diğer yandan da düşmanın üstünlüğünü kabul edip ona karşı güçlenmenin ve onu alt edebilmenin çarelerini araştırmak isteği, doğrudan bu üstün düşmanın kültür kaynaklarına inmek gereğini doğurmuştur.


    İslam düşüncesinin Batıya geçişinde iki önemli bölge aktif rol almıştır.: 1-Endülüs, 2- Sicilya



    Bilindiği gibi İslam'ın ilk fetih yıllarında Bizans'ın ve özellikle Hıristiyanlığın merkezi olan Constantinople (İstanbul -Konstantiniyye) nin fethi Müslümanlar için erişilmesi gerekli büyük bir hedef olarak görülmüştü.belki de bunda İstanbul'un fethi ile ilgili olarak H.z Peygambere atfedilen bir hadisin etkisi vardı. Bu sebeple H.z Osman zamanında, Busr İbn Ebu Ertah kumandasındaki deniz kuvvetleriyle Mısır'da Abdullah İbn Ebu Serh komutasındaki deniz kuvvetlerinin ortaklaşa tertiplediği bir harekat ile Finike (Pohenix ) önlerinde Zatüs- Savari (direklerin çok olduğu savaş ) diye adlandırılan savaşta Bizans deniz filosu ile karşılaşılmıştı. 669 yılında da Fadale İbn Ubade el-Anzari komutasındaki Müslüman kuvvetler İstanbul'u kuşatmıştı. Bu kuşatma ertesi yıl kaldırılmıştı. İkinci kuşatma 674-680 yılları arasında olup yedi yıl savaşları diye bilinir. Bilahare 716-717 yıllarında Emevi kumandanlarından Mesleme komutasındaki bir ordu İstanbul'u kuşatmış ve bu kuşatmada da muhafız kıt'alarının reisi Abdullah büyük başarı göstermişti. Bu sebeple kendine el-Battal (Kahraman ) ünvanı verilmiştir ki Anadolu'nun Müslümanlaşmasında adı destanlara konu olan ünlü Seyyid Battal Gazinin bu kişi olduğu sanılmaktadır.Son olarak ta 782 yılında halife el-Mehdi'nin oğlu Harun komutasındaki Müslüman birlikler, Üsküdar'da karargah kurup, Bizans'ı cizye vermeye mecbur etmişlerdi. Kuzey Afrika'nın fethi ile birlikte Bizans'ı Batıdan kuşatma ve buradan hareketle Costantinople'u feth etme arzusu Müslümanları Akdeniz'in Kuzey sahillerine itmiştir.Nitekim bu amaçla 650 veya 670 yıllarında Sicilya Adası'nı kuşatmaya çalışmışlardır. H.z Osman devrinde ilk kez Müslümanların Endülüs'e çıkartma yaptıkları bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Bu arzu ve istek Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesine kadar sürecek, bundan sonra da Türkler Roma'yı fetih etmeyi kendileri için bir ideal (Kızıl Elma ) olarak göreceklerdir.



    Ancak Endülüs'e ilk çıkartma 710 yılı Temmuz ayında Musa İbn Nusayr 'ın azatlı kölesi Tarif tarafından gerçekleştirilir. Bir askeri keşif harekatı nitelinde olan bu çıkartmaya yaklaşık 400 atlı katılır. Cebel-i Tarık Boğazı'nın en dar yerinde bulunan ve bugünde kendi adını taşıyan Tarife isimli (İslam kaynaklarında Ceziret'ül Tarif ) yerden adaya ayak basan Müslümanlar kısa bir sürede Atlantik Okyanusuna kadar olan küçük bir alanı zapt eder ve buraya karargah kurarlar. Ertesi yıl (711) Musa İbn Nusayr diğer bir azatlı kölesi olan Berberi soyundan Tarık İbn Ziyadı 7000 kişilik bir ordu ile bugün kendi adını taşıyan Cebeli Tarık Boğazı'nın (Gibraltar ) en dar yerindeki kayalık kısımdan karaya çıkar. Septe (Ceuta) kontu Julian (İslam kaynaklarında Ulyan veya Yulyan ) Tarık İbn Ziyad'ı adanın fethi için davet eder. Nitekim İbn el-İzari bu efsaneyi olayı şöyle anlatır: "Kafir Yulyan -Yeşil adanın sahibi 91 yılında Musa'nın Tanca ve çevresinin valisi olan Tarık vasıtası ile İfrikiyye'nin sahibi Musa İbn Nusayr'a dehalet ederek, onunla mektuplaşıp, Endülüs'e girmesi için kendisini teşvik etti ve orayı güzel gösterdi. Denildi ki, bizzat kendisi deniz yoluyla onun ( Musa İbn Nusayr ) yanına gidip bu konuda onunla toplantı yaptı. Musa'da Velid İbn Abdülmelik'e ya bizzat kendisi giderek veya mektup yazarak- ki bu daha çok açık olanıdır- izi istemişti.Velid de onu gizlice denemesini ve Müslümanları aldatmamasını belirtti. Bunun üzerine Musa İbn Nusayr Berberilerden Ebu Zür'a künyesini taşıyan ve tarif denilen bir kişiyi yüz atlı ve dört yüz piyade ile oraya gönderdi. Dört gemi ile Tanca'nın Karşısındaki Endülüs sahillerinde ve bugün Tarif adası diye bilinen yere çıktı.. Bu, 91 yılı Ramazan ayında idi."



    İslam kaynaklarında - haklı olarak- efsanevi bir şekle bürünen bu fetih olayı ve Tarık ibn Ziyad'ın şahsiyeti ile ilgili değişik bilgiler verilir. Adaya ilk çıktığında gemileri yakan (bu husus, Endülüs tarihine ait ana kaynaklarda yer almayıp, sonraki yüzyıllarda yazılan Himyerî ve İbnü'l-Kerdebûs gibi 2. el kaynaklarda geçmektedir. Bu sebeple Endülüs araştırmacılarının çoğu bu haberin doğru olamayacağı görüşündedirler. Yani, gemilerin yakılması söz konusu değildir. Çünkü, askerlerin devletle bağlantısı sadece deniz yoluyala mümkün ve gemi yapımı zor bir iştir. L.Ş.)



    Târık, askerlerini toplayarak şöyle bir konuşma yapar:

    " Ey insanlar; nereye kaçabilirsiniz artık ? Arkanızda deniz önünüzde düşman. Allah'a and olsun ki, sizin için sabır ve sadakat tan başka yapacak bir şey yok. İyi bilin ki, siz bu adada cimriler meclisindeki öksüzlerden daha az imkana sahipsiniz.Karşınızda düşman, askerleri ve silahlarıyla sizi bekliyor. Yiyecekleri sebil gibi sizin neyiniz var? Kılıçlarınızdan başka sığınağınız ve düşmanlarınızın elinde kapabildiğinizden başka yiyeceğiniz yok. Uzun süre azıksız kalıp ta bir şey beceremezseniz, yerinizde yeller eser. Sizin korkunuzla dolu bulunan yürekler, yerlerinizi size karşı cesaretle dolmuş yüreklere bırakır. Bu azgın düşmana karşı direnerek, düşmeniz ihtimali bulunan kötü akıbet ve hüsrandan kendinizi koruyunuz.. Onun surlarla tahkim edilmiş kenti, sizi bu acı sonuca sürükleyebilir. Ölümü göze alırsanız, fırsatları değerlendirebilirseniz. Ben, kendimi kurtarabileceğim bir şeyi size emretmiyorum.Ve sizi en basit karşılığı canlar olan bir yola sürüklüyorum. İşe ilkin kendi nefsimden başlıyorum. İyi biliniz ki, pek az bir meşakkate katlanırsanız, sürekli ve çok zevkli güzellikleri elde edebilirsiniz... İyi biliniz ki, sizi davet ettiğim bu işe ilk koşan ben, olacağım İki topluluk karşılaştığında, milletinin azgını olan Lezrik'in (Rodrik) üstüne kedimi atacağım ve inşallah onu ben, öldüreceğim. O esnada sizde benimle birlikte atılın. Eğer ben, ondan sonra ölecek olursam, onun işini bitireceğim için artık size bir şey kalmayacak. O zaman siz, başınıza geçecek akıllı birini bulursunuz. Ama ondan önce ben, ölecek olursam; bu kararlı davranışın beni ta'kib edin. Siz de kendinizi onun üzerine atın. Bu adayı fethedebilmenin biricik yolu, onu öldürmektir."



    Janda adlı küçük göl kıyısında ve Barbata nehrinin tam ağzında 25000 kişilik Rodrik'in ordularıyla yapılan savaşta, Rodrik ve ordusu mağlup olur. Rodrik'in akıbetinden bir daha haber alınamaz. Böylece yaklaşık 780 yıl sürecek olan İberia yarımadasının Endülüs olma kaderi başlar. Ve bir Hıristiyan yazarın ifadesi ile "elde ettikleri bu kesin sonuçtan sonra Müslümanlar İspanya içlerine doğru gezintiye çıkar gibi girip ilerlemelerini devam ettirdiler." Sağlam surları bulunduğu için Sevilla 'yı bir yana bırakıp Beije ( Seville'e 92, Madrid'e 455 km )'den (İsticce) Toledo'ya doğru yollanan bir grup Mugis er-Rumi'nin komutasında Kurtuba (Cordoba) önlerine geldi. (Seville, 143, Madrid, 404 km.)İki ay süren bir kuşatmadan sonra bir çobanın şehrin müstahkem surlarındaki bir gediği Müslümanlara göstermesi üzerine Endülüs İslâm devletine yüzyıllarca başkentlik yapacak olan bu ünlü şehir fethedilir. Müslüman orduları Malaga ( maeka) liman şehrini ( Madrid, 540, Seville, 215km.),Gırnata yakınlarındaki Elvire ( el- Bire) kenti(Madrid, 428, Seville,261km.)ni alıp adanın Doğu tarafına doğru ilerleyerek Murcia (Murcia)yi (Madrid393,Seville 547km.) almışlar ve müteakiben Toledo'ya doğru hareket etmiş olan Târık İbn Ziyâd'a Toledo önlerinde iltihâk etmişlerdir. Târık İbn Ziyad önce Toledo'nun çevresindeki yerleşim mahallerini zaptetmiş ve arkasından da o günkü Vizigot krallığının başkenti ve yarımadanın merkezi olan Toledo (Tuleytule) yi (Madrid,69, Seville 478 km) fethetti.Böylece bir ilkbaharda Başlayan fetih harekatı sonbahara gelindiğinde yarımadanın yarısının fethi ile sonuçlanmıştı.



    Bu hızlı fütuhât karşısında dehşete kapılan İspanyollar, "gökten mi yerden mi geldiğini bilemediğimiz bir millet topraklarımıza saldırdı" diyerek apışıp kalacaklardır. Ertesi yıl "Yeşil Ada"ya (el-Cezîretü'l-Hadrâ / Algeciras) gelen Afrika Valisi Nusayr bizzat fetihleri sürdürecektir.İlkin Müstahkem surlarla çevrili olan Seville'i (İşbiliye) alarak (713) kuzeybatıya doğru yürümüş ve Merida (Marida)'yı bir yıllık bir kuşatmadan sonra fethetmiştir.(Madrid, 312, Seville, 195 ) kısa bir süre sonrada İberik yarımadasının Kuzey kısımlarındaki Zaragoza (Caeserae auguste Caeserae-uguste ve İslam kaynaklarında Sarakusta ) kenti (Madrid,321, Seville870 km ) zapt edilerek Aragon Leen Austrias ve Galicia (Cellikiyye)bölgelerini kontrolleri altına almışlardır. Müteakip 7 yıl zarfında "Yeşil adanın her tarafı Müslümanların kontrolüne geçmişti. Fethedilen bu yerlere Arabistan'dan getirilen Müslümanlar yerleştirilmeye başlandı. Şamlılar Elvire'ye, Ürdünlüler Beeriyye'ye, Filistinliler Şezone'ye,(Madina, Sidonia) Hıms'lılar İşbiliyyiye'ye Knssrin halkı Ceyyan (Jean), Bâce (Baeza) bir kısmı da Mürcie'ye (Murcia) yerleştirilmiştir.



    Musa İbn Nusayr'dan sonra yerine oğlu Abdülaziz İbn Musa, ondan sonrada Eyyüp b. Habib Endülüs Eyaletinin valiliği görevini üstlendi. Daha sonra vali olan Hürr İbn Abdurrahman es-Sakafi (Batı kaynaklarında ALAHPON diye tanınıyor) 717 veya 718 yılında Pirene dağlarını aşarak Fransa içlerine seferler tertip etmeye başlar.Onun yerine geçen Semh ibn Malik el-Havlanî, 720 yılında Narbonne (Arbûne: Paris'e 447 km) zabteder. Ertesi sene de Aquitania dükü Eudes 'in başkenti olan Toulouse (Tulûse: Paris' 705, Madrid'e 748 ve Seville'ye 1275 km) kentini kuşatarak burada şehit düşer. 721'de Semh İbn Malik'in yerine Endülüs valisi olan Abdurrahman ibn Abdullah el- Gafiki Toulouse şehrinin önünden geçen Garonne Irmağı'nın kıyılarında şehit düşmüş olan Semh İbn Malik'in intikamını almak üzere Dük Eudes ile şavaşıp ırmak boyunca Kuzey'e doğru ilerleyerek Bourdeaux (Bürzîl: Paris'e 579; Madrid'e 728km) kentini kuşatır.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  8. #8
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Abdurrahman el-Gafiki, 732 yılında ırmak boyunca ilerlemesine devam ederek Poitiers ( Paris; 334; Madrid; 973) şehir dışındaki yerleşim mahallerini zabtederekTours (Paris'e 234, Madrid'e 1073 Seville'e 1620 km) kentini kuşatır. Sonbaharın bu yağışlı ve soğuk günlerinde geriye dönerken Clain ile Vienne ırmaklarının birleştiği Chatellerault yakınlarında (Poitiers'e 35; Tours'a 70 km) Merovenj hükümdarlık ailesinin saray nazırı Charles Martel ile karşılaşır. Yedi günlük bir bekleyişten sonra Ekim 732'de Abdurrahman bizzat saldırıyı başlatır, ancak savaş esnasında şehit düşer. Büyük savaş olmamakla beraber, o gün akşama kadar iki ordu birbirine karşı koymuş, akşamleyin karanlıktan istifade eden Müslümanlar geri çekilmişlerdi. Ancak, ertesi gün durumdan haberdar olan Charles Martel, Müslümanları takibe yeltenmemiş ve böylece Müslümanlar bundan sonra bir daha bu bölgeye saldırıda bulunmamışlardır. Ne var ki batılı kaynaklar bu karşılaşmayı fazlasıyla abartmışlar, hatta "tarihte cereyan eden neticesi kesin harplerden biri" olarak nitelendirmeye çalışmışlardır. Dahası ünlü İngiliz tarihçisi Gibbon, Müslümanlar Poitiers önlerinde durdurulmasaydı Sarrasinler (Zebaniler anlamına gelen bu kelime Ortaçağ boyunca Batı'da Müslümanlar için kullanılmıştır) Cebeli Tarık kayalığından Loire ırmağı kıyılarına kadar dört yüz yerleşim merkezinin üzerinde muzafferane yürüyüşlerini devam ettiriyorlardı. Ve daha dört yüz yerleşim merkezini de alarak Polonya sınırına ve İskoçya dağlarına kadar gelmiş olacaklardı. Rein (Almanya ) nehrini geçmek, Fırat ve Nil ırmaklarını geçmekten çok daha kolaydır. Ve Arap deniz filosu Thames ( Londra ve Oxford'dan geçen ırmak ) nehrine hiçbir deniz savaşına katılmaksızın girebilecekti. Ve Oxford'daki okullar (8 üniversite ) bugün Kur'anı ezberleyecek, bu okulların yüksek kürsülerinden sünnetli bir halka Muhammed'in vahyinin kutsallığı ve gerçekliği anlatılacaktı."diyor. Buna karşılık Müslüman kaynaklar bu olayı Rum diyarındaki Balatü'ş-Şüheda (şehitler yolu) da Abdurrahman el-Gafiki'nin şahadetinden öte kayda değer büyük bir olay olarak görmezler.



    Diğer taraftan Akdeniz kıyılarından güney Fransa'ya giren Müslümanlar, 725 yılında Anbese İbn Süleym el-Kelbi komutasında Aude ırmağı üzerindeki Carcasonne (Kargaşûne: Paris'e 904, Narbonne'e 61 km) ve Nimes (Nîms: Paris'e 710 km) kentlerini hiçbir mukavemet görmeksizin de ele geçirirler. Rhone havzası boyunca ilerleyişlerine devam ederek, bölgenin en önemli yerleşim merkezlerinden Lyon'u (Paris'e 460, Madrid'e 1242, Seville'e 1789 km) kuşatmışlar ve buradan hızla geçerek aynı yılın Ağustos ayında Bourgonie bölgesindeki Autun'u (Paris'e 293, Lyon'a 186 km) zaptetmişlerdi. Poitiers savaşından sonra Müslümanlar tekrar Güney Fransa üzerinden harekete geçerler. 735 yılında Narbonne'daki vali Yusuf İbn Abdurrahman ( Batı kroniklerinde Jusephi bin Abderaman ), Arles'i (Paris'e 729 km) zapteder, 737'de Avignon'u (Paris, 686) alarak, yeniden Lyon'u kuşatır. Charles Martel ve onun oğlu Pepin, Müslümanları bu bölgeden çıkarmaya çalışırlarsa da ancak 759 yılında Pepin'in Narbonne'u zaptı ile Müslümanlar Pyrenelerin batısına geçerler. Fakat 793'te Abdülmelik İbn Mugis ve 841'de Abdülvahid ibn Yezid el- İskenderanî komutasındaki İslam orduları Narbonne'u tekrar kuşatırlar. Ama burada bir garnizon tesis edemezler. Nihayet 1020 yılında bir Sarrasin akını daha Narbonne'da görülür.



    Böylece Hz. Peygamber'in vefatından aaaaen yıl sonra Müslümanlar, Hicaz çöllerinden kalkıp, İberya Yarımadası'na ayak basıyorlar ve bundan yirmi yıl sonra da -yani Hz. Peygamber'in vefatından yüzyıl sonra- Paris'in 234 km. yakınlarına kadar uzanıyorlardı. İnanılması çok güç bu gerçeği Philip K. Hitti şöyle ifade etmiştir: "Resululahın vefatından yüz yıl sonra onun yerine hükümet eden ve Dimaşk'ta oturan İslam halifeleri, Çin'den Fransa içlerindeki Gaul'ler ülkesine kadar uzanan bir imparatorluğa başkanlık ediyorlardı".



    Endülüs'ün fethindeki ilerleyiş dönemi 759 yılında Narbonne'un Charles Martel'in oğlu Pepin tarafından geri alınmasıyla birlikte sona erer. Bundan sonra çekiliş devri başlar. Ancak tarihinin her döneminde Müslümanlar bir yere çok hızlı girerler fakat çok yavaş ve zor çekilirler. Nitekim Kuzeyden başlayarak bütün adadan çekiliş yaklaşık 730 yıl sürecektir. 778 yılında Pepin'in oğlu ve Carolingiens imparatorluğunun güçlü temsilcisi Charlemagne, Pyreneleri aşarak Zaragoza'ya kadar ilerlerse de Ronceveaux'da Bask'ların ve diğer Hıristiyan zümrelerin desteğiyle geri püskürtülmüştür. Nitekim ünlü Chanson Roland destanı bu olaydan kaynaklanmakta ve kısa zamanda Fransa'da yayılmaktadır. 793 yılındaki Müslüman akınlarına karşı İspanya serhaddı adıyla bir sınır muhafazası teşkil eden Charlemagne'den sonra, Aquitaine kralı Louis 801 yılında Barcelona'ya hakim olmaya çalışır ve 811 yılında Tortosa'yı (Turtûşe) işgal eder. Ancak buradan ileri geçemez.



    755 yılında Endülüs'e ayak basan Emir Abdurrahman, 756 yılının Mayıs ayında Kurtuba'yı zaptederek, kendi adına hutbe okutur ve Endülüs Emevi hükümdarlığını kurar. Bu büyük devlet, halife unvanını taşımaya başlayacak olan III. Abdurrahman döneminde gücünün zirvesine ulaştı. 1031 yılına kadar sürecek olan Emevi hakimiyeti süresince, Hıristiyan alemi Endülüs'e karşı herhangi bir saldırıda bulunmak şöyle dursun, parlak islam medeniyeti karşısında aşağılık hissine kapılırlar. "Batı Hıristiyanı, Hıristiyanlığı ve zannettiği gibi Roma'nın varisi olmasıyla mağrurdu. Buna rağmen iyice farkına varamadığı bir hoşnutsuzlukla, İslam medeniyetinin kendi medeniyetinden çok daha üstün olduğunu hissetmekteydi. İslamın kudreti Katalonya'dan Tunus'a kadar bütün Batı Akdeniz'e hakimdi."



    Diğer taraftan, -bir sonraki bölümde anlatılacağı gibi- 831 yılında Sicilya Müslümanlar tarafından fethedilmiş ve papalık iki yıl vergi ödemek zorunda kalmıştı. Bu gelişmeler Hıristiyan Batı dünyasını çok ürkütüyor, Ancak kuvvetli olan düşmana karşı bir şey yapamıyordu.



    976 yılında halife Hakem'in ölümünden sonra Emevi sarayına asıl adı Muhammed İbn Ebî Âmir olan bir kumandan hakim olur. Elde ettiği başarıdan dolayı "el- Mansur" lakabını alır (İspanyollar arsında Almanzor diye şöhret bulmuştu). 981 yılında Leon Krallığının güneyindeki Zamaro'yı (Zemmûre) aldığı gibi, 986'da Barselona'yı (Berşelûne) fethetti. Ve 996'da Leon Krallığını yağmaladı. Bu krallığın toprakları içerisinde bulunan, Kudüs ve Roma'dan sonra Hıristiyanların hac yerlerinden üçüncü sırada yer alan St. Jacob'un (Şent Ya'kub) mezarının bulunduğu Compostella şehrini tahrip etmiş, ancak Santiago kilisesine dokunmamıştı. el-Mansur'un 1002 yılında vefatıyla birlikte Emevi Devleti'nin gücü zayıflar, iç ihtilaflar-savaşlar sonucunda 1031 yılında yıkılıncaya kadar da bir varlık gösteremez.



    Bunu fırsat bilen Büyük lakabı ile anılan Nevarre kralı Sancho III, 1014 yılında Leon ve Kastille krallarıyla anlaşarak Müslümanlara karşı harekete geçer. Fransa kralından da yardım istelerse de, kral yardıma yanaşmaz. Büyük Sancho Cluny rahiplerinin desteğini sağladı Papalık da Zaracoza emrine saldırdığı ve ayrıca Müslümanları sıkıştırmak üzere Barselona Kralı Raymond -Berenger-I 'i teşvik ettiği için Gaskonya dükü Sancho- Guillaum'u kutsayarak göklere çıkarıyordu. Ve böylece ilk kez Müslümanlara karşı girişilen mücadele dini bir niteliğe bürünmeye başlıyordu. 1063 yılında Müslümanlara karşı büyük bir saldırıya hazırlanan Aragon kralı I.Ramiro'nun Grado kentinde bir Müslüman tarafından öldürülmesi üzerine bütün Hıristiyan alemi harekete geçti ve papa II. Alexandre İspanya'da hac uğrunda mücadele edeceklerin günahlarının af edileceğini bildirdi ve papalığın hizmetinde bulunan Norman savaşçısı Guillaume de Mentreuil Kuzey İtalya'da asker toplamaya başladı. Aragon kraliçesinin kardeşi Elbes de bir ordu teşkil etti. Aquitainne dükü Guy-Godefroi ise daha büyük bir ordu hazırladı. Pyreneleri aşan bu ordu Zaragoza yakınlarındaki Barbastro (Berbeştrû) kentini kuşatıp yağmaladı. (Bu saldırı, Endülüs Müslümanlarına karşı Avrupalıların ilk toplu Haçlı Seferi sayılamaktadır, L.Ş.)



    1073 yılında Aragon kraliçesinin kardeşi ve Rouey dükü Ebles tarafından hazırlanan yeni bir sefere katılmaları için papa VII. Gregorius tüm Hıristiyan krallarını bu sefere katılmaya davet ederek, Hıristiyan şövalyelerinin kafirlerden (Müslümanlar) zaptedecekleri bütün topraklardan istedikleri gibi yaralanacaklarını ilan etti.



    1078 yılında Kastilia Kralı VI. Alfonso, Bourgogne dükü I. Hugue'un de desteğiyle Toledo'ya (Tuleytula) karşı bir sefer tertip etti. Papa VII. Gregorius Guy-Godofroia'yı bu sefer katıldığı için kutsadı ve böylece Batı literatürüne "Reconquista" diye geçen İspanya'nın yeniden zaptı harekatı başladı ve 1085 yılında VI.Alfonso, Toledo'yu zapteetti.



    Doğudan Selçukoğulları'nın Malazgirt meydan muharebesini kazanıp ondan önce ve sonra Bizans'ı sıkıştırmaları, güneyden Sicilya Müslümanlarının papalığı vergi vermeye mecbur etmeleri, Batı'dan Endülüs'te gelişen olaylar, uzun sürede uyumakta olan Hıristiyan aleminin uyanarak papalığın buyruğu altında toplanmalarına neden oldu.1085 yılında Toledo zaptedildi, 1091 yılında Sicilya'daki son Müslüman yerleşim merkezi olan yer kaldırıldı ve 1096 yılında (Doğu Türk-İslam diyarı üzerine, L.Ş.) haçlı savaşları başladı. Endülüs'te Emevi hakimiyetinin son bulup küçük krallıklar devrinin başlaması üzerine Kuzey'den Hıristiyanların saldırısına uğrayan bu küçük devletler kendilerini koruma yollarını araştırdılar. Sevilla hükümdarlığını ellerinde bulunduran Benî Abbad'ın daveti üzerine Afrika'daki Murabıtlar hükümdarı Yusuf İbn Taşfin, yarımadaya geçerek 1086 yılının 23 Ekim'inde Badacoz ( Batalyevs) yakınlarındaki ez- Zellâka Savaşı'nda (İspanyolca Sacralias, bugün Sagrajas adıyla anılıyor) VI. Alfonso'yu mağlup etti. Daha sonra ünü destanlara konu olan el-Sid, (el Cid Campeador de Vivar) Murabıtlar'a (Almoravidas) karşı Alfanso'nun saflarında savaşmıştı. Murabıtlar'ın 1147 yılında yıkılışından sonra İspanya'da Muvahhidler (Almahodes) hanedanı hakim oldu.1212 yılında el-İkâb Savaşında birleşik Hıristiyan ordusu karşısında yenilen Muvahhidler tekrar Afrika'ya dönerler. el-İkâb meydan savaşı, Kurtuba'nın 100 km. doğu cephesinde cereyan eder.



    Bu savaş bir bakıma Endülüs Müslümanlarının da kaderinin dönüm noktası olur. Kısa bir zaman sonra bütün Endülüs şehirleri birer birer Hıristiyanların eline düşer. 1236 yılında Kurtuba III. Ferdinand tarafından zaptedilir. Sütun ormanı diye ünlü Kurtuba Ulu Camii Assomption de la Viege'nin anısına kiliseye çevrilir. 1246-1248 de Seville III. Ferdinad'ın orduları tarafından zaptedilir.Ve Seville Ulu Camii kiliseye çevrilerek İspanyollar arasında "Girelda" diye şöhret bulan minaresi çan kulesine dönüştürülür. Zaten "Tavâif-i Mülük" (Mülûkü't-Tavâif, Beylikler) şeklinde küçük devletciklere bölünmüş olan Endülüs Müslümanlarını, Kastilyalılar birbirine düşürerek yok etme metodunu başarı ile uygularlar. En son ayakta kalan devletcik Granada (Gırnata) bölgesine sıkışıp kalmış olan Nasrîler (Benî Ahmer Emîrliği) Kastilya Hıristiyan devletleriyle iyi ilişkiler kurarak (Çoğu zaman İspanyol krallara, bazen de Afrika'daki Merînîler gibi İslam hükümdarlarına tâbi olarak, L.Ş.) bir süre daha -etkisiz de olsa- varlığını devam ettirir. Daha çok güzel sanatlar alanında büyüleyici başarılarıyla İspanya Hıristiyanlarının dehşetinden korunur. Nihayet bütün adaya hakim olan Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabelle'in 1469 yılında evlenerek bir hükümdarlık altında toplanması ile "Reconqueista" hareketinin son adımı da atılır. İki ay süren bir kuşatmadan sonra son Gırnata Emiri Ebu Abdullah (İspanyolca Boabdil) 2 Ocak 1492'de şatafatlı bir törenle şehrin anahtarlarını kral ve kraliçeye teslim eder. Kendisi de eşini ve aile fertlerini alarak görkemli el-Hamra'nın üst tarafında ve Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık tepeye çekilir ve bugün İspanyolların "El-Ultimo Suspiro del Moro" (Mağrib'linin son iç çekiş yeri) dedikleri yerden teslim ettiği hazineyi göz yaşlarıyla seyreyler.


    M.Akif'in mısralarıyla :

    Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara,
    Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara,
    Tırmanır bir kayanın sırtına etrafa bakar;
    Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
    Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür!
    Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür,
    Der ki : "Çarpışmadın erkekler gibi düşmanlarla;
    Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla !
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  9. #9
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Böylece Endülüs Müslümanları, ya Hıristiyan olmak veya adayı terk etmek ya da öldürülmek arasında muhayyer bırakılırlar. 1556 yılında II. Philippe ülkede bulunan Müslümanların dillerini dinlerini ve İslami yaşayış biçimlerini terk etmelerini amir bir kanun çıkarır.



    Endülüs, fetihten itibaren İslam kültür ve medeniyetinin filizlenip boy saldığı ve geliştiği en başta gelen merkezlerden birisi olmuştur. Gerek Yahudi gerek Hıristiyan ve gerekse Avrupa'nın muhtelif bölgelerinden gelen kimseler için bir eğitim merkezi rolünü oynamıştır. Bu bölgede yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanlar, kısa zamanda Arapça öğrenerek Araplar (Müslümanlar, L.Ş.) gibi yaşamaya ve düşünmeye başlamışlardır. Bir süre sonra bunlar Araplaşmış anlamına Mozarap (Müsta'rip) adıyla anılacak büyük bir kitle haline gelmişlerdir. Hatta Hermanus Allemagnus Latince'ye çevirdiği eserlerde Arapça'daki tenvinleri bile göstererek "İbn Roşdin Ebu Nasrin" gibi Arap dili kurallarına uyduruyordu.



    Camileri, sarayları, kütüphaneleri, kağıt imalathaneleri, hastaneleri ve medreseleriyle Endülüs, o günkü Batı'nın gözünü kamaştıran parlak bir uygarlığa sahipti. John W. Draper'in deyimiyle, "700 sene sonrasında bile Londra'da bir tek sokak lambası bulunmazken... Sonraki uzun asırlar boyu Paris'teki evinin eşiğinden yağmurlu bir günde sokağa adımını atan bir Paris'li ayak bileklerine kadar çamura batarken, aydınlık ve temiz sokaklarıyla Endülüs kentleri pek ileri ve gelişmiş bir görünüm arz ediyordu".



    Uzun asırlar boyunca Oxford Üniversitesi ilim muhitinde "hamama girip yıkanmak barbar ve dinsiz kimselere has bir gelenek olarak" nitelendirilirken, Nitzsche'nin deyimiyle " Kilise kendisini temizliğe karşı bile korur. Mağrip'liler İspanya'dan uzaklaştırıldıktan sonra alınan ilk Hıristiyan'ca tedbir, halka açık hamamların kapatılması oldu. Bunlardan yalnızca Kurtuba'da 270 tane vardı." Kastilya ve Leon Kralı VII. Alfonso bastırdığı paraların üzerine bir yüzünde Arapça "Alfonso Emirü'l Katolikin ( Katoliklerin kralı Alphonso ) diğer yüzüne de papanın ünvanı olarak "İmamü'l -Bîeti'l-Meshiyye" (Hıristiyan kilisesinin başkanı) ibaresini yazdırıyordu.



    Toledo 1085 yılında VI. Alfonso tarafından zapt edildikten sonra da yaklaşık iki asır daha yazılı hukuk ve ticaret dili olarak Arapça kullanılıyordu. Hatta, Mozaraplar Latin dilinde yazarlarken bile Arap alfabesini kullanıyorlardı.



    Piskopos Alvar, 854 yılında Hıristiyan gençlerin çok fazla etkisinde kaldıklarından, bu yüzden de Latince'yi bırakıp Arapça çalıştıklarından yakınmaktadır. Alvan şöyle diyordu :

    "Müslümanların kutsal hükümlerini incelediğimiz ve felsefe sistemlerini -daha doğrusu hikmetli konuşmalarının aslını- öğrenmek için onların toplantılarında bulunduğumuz ve bunu da onların yanlışlarını ret maksadıyla değil ancak dillerinin son derece yumuşak edebi ve çekici güzelliği için yaptığımız halde, İncil'i okumayı ihmal ediyoruz. Kutsal kitabımızı incelemeye dalmış Latin büyüklerinin eserlerinden birisine göz atıp zaman harcayan bilgili bir adamı şimdi nerde bulabiliriz? Bol sözlü nazik tavırlı Hıristiyan gençlerimiz, elbiseleri ve arabaları ile gösteriş yapmakta ve yabancıların ilimleriyle şöhret kazanmayı iyi bir meziyet saymaktadırlar. Arab'ın fasih ve süslü dili ile başları dönmüş bir halde Müslümanların kitaplarını hevesle müzakere ediyorlar ve içindekileri hırsla yutuyorlar. Bunlar kilise edebiyatından hiçbir şey bilmedikleri halde İslami eserleri yaldızlı sözlerle methedip gidiyorlar."



    Prof.Dr. Bekir Karlığa, Mavera, XI, Ocak (1987), s. 16-22; Şubat (1987), s. 17-28
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  10. #10
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye'ye Tesirleri

    Selçuklu devletinin son yıllarından başlayarak Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren hükümran olduğu geniş bir coğrafyayı ve altı asırlık uzun bir dönemi içine alacak böyle bir mevzuyu, burada yeterince ele alıp işlemek mümkün olmadığı gibi, böyle bir çalışmayı gerçekleştirebilmek de uzun yıllar sürecek bir çalışmayı gerektirecektir. Bizim buarada yapabileceğimiz sadece birkaç noktaya işaret edebilmek, olsa olsa konunun ehemmiyetine dikkat çekebilmekten ibaret olacaktır.



    Bilindiği gibi, İbn Arabî hicrî 560-638 (1165-1240) yılları arasında yaşamış, gençlik yıllarını doğduğu Endülüs'te geçirmiştir. Genç yaşta tasavvufa intisap eder ve Endülüs'ün birçok şeyhi ile tanışır, onlara hizmet eder. Hizmet halkasında bulunduğu bu şeyhlerden ikisi kadındır. Bu zatlardan Rûhu'l-Kuds fî münâsahati'n-nefs adlı eserinde bahsetmektedir. Fütûhât-ı Mekkiyye'sinde de mülâkî olduğu birçok şeyhin ismini vermektedir.



    Fas'ta bulunduğu 597 (1200/1201) yıllarında 35 yaşındayken şahidi olduğu manevi bir tecellide kendisine "Doğu'daki şehirlere" gitmesi emredilir. Aynı sene yola çıkar. Tunus, İskenderiye ve Kahire üzerinden Mekke'ye gelir ve hac vazifesini de ifa eder. Oradan 601 (1204) yılında Bağdat ve Musul'a geçer. Anadolu'ya gider, Malatya'da bulunur ve 603 (1206) yılında Kahire'ye döner. Burada şiddetli tenkit ve düşmanlıklara maruz kaldığından 604 (1207) yılında Kahire'yi terkeder. Haleb'e ve oradan 607 (1210) yılında Konya'ya gelir.



    Selçuklu Sultanı ve halk onu iyi karşılar. Sadreddin Konevî onun müridi olur. Konevî'ye birçok eserinden icâzet verir. Konya'dan sonra Kayseri, Malatya, Sivas, Harran ve tekrar Bağdad'a gider, 608 (1211). Burada Avârifü'l-Maârif müellifi Şihâbeddin Ömer es-Sühreverdî (v. 632/1234) ile tanışır ve görüşür. 609 (1212) yılında Selçuklu Sultanı Keykâvus'a uzun bir mektup yazar:



    Hıristiyan tebaa ile münasebetlerinde tedbirli olmasını; onların İslam davasına zarar verebilecek davranışlarına mani olmasını; şehirler ve civarlarında yeni kilise, manastır, vs. şeyler yapmalarına ve harap olan mabetlerinin tamir edilmesine müsade etmemesini; Hıristiyanların Müslümanlara karşı saygılı davranmalarını ve yakınlarından Müslüman olacak kimselere mani olmamalarının sağlanmasını sultana tavsiye eder.



    Selçuklu Sultanı onu sarayına davet ederse de icabet etmez. 610 (1213) yılında Haleb'e, 611 (1214) yılında tekrar Mekke'ye gider. 612 (1215) yılında yine Anadolu'ya Aksaray'a gelir, Sivas ve Malatya'da bulunur. Sultan Keykâvus'un Antakya'da Hıristiyanlara karşı zafer kazanacağı müjdesini verir.



    612 ile 626 (1215 ile 1219) yıllarını Malatya'da geçirir. Bu süre zarfında birçok talebesine eserlerinin icazetini verir. 617-618 (1220 ile 1221) yıllarında tekrar Haleb'e gelir. Burada Eyyûbî Sultanı el-Melik ez-Zâhir ile iyi münasebetler kurar. Sultanın davetlisi olarak 620 (1223) yılında Şam'a gider, oraya yerleşir ve 638 (1240) tarihinde, vefatına kadar bu şehirde kalır.



    İslam tasavvufu ve düşüncesinde derin izler bırakan ve halen tesiri devam eden Fütûhât-ı Mekkiyye ve Füsûsü'l-Hikem adlı eserlerini Şam'da kaleme alır.



    İbn Arabî'nin manevi bir işaretle, XIII.asırda İslam dünyasının en batısı Endülüs'ten, İslam dünyasının merkezine doğru hareket ettiği yıllarda, İslam dünyasının doğusundan da bir başka mühim hicret hadisesine şahit oluyoruz.



    Mevlana'nın babası Sultan Bahâeddin Veled oğlu Celâleddin ile 618 (1221) yıllarında, o da manevi bir işaretle Orta Asya'dan, Belh'ten, Hicaz'a doğru hareket eder. Sonra 1228-1229 yıllarında Konya'ya gelip yerleşirler.



    Bu iki mühim şahsiyetin göçlerinin ardından biri Batı'da Endülüs'te hüküm sürmekte olan Muhavvidler (541-668/1147-1269), Haçlı orduları karşısında yenilgiye uğrayarak Kurtuba ve İşbiliye gibi büyük şehirlerini kaybederek yıkılır (1269). Diğer emîrlikler zaman zaman mevziî hakimiyetler kurarlarsa da 1492 yılında Gırnata şehri de anlaşma ile teslim olur. Böylece Endülüs Müslümanları siyasi ve dini güçlerini tamamen kaybederler.



    Benzer bir kaderi aynı tarihlerde İslam dünyasının doğusu da yaşamaktadır. Moğol orduları Orta Asya'dan itibaren önüne çıkan güçleri yok edip Bağdat'a dayanmış ve 656 (1258) yılında Abbasî Hilâfeti'ne son vermiştir. Sonra Irak, Suriye ve Anadolu'ya yürümüş ve Selçuklu Devleti'nin yıkılmasına sebep olmuştur. Selçuklu Devleti'nin mirasını paylaşan Beylikler'den Osman Bey'in 1299 yıllarında kurduğu Beylik, devletin Batı hududunda Bizans'a komşu olduğundan, cihat ruh ve gayretini canlı tutarak daha batıya doğru gelişme imkanını elde etmiş ve bunu deperlendirmiştir.



    Kısaca çizdiğimiz bu tarihî yıkılış ve bozgun tablosu içinde Endülüslü İbn Arabî'nin ve Belhli Mevlana Celaleddin'in Anadolu'ya, Konya'ya Selçuklu başşehrine birbirine çok yakın tarihlerde gelmiş olmaları, İslam tasavvufu ve düşüncesi bakımından, gelecek yıllar ve asırlarda mühim neticelerin doğmasını hazırlamıştır.



    İbn Arabî'nin talebesi ve Mevlana'nın yakın dostu olan Sadreddin Konevî (v. 673/1274), İbn Arabî'nin ekolünü Arapça "aaaafizik" kitaplarla devam ettirirken, Mevlana da Farsça yazdığu şiirler ve Mesnevîsi ile İslam tasavvufu içinde dile getirilen bir tek "hakikat"in iki ayrı üslupta temsilcileri olmuşlardır.



    Sonraki devir Mesnevî şârihleri Mesnevîyi İbn Arabî ve Konevî'nin ıstılahlarıyla yorumlayıp açıklarken, İbn Arabî ekolü mensupları da Mevlana'nın nazım ve şiirlerinde kullandığı üslup ve sembollerle Türkçe ve Farsça şiirler yazıyorlardı.



    Mevlana'nın 1278 ve S. Konevî'nin 1273 yıllarında vefatlarından sonra, yıkılan Selçuklu Devleti'nin vârisi olarak Anadolu'nun batısında kurulan Osmanlı Devleti gelişmeye başlarken, Selçuklu ülkesinin ilim ve tasavvuf mirasına da sahip olmuş oluyordu. Bu manevi mirasa sahip çıkmayı gerektiren, hatta buna hususi bir itina gösterilmesini gerektiren sebepler de vardı. Bunlardan İbn Arabî ile ilgili olanlardan birisi şudur:



    İbn Arabî, eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye fi'd-Devleti'l-Osmâniyye adlı çok küçük hacimli risalesinde cifr ilminin verilerine istinaden Osmanlı Devleti'nin kurulacağını ve bu devletle ilgili bazı hâdiseleri rumuzlu ifadelerle haber vermiş ve S.Konevî de bu eseri şerh etmiş, bazı rumuzları açıklamıştır.



    İbn Arabî'nin Anadolu'da yaptığı sayahatler esnasında Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde ikâmeti sırasında tanışıp görüştüğü ve sohbetlerinde yetiştirdiği talebeleri, tabiatıyla onun fikirlerini ve görüşlerini gelecek nesillere aktarmaya devam edecekti.



    Bunun yanında, rumuzlu ifadelerle Osmanlı Devleti'nin kurulacağını ve bazı hâdiseleri önceden bildirmesi, önceden bildirdiğine inanılması, Osmanlı sultanları, âlim ve mutasavvıflarının ayrıca dikkatini çekmiş, İbn Arabî'ye hususi bir ilginin gösterilmesini sağlayan sebeplerden biri olmuştur diyebiliriz. Nitekim, bu risalede geçen cümlelerden biri olan "İzâ dahale's-sîn fî'ş'şîn, yazheru kabru Muhyiddîn" yani, "Sîn şın'a dahil olduğu vakit, Muhyiddin'in kabri ortaya çıkacaktır" cümlesi, Kahire seferi sırasında Yavuz Sultan Selim Şam'a geldiğinde tahakkuk etmiş, İbn Arabî'nin o sırada üzeri çöplerle kaplı Sâlihiye'deki kabri ortaya çıkarılmış, Sultan türbenin yenilenmesini ve oraya bir de cami yapılmasını emretmiştir. 924 (1517) yılında caminin kuzeyine ayrıca bir de tekke inşa edilmiştir. Türbenin girişine Kemal Paşazâde'nin İbn Arabî'yi öven bir fetvasıyla İbn Arabî'nin biraz evvel zikrettiğimiz cümlesi yazılmıştır.



    Şeyhülislam İbn Kemal'in (1468-1534) İbn Arabî hakkındaki fetvasının konumuzla ilgili cümleleri şunlardır:

    "Ey insanlar! Biliniz ki, büyük şeyh, şerefli önder, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imamı, Endülüslü, Hâtem Tayy kabilesinden Muhyiddin İbn Arabî kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşid, taaccüp edilecek hayat hikayeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler katında kabule mazhar olmuştur. Onu inkar eden hata yapmış olur. İnkarında ısrar ederse sapıtmış olur. Sultana, onu terbiye etmesi ve onu inancından çevirmesi gerekir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle memurdur. Onun birçok eseri vardır. Bunlar içinde Füsûsü'l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye bulunur. Bunlardaki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, ilâhî buyruğa ve şer'-i Nebevî'ye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olup, keşf ü bâtın ehlinin anlayışına göre açıktır. Meramını anlamayana bu durumda susmak lazımdır. Zira yüce Allah, 'bilgin olmadığı şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur' (İsrâ, 17/36) buyurmaktadır..."



    Bu fetvada dikkatimizi çeken noktalardan bazıları şunlardır: 1) İbn Arabî'nin ilmî ve manevi şahsiyetinden saygı ve övgü ile bahsedilmektedir. 2) Onun görüşleri âlimler ve ileri gelenler tarafından kabule mazhar olmuştur. 3) Onun görüş ve fikirlerini inkar edenler hata ederler; hatalarında ısrar ederlerse sapıtmış olurlar. 4) Sultanın yani devlet otoritesinin, ısrarlı inkarcıları terbiye etmesi ve inkarlarından çevirmesi gerekir; çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle vazifelidir. 5) Zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olan fikir ve görüşleri, keşf ü bâtın ehline göre açıktır. Şu halde, her devirde mevcut olan keşf ü bâtın ehli zâhir ehlinin anlayamadığı manaları anlayacaktır. 6) Onun bu nevi görüşlerinde meramının ne olduğunu anlayamayanların susması gerekir. Zira, her devirde temsilcileri bulunan keşf ü bâtın ehli bu manalrı anladığına göre, ülke sathında sadece zâhir ehlinin fikir ve görüşlerini hâkim kılmak ve zâhirî görüşlere uygun düşmeyen fikir ve görüşleri susturmak isteyenlerin, onları susturmak yerine, kendilerinin susmaları gerekir. Çünkü, keşf ü bâtın ehli, zâhir ehlinin dediği şeyleri anladığı gibi, onlardan fazla olarak başka şeyleri de anlamaktadır. Şu halde, susması gereken fazla bilenler değil, daha az bilenlerdir.



    Fetvadan anlaşılan bu birkaç noktaya şunu da ilave etmemiz mümkündür. İbn Arabî, aklî ve naklî olan dinî ve dünyevî ilimlere ilave olarak, hatta bir bakıma dinî ilimin özü ve esası olan ilham, keşf ü bâtın ilmi adlarıyla anılan, asırlardan beri tasavvuf ehlinin temsil ettiği görüşlerin âlim bir sözcüsü sıfatıyla yeni bir "ilmî" metot ve üslup geliştirmiş ve kendi ulaştığı netice ve "hakikat"leri eserlerinde en veciz şekilde ifade etmiştir. Şu halde, zâhir ve bâtınıyla bir bütün ve cihanşümul bir din olan İslam'ı, böylece anlamalı ve cihanşümul bir yorumla kalp ve zihinlere takdim etmelidir. Gerçekten de İbn Arabî bu cihanşümul yorumu başarmış olan bir büyük mutasavvıftır.



    Cihanşümul bir devlet kurmak niyet ve emelinde olan Osmanlı âlim ve devlet adamları da elbette kısmî, yarım, mevziî, mahallî ilim ve yorum sahiplerini değil, küllî ve cihanşümul olan ilim ve yorumları tercih edecek ve bunu gerçekleştirmek için de elinden gelen gayreti sarf edecektir.



    İslam'ın kısmî ve mahallî yorumları, sadece mahallî devlet ve medeniyetlerin kurulmasına imkan verebilir. Cihanşümul devlet ve medeniyet kurmaya yönelmiş Osmanlı sultanlarının cihanşümul ilim ve görüşleri idrâk edebilen İbn Kemal gibi Şeyhülislam ve âlimlere, danışmanlara ve fetva ehline sahip olması hem devleti yönetenler ve hem de halk için ilâhî bir lütuftur.



    1516 Yılında Anadolu Kazaskeri olan Yavuz Selim ile Mısır seferine katılan, dönüşte Şam'da İbn Arabî'nin türbesinin yaptırılması için sultana fetva veren ve 1525 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Şeyhülislam'ı olan İbn Kemal, bu fetvasıyla XVI:asır başlarında Osmanlı ülkesinde hüküm süren ve daha asırlarca sürecek olan bir kanaatin resmi temsilcisi ve sözcüsü olmuştur. Tabii ki, İbn Kemal'den önce iki asır boyunca âlimler, mutasavvıflar ve devlet yöneticileri nezdinde böyle bir kanaat oluşmuş olmasaydı, İbn Arabî'nin görüş ve fikirlerini devam ettirebilen ilim ve tasavvuf ehli bulunmasaydı, böyle bir fetvanın verilebilmesi mümkün olamazdı. İbn Arabî hakkında Sultan'ın fetvaya başvurması ise, sanıyoruz ki artık Osmanlı ülkesi olan Mısır ve Suriye'de İbn Teymiye (v. 728/1328) ve benzerlerinin, takipçilerinin İbn Arabî'ye karşı düşmanca görüş ve fikirlerinin sebep olabileceği kargaşayı resmen önlemek içindir. Zaten İbn Teymiye Osmanlı asırlarında ilgi ve itibar görmemiş, ancak yıkılış dönemi olan XX.yüzyıl başlarında ve günümüzde çok dar bir kesim tarafından benimsenmiştir.



    ..... Osmanlı uleması, XVI.asırda diğer İslam ülkelerine nisbetle İbn Arabî'nin eserlerine daha çok alaka göstermektedir.



    ..... Osmanlı ilim ve siyaset adamları, XVIII. asrın başında da İbn Arabî'yi din, fikir, ilim ve siyaset anlayışının temel taşlarından biri olarak görmekte, bunu İran ve diğer İslam ülkelerine nisbetle bir imtiyaz ve üstünlük olarak değerlendirmektedirler.



    ..... Tasavvuf bakımından, talebe yetiştirmek kitap yazmaktan daha gerekli görülmüştür. Ancak, İbn Arabî her ikisini de yaparak diğer büyüklerle beraber bu konuda da örnek teşkil etmiştir. Yetiştirdiği talebelerden bilhassa S.Konevî mühimdir. Zira, başta Füsûs olmak üzere onun ilk şârihi, yorumlayıcısı, fikirlerinin takipçisi ve bir bakıma ilk sistemleştiricisi odur. Miftâhu'l-Gayb ve diğer eserleri, İbn Arabî'yi Anadolu'da tanıtan ve anlatan eserler olmuştur. Talebeleri de hem kendisinin hem de İbn Arabî'nin takipçileri olmuştur.



    S. Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü ülkemizde devam ettiren şahsiyetlerden bazıları şunlardır:

    1) Dâvûd-i Kayserî (v. 751/1350): Konevî'nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî'nin talebesidir.

    2) Molla Fenârî (v. 834/1430): Babası Konevî'nin halifelerindendir.

    3) Muhammed Kutbuddin İznikî (v. 855/1450): Molla Fenârî'nin talebesidir.

    4) Yazıcızâde Muhammed Efendi (v. 855/1451): Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.

    5) Cemal Halvetî (Çelebi Halife, v. 912/1506): İbn Arabî'nin iki beytini şerh etmiştir.

    6) İdris Bitlisî (v. 926/1520).

    7) Sofyalı Vali Efendi (v. 960/1552): Füsûs şârihi.

    8) Üftâde Muhammed Muhyiddîn (v. 968/1580): Bursalı ve Çelvetiye Tarikatı büyüklerindendir.

    9) Aziz Mahmud Hüdâyi (v. 1038/1629): Üftâde Hazretlerinin talebesidir.

    10) Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi (981/1578).

    11) İsmail Ankaravî (v. 1041/1631): Meşhur Mesnevî şârihidir.

    12) Abdullah Bosnevî (v. 1046/1636): Füsus şârihidir.

    13) Sarı Abdullah Efendi (v. 1071/1660).

    14) Karabaş Veli (Ali Alâeddin Atvel, v. 1097/1685).

    15) Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (v. 1102/1690).

    16) Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1693): En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.

    17) İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1724).

    18) Nasuhî Mehmet Efendi (v. 1130/1717).

    19) Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (v. 1196/1781).

    20) Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin (v. 1299/1881).

    21) Muhammed Nuru'l-Arab (v. 1305/1887).

    22) Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî (v. 1311/1893): Tercüme-i Cânibü'l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.

    23) Salahaddin Yiğitoğlu (v. 1937).

    24) Amhet Avni Konuk (v. 1938).

    25 Nuri Gençosman (v. ?).



    Bu şahsiyetleri, talebe ve müritleriyle birlikte düşünecek olursak İbn Arabî'nin Osmanlı toprakları üzerinde günümüze kadar uzanan ve halen de devam eden mühim bir tesire sahip olduğunu ve Türk-İslam tasavvuf ve edebiyatı üzerinde derin bir iz bırakmış bulunduğunu az çok tahmin edebiliriz.

    Prof.Dr. Mustafa Tahralı'nın bu yazısı, Endülüs'ten İspanya'ya adlı kitaptan (TDV, İst. 1996) alınmıştır.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

Sayfa 1 Toplam 2 Sayfadan 12 Sonuncu

Benzer Konular

  1. Engizisyon
    Konu Sahibi SelinÇakır. Forum E
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 10.Kasım.2009, 21:46
  2. Şehzade Mustafa'nın Katli
    Konu Sahibi ilteriş Forum Osmanlı Padişahları
    Cevap: 1
    Son Mesaj : 27.Temmuz.2009, 14:02
  3. Sürgün
    Konu Sahibi ilteriş Forum Çöp Kutusuu
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 30.Ocak.2008, 15:21
  4. Engizisyon
    Konu Sahibi *SüRgÜn* Forum E
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 04.Ocak.2008, 23:01
  5. Uygur Türkleri'ni Zorla Çalıştırıyorlar
    Konu Sahibi ilteriş Forum Tarih Haberleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 01.Kasım.2007, 14:08

Bu Konu için Etiketler

Giriş