Osmanlı Hukukunda Vatandaşların Temel Hak Ve Hürriyetleri Ve 1839 Tarihli Tanzîmât Fermanı
Önemle arz edelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100′e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsettiğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta’sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arz ettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzîmât Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus, çok önemlidir. Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titizlikleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattır. Bir devlet, kuvvet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi takdirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder

Konuyu takdim ederken şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Devleti’nde insana Allah’ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus’un “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” şeklindeki esprisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti’ne hâkim olan espridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948′de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misâl olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnâmesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:

“Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele.”; “Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır.”.

Hayvanların hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir.

O halde, Osmanlı Hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasî düşünce fikrinin geçirdiği safhaları yaşamamıştır. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetler başlangıçtan beri vardır ve tabiî bir haktır. İslâm Hukukunun kabul ettiği bu temel hak ve hürriyetler, uygulamada iktidarlara göre bazı farklılıklara maruz kalmıştır. Bu konuda evvelâ Osmanlı Hukukundaki hürriyet kavramını incelemek gerekir. Osmanlı Hukukunda hürriyetin şu şekilde tarif edildiğini görüyoruz: Hürriyet ne başkasına ve ne de nefsine zarar vermemek şartıyla meşru dâirede dilediğini yapmaktır. Gerçekten hürriyet odur ki, adlî kanunlar dışında kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hakları dokunulmazdır ve herkes meşru’ dairede istediği gibi hareket etsin. Buna göre kişilerin kullanabildikleri bazı temel hak ve hürriyetlere değinelim.

Siyasî haklar arasında seçme hakkı başta gelmektedir. Uygulamada tam olarak riayet edilmese de, halifenin veya sultanın seçilmesinde halkın mühim rolü vardır. Şûrâ esası uygulanırsa herkes bizzat veya temsilcisi vasıtasıyla fikrini beyan edebilir. Bu mümkün olmazsa, ülkede ilâhî irâdenin yani İslâm hukukunun icrasından, bütün Müslümanlar sorumludur. Bu sorumluluğun neticesi olarak halk, halifeyi veya sultanı murakabe etme ve şartlar gerçekleşirse azletme hakkına sahiptir. 1255/1839 tarihli Gülhane Hattı Hümâyunu bu durumu halka karşı şöyle ifade etmektedir: “Bu şer’i kanunlar sadece din, devlet, mülk ve milletin ihyâsı için vaz’ olunacaktır. Tarafımızdan bunlara aykırı hareket vuku bulmayacağına ahd-ü misak olarak hırka-i şerife odasında bütün ülema ve vekiller huzurunda yemin edilmiştir”. Diğer taraftan her Müslüman, devlet başkanlığı dahil bütün devlet hizmetlerine seçilmek üzere aday olabilir. Ancak devlet hizmetini talep, arzu edilmeyen bir durumdur. Ayrıca eski Türk Devlet anlayışı bu konuda müessir olmuş ve saltanatın irsîliği esası itina ile korunmuştur.

Temel hakların en önemlilerinden biri de eşitliktir (müsâvât). Eşitlik, İslâm hukuku tarafından izah edildiği şekliyle temel bir hak olarak görülmüştür. Evvela hukukî eşitlik emredilmiştir. Kanun ve mahkeme önünde insanlar eşittir. Gayr-i müslimlerin bazı konulardaki kendi kanunlarının uygulanmasını isteme hakkı dışında, İslâm ülkesinde tek kanun geçerlidir. “Yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık etse, ona da cezasını uygularım” hadisi bunu ifade etmektedir. Diğer taraftan sosyal eşitlik yani fırsat eşitliği de kabul edilmiştir. Azatlı ve siyah bir kölenin bile devlet başkanı olabileceğini belirten hadis, bunun nihaî sınırını çizer.

Ferdî haklar içinde mütalaa edilen bazı hürriyetleri de şöylece sıralamak mümkündür: a) Şahsî hürriyetler. Başkasının hak ve hürriyetlerine tecâvüz etmemek şartıyla herkes seyahat hürriyetine ve can güvenliğine sahiptir. “Beraât-i zimmet asıldır“ kaidesi bunu ifade eden önemli bir esastır. Şahsî hürriyet konusunda Müslüman ve gayr-i müslim farkı yoktur. Herhangi bir kimsenin canına, malına ve namusuna tecâvüz suçtur. b) İnanç ve ibâdet hürriyeti. İslâm hukuku sadece dinînden dönen mürtede hayat hakkı tanımamıştır. Bunun dışında hiçbir kimse Müslümanlığa zorlanamaz. Devlet içinde gayr-i müslim tebaanın ma’betleri muhafaza edilir ve ibâdetlerine imkân tanınır. c) Mesken dokunulmazlığı bizzat Kur’ân tarafından garanti edilmiştir. d) Çalışma hürriyeti ve özel mülkiyet hakkı da kabul edilmiştir. Kimsenin mülkiyet hakkına tecâvüz edilemez. Mülkiyet hakkına iki çeşit müdahale mevcuttur; iktisap sebebinin gayr-ı meşru olması istenmemektedir. Belli ölçüde serveti olanlara kamu yararı ve sosyal adalet adına zekât ve fitre gibi yükümlülükler yüklenmektedir. e) Öğrenim hak ve hürriyeti. Her Müslümana öğrenmek yalnız hak değil aynı zamanda bir ödevdir. Ayrıca İslâm ülkesindeki fertlere sosyal haklar da tanınmıştır. Zekât ve vakıf gibi sosyal güvenlik müesseselerinin yanında, devletin muhtaç vatandaşa bakma yükümlülüğü de mevcuttur.

Bu zikredilen temel hak ve hürriyetler, bazı uygulama aksaklıkları dışında bütün Osmanlı Tarihi boyunca kabul edilmiştir. Osmanlı topraklarındaki gayr-ı müslimlere ait ma’betler, mektepler ve mülkler ve bunlara ilişkin mahkeme kararları bunun açık örnekleridir. Türklerin ilk yazılı anayasası olan 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esasî bu hakları ilk defa kabul etmemiş, belki sadece yazılı hale getirmiştir. 1876 tarihli Kanun-ı Esasî’nin ikinci faslı ve 8-26. maddeleri Osmanlı Devleti tebaasının umumî haklarını biraz önce açıkladığımıza yakın bir şekilde sıralamaktadır. Mesela 10. madde şahsî hürriyeti, 11. madde din ve vicdan hürriyetini, 15 ve 16. maddeler öğrenim hürriyetini, 17. madde eşitlik esasını düzenlemiştir. Bu arada 1293/1876 tarihli İntihâb-ı Mebusan Kanunu Lâyihasının 2. maddesi sadece erkeklerin milletvekili seçiminde oy kullanabileceklerini hükme bağlamış ve bu hüküm 1341/1922 tarihli tadilatta da aynen muhafaza edilmiştir.[1]

[1] İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, Topkapı Sarayı Müzesi kütp., nr. R. 1935, vrk. 96/b-106/b, md. 58,73; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 296-297; Süleymaniye Kütp. Reşid Efendi, nr. 1036, vrk. 48/a-49/a; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. III, sh. 180-183; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1990. c. I, sh. 186-187; De La Jonquiere, histoire de I’Empire Ottoman, sh. 164; Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217.

alıntıdır.

Osmanlı Devleti'nde Hakların Korunması
Osmanlı Devleti'nde İnsanı İnsan Yapan Şahsî Hak Ve Hürriyetlerin Korunması Ve Güvenlik İlkesi
İnsanın hukukunun başında, insanın şahsî hak ve hürriyetleri gelmektedir. Modern hukuk devletlerinin anayasalarında temel hak ve hürriyetlerin başında gelen bu hak ve hürriyetlere Osmanlı Devleti'nde nasıl bakıldığının izahı, diğer temel hak ve hürriyetler hakkında da bize fikir verecektir.

İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere “şahsî hak ve hürriyetler“ diyoruz. İnsana ait bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile birlikte yürürler ve birbirini tamamlarlar. Batıda şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklamaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan hayatının, sağlığının, vücudunun korunması; namus ve şerefinin muhafazası; özel hayatın gizliliklerinin gözetilmesi ve benzeri şahsî haklar, Batı hukuk sistemlerinde, ancak XIX. yüzyılda gündeme gelmeye başlamıştır. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu dahi, 1912 tarihlidir. Osmanlı Devleti'nde ise, Kur’ân'ın “Bir ma‘sumun hayatı ve kanı, bütün insanlık için dahi feda edilemez” düsturu ve Hz. Peygamber'in İslâm’ın ilk haklar ve hürriyetler bildirisi demek olan Veda‘ Hutbesi'nde ifade ettiği “Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve üzerinde bulunduğunu şu belde nasıl mukaddes bir belde ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddesdir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur” şeklindeki emirleri esas alınarak, insana ait hak ve hürriyetler tanzim olunmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin nasıl tanzim edildiğini Kanunnâmelerin maddeleri ve fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümler arasında görmek mümkün olduğu gibi, eski mahkeme kararları demek olan şer‘îye sicillerinde de çokça görmek mümkündür.

Burada uygulamaya ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden yani iki mahkeme kararından bahsetmek istiyoruz. Bu iki belge, iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir: Birincisi, bu tarihlerde Anadolu'nun ücrâ bir köşesi sayılan Anteb'de böbrek ameliyatının yapılabiliyor olmasıdır. İkincisi ise, günümüz hukuk sistemlerinde bile, tıbbî müdahaleler ve ameliyat için, hastanın yazılı bir basit muvâfakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539'larda dahi böyle bir muvâfakatın mahkemece karar altına alınması şartının aranması ve bu durumun o dönemde bile insana ve insanın sahip olduğu şahsî haklara verilen önemi ve gösterilen saygıyı ısrarla vurgulamasıdır. Bu kararlardan birinde, Hacı Mehmed, oğlu Satılmış'a, velâyeten muvâfakat vermekte ve Doktor Nazar oğlu Budak da belli şartlarla ameliyatı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdik edip zabıt altına almaktadır. İnsanın ve şahsî haklarının ne derece önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her medenî mesele gibi, şahsî haklar ve insana saygı hususunda da Batı'yı fersah fersah geride bıraktığımızı, bu ve benzeri çok sayıdaki belgeler açıkça göstermektedir. Bu tür belgeler, “Kişi, bilmediğinin düşmanıdır” kâidesince, geçmişimize ve ecdadımıza olan düşmanlıkların cehâletten kaynaklandığını, gözler önüne sermektedir.

Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Mecelle'nin kabul ettiği bir esasa göre, “Berâat-i zimmet asıldır“, yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi genel bir hukuk prensibidir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri var olan ve Batılı Devletlerin ancak XVII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: “İslâm'da hiç kimse haksız olarak tevkif edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz”. Kur’ân'ın “Hiç bir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez” düsturunu benimseyen Osmanlı Devleti'nde, insanlar işledikleri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. Osmanlı Kanunnâmeleri, kadı ma‘rifetinsüz yani mahkemenin kararı olmadan hiç bir cezanın infaz edilemeyeceğini ve kimseden bir habbe ve bir akçe alınamayacağı, yüzlerce yerde, başından beri sağlam esaslara bağlamışlardır. İsterseniz bazı kanun hükümlerini aynen nakledelim:

“Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arz edeler. Meğer ki, şenâ‘at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bulunmayıcak hapsedeler.”.

“Mücrim olan kimesne teftiş olunmadın veyahud üzerine zâhir olan şenâyi‘ şer‘le ve örfle yerine varmadın sancakbeği ve subaşısı ve adamları nesne alub salıvermek memnû‘dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur.

....amma mücrim ve müttehem olan kimesne mütemerrid ve mu‘annid olub da‘vet ile mahkemeye gelmekden imtinâ‘ eyleye, berây-ı ta‘zir cebr ile bilâ-ta‘zîb mahkemeye getürmek memnû‘ değildir.”.

Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun, 1895 yılında, “şer‘-i şerif“ ve “kanun-ı münif“ diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid'e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:

“Şer‘-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa'ya girebilmiş ve daha bir çok insânî hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etmesi; Müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler....”[1]


[1] Kur’ân, Fâtır, Ayet, 18; Mâide, Ayet, 32; IV. Murad Kanunnâmesi, Süleymaniye kütp. Esat Efendi, nr. 2362, vrk. 35/b; Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi, md. 33-34. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 184, Bâyezid II-18, md. 33-34; Gâzîantep Şer‘iye Sicilleri, nr. 2, sh. 282, 300; İstanbul Müftülüğü Şer‘iye Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi, nr. 136, sh. 6; Akgündüz-Heyet, Şer’iye Sicilleri, c. I, sh. 224-225; BA, YEE, nr. 14-1540, sh. 18 vd.; Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c. I, sh. 217-218; İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1976, sh. 89 vd.; Akın, İlhan, Kamu Hukuku, sh. 321 vd.; Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. IV, sh. 334, 412; c. X, sh. 389, 395; Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 82 vd.;

alıntıdır.