1. #1
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    OSMANLI TARİH YAZICILIĞININ DOĞUŞU



    The Emergence of the Ottoman Historiography



    Yahya Kemal TAŞTAN



    Deleuze’ün “göçebenin tarihi yoktur, coğrafyası vardır” sözü, Osmanlı Devletinin ilk yılları için anlamlı bir önerme olduğu gibi, Osmanlı tarih yazıcılığı için de geçerlidir. Devletin kuruluşundan yaklaşık bir asır sonra kroniklerin kaleme alınmaya başlaması da bu önermeyi doğrular.

    Tarihçilerce itibarî bir tarih olarak kabul edilen 1299 senesinden[1], yani Osmanlı Beyliğinin kuruluşundan neden bir asır sonra tarih yazıcılığının başladığı bir muammadır. Osmanlı Devletinin Selçuklu’nun bir devamı olduğunu iddia edenler de, Selçuklu tarih yazıcılığı geleneğinin niçin devam etmediğini açıklayamamışlardır (geniş bilgi için bk. Cahen, 1973; Turan 1996).

    Bu sorun esasen, Selçuklu tarih yazıcılığında da vardır. Claude Cahen, Selçukluların yaşadıkları zaman boyunca hiçbir tarihçi yetiştirmediklerini iddia eder (Cahen, 1973: 195). Buna karşın, Selçuklular hakkında bilgiler veren eserlerde tarih yazıcılığına da rastlanmaktadır (Turan 1996: 19-50; Günaltay, 1991; Şeşen: 1998; ayrıca bir örnek olarak bk. Yinanç 1937). Anlaşılan Cahen’in bu iddiası, Selçuklu tarih yazıcılığını İslâm’ın geniş potasında değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim o, “Selçuklu egemenliğinin ne başlaması ne sona ermesi İslâm tarih edebiyatının gelişmesi içinde tam bir kesinti getirir; bundan dolayı, özel bir Selçuklu tarih yazıcılığı tasvirine girişmek gereksizdir” sözleriyle, bu görüşü teyit eder (Cahen, 1973: 194).

    Bağdat ve İran tarih yazıcılığı geleneklerinin gölgesi altında gelişen Selçuklu tarih yazıcılığı, başlangıçta, tıpkı bu geleneklerde olduğu gibi İslâm medeniyetini bir bütün olarak değerlendiren karaktere sahipti. İlk insandan başlayarak genel bir insanlık ve dünya tarihine yer veren tarih eserlerinin asıl şeklini son peygamber ve onun halifeleri ile İslâmî hüviyet taşıyan hanedanlar ve devletler teşkil ediyordu. Arapça’nın din ve bilim, Farsça’nın ise edebiyat dili olarak geliştiği bu dönemde kaleme alınan kroniklerin ekseriyetini Farsça ve Arapça eserler meydana getiriyordu. Türkiye Selçuklu Devleti devrinde de devam eden bu gelenek, tevâif-i mülûk adı verilen Türkmen beyliklerinin ortaya çıkması ile kısmen geriledi (Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki tarih yazıcılığına örnek olarak İbn Bibi 1996; Kerîmüddin Mahmud 1944).

    Selçuklularda basit muhtevalı eserlerde görülen Türkçe, Beylikler devrinde bir yazı dili olarak gelişmeye başladı. Yıkılan Selçuklu Devleti’nin mirasçısı olduğunu iddia eden her beylik, kendi hükümet merkezini bir kültür ve sanat merkezi haline getirmeye çalışıyordu. İslâm kültür merkezlerinden birçok ilim ve fikir adamı, Selçuklu sultanlarının ve emirlerinin himayesine giriyordu. Bunlar ekseriyetle Fars ve Arap dili ile eserler kaleme alıyorlardı. Böylece Farsça ve Arapça birçok edebî ve ilmî eser ortaya konuyordu. Hükümdarlar da bu eserlere kıymet veriyorlardı. Selçuklu sultanları, devletlerinin İran coğrafyasında kurulması dolayısıyla Arapça ve Farsça’ya vâkıftılar. Oysa Türkmen beylikleri bu kültürlere yabancıydı. Türkçe’nin yaygınlaşması, aslında Türkmen beylerinin Arapça ve Farsça’yı bilmemelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim Karamanoğlu Mehmed Beyin Türkçe’nin yaygın olarak kullanılması hususundaki verdiği ferman bu açıdan incelenebilir. Mehmed Beyin bu hareketini abartılı bir şekilde değerlendirenler onu Türk milliyetçisi olarak vasıflandırırlar. Oysa, Mehmed Beyin Türkçü ve şuurlu bir Türkçe sevdalısı olarak anılması, tarih yanılgısından (anakronizm) başka bir şey değildir. Zira bu ferman, Türkçe’nin istiklâlini düşünerek verilmiş ideolojik içerikli bir emir değildir. Bu vakıa ancak, Mehmed Beyin merkezî otoriteye baş kaldırması sonucunda, isyan ettirdiği göçebe Türkmenlerin Farsça bilmeyişinden kaynaklanan bir hareket olarak incelenebilir (Özkan 2002: 638). Bu gelişme diğer Türkmen Beylikleri için de geçerli bir hükümdür. Nitekim Osmanlı Beyliğinin önderi Osman Beyin ümmî olduğuna dair Osmanlı kroniklerinde kayıtlar yer almaktadır (Âşıkpaşaoğlu 1949: 95).

    Anadolu coğrafyasında Türkçe’nin gelişmesini hızlandıran etkenlerden biri de Moğolların önünden kaçan Oğuz kütlelerinin, bu coğrafyaya yerleşmesidir. Böylece Anadolu’da Türk nüfusu artarken edebiyat sahasında da bir gelişme yaşanıyordu. Çoğunluğunu göçebe Oğuz Türkmenlerinin teşkil ettiği bu muhacirler, Ortadoğu ve Ön Asya sahasındaki diğer ırkdaşları gibi Arap ve Fars kültüründen etkilenmemişler; kendi geleneklerini ve dillerini büyük ölçüde korumayı başarmışlardı. Türkmenler arasında halk kültürü canlı ve yaygın bir şekilde yaşamaktaydı.

    Türkiye Selçuklu Devleti tarafından “uc”lara yerleştirilen Türkmenlerin meydana getirdiği beylikler, Bizans ile gazâ ederken aynı zamanda siyasî hâkimiyetlerini güçlendirmek maksadıyla Selçuklu Devleti ile de mücadele içinde oldular. Nihayet Selçuklu Devletinin Kösedağ Savaşı (1243)’nda Moğollara yenilmesiyle merkezî idare ile bağlarını koparan beyler bağımsız birer sultan gibi davrandılar. Bu çerçevede, Türkmen beylerinin idaresi altındaki şehirler de siyasî ve kültürel merkezler olarak sivrilmeye başladılar.

    Anadolu’nun fetihler ile bir cazibe merkezi olmasının büyüsüne kapılan âlimler ve mutasavvıflar da Konya, Kayseri, Niğde, Sivas, Kastamonu, Ankara, Sinop, Kütahya, Birgi, Tire, Bursa, İznik, Denizli, Kırşehir, Amasya gibi Türkmen beyliklerinin belli başlı şehirlerinde toplandılar. Türkçe’den başka dil bilmemelerine rağmen ilim adamlarına büyük değer veren beyler, ilmî faaliyetlerin rahatça yapılabilmesi için medreseler, kütüphaneler gibi yapıların inşasını da teşvik ediyorlardı. Bu ilgi ve destek sayesinde tıp, gök bilimi (astronomi), edebiyat, tarih ve tasavvuf gibi konularda çeşitli eserler kaleme alındı. Garibnâme, Kerâmât-ı Ahî Evran, Menâkıbu’l-kudsiyye fî menâsıbi’l-ünsiyye, Anadolu sahasındaki ilk siyasetnâme Kenzü’l-kübera ve mehakku’l-ulema, Marbuzannâme Tercümesi, İskendernâme, Cemşid ü Hurşid, Tervihü’l-ervah, Fütûhu’ş-şam, Cengnâme Türkçe olarak kaleme alınan eserler arasında yer alır.

    Türkçe’nin yaygın olarak kullanıldığı Tevâif-i Mülûk devrinde, Arap ve Fars geleneğine bağlı tarih yazıcılığının da gerilediği, sade ve halk diline yakın edebî eserlerin geliştiği görülür. Selçuklu tarih yazıcılığı geleneğinden kopuşun temelini de bu “Türkçe’ye dönüş” hareketi teşkil eder (Köprülü 1980: 250-253, 334-400; Köprülü 1989: 271-315; Tekindağ 1971: 655-656). Bunun yanında, beylikler devrindeki geniş tercüme faaliyetlerinin konu ve içerik bakımından bir bütünlük sağladığı yadsınamaz bir gerçektir. Kısas-ı Enbiyâ, Kelîle ve Dimne, Kabusnâme ve Taberî tercümeleri gibi eserlerin varlığı, Osmanlı tarih yazıcılığının alt yapısını oluşturmuştur (Köprülü1980: 338-353).

    Türkiye Selçuklu ve Türkmen beyliklerinin saraylarındaki Târih-hânlar (tarih okuyucular) ve menakıbnâme okuyan halk şairleri, Osmanlı tarih-nüvisleri için ikinci kaynak grubunun devamını sağlamışlardır. Gazavatnâme ve menakıbnâme tarzındaki bu tür edebî eserlerin, medhiye tarzında ve “sultanın gururunu okşamak ve edebî zevkini tatmin etmek için yüksek sesle okunmak üzere yazıldıkları görülmektedir.” (İnalcık 2000a: 110). Uc toplumlarında gaza ideolojisinin yayılmasında büyük etkisi olan Ebû Müslimnâme, Battalnâme, Dânişmendnâme, Hamzanâme, Saltuknâme tarzı eserler propaganda içerikli kaynaklar olarak değerlendirilebilir. Bunun yanında Osmanlı tarih yazıcılığının temelinde bu edebî ürünlerin olduğu yadsınamayacak bir gerçektir.

    A. Destanlar Devri

    Türkmen kütlelerinin Anadolu’yu mesken tutmalarının akabinde, bu coğrafyada basit muhtevalı Türkçe eserler kaleme alınmaya başlandı. Ancak bunlar çok azdı ve üstelik dar, iptidaî bir çevrede tutunabildi. Türkmen muhacereti ile birlikte Orta Asya’daki millî ve kabilevî gelenekler de bu sahaya taşındı. Bunun yanında, İslâm medeniyeti dairesinde meydana getirilen birtakım eserler de bu kabilevî geleneklerle yeni bir çehre kazandı. Bunların ekseriyetini, o zaman için hakiki bir cihad alanı olan Anadolu’daki halkın ve gazilerin ruhunu okşayan menâkıbnâme, gazavatnâme ve Oğuz Destanı gibi hamasî ve destanî eserler teşkil ediyordu. Bu tür eserler uçlarda, gaziler arasında, umuma açık yerlerde ozanlar, bahşılar, âşıklar ve meddahlar tarafından okunuyordu. Şifahî kültürün hâkim olduğu uc toplumlarında ve Türkmen aşiretleri arasında bu tarz eserler rağbet görüyordu. Uçlardaki Türk-Bizans mücadelelerinin doğurduğu destanlara her iki toplumda da rastlanmaktaydı. Bizans edebiyatında “Akritas” adı verilen destanlar ile Türk destanları arasındaki benzerlikler dikkate değer bir mahiyet arz ederler (menkabeler hakkında bk. Ocak 1997; Ortaylı 2000).

    İslâm Peygamberinin hayatını anlatan “Siyer” tarzı eserlerden mülhem olarak ortaya çıkan Menâkıbnâme geleneğinin Anadolu’da yayılmasında, Hamzanâme’ler ilk basamağı teşkil eder. Hz. Hamza’nın kahramanlığı, savaşçılığı ve şahsiyeti etrafında örülen bu eserler Araplar arasında destanlaşmaya başladı. Şia akidelerine bağlı ve ehl-i beyt sevgisini esas aldığını iddia eden İranlılar, Hamzanâme’ye yeni unsurlar eklediler. Hamzanâme’ler, Müslüman Türkler arasında da rağbet gördü. XIV. yüzyılın başlarında ölen İbn Teymiyye, Türkmenler arasında Hamzanâme’lerin bolluğuna dikkat çeker (Köprülü 1980: 344).

    Türkçe Hamzanâmeler ilk defa XIV. yüzyılda kaleme alınmaya başlandı. Anadolu coğrafyasında bilinen ilk Hamzanâme Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî (öl. 1412-13)’ye aittir (Necip Âsım 1328). Onun bu eseri bilhassa uçlarda, sınır boylarında rağbet gördü (Albayrak 1997: 517).

    Ebû Müslim-i Horasânî’nin (öl. 137 / 755) şahsiyetini ve hayatını konu alan Ebû Müslimnâme’lerin İran kültüründen alındığı yönünde tezler ileri sürülür (Albayrak 1994: 195). Ancak bu hikayelerin Ebû Müslim’in maiyetindeki Türkler arasında teşekkül ettiği fikri bu görüşe nazaran daha yaygındır. Fuad Köprülü, Ebû Müslim destanının Türk edebiyatındaki en eski nüshasının 1150’de Merv’de, Sultan Sancar’ın maiyetindeki Karahan ailesine mensup Melikzâd b. Mahmûd b. Hüseyin b. Kızılarslan Hakan adına yazıldığını söyler (Köprülü 1980: 345). Nurettin Albayrak ise Ebû Müslim hikâyelerinin en eski tercümesinin Ebû Tâhir-i Tûsî’ye (Tarsûsî) ait olduğunu yazar. Kimliği hakkında fazla bilgi olmayan Tûsî, Gazneli Mahmud’un sarayında bulunan bir hikayeci idi (Albayrak 1994: 195). II. Murad devri ümerâsından Timurtaş Paşa’nın Bursa Ulu Cami’ye vakfettiği eserler arasında Ebû Müslim Kıssası’nın mevcudiyeti, bu tarz hikayelerin yalnız uclarda ve halk arasında değil, aynı zamanda devletin ileri gelenleri arasında da ilgiyle okunduğunun bir kanıtıdır (Köprülü 1980: 359).

    Arap edebiyatından Türk edebiyatına aktarılan destanlardan biri de Seyyid Battal’a isnat edilen hikâyelerdir. Türkçe Battalnâme’lere göre Seyyid Battal, Ebû Mehmed Cafer b. Sultan Hüseyin b. Rebi‘ b. Abbasü’l-haşimî adlı Malatyalı bir Abbâsî emîridir. Ancak Taberî Tarihi, Kitâbü’l-uyûn gibi kaynaklarda onun VIII. yüzyılda Emevî-Bizans savaşlarında bulunan ve 739 (h. 122)’da şehid olan Abdullah el-Battal olabileceği kayıtlıdır. Battal’ın hayatı ve maceraları etrafında meydana getirilen menkabelere ilk Araplarda rastlanır. Arap edebiyatında Zülhimme adı ile bilinen Battalnâmelerde VIII. yüzyılda İstanbul’u muhasara eden Emevîler konu edilir. Muhtevası bakımından iki kısımdan oluşan Zülhimmelerde İstanbul’u kuşatan Emevî serdarı Mesleme ve silah arkadaşı Sahsâh’ın başından geçen olaylar birinci kısmı teşkil eder. Battal’ın hayatı, cenkleri ve şahsiyeti ile ilgili kısım ise ikinci bölümü oluşturur (Banarlı 1997: 301). Battalnâmenin asıl mevzuunu teşkil eden bu kısımda kronolojik hatalar dikkati çeker. Sonraki asırlara ve Abbâsîler devrine ait birçok vakıa tarihî hakikat ile karışmıştır.

    Türk edebiyatında Mensûr ve manzûm birçok Battal Gazi menkabesi kaleme alınmıştır. İlk telif veya tercümenin ne zaman yapıldığını tespit etmek mümkün değilse de, bu menkabenin yazıya aktarılması XI. yüzyılın sonları veya XII. yüzyılın başlarında mümkün olmuştur. Battâlnâmelerde Anadolu’nun fethine dair kayıtların bulunmaması, onun Selçukluların ilk dönemlerinde veya daha önce kaleme alındığını fikrinin yerleşmesine sebep olmuştur. Buna karşın Ahmet Yaşar Ocak, Battalnâme’nin yazıya geçiriliş sürecinin XIII. yüzyılın başlarında da mümkün olabileceğini söyler (Ocak 1992: 206)

    Türkçe Battalnâmeler dikkatlice incelendiğinde bunların Zülhimme’den etkilenmekle birlikte bazı özgün vasıflara sahip olduğu görülür. Eski Türk inançlarından ve İran peri masallarından nakış (motif)lar bulunur. Battal’ın Hindistan seferine çıkarak burada devlerle, cinler ve perilerle savaşması, bu nakışlara birer örnektir. Onun, Aşkar Devzâde isimli atı da kendisi gibi kahramandır. Atın da kahraman sayılması, menkabenin, eski Türk geleneklerinden etkilendiğini gösterir. Nitekim Dede Korkut hikayelerinde de, kahramanların atlarının ön plana çıkartıldığı bilinmektedir.

    Battalnâme’de cihad ve gazâ ruhu kendini çok kuvvetli bir şekilde hissettirir. Seyyid Battal menkabeleri X- XI. asırlarda Rumlar tarafından da benimsenmiştir. Bizanslıların destanî kahramanları Digenis Akritas, hem Rum ve hem de Arap karakteri taşır. Menşei Suriyeli bir Arap emîri soyuna bağlanan Akritas, yalnız Araplarla değil, yeri geldiğinde Rumlarla da savaşır (Boratav 1997: 348). Battalnâmeler de tıpkı diğer Arap menşeli menkabeler gibi Türkler arasında ve bilhassa uç kesimlerinde rağbet görmüştür. Arap olduğu konusunda şüphe bulunmayan Battal, Türkler arasında, Gâziyân-ı Rûm’a uygun olarak Battal Gâzi olarak anılagelmiştir.

    Yukarıdaki menkabelere nazaran Türk menşeli olan ve Anadolu coğrafyasının mahsulü olan eserlere de rastlanmaktadır. Bu menkabelerin ilki Dânişmendnâmelerdir. Arap menşeli Battâlnâme’nin birçok bakımdan devamı sayılabilecek bu eserler, Melik Dânişmend Ahmed Gâzi’nin hayatını, kahramanlıklarını ve şahsiyetini konu alırlar. Malazgirt Meydan Muharebesinden (1071) sonra, Büyük Selçuklu Devletine tâbi olarak Anadolu’ya gelen ve Malatya, Sivas, Amasya, Tokat, Çorum sahasında Dânişmendliler devletini kuran Dânişmend Gâzi, Anadolu’nun türkleşmesi ve islâmlaşmasında büyük bir rol oynamıştır. Dânişmend Gâzi’nin menşei, daha önce bu sahalarda faaliyetlerde bulunan Battal Gâzi’ye bağlanır.

    Destan’da Dânişmend Gâzi, Tursun, Çavuldur, Çaka, Kara Togan gibi yoldaşlarıyla halifeden izin alarak Anadolu’yu fethe memur olurlar. Önce Sivas’ı alan Dânişmend ve arkadaşları bu şehri imar ederler. Sonra muhtelif kollara ayrılıp maiyetlerindeki kuvvetlerle kimi İstanbul’a ve kimi de Karaman ülkesine gazâya giderler. Dânişmend Gâzi, Canik’i almak isterken yaralanır ve kısa bir süre sonra ölür. Bu vakıadan sonra Hıristiyanlar, Müslümanlara galip gelirler ve kaybettikleri topraklarını geri alırlar. Halife, bu gelişmeler karşısında Horasan’da mukim Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’e haber gönderir ve Selçukluları “gazâ”ya davet eder. Tuğrul da, Anadolu’nun fethi için Süleyman Şah’ı görevlendirir (Banarlı 1997: 302).

    Dânişmendnâme’de dikkati çeken en önemli husus kahramanların halis Sünnî inançlara göre yaşayan şahsiyetler olmasıdır. Dânişmend Gâzi ve yoldaşları, vakit namazlarını kılan ve asla içki içmeyen kimselerdir. Destan bütünüyle Sünnî ideoloji ile şekillenmiştir. Dânişmend Gazi’nin düğününde 150 atın kesilmesi, İslâmiyet öncesi eski Türk inançlarını yansıtan tek motiftir.

    Destanda, mücadele hâlinde olan Türklerin ve Rumların birbirlerinin kültürlerine aşina olmaları dikkate değer bir husustur. Her iki taraf da, birbirlerinin dilini anlar ve konuşurlar. Gaziler Rumca bilirler. Buna mukabil Rumlar da Türkçe konuşurlar. Bazen kılık değiştirip birbirlerine karşı casusluk yaparlar. Bütün bu gelişmeler tarafların birbirlerini tanıyacak kadar ortak bir hayat tarzlarına sahip olduklarını gösterir (Ocak 1993: 479).

    XIII. yüzyılda Selçuklu sultanları Anadolu’yu hâkimiyetleri altına aldıktan sonra, bir zamanlar rakipleri olan Dânişmedlilerin son emirlerine lütufkar davrandılar. Seyyid Battal Gâzi türbesini inşâ ettiler. Bunun yanında Melik Dânişmend Gâzi’nin hafızalarda hâlâ canlılığını koruyan menkabeleri, Türkiye Selçuklu hükümdarı II. İzzeddin Keykâvus’un emriyle, Münşî-i Sultanî mefhar-ı bülega İbn Alâ tarafından derlendi (1245).

    İbn Alâ’nın Türkçe olarak kaleme aldığı bu eser bugün için mevcur değildir. Eldeki Dânişmendnâme nüshaları, XV. yüzyıl Osmanlı edebiyatının ürünüdür. II. Murad’ın teşvik ve himayesiyle Tokat Kalesi dizdarı Ârif Ali, İbn Alâ’nın eserini gözden geçirmiş ve âdetâ yeniden yazmıştır. Ârif Ali, eski Dânişmendnâme’nin “eski, karışık, tertipsiz olduğundan ve diline Türkçe denilemeyeceğinden” bahseder (Köprülü 1943a: 427). Gelibolulu Mustafa Âli bu ikinci yazılışı 762 (1360-61) yılında, yani I. Murad devri başında gösterir. Ancak başta Fuad Köprülü olmak üzere hemen bütün araştırmacılar, Danişmendnâme’nin II. Murad döneminde (1421-1451) yazıldığı konusunda hem-fikirdirler.

    Dânişmendnâme, bir “menkabeler mecmuası” olmasına rağmen Osmanlı tarihçileri ona tarihî kaynak gözüyle bakmaya ve ondan yararlanmaya çalışmışlardır. Gelibolulu Mustafa Âli, Ârif Ali’nin eserini esas alarak Mirkatü’l-cihad isimli küçük bir Dânişmendliler tarihi yazmıştır (Fleischer 1996: 136-137). Bunun yanında Füsûl-i Hall ü ‘Akd adlı eserinin Dânişmendliler ile ilgili kısmının başlıca mehazı da, bu Dânişmendnâme olmuştur. Mustafa Âli’den başka Cenâbî, Karamânî, Kâtib Çelebi, Müneccimbaşı ve Hezârfen Hüseyin gibi Osmanlı tarihçileri de bu eserden faydalanmışlardır (Ocak 1993: 479). Selçuklular Devri isimli eserinde Dânişmend Gazi’ye ve Dânişmendnâme’ye geniş bir yer ayıran Mükrimin Halil, bu eseri hiçbir delile dayanmayan bir masal kitabı, uydurma bir eser olarak değerlendirir (Yinanç 1944: 87-103).

    Hamzanâme, Battalnâme ve Dânişmendnâme geleneğini takip eden halk hikâyeleri ve menkabeler arasında Saltuknâme önemli bir yere sahiptir. Tarihî bir şahsiyet olduğunda şüphe olmayan Sarı Saltık’tan bahseden ilk eser bugün için mevcut değildir. Ancak XIV. yüzyılda Kemâleddin Muhammed es-Serca er-Rifâî’nin kaleme aldığı Tüffâhu’l-ervâh isimli bir Arapça menkabeler mecmuasında onun ismine tesadüf edilir. O da, tıpkı diğer menkabe kahramanları gibi kâfirlerle mücadele eden bir İslâm savaşçısıdır.

    Anadolu coğrafyasında ilk Saltuknâme’nin ne zaman kaleme alındığı bilinmemektedir. Saltık ile ilgili en eski kaynak, Velâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’dir. Bu esere göre bir çoban olan Sarı Saltık, Hacı Bektâş’ın irşâdıyla Rumeli’de “gazâ”ya memur edilmiştir. Yoldaşları Ulu Abdal ve Küçük Abdal’la birlikte uzun yıllar kâfirlerle savaşmıştır. Yunus Emre de

    "Yunus’a Taptuk'dan oldu hem Barak'dan Saltuk'a,

    Bu nasib çün cûş kıldı ben nice pinhân olam."

    sözleri ile onun Taptuk Emre ve Hacı Bektaş ile ilgisini dolaylı olarak anlatır (Gölpınarlı 1992: 411). Velâyetnâme’ye göre, bütün bu manevi mürşitler, Hacı Bektaş'ın mürididir. Hacı Bektaş'ın Barak Baba, Sarı Saltuk ve Taptuk Baba ile münasebetleri Saltuknâme tarafından doğrulanmıştır.

    Yazıcızâde’nin Târih-i Âl-i Selçuk adlı eserinde, Sultan İzzeddin’in Fasilyos’tan yaylak ve kışlak isteği karşılığında kendilerine Dobruca’nın verildiği ve buraya giden göçebe Türkmenler arasında Sarı Saltık’ın da olduğu kayıtlıdır. Evliyâ Çelebi’nin anlattığına göre Saltuknâmelerin ilki, XV. Yüzyılın meşhur Bayramî şeyhlerinden Muhammediye yazarı Yazıcıoğlu Mehmed’in (öl.1451) yazdığı Menâkıb-ı Sarı Saltık’tır. Bu eserde Sarı Saltık’ın menkabeleri geniş bir biçimde anlatılmıştır. Diğer bir Saltuknâme ise, 1473-1480 yılları arasında, Cem Sultan’ın maiyet erkânından Ebû’l-hayr Rûmî tarafından yazılmış büyük bir derleme eserdir. Bu büyük derleme eser, Uzun Hasan üzerine sefere çıkan Fatih Sultan Mehmed’in yerine Edirne’de kaymakam olarak kalan oğlu şehzâde Cem’in talebi üzerine yazılmıştır. Cem Sultan gezileri sırasında Babaeski’de uğradığı bir tekkede dervişlerden Sarı Saltık’ın menkabelerini dinlemiş ve bu menkabelere ilgi duymuştur. Ebû’l-hayr Rûmî’den bu menkabeleri derlemesini istemiştir. Bunun üzerine müellif, yedi yıllık bir araştırma sonucu, Anadolu ve Rumeli’deki Sarı Saltık türbe ve tekkelerinden, mezar ve makamlarından derlediği menkabeleri, Battalnâme, Dânişmendnâme, ve bazı halk hikâyelerini uyarlayarak yaparak Saltuknâme isimli eserini meydana getirmiştir (Ocak 2002: 5-7). Bugün Ebû’l-hayr Rûmî’nin yazdığı nüsha mevcut değildir. Bununla birlikte, 1000/1591 tarihinde ondan kopya edilen bir nüsha bulunmaktadır. Ancak müstensih, XVI. yüzyıl siyasî ve sosyal olaylarından da etkilenmiş; Osmanlı-Safevî mücadeleleri ve Şiî propagandanın yarattığı tepkileri de Saltuknâme’ye yansıtmıştır. Bu menkabede Sarı Saltık “Râfızîlerle mücadele eden, Hanefî mezhebine mensup koyu bir Sünnî mücahit” olarak tanıtılır. (Ocak 2002: 7-8).

    Bir diğer Saltuknâme de, Evliyâ Çelebi’nin gördüğü ve Özi Valisi Kenan Paşa’nın (1659) kaleme aldığı, kırk kerras (forma)’dan ibaret Saltuknâme’dir. Evliyâ Çelebi, Kenan Paşa’nın bu Saltuknâme’sini, Babadağı’nda topladığı menkabelerle Yazıcıoğlu Mehmed’in eserinden ve bir de Fütûhât-ı Toktamış Han’dan yararlanarak yazdığını söyler (Evliya Çelebi 1999: 206).

    Saltuknâmelere göre Sarı Saltık, kâfirlerin dillerini, dinlerini bir rahip kadar bilir. Kâfirlerin sınırlarını geçer, saraylarına kadar girer. Kiliselerde vaazlar verir. İslâm’ı kabul etmeyenleri öldürür. Birçok mukaddes emanet Sarı Saltık’ın elinde bulunmaktadır. Peygamberin kılıcı, Ebû Bekir’in asâsı, Ömer’in tarağı, Osman’ın kamçısı ondadır. Diğer menkabelerde olduğu gibi, Saltuknâme’de de masal unsurlarına rastlanmaktadır. Cinler, cadılar, büyücüler, menkabede önemli bir rol oynar. Onun kerâmetlerini sihirbazlığa atfeden kâfirler, Saltık’ı ateşe ve denize attıkları hâlde, Hızır Peygamber’e tâbi cinler onu kurtarmışlardır. O, gerektiğinde, cinler aracılığıyla, en uzak yerlere gider ve kâfirlerle savaşır. Müslümanların yardımına koşar (Köprülü 1943a: 434-435). Bursa’daki Kara Davud, Kemal Ata, Abdal Murad, onun mürididir; ve bütün müridleri, tahta kılıçlarla kaleler zapteden, kâfirleri haraca bağlayan büyük gazi-dervişler, alp-erenlerdir.

    Saltuknâme’de Türkiye Selçuklu Devleti ve hükümdarları Gıyaseddin, İzzeddin ve Alâeddin, Türkmen beylikleri, Umur Bey, Ertuğrul, Osman Gazi, meşhur Şems-i Tebrizî, Mevlânâ, Şeyh Şihâbeddin-i Maktûl, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahi Evren, Taptuk Emre, Karaca Ahmed, Ece Bey, Orhan Bey gibi isimlere rastlanması ve bunların XIII-XIV. yüzyılda varlıklarının bilinmesi, bu esere tarihî bir kaynak olarak bakmayı da zarurî kılmaktadır. Ahmedî, Düstûrnâme, Âşık Paşazâde tarihi gibi ilk dönem kroniklerinde Osmanlı Devletinin kuruluşu ile ilgili bilgiler ve Saltuknâme arasında bir paralellik vardır. Süleyman Şah’ın oğullarının diyâr-ı Rûm’a gelmesi, Ertuğrul’un batıya göç etmesine karşın kardeşlerinin Horasan’a geri dönmesi, Osman’ın etrafında gazilerin toplanması gibi hikâyeler Saltuknâme ile ilk dönem kroniklerindeki benzerlikler arasında sayılabilir. Köprülü, Saltuknâme’de mevcut bilgileri değerlendirerek, Ebû’l-hayr’ın bu eseri yazarken velâyetnâmelerden, anonim tarihlerden ve kroniklerden faydalanmış olabileceğini yazar (Köprülü 1943a: 438).

    İlk dönem Osmanlı kaynaklarının başlıca mehazlarından olan menâkıbnâmelerin kahramanlarına ait hatıraların uçlarda ve gazi toplulukları arasında canlı bir şekilde yaşadığı muhakkaktır. Nitekim XII-XIV asırlarda gaziler, cihâda giderken bu menkabe kahramanlarına isnat edilen bayrakları taşımışlardır (Köprülü 1943a: 428). Bu ufak ayrıntı onların halk arasında ve toplumsal hafızada nasıl bir yer edindiğinin delilidir.

    Menâkıbnâmelerin başta Ahmedî olmak üzere XVI. ve XVII. yüzyıl tarih yazarlarınca da kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Nitekim bu menkabelerden en çok istifade edenlerden biri de Gelibolulu Mustafa Âli’dir (örnek olarak bk. Mustafa Âli 1277: 49-65).

    Destanî unsurlar taşıyan menkabe tarzından farklı olarak, belirli bir savaş veya seferi tasvir eden Gazavâtnâmeler de tarih kaynakları arasında değerlendirilebilir (Ocak 1996a: 439-440). Menkabeler istisnâ tutulursa, ilk örneklerine XV. yüzyılda rastlanan gazavâtnâmeler de büyük bir tarihî boşluğu doldurmuştur. Bunlardan II. Murad’ın İzladi ve Varna savaşlarını anlatan anonim Gazavâtnâme Ahmedî’nin Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman’ı ile diğer kronikler arasında bir köprü vazifesi görür (İnalcık 1989). Ayrıca II. Murad adına Kâşifî’nin kaleme aldığı Farsça Gazanâme-i Rûm isimli bir eser de vardır. Agâh Sırrı Levend’in gazavâtnâmeler üzerine yaptığı kapsamlı çalışmasında XV.-XVII. yüzyıllar arasında kaleme alınmış yaklaşık ikiyüz elli gazavâtnâme ismi tespit etmiştir. Bundan başka Levend, Sûzî Çelebi’nin Fâtih ve II. Bâyezîd döneminde akıncı beyliği yapmış Mihaloğlu Ali Beyin gazalarını anlatan Gazavâtnâme’sini yayımlamıştır (Levend 1956).

    B. Osmanlı Tarih Yazıcılığının İlk Devirleri

    İlk Osmanlı kronikçileri dikkate alındığında (kimliği el-ân meçhul Yahşi Fakîh’i bir kenara bırakırsak), bunların (Ahmedî, Hamzavî, Ahmed-i Dâ’î, Şükrullah vd.) Osmanlı topraklarında neş’et etmedikleri ve daha sonra Osmanlı sarayına intisap ettikleri görülür. Bunun yanında, Hadaiku’ş- şakaik’de Ede Balı, Dursun Fakih gibi kimselerin de “bilâd-ı Karaman”dan olduğu zikredilir (Mecdi Mehmed 1989, c.1: s.20-21). Tarih yazıcıları ile Osmanlı Beyliği’nin siyasî organizasyon olarak kuvvetlenmesinde rol oynayan kişiler arasında bir paralellik vardır. Kroniklerde, Germiyan ülkesinden gelen birinin, pazar bâcını satın almak istemesi ile ilgili bir vakıa anlatılır. Zikredilmesi gereken önemli bir husus, Osman’ın pazar bâcının mahiyeti ve ne olduğu sorusuna, bu kişinin “töredir” cevabını vermesidir. Töre’nin tarihî bir gerçek olması yanında, tarihî bir unsur olduğu da hesaba katılırsa, çevre beyliklerden gelenlerin Osmanlılarda kanunların ve müesseselerin yerleşmesine hizmet ettikleri ve hiç olmazsa bu yolla tarih şuurunun kapılarını araladıkları iddia edilebilir. Anılan olay, Osmanlı’da ilk kanun ihdâsı sayılmaktadır (“Bu resme kodı o kanunı Osman.” Aşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, 1949: 104). Nitekim I. Murad döneminde Karaman diyârından gelen Rüstem Paşanın “pençik” kanununun uygulanmasındaki rolüne dâir kroniklerdeki bilgiler de bu minvalde değerlendirilebilir.

    14. yüzyılın sonlarında Osmanlı tarih yazıcılığında karşımıza birdenbire kimliği ve hayatı meçhûl bir kişilik olan Yahşi Fakîh çıkar. Yahşi Fakîh’in, Sultan Orhan’ın imamı İshak Fakih’in oğlu olduğu ve “Menâkıbnâme-i Âl-i Osman” adlı bir eser yazdığı sonraki kaynaklarda kaydedilmiştir (Babinger 1927: 10). Orhan Gazi’nin imamı İshak Fakih oğlu olduğu zikredilen Şeyh Yahşi Fakih, ismine bakılırsa hem ulemâ ve hem de meşayih zümresinden idi (Necîb Âsım 1328: c.1, 43). Kâtib Çelebi, Yahşi Fakih’in adını Bahşi, babasının adını ise İlyas olarak kaydeder (Kâtib Çelebi 1971: 283). Arşiv kaynaklarında dedesinin adı Alişar olarak kayıtlıdır. Orhan Gaziden vakfiyet üzere nişân-ı hümâyûnu olan Yahşi Fakih’in Alan-argı, Kıran-tarla ve Armuddibi’nde üç parça yeri olduğu ve buralarının oğlu Mehmed Şah’ın tasarrufunda olduğu kayıtlıdır (Barkan 1988: 407). Eldeki mevcut bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla onun Menâkıbnâme’si, Türkmen veya Rum, muhtelif kökenli halk hikâyeleri ile gerçek tarihî bilgileri karıştırıp birleştiren bir türün, popüler destanî (epik) üslûbun özelliklerini taşımaktadır (İnalcık 2000b: 121, 4. dipnot). Âşık Paşazâde, 1413 yılında hastalanarak Fakih’in Geyve’deki evinde kaldığını ve onun bu eserini gördüğünü zikretmiştir. İsminden başka cismi olmayan bu Menâkıbnâme, başta Âşık Paşazâde olmak üzere, Osmanlı tarih yazarlarının kaynaklarından olmuştur.

    14. yüzyılda yazılmış ve bugün için varlığı bilinen yegâne tarih, şair Ahmedî’ye aittir (hayatı için bk. Köprülü 1997a). Ahmedî’nin manzum eseri İskendernâme Anadolu Türkmen beylikleri devrinin önemli edebî mahsulleri arasında yer alır. Vilâyet-i Germiyan’dan olan ve Germiyanoğullarının hizmetinde bulunan Ahmedî, Osmanlıların Germiyan topraklarını almasından sonra bu beyliğe intisap etti (Mecdi Mehmed, 1989, c.1: 70). “Murad Han Gazi devrinde boy beylerinden Mîr Süleyman namına” kaleme almaya başladığı eseri, bu hâkimiyet değişikliğinden sonra ta’dil edildi. Ahmedî’nin eserinin 792 (1390) yılında yazıldığı ve Germiyan beyine sunulduğu, ancak pek rağbet görmediği rivayetler arasındadır (Babinger 1927: 11). Bu eserin sonunda yer alan ve İskendernâme’ye oldukça ilginç bir şekilde eklenen Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman onun Osmanlı sarayına sığındığı zaman yaptığı ta’dilatın bir mahsulüdür (Ahmedî 1949; Banarlı 1939). Şairin, hâmilerinin sürekli değişmesinden dolayı eserini birkaç defa güncelleştirdiği görülür. O, “Yıldırım Bâyezîd evlâd-ı emcâdından Süleyman Çelebi ile olub şi’re hüsn-i iltifâtları dâ‘idesiyle nâm-ı şeriflerine İskendernâme nâm mesnevî kitâbı nazm etmiştir” (Mecdi Mehmed 1989, c.1: 70). Dâsitan’a son biçiminin bu zamanda verildiği anlaşılmaktadır. Ahmedî, Süleyman için müstakil bir eser kaleme alacağını söylemiş, ancak buna ömrü yetmemiştir. Belki de Süleyman’ın Osmanlı tahtı üzerindeki iddiasının zayıflaması ve rakiplerinin kuvvetlenmesi sonucu buna cesaret edemedi. Emir Süleyman’ın son zamanlarında halk ve devlet erkânı kendisinden hoşnut değildi. Nitekim Süleyman 1410 yılında, Musa Çelebi’nin Edirne’ye girişinin ertesinde şehirden kaçarken, İstanbul yolunda köylülerce öldürüldü. Kaynaklar Ahmedî’nin bu olaydan iki yıl sonra (H. 815 / M. 1412) Amasya’da öldüğünü kaydeder (Mecdi Mehmed 1989, c.1: 71).

    Makedonyalı İskender ile ilgili kıssalar, Ortaçağ doğu ve batı edebiyatında sıklıkla işlenen temâlardan biridir. Zülkarneyn ile ilgili Kur’an’da geçen ifadelerin bazı müfessirlerce İskender’e mal edilmesi, onun kişiliği etrafında sözlü ve yazılı rivayetlerin oluşmasına sebep olmuştur (Kur’an 18/83-99). Arap edebiyatında bu konu, “sîretü’l-İskender” gibi mensûr eserlerin kaynağını teşkil etmiştir. Ebû İshak es-Sûrî’nin Kıssatü’l-iskender isimli mensûr eseri bu türün en bilinen örnekleri arasında yer alır. Fars edebiyatında ise İskender ile ilgili efsaneler, şairler ve hikayeciler tarafından farklı formatlarda kaleme alınmıştır. Bunları genellikle iki grupta toplamak mümkündür. Saray çevresi için yazılan İskender kıssaları mesnevi, halk için yazılanlar ise genellikle nesir hâlindedir. Bu büyük imparatorun efsanevî hayatına, Firdevsî ve Nizamî gibi meşhurların eserlerinde de yer verilir.

    Ayetler, hadisler, hikmet ve ilm-i nücûm ile bezenerek Şark eserlerinde oldukça geniş yer tutan İskendernâme’lerde, tarihî bir şahsiyet olan İskender etrafında sembollerle örülü bir dünya oluşturulur. Onun Hızır ve İlyas ile âb-ı hayatı araması ilme, Aristo’dan ders alması ise akla işaret eder. Bu anlatılarda fikrî, ahlakî ve didaktik konular da işlenir. Böylece İskender, doğu mistisizminin etkisiyle Müslüman bir kimlik kazanır. İskendernâme’lerin kaynakları arasında Tarih-i Taberî, Tarihü’l-hamîs gibi İslâm tarihleriyle Tenvîrü’l-mikbâs, Mefâtîhu’l-gayb gibi tefsirlerin yer alması buna işaret eder (Ünver 2000).

    İskender’in şark tarihçileri ve edebiyatçıları tarafından sıklıkla işlenmesindeki diğer etkenler de, onun ilme ve öğrenmeye duyduğu meraktan, geniş tecessüsünden ve ilim ehline verdiği değerden kaynaklanmaktadır. Bilge hükümdar tiplemesi, şark siyaset geleneğinde geniş yer tutmuştur. Bunun yanında onun ilme ve ilim ehline verdiği değerin pragmatik olarak kullanıldığı, ilim ehline intisap ve cevaiz-i seniye kapılarını açtığı da iddia edilebilir.

    Türk edebiyatı da bu konuya ilgisiz kalmamıştır. İskender’i ideal bir cihangir imparator kabul eden Türk hükümdarları da onun hikâyelerine rağbet etmişlerdir. Türk edebiyatında XIV. yüzyıldan itibaren İskender efsanesi ile ilgili müstakil eserler kaleme alınmaya başlamıştır.

    Ahmedî’nin, İran mesnevîleri tarzında tertip olunan İskendernâme’sinde Makedonyalı İskender’in hayatından başka Peygambere, dört halifeye, Emevîlere, Abbasilere ve İlhanlılara ait tarihî bilgiler de yer almaktadır. Sık sık Kur’an ve hadislere başvuran Ahmedî, İskender’in hayatı ile ilgili bilgileri de İran edebiyatından almıştır. Ahmedî’nin bu eseri, gerçek bir olay-anlatıdan ziyade ahlakçı bir metindir. Bunun yanında eserinde “ilm-i hendese, ilm-i hikmet ve ilm-i tıbdan birçok nesne derc” eylemiştir (Mecdi Mehmed, 1989, c.1, s. 70). İskendernâme ve Dâsitan’da kronolojik sıra endişesi güdülmediği gibi, bir kısım bilgilerde hatalar bulunmaktadır. Örneğin o, İlhanlı hükümdarı Olcaytu Hüdâbende’yi kadın telakkî etmiştir (Banarlı 1939: 61).




    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #2
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Ahmedî’nin Osmanlı sarayına intisabından sonra kaleme aldığı Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman adlı kısım, asıl metinden ayrı ve N. Sami Banarlı’ya göre, “tamamiyle müstakil bir tarihtir” (Banarlı 1939: 66-67). Ancak, İskendernâme’nin ikmâlinden epey sonra kaleme alınan bu kısım/eser, Ahmedî’nin akıllıca bir siyaseti ile İskendernâme’ye eklenmiştir. Bu eklemdeki kuvvetli bağ, dinî terimler ile oluşturulmuştur. O, sonra gelenin önce gelenden yeğ olduğunu, nitekim dört kitabın sonuncusunun Kur’an ve peygamberin de Muhammed olduğunu söylemektedir. Osmanlılar da gazânın önderi olmaları dolayısıyla böyle bir övgüyü hak etmişlerdir. Onlar tanrının ferraşı ve ehl-i dine püşt ü penâh olmuşlardır (Ahmedî 1949: 7).

    Ahmedî tarihindeki meşruiyet kaynakları, yalnızca bunlar ile sınırlı değildir. Ona göre Osmanlılar, din adına gazâ yaptıklarından, gâzi unvanını layıkıyla hak etmişlerdir. Öyle ki, bu gâzi vasıfları, onları diğer beyliklerden tefrik etmiştir. Varsakların, Durgutluların, Türklerin, Rûmların ve Şamlıların Karamanlılar ile ittifakına karşı, Murad Hüdavendigâr’ın yanında Tanrı yer almıştır. I. Bayezîd’in Türkmen beyliklerini ilhakını meşru gören Ahmedî, ilginçtir ki onun Memlûkler üzerine yürüyüşünün Tanrı’nın gazabına sebebiyet verdiğine ve Timur gailesine sebep olduğuna inanmaktadır. Ona göre, Tanrı’nın takdiri erişmiş, memleket fitne ile dolmuştur (Ahmedî 1949: 15-23).

    Ahmedî’nin eseri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, onun gerçek bir tarih kitabından ziyade mev’ize türünde olduğu görülmektedir. İçki içmeyi, sefahati, savurganlığı hoş görmeyen Ahmedî, bu alışkanlıklara müptelâ hükümdarları eleştirmektedir. Bunun yanında din adına savaşan hükümdarları ve yandaşlarını örnek alınacak kimseler olarak yüceltir; onların âlimlere ve siyaset ehline gösterdikleri yakın ilgi ve desteği örnek alınacak bir davranış olarak vasıflandırır (Imber 2000: 40). Ancak o, bütün bu olayları naklederken tarih ve kronolojik sıra kaygısı gütmemiştir. Münderecâtındaki tıp, felsefe, ilahiyat, hendese gibi farklı konular, bu eserin bir tarih kitabından çok ansiklopedi mahiyetinde olduğu izlenimini vermektedir (bk. Ahmedî 1983).

    İskendernâme’sinde Arap, Fars kaynaklarının yanında Ahd-i Atik, Yahudi ve İbrani kaynaklarından da yararlandığı anlaşılan Ahmedî’nin, Dâsitan’da ise hangi kaynakları kullandığı belli değildir. Victor L. Menage, Dâsitan’ın yazım tarzını dikkate alarak, bu manzum eserin, mensur bir kaynağa dayanarak yazılmış olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır. I. Bayezid hükümdarlığının ortalarına kadar bu mensur eserden yararlanan Ahmedî, bundan sonraki tarihler için ise müşahedelerine ve duyduklarına dayanmıştır. Eserde Niğbolu zaferinden hiç bahsedilmemiş; Ankara bozgunu ise üstünkörü geçilmiştir.

    Ahmedî’nin 340 beyitten meydana gelen bu muhtasar Osmanlı tarihi, kendisinden sonraki tarihçilerin kaynakları arasında yer almıştır. Bilhassa Şükrullah, Ruhi Çelebi, Neşrî gibi tarihçiler ile Anonim Tevârih-i Âl-i Osman yazarları, ondaki bilgileri aynen ya da çok az değişikliklerle eserlerine dahil etmişlerdir.

    Ahmedî’den sonraki yaklaşık yarım asır boyunca herhangi bir kroniğe rastlanmamıştır. Buna karşın, 14. yüzyılın ilk yarısından kalma tarihî takvimler, Ahmedî’nin eseri ile daha sonraki eserler arasında bir devamlılık sağlamıştır. Cedâvilü’t-takvîm, cedvelü’l-ihtiyârât, ahkâm / ahkâm-ı nusret ve ihtiyârât isimli, bu ilk İslâm gökbiliminin bir dalını oluşturan gelenek, Selçuklularda ve Osmanlılarda da devam etmiştir. İslâm’ın ilk yüzyıllarındaki müneccimler, kehanetlerine dayanak olması için eserlerinde, siyasî ve tabîî olayları kronolojik listeler halinde vermeyi gerekli görmüşlerdir. Osmanlılarda da izleri sürülen ve hükümdarlar için düzenlenen bu yıllıklar, Adem’den son peygambere kadar genel bir peygamberler tarihi sunduktan sonra halifeleri, Selçuklu, Osmanlı ve Karaman hanedanlarındaki olayları kronolojik sıra ile vermiştir. Bunun yanında gökbilimi ve geleceğe ilişkin kehanetler, rüya tabiri gibi kısımlar da bu yıllıklarda yer almaktadır.

    Münneccimler, her hicrî yılın başlangıcında sultan için ahkâm ve ihtiyârâtla birlikte bir takvim hazırlanmışlardır. İçlerinde kronolojik cetveller ihtiva etmesi, bunları hazırlayan müneccimlerin, saraydaki ilk vak’anüvisler olarak değerlendirilmesine olanak vermektedir (İnalcık 2000a: 103). Takvimler, her yıl sonunda ya arşive muhafazaya gönderilmiş ya da saraydan dışarı çıkarılmıştır. Böylece saray müneccimi her yıl yeni bir yıllık hazırlamak zorunda kalmıştır. Mènage, “ilke olarak takvim derleyicisinin yapması gereken şeyin, her bir kaydın sonundaki rakama ‘bir’ eklemek ve bir önceki yılın olayları için ‘- berü... bir yıldur şeklinde bitecek son bir paragraf ilave etmek suretiyle eski takvimin kopya etmek olduğunu” zikretmektedir (Mènage 1978: 231). Takvim derleyicileri çoğu zaman bu takvimlere yıl eklemeyi unutmuşlar; kronolojik bir boşluğa ve kargaşaya yol açmışlardır. Buna karşın, takvimlerin tarih çalışmalarındaki önemi yadsınamaz. Kroniklerde, bu yıllıklardan alınmış önemli siyasî ve tabîî olaylar (deprem, yangın, veba salgını) bulunmaktadır. Yukarıda da zikredildiği üzere, takvimleri, 1410-1450 yılları arasındaki boşluğu dolduran, kaynaklar olarak değerlendirmek mümkündür. Bu takvimlerden bir kısmı yayımlanmıştır (Turan 1954; Atsız 1961).

    Hicrî tarihi esas alan bu takvimlerde, olayların meydana geldiği tarih göz önünde bulundurulmamıştır. Bunun yerine, takvimin kaleme alındığı yıl dikkate alınmıştır. Olaylar, “.... eldenberû, ..... yıldır” biçiminde, yıllığın tertip edildiği yıldan şu kadar yıl önce olmuş şeklinde verilmiştir (Mènage 1978: 230). Mevcut ilk Osmanlı almanakı H. 849 ve 851 yıllarına aittir. Bunların daha eski eserlere dayandığı ortadadır. İlk Osmanlı hükümdarları hakkında oldukça cüz’î bilgiler veren takvimler, daha eski bir eserden faydalanmışlardır. Yalnızca hükümdarların doğumu, tahta çıkışları ve önemli askerî başarıları kaydedilmiştir. Buna karşın I. Murad devrinden sonraki bilgiler, çok daha tatminkar ve ayrıntılıdır.

    Takvimlerin muhtevası göz önünde bulundurulduğunda, bunların İslâmî bir gaye güttükleri ve genel İslâm tarihçiliğinin izlerinden ayrılmadığı görülür. Ademden başlayarak peygamberleri zikretmesi, halifeler ve diğer İslâm devletlerine ait kronolojik bilgilerin yer alması bu amacın tezahürüdür. Nihayet, Osmanlılar devrinde kaleme alınan takvimlerde, bu devletin muasırı diğer İslâm devletlerindeki önemli olayların da kaydedildiği görülmektedir.

    15. yüzyılın ilk yarısında tarih yazıcılığının sekteye uğraması, o devirdeki siyasî gelişmeler ile yakından alakalıdır. Ankara bozgunundan sonra yaşanan otorite boşluğu, siyasî ve sosyal buhrana sebep olduğu gibi, ilmî çalışmalara da menfî surette tesir etmiştir (Woodhead 1998: 291) Anlaşılan tarih-nüvislerimiz kendilerine hâmi bulmakta güçlük çekmiş ve başlıca geçim kaynakları olan “cevaiz-i seniye”den mahrum kalmışlardır. Ancak siyasî otoritenin tesisi iledir ki, tarih yazıcılığı yeniden gelişmeye başlamıştır. Bu yüzden, II. Murad devrinin, Osmanlı tarih yazıcılığının başlangıcı olduğu şeklinde genel bir kanaat hâsıl olmuştur.

    II. Murad döneminde kaleme alınan eserler arasında Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman’lar dikkat çekmektedir. Bunlar menkabe ve destan gibi popüler halk hikayeleri ile takvimlerden derlenmiş yazarı belli olmayan eserlerdir. Osmanlı devletinin kuruluş dönemi hakkında bilgi veren ilk kronikler bunlardır. XV. yüzyıl Anadolu Türkçesi ile ve sade bir dille yazılmış bu kroniklerin ortak özelliği, hemen hepsinin Osmanlı Devleti’nin başlangıcını, Süleymanşah’ın Anadolu’ya gelişi ile başlatmalarıdır. II. Murad devrine kadar oldukça kısa bilgileri ihtiva eden anonim kronikler, bu dönemden sonra ise ayrıntılı bir anlatım sunarlar. İlk dönem kronikçilerinin kaynakları arasında olan bu eserler hiç kuşkusuz Osmanlı tarih yazıcılığında önemli bir yere sahiptir. XV. yüzyılda kaleme alınmaya başlandığı sanılan anonim tarihlere XVIII. yüzyılda da rastlanmaktadır. Friedrich Giese, muhtelif kütüphanelerdeki 10 anonim kroniğin karşılaştırmalı bir neşrini yapmıştır (Anonim Tevârih-i Âl-i Osman 1992). Bunun yanında farklı bir anonim kronik de Abdülkadir Özcan tarafından yayımlanmıştır (Anonim Osmanlı Tarihi 2000).

    II. Murad döneminde te’lif eserler yanında, Selçuklular ve Türkmen beylikleri döneminde ait Arapça ve Farsça eserlerin tercümelerinin yapıldığı da görülür. Bu dönemde te’lif ve tercüme eserlerin yoğunluk kazanmasındaki başlıca etken, 1402 bozgununun yarattığı nüfuz kaybının telafî edilmesidir. Nitekim Yazıcızâde Ali, İbn Bibî’nin el- Evâmirü’l- alâ’iye fî’l-Umûri’l-alâ’iye isimli eserini bazı ilavelerle, Türkçeye tercüme etmiştir. Târîh-i Âl-i Selçuk isimli bu tercümede dikkat çeken özellik, Kayı boyunun üstünlüğünün vurgulanması ve Osmanlı Devleti’ne Selçuklu kaynaklarından meşru zemin aranmasıdır (Yazıcızâde Ali ty). Yine bu dönemde sözlü edebiyatın bir ürünü olarak süregelmiş Dede Korkut Destanları derlenmiştir. Ancak bu da dönemin siyasî olaylarından bağımsız ele alınamamıştır. Oğuzların İslâmiyet’e geçiş sürecinin işlendiği bu eserde, Dede Korkut isimli ozan, kehanette bulunarak, âhir zamanda saltanatın Kayılar’da kalacağının beşâretini verir.

    Bu dinî ve siyasî gayretler yanında, kaynaklarını Orta Asya’da bulan bir tarihî gelenek de gelişmiştir. Osmanlılar, siyasî kargaşanın ortadan kalkmasını temin maksadıyla tarihi varlıklarına genel bir bakış sahibi olma ve aynı zamanda gelecek iddiaları için tarihî bir temel arama ihtiyacı hissetmişlerdir (İnalcık 2000a: 99). II. Murad devrinde gelişen ve kendilerini, unutulmuş gibi gözüken Oğuz geleneğine bağlayan şecereler ortaya çıkmıştır. Kayı boyuna mensup oldukları iddiasıyla Osmanlılar, bu gelenek sayesinde, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde üstünlük iddia edebilmiş ve kendilerini Doğu’daki hanların muâdili gösterebilmişlerdir. Ertuğrul’un, Alaeddin’in vassalı olduğu ve Bizansa tâbi tekfurlarla mücadele etmek için görevlendirildiği konusunda hem-fikir olan kronikler, Osman Gazi’nin saltanatından sonra farklı bir anlatım sunarlar. Esasen o dönemin siyasî olayları da bu konuya ışık tutar. Osmanlılar, başlangıçta Çobanoğullarına bağlı bir beylik idi. 1291’de Selçuklu ve İlhanlı merkezlerinde başlayan siyasî çalkantılarda, Çobanoğullarının beyi Muzafferüddin Yavlak Arslan öldürülmüş; yerine geçen Çobanoğlu Ali, Bizanslılarla barışçı ilişkilere girip akınları durdurunca, Osman Gâzî akın önderliğini üzerine almıştır. Bizans topraklarına karşı geniş çaplı gazâ faaliyetine başlanmıştır. Gâzîler, bundan böyle Osman’ın idaresi altında toplanmışlardır. Bu sıralarda Moğol valisi Sülemiş isyan etmiştir (1299). İsyan sonucunda uç bölgelerinde İlhanlı otoritesi zayıflamıştır. Aynı yıl Bilecik, Yarhisar, Yenişehir ve İnegöl hisarlarını fetheden Osman Bey, mevcut durumdan faydalanarak bağımsızlık iddiasında bulunmuş; adına hutbe okutmuş ve kendi töresini ilân etmiştir.

    Osmanlı-İlhanlı ilişkileri ile ilgili cüz’î bilgiler veren kronikler, bu hadiseyi tam bir bağımsızlık havası içinde sunmaktadırlar. Âşık Paşazâde, Osmanlı Beyliği’nin bağımsızlığını kazanması ile ilgili Osman’ın ağzından şu sözleri nakletmektedir: “Ona sultanlık veren Allah bana dahı gazâyile hanlık verdi. Ve ger minneti şu sancağ ise ben hod dahı sancak götürüb kâfirler ile uğraşdum. Ve ger ol, ben Âl-i Salçukyan der ise, ben hod Gök Alp oğlıyın derin. Ve ger bu vilâyete ben anlardan öndin geldüm der ise, Süleymanşah dedem hod andan evvel geldi” (Âşıkpaşaoğlu 1949: 103).

    Kroniklerdeki, Osmanlı ve İlhanlı münasebetlerinin bu bağımsızlık havası içinde unutulması / unutturulması, kuşkusuz Timur’un Moğol imparatorluğunun vârisi iddiası ile ortaya çıkması ile yakından ilgilidir. Osman her ne kadar bağımsızlık anlamı taşıyan hareketlerde bulunmuş ve adına para bastırmış (Artuk, 1980) ise de, Osman Bey’in İlhanlılara tâbi olduğu anlaşılmaktadır. İlhanlı devlet gelir defterinde 1349 yılında ucat adı altında Karaman, Hamidoğulları, Tonguzlu (Denizli) beyleri, Aydın, Germiyan, Osmanlı vd. beyliklerin adları yer almaktadır (İnalcık 1999). Ancak kronikler, Moğolların kuklası hâline gelen ve Anadolu’ya atanan Moğol valilerinin birer maşası olan Türkiye Selçuklu sultanlarına atıflarda bulunarak, Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda ve bağımsızlığında bu sultanların rolüne dikkat çekerler ve Osmanlıların, Selçuklular tarafından bilâd-ı Rûm’a sultan tayin edildiklerini ileri sürerler. Oysa kendi kaderini belirlemekten âciz ve adetâ bir tutsak hayatı yaşayan Türkiye Selçuklu sultanlarının muhtelif bölgelere emir atama, nişanlar gönderme gibi salahiyetlerinin olup olmadığı tartışma konusudur. Üstelik bir sultanın, ileride muhtemel bir muhalefet kaynağı olacak, saltanatını tehdit edecek sultanlar ataması akla uzak bir ihtimaldir. Anlaşılan, Timur’un İlhanlı ve Büyük Selçuklu devletlerinin vârisi iddiasıyla Türkmen beyliklerini hâkimiyeti altına almak istemesi, Osmanlıları, İlhanlılarla olan bağlarını unutmaya yöneltmiş; İlhanlı geleneğine karşın Oğuz geleneğinin canlandırılmasına ve Selçuklu’nun meşru varisi olduklarını iddiaya sevk etmiştir. Tarih çalışmaları bu amaçla hız kazanmıştır.

    C. XV. Yüzyıl Osmanlı Tarih Yazıcılığı*

    İstanbul’un fethi Osmanlılara büyük bir imtiyaz kazandırmıştı. Artık Fâtih, kendini Rûm sultanlarının yerine koyuyor; Ebû’l-Feth, Konstantiniyyetü’l-kübrâ, denizlerin ve karaların sultanı olarak büyük karizmasına güveniyordu. O, kendisini cihânşümûl bir imparatorluğun temsilcisi olarak görüyordu (İnalcık 1997: 511). Uygulayacağı siyaseti ve icraatlarını bu amaca göre belirleyen Fâtih, imparator olmanın vasıflarını yerine getirmeye çalışmıştır. O, İslâm dünyası içinde birincilik iddiasında bulunmaktan çekinmemiştir. Buna paralel olarak imparatorluğunun merkezi olan İstanbul’u da bir ilim ve kültür merkezi hâline getirmek istemiştir. Bu minvalde Roma örneği kadar, İran ve Orta Asya’nın dillere destan Hüseyin Baykara meclisinden daha büyük bir meclisi İstanbul’da canlandırmayı amaçlamıştır. Bu amaçla İran’dan, Orta Asya’dan âlimleri ve şâirleri payitahtına davet etmiştir (bk. İnalcık 2003).

    Fâtih’in bu üstünlük ve cihânşümûlluk iddiasının bürokrasiyi, ulemâyı ve askerî sınıfı da çepeçevre sardığı muhakkaktır. Osmanlı şairleri arasında İranlı şairlerle üstünlük konusunda yarışma temâyülü baş göstermiş, Osmanlı edebiyatının seçkin örnekleri verilmeye başlanmıştır. Bu dönemde edebiyatın, tarihin özetle kültürün her alanında bir canlılık göze çarpmaktadır.

    Roma’nın varisi olduğunu iddia eden Fâtih yalnız bununla yetinmemiş; Türk, İslâm ve Roma hâkimiyet anlayışını, siyaset geleneğini birleştirmeye çalışmıştır. Bir yandan Roma geleneğine büyük önem veren ve İtalyan nedimlerine Roma tarihi okutturmaktan büyük bir zevk alan Fâtih, öteki yandan Türkmen geleneğinin işlenmesine de önem vermiştir. Türkmen menşeli devletlerin öteden beri Osmanlıların meşruiyetini sorgulayan tutumlarına son verilmek istenmiştir. Karamanoğulları Tarihinin yazarı Şikarî, Osmanlıların “aslı cinsi olmayan bir Yörük olduğunu”; Safevîler, zengin koyun sürülerine sahip Deli Osman adlı birinin sofra kurup fakirleri doyurduğunu ve böylece saltanat hazırlığı yaptığını, Osmanlıların atası Osman Gazinin bu kişi olduğunu söylemişlerdir. (Köprülü 1943b: 288). Bunun yanında Mısır Memlûk sultanları, Osmanlı sultanlarını, kâfir memleketlerinde fetihler de bulunsunlar diye “bilâd-ı Rûm’a kaymakam” atadıklarını iddia etmişlerdir. Bütün bu iddiaların, imparatorluk havası içindeki sultanı ve kamuoyunu etkilediği muhakkaktır. Fâtih’in, kendini gazânın en büyük temsilcisi sayarak, Memlûk sultanına “hac farizasını ihyâ” hizmetini bırakması, Uzun Hasan’ın Anadolu’daki nüfuzunu kırmak için soyunu Oğuz Han’a çıkaran geleneğe önem vermesi, hulefâ-yı râşidinden sonra gelmiş en büyük İslâm hükümdarı olduğunu ilân etmesi hep bu yüzdendir. Muadili herhangi bir devlet tanımayan Fâtih’in, Şükrullah’ın eserinde yer alan ve Osmanlılarla Karakoyunluların akraba olduğunu yazan kısmı hoş karşılamaması da bu minvalde değerlendirilebilir. Bu dönemde yazılan eserlerin sultandan ve devletin ileri gelenlerinden destek gördüğü; bir kısım devlet adamlarının da Osmanlı tarihi kaleme aldıkları görülmektedir. İçlerinde bürokrasi kökenli Karamânî Mehmed Paşadan, ulemâ kökenli Şükrullah’tan ve mutasavvıf bir aileden gelen Âşık Paşazâde gibi isimlerin bu ortak kaygıyı taşıdıkları görülmektedir. Nitekim imparatorluk havasından etkilenen tarihçiler romantik bir eda ile XIII. yüzyılı izah etmeye, meşruiyeti ispatlanmış bir geçmiş kurmaya çalışmışlardır. İlber Ortaylı’nın haklı olarak dile getirdiği gibi “tarih yazıcısı, hem düzeni kurmaya ve hem de süregelen düzeni savunmaya çalışan; toplumun siyasal ve yönetsel belleği olan bir siyaset kuramcısı” gibi hareket etmiştir (Ortaylı 2001; Ortaylı 1986).

    İlk dönem Osmanlı tarihçileri incelendiğinde kaynakları, üslupları, olayları ve olguları dile getiriş şekilleri, beklentileri farklı olmasına rağmen aynı amaca yöneldikleri görülür. Bu özellikleri bazen onları birbirine yaklaştırmıştır. Doğu’da ve batıda kurulan devletlerin “kuruluş mitosları”ndan olan rüya nakışına bu eserlerde de rastlanır. Selçuklularda, Gaznelilerde, Timurlularda, İranlılarda ve Roma İmparatorluğunda rastlanılan rüya motifini Osmanlı tarih yazıcıları da ustalıkla işlemişlerdir*. Osmanlıların nesebinin Oğuz Han’a dayandırılması, onlara Türkmen kütleleri üzerinde büyük bir nüfuz sağlamıştır. Bunun yanında, kendi saltanatları Moğol tahakkümü ile tehlikeye girmiş ve Moğolların atadığı valiler yanında kukla bir hükümdar olan Türkiye Selçuklu sultanlarının, Rum sultanlığını Osmanlılara tevdi etmesi ilginçtir. Üstelik bununla da yetinmeyen tarih yazarları Süleymanşah’ı Ertuğrul’un babası göstererek, Türkmen beyliklerine karşı Selçukluların varisi olduklarını iddiaya ve meşruluklarını ispata çalışırlar. Bu mitosların doğruluğu tartışılsa bile eğlenceli hikayeler olduğu yadsınamayacak bir gerçektir.

    Bu dönem için incelenecek olan tarihçilerinden ilki Şükrullah’tır. 1388 yılında doğan Şükrullah aslen Şirvan’lıdır. Eserinde belirttiğine göre babası İmam Şehâbeddîn Ahmed, dedesi ise İmam Zeyneddin Zekî’dir. Şükrullah, Behcetü’t-tevârîh adlı eserinin sonunda, 22 yaşında iken Osmanlıların hizmetine girdiğini söylüyor ki, bu ifade onun tıpkı diğer âlim ve sanatkârlar gibi Anadolu’nun iç kesimlerden uçlara gelenlerden biri olduğuna işaret eder (Şükrullah 1949: 65). Şükrullah’ın Osmanlılara intisabı 812 (1409) yılına rastlar. Bu dönemde, (Ankara savaşı sonrası) Yıldırım Bâyezîd’in oğulları arasında saltanat kavgaları hâkimdir. Şükrullah’ın İsa Çelebi’ye yazdığı bir musiki kitabından bahseden kaynaklar dikkate alındığında onun, daha önceki bir tarihte Osmanlı sarayına sığındığı iddia edilebilir. Nitekim İsa Çelebi, bu saltanat kavgaları sırasında Mehmed Çelebi’nin emriyle öldürülmüştür (1406).

    Şükrullah’ın ikbâl yıldızının parlaması II. Murad devridir. Ona çok güvenen padişah, birtakım siyasî işlerde onu görevlendirdi. Bunlar arasında elçilik vazifeleri önemlidir. Şükrüllah Karamanoğlu İbrahim Bey (1423-1463)’e ve Karakoyunlular beyi Mirza Cihanşah (1437-1467)’a elçi olarak gönderildi. Mirza Cihanşah’ın meclisinde Moğol yazısı ile yazılmış, Oğuz boyları ve Kayılar ile ilgili bilgileri ihtiva eden bir kitap gördü. Bu kitabın Uygur harfleriyle kaleme alınmış bir Oğuznâme olması muhtemeldir (Şükrullah 1949: 51). Şükrullah bu siyasî vazifeleri yanında II. Murad’ın emriyle musikiye ait eserler de kaleme almıştır. Onu Osmanlı tarihçileri arasında değerlendirmemize sebep olan Behcetü’t-tevârîh’i isimli eserini ise Fâtih zamanında Bursa’da yazmaya başladı. Yazar, kitabının telif tarihi olarak 861 (1456-1459) yılları arasını verir.

    Behcetü’t-tevârîh 13 bâbdan müteşekkil Farsça kaleme alınmış bir dünya tarihidir. Son bölümde Osmanlı tarihini işleyen Şükrullah, diğer bölümlerde kainatın ve ilk insanın yaratılışı, Çin, Türk, Rum, Hint gibi kavimler, İslâm Peygamberi’nin nesebi, hayatı, aşere-i mübeşşere ve sahabiler, mezheb kurucuları, âlimler ve şeyhler, meşhur Yunan filozofları, İran şahları, gayrimüslim ve İslâm hükümdarları, Emevî, Abbâsî halifeleri ve Selçuklular tarihini anlatır. Eser Fâtih Sultan Mehmed ve veziri Mahmud Paşa’nın medhi ile biter. Bunun yanında yazar, Fâtih dönemi için mufassal bir eser yazacağını söyler (Şükrullah 1949: 65).

    Şükrullah, eserinin ilk tertibinde, Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’ın sarayında gördüğü Oğuznâme’den Osmanlılar ile Karakoyunluların akraba olduklarını öğrendiğini kaydetmektedir. Ancak kitabın ikinci tertibinde bu ifade çıkarılmıştır. Belki de Fâtih, Osmanlı hanedanına muadil ikinci bir hanedan kabul etmediği için bu ifadeleri hoş karşılamamış ve Şükrullah da bu ifadeleri çıkarmıştır. Yine birinci nüshada sebeb-i telif kısmında zikredilen Mahmud Paşanın adı, veziriazamlıktan azli dolayısıyla çıkarılmıştır.

    Şükrullah, İslâm ve dünya tarihi ile ilgili yararlandığı kaynakları eserinde sıralar (Şükrullah 1949: 48). Bunlar arasında Mevlânâ Hasan İbn-i ‘Ali İbn-i Hammâd’ın Kûtü’l-ervâh, Şeyh Cafer Muhammed-i Taberî’nin Târihü’l-rüsûl ve’l-mülûk, Kadı Beyzâvî’nin Nizâmü’t-tevârîh, İbnü’l-Cevzî’nin el-Muntazam fî târihü’l-ümem, Mevlânâ Mecdeddîn Mehmed Adnan’ın Târih-i mülûk-ı Türkistan’ı, Ebû İshak İbrahim b. Muhammed el-Istahrî’nin Kitâbu’l-ekâlim’i, İbn Hurdazbih’in Kitabü’l-mesâlik ve’l-memâlik’i, İbnü’s-Sâ’î’nin Siyerü’l-mülûk’u, çeşitli tefsir kitapları ve Mevlânâ Şemseddîn-i Hirevî, Ebû Abdullah Muhammed İbn İsmaîl-i Cu’fî gibi yazarların eserleri vardır (bu eserler için bk. Şeşen 1998: Günaltay 1991). Şükrullah’ın yararlandığı eserlerin birçoğu coğrafya kitabıdır. Eserin mahiyeti ve mehazları dikkate alınırsa onu tarih, coğrafya, kozmoğrafya, ilahiyat gibi ilimlerden bahseden ansiklopedik bir eser olarak değerlendirmek mümkündür.

    Behcetü’t-tevârîh’deki I. Mehmed, II. Murad ve Fâtih devrine ait bilgiler yazarın gözlemlerine dayanmaktadır. Onun, Osmanlı devletinin ilk dönemlerine ait bilgileri ise nereden aldığı bilinmemektedir. Diğer konular ile ilgili kaynaklarını titizlikle sıralayan Şükrullah, Osmanlılar tarihi ile ilgili kaynaklarını yazmamıştır. Ancak kime ait olduğu bilinmeyen Sahîhü’t-tevârih adlı bir eser kaydeder ki bunun Osmanlı tarihinin en eski kaynakları arasında olabileceği sanılmaktadır. Osmanlı tarihi ile ilgili yazdıklarında Ahmedî’yi kaynak olarak kullandığı muhakkak olan Şükrullah, Dâsitân-ı Tevârîh-i Âl-i Osman’da olayların meydana geldiği yıllar gösterilmediği hâlde, önemli olaylar ile ilgili yıl, ay ve hatta günleri belirtir. Bu özellik onun, Ahmedî dışında, günümüze ulaşmayan başka kaynakları da görmüş olabileceğini akla getirir.

    Behcetü’t-tevârih, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Yeniçeriler kâtibi Şehabeddin Bey tarafından bulunup, Yeniçeri Ağası Mehmed Ağa’ya iletilmiştir. O da Mustafa Farsî adlı bir şaire vererek, Türkçe’ye çevirmesini emretmiştir. Mustafa Farsî 20 Muharrem 937 (14 Eylül 1530) tarihinde tercümeye başlamış ve kısa sürede bitirmiştir. Tercümesinin baş kısımlarını biraz değiştiren Farsî, bazı yerlerini de kısaltmıştır (Demiroğlu 1992: 349). Bunun yanında tercümeye “Mahbûb-ı Kulûbü’l-ârifîn” adını vermiştir.

    Behcetü’t-tevârih, Hüseyin Nihal Atsız tarafından iki defa yayımlanmıştır (Şükrullah 1939; Şükrullah 1949).

    Fâtih’in kurduğu merkeziyetçi imparatorluk ve Osmanlı Devleti’nin muadili bir başka devlet olmadığı anlayışına paralel olarak, tarih yazıcılığında yeni bir tarz gelişmeye başladı. Bu dönemde hanedana dayalı tarih yazıcılığında önemli artışlar olmuştur. Karamânî Mehmed Paşa’nın Tevârihü’s-Selâtîn-i Osmâniye adı ile bilinen eseri, yalnızca Osmanlı tarihini konu alan ilk eserlerdendir. Bundan önceki eserler dikkatlice incelendiğinde Osmanlı tarihinin genel dünya tarihi içinde verildiği görülür.

    Karamânî Mehmed Paşa, Mevlânâ Celâleddîn’in torunlarından Konyalı Ârif Çelebi’nin oğludur. Konya’da doğdu. Tahsiline de burada başladı. 1436 yılında Konya’ya gelen ve burada bir süre müderrislik yapan Musanifek ile tanıştı ve ondan ders aldı.

    Musannifek olarak bilinen Şahrudlu Bistâmî Mecededdîn oğlu Alâaddîn Âli, Fahreddin-i Râzî’nin torunlarındandır. Arapça ve Farsça telif ve tercüme eserleri olan Musannifek, devrinin önemli âlimlerindendir. Osmanlı Devleti’nde büyük itibar gören Musannifek, Mahmud Paşa’nın daveti ile İstanbul’a geldi, Fâtih Sultan Mehmed ile tanıştı. Fâtih’in emri üzerine seksen akçe yevmiye ile müderris tayin olundu. Musannifek, himâyesini gördüğü Mahmud Paşa adına Tuhfe-i Mahmûdî adlı bir eser yazdı. Farsça kitap telif ve tercüme etmeyeceğine dair söz vermesine rağmen Fâtih’in isteğiyle Farsça bir tefsir kaleme aldı (Mecdî Mehmed 1989: 186).

    Musannifek, kızını vermek suretiyle akraba olduğu Mehmed Çelebi’nin Mahmud Paşa’nın medresesine müderris tayin edilmesini sağladı. Bu tarihten itibaren Mehmed Çelebi, Paşa’nın himayesine girdi; onun müşaviri ve yardımcısı oldu. Mahmud Paşa, kanunların düzenlenmesinde onun bilgisinden istifade etti. Bilgisi, liyakati ve Mahmud Paşa’nın da tavsiyesiyle 869’da nişancılık makamına atandı. Bazı kaynaklar onun hem nişancı hem de vezir olduğunu rivayet ederler. Ancak bu bilgi yanlıştır. Vezarete tayininin daha evvel olduğunu 4 Zilkade 862 (13 Eylül 1458) tarihli Arapça vakfiyesindeki al-emir el-hâtır ve’l-vezirü’l-kebir ibaresi göstermektedir (Tekindağ 1997a: 588-589).

    Mehmed Paşa, uzun yıllar nişancılık vazifesinde bulundu. Bu yüzden Nişancı diye tanınır. O, yazdığı şiirlerde de Nişanî mahlasını kullandı (Latifî 2000: 528; Beyânî 1997a: 82). Nişancılık görevinde bulunduğu zaman İstanbul’da yaptırdığı camii ve bu camiin bulunduğu mahalle Nişancı adı ile bilinir (Barkan 1970: 137).

    Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen Mehmed Paşa, nişancılıkta gösterdiği başarıları ile temayüz etti. Gedik Ahmed Paşa’nın veziriazamlıktan azlinden ve hapsedilmesinden sonra onun yerine veziriazam tayin olundu (1478). Fâtih kanûnnâmelerinin tanzimine çalıştı. Bu Kanûnnâme Mehmed Paşa’nın eseridir. Veraset kanununun da düzenleyicisi olduğuna dair rivayetler vardır (bk. Özcan 1982: 7-9). Bunun yanında o, ilk defa Anadolu ve Rumeli kadıaskerliğini ihdas etti. Rumeli kadıaskerliğine Mevlânâ Muslihiddin Kastalânî’yi, Anadolu kadıaskerliğine ise Hacı Hüseyin-zâde’yi atadı (Osmanzâde Tâ’ib Ahmed 1969: 14).

    Mehmed Paşa, vakıf ve emlak işlerini de düzenledi, Fâtih’in emriyle birçok vakfı mensuh sayarak timara çevirdi. Bu icraatı dolayısıyla devrin ulemâsı kendisine karşı cephe aldı. Nitekim Fâtih’in ölümünden bir gün sonra yeniçeriler tarafından katledildi (4 Mayıs 1481). Karamânî Mehmed Paşa’nın icraatları ve kamuoyunda Cem Sultan yanlısı olarak bilinmesi dolayısıyla, II. Bâyezîd döneminde adı karalanmak istenmiştir. Bâyezîd’e sunulan tarih kaynaklarında onun hıyanetine hükmedilmiş ve adı iyi anılmamıştır.

    İnşâ sanatında ün yapmış olan Mehmed Paşa, çeşitli inşâ örnekleri de verdi. Fâtih’ın Uzun Hasan’a gönderdiği mektupları o kaleme aldı (Latifî 2000: 528). Tezkirelerde onun nesrinin nazmından daha üstün olduğuna dair kayıtlar vardır (Beyânî 1997: 82). Onun Arapça kaleme aldığı manzum eserleri de bulunmaktadır.

    Onun, Tevârihü’s-selâtîn-i Osmâniye adlı tarih eseri iki bölümden müteşekkildir: Risâle fî tevârihü’s-selâtin-i âl-i Osman adını taşıyan birinci bölümde Osman Gazi’den Fatih devrine kadar olan olaylar; Risale fî tarih Sultan Muhammed b. Murad Han min âl-i Osman adlı ikinci bölümde ise Fâtih’in saltanatının başlangıcından (1451), 13 Mart 1480 yılına kadar devam eden tarihi konu alır. Mehmed Paşa, eserinde kullandığı kaynaklardan bahsetmez. Onun, İskendernâme’yi ve müşaviri olduğu Mahmud Paşa’ya sunulan Behcetü’t-tevârîh, Düstûrnâme gibi eserleri gördüğü anlaşılıyor. Osmanlı Devleti’nin ilk devirleri hakkında verdiği bilgiler dikkate alınırsa başka kaynaklara da müracaat ettiği söylenebilir. Nitekim Osmanlıların şeceresi ile ilgili verdiği bilgiler ve Ertuğrul Gazi’nin bir fakihin evinde Kur’an’a gösterdiği saygı hikayesine Ahmedî, Şükrullah ve Enverî’de rastlanmamaktadır. Bütün bunlar onun farklı kaynaklardan da istifade ettiğini gösterir. Tevârihü’s-selâtîn-i Osmâniye adlı kitabın ikinci bölümünü teşkil eden Fâtih dönemi ise, yazarın bizzat yaşadığı zamanın tarihidir. Bu dönem için orijinal bir kaynak olduğuna şüphe olmayan eserde yer alan bazı bilgilere diğer kaynaklarda tesadüf edilmemektedir. Örneğin, Fatih’in Uzun Hasan ile yaptığı Otlukbeli savaşında esir düşen Timur’un torunlarından olan Emir Mehmed Bakır’ın İstanbul’da ölmesi hadisesi diğer kaynaklarda yoktur.

    Mehmed Paşa’nın eserinde dikkat çeken özelliklerden biri, tertip etmiş olduğu veraset sistemine uygun ifadeleridir. O, Osmanlı Devleti’ndeki kardeş katlinden bahseden ve bunu meşru gösteren ilk müelliflerdendir. I. Murad’ın bir Sırplı tarafından öldürülmesi sonrası yerine geçen I. Bâyezîd’in kardeşi Yakub’u öldürtmesi bu kitapta meşru gösterilir. Diğer kaynaklarda “kaydını gördüler” ifadesi ile geçiştirilen bu olay hakkında Mehmed Paşa yorumlar yapar. Paşa’ya göre Bâyezîd’in “Yakub Çelebi adlı bir kardeşi vardı. Doğru düşünenlere gizli olmayacağı gibi bunun yaşamasında büyük kötülükler vardı. Sultan onun vücudunu ortadan kaldırttı. Çünkü zaruretler, yapılmayacak şeyleri yaptırır. Böylelikle, atalardan kalan ülke, bir rakîbin düşmanlığı ve aykırılığı olmaksızın yiğit, cömert ve yüce sultanın elinde kaldı.” (Karamanlı Nişancı Mehmed Paşa 1949: 347). Bu ifadelerin, Fatih’in Teşkilât Kanunnâmesi’ndeki meşhur “her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katl etmek münâsibdir…” maddesi ile birlikte mütalaa edilmesi gerekir (bu kanunnâme için bk. Özcan 1982; İnalcık 1996).

    Mehmed Paşa’nın tarihinde Arnavutluk’un fethi, Otlukbeli savaşı, Topkapı Sarayı’nın yapılması, gibi önemli olaylar ve yapılar ile ilgili ebced hesabıyla tarih düşürülmüş on manzum parça vardır. Arapça kaleme alınan bu manzum parçalar Osmanlı sahasındaki Arapça edebiyat ürünlerine birer örnek teşkil eder (Karamanlı Nişancı Mehmed Paşa 1949: 351-362).

    Eserini tamamladıktan bir sene sonra öldürülen Mehmed Paşa hakkında karalayıcı bir propagandanın yapılması, eserinin unutulmasına sebep oldu. Tevârîhü’s-Selâtîn-i Osmâniye fazla istinsah edilmedi. Böylece geniş bir muhite yayılma imkanı bulamadı.

    Eser, ilk defa Mükrimin Halil tarafından kısmen tercüme edilerek ilim âlemine tanıtıldı (Mükrimin Halil 1340). Eserin bir bütün olarak tercümesi ise, İbrahim Hakkı Konyalı tarafından yapıldı (Karamânlı Nişancı Mehmed Paşa 1949).

    Genel dünya tarihleri yazarlarından biri de Enverî’dir. Bunun bir mahlas olduğu anlaşılan Düstûrnâme yazarının asıl adı bilinmiyor. II. Mehmed ve II. Bâyezid zamanlarında yaşadığı kesin olarak bilinen Enverî, Fâtih devrinde birçok iştirak etti. 866 (1461-62) yılında Eflak seferine katıldı; Midilli adasının fethinde orduda bulundu. Anılan adanın fethini müteakip ilk ezanı okuyan Enverî’dir. Bu küçük ayrıntı onun, ilmiye sınıfına mensup olduğuna işaret eder. Bu olaydan bir yıl sonra da Bosna seferinde ve Yayça muhasarasında hazır bulundu (Enverî 1928: 100 vd).
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  3. #3
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    Enverî, Fâtih devri sadrıazamlarından Mahmud Paşa’nın emri ile, Zilhicce 869 (Ağustos 1465) tarihinde Düstûrnâme adlı manzûm bir tarih yazdı. Mesnevî tarzında kaleme aldığı eseri, 3730 beyitten müteşekkildir. Bu eserin mukaddimesinden anlaşıldığı kadarı ile Enverî Arapça ve Farsça bilen, devrinin ilimlerini bir dereceye kadar tahsil eden, şiirde kabiliyeti olan biridir. Bunun yanında bazı tarih kitaplarını okuduğu ve eserinde bunlardan istifade ettiği anlaşılmaktadır.

    Düstûrnâme, esas itibariyle üç kısımdan oluşur. İlk on yedi bâbı teşkil eden birinci kısımda genel bir dünya ve İslâm tarihi işlenir. Bu kısmın birinci bâbı peygamberler tarihini, ikincisi Pişdediyan’ı, üçüncüsü Keyaniyan’ı, dördüncüsü Eşkâniyan’ı, beşincisi Sâsânîler’i, altıncısı İslâm Peygamberini, yedincisi Dört Halife ile Hasan ve Hüseyin devirlerini, sekizincisi Emevîleri, dokuzuncusu Abbâsîleri, onuncusu Saffarîler ve Sâmânîleri, on birincisi Gaznelileri, on ikincisi Deylemîleri, on üçüncüsü İsmailîleri, on dördüncüsü Selçukluları, on beşincisi Salgurluları, on altıncısı Hârizmşâhları, on yedincisi Moğolları konu alır (Mükrimin Halil 1929: 6). Eserin ikinci kısmı ve onsekizinci bâbı Aydınoğulları tarihi, özellikle Aydınoğlu Umur Bey’in faaliyetleri ile ilgilidir ve bu kısım, eserin yarısından fazlasını teşkil eder.

    Üçüncü kısım olarak incelenebilecek son dört bâb (19, 20, 21 ve 22. bâb) ise Osmanlı tarihini anlatır. Buna göre, 19. bâbda Orhan Gâzi’nin oğlu Süleyman Paşanın (ö. 1357) Rumeli’deki fetihlerinden Fâtih’e kadarki Osmanlı tarihinin önemli vak’aları anlatılır. 20. bâbda ise 1464 yılı ortalarına kadar Fatih devri olayları işlenmiştir. Son iki bâb ise, Düstûrnâme’yi yazmasına vesile olan Mahmud Paşa’nın hayatı, gazaları, eserleri ve şahsiyeti ile ilgilidir. Yazarın anlattığına göre Teferrücnâme adını verdiği ve Osmanlı hanedanının tarihini anlatan başka bir eseri daha vardır. Ancak bu eser bugün için ilim âlemince meçhuldür.

    Yazarın Düstûrnâme’yi yazarken kullandığı, dünya ve İslâm tarihi ile ilgili kaynakları arasında Kadı Beyzâvî’nin Nizâmü’t-tevârih ve Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin Mir’atü’z-zamân adlı eserleri başta gelir. Bunun yanında Enverî, Zonaras, Cédrénos ve Glykas gibi Bizanslı müverrihlerden de istifade etmiştir. Selçuklular ile ilgili kaynakları arasında ise Garsün-ni’me Muhammed b. Hilâl es-Sâbî’nin Uyûnu’t-tevârih’i ve Sıbt b. El-Cevzî’nin Mir’atü’z-zamân fî Tarihi’l-âyan’ı vardır (bu yazarlar için bk. Şeşen 1998: 68-69; Sümer 1988: 28-29). Enverî’nin bu eserinin bilhassa Aydınoğulları ile kısmı önemlidir. Enverî’nin başka kaynaklarda bulunmayan ve önemli bilgileri ihtiva eden bu kısım için başlıca mehazı, Umur Bey’in ümerâsından Hâce Selman’dır (Enverî 1928: 20).

    Enverî, Selçuklu ve Osmanlı tarihi ile ilgili dikkate değer bilgiler verir. Selçuklular ile ilgili kısımda Türkiye Selçuklu sultanı Kutalmış Bey b. İsrail’in Sultan Tuğrul Bey b. Mikâil’e isyanı yenilgisi anlatılır. Kutalmış mağlup olduktan sonra Anadolu’ya kaçmış ve Kayı neslinden “Çalış” ile ittifak kurmaya çalışmıştır. Bu maksatla kızını Çalış ile evlendirmiştir. Ancak Tuğrul Bey’e karşı kurulan bu ittifak da başarılı olamamıştır. Yazar, “Çalış”ın Osmanlıların atası olduğunu ve bu bilgiyi Semarkandî isimli bir müellifin eserinden aldığını söyler. Enverî’nin ismini ve eserinin adını zikretmediği bu Semerkandî hakkında hiçbir bilgi yoktur. Ancak bu Semerkandî’nin, bir süre I. Mehmed’in sır kâtibi olan, Timur hakkında Acâibü’l-makdûr fî nevâîb-i Timûr adlı bir eser yazan İbn Arabşah Şihâbeddin Ahmed b. Muhammed (1389-1450) olması muhtemeldir. Timur 1400 yılında Dımaşk’a gelince İbn Arabşah’ın ailesini Semekand’a göndermişti. Tahsilini burada tamamlayan İbn Arabşah, Seyyid Şerif el-Cürcânî, Teftazânî ve İbn el-Cezerî gibi dönemin meşhur âlimlerinden ders almıştır (Kafesoğlu 1997: 698-701). Bu yüzden Semerkandî olarak anılmış olabilir. Osmanlılar ile ilgili diğer kaynakları Ahmedî, Karamânî Mehmed Paşa ve Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman’lardır.

    Düstûrnâme-i Enverî’nin Selçuklu, Aydınoğulları ve Osmanlılar ile ilgili kısımları Mükrimin Halil (Yınanç) tarafından eski harflerle yayımlandı (Enverî 1928). Bununla birlikte Mükrimin Halil, eser hakkındaki değerlendirmeleri ve Aydınoğulları hakkında açıklayıcı bilgileri içeren, Düstûrnâme’yi tamamlayıcı bir de Medhâl yazdı (Mükrimin Halil 1929). Bunun yanında eserin İzmir Millî Kütüphane’sinde bulunan bir nüshası da Himmet Akın tarafından ilim âlemine tanıtıldı (Akın 1968).

    XV. yüzyıl Osmanlı tarihçiliğinin en mühim simalarından biri, hiç kuşkusuz Âşık Paşazâde’dir. Bugüne kadar hakkında yapılan çalışmalar sayesinde, onun hayatı ile ilgili sarih bilgilere –en azından diğer müverrihlere göre- sahibiz.

    Âşık Paşazâde olarak bilinen “Derviş Ahmed Âşıkî İbn Şeyh Yahya”, Çorum yakınlarındaki Mecidözü’ne bağlı Elvan Çelebi köyünde ve kendisinin “bizim Elvan Çelebi Tekkesi” dediği tekkede dünyaya geldi. Büyük heterodoks dervişlerden Baba İlyas’ın soyundandır. Eserinde verdiği silsile, Derviş Ahmed Âşıkî İbn Şeyh Yahya İbn Şeyh Selman İbn Sultanü’l-ma’âlî Âşık Paşa İbn Mürşidü’l- âfak Muhlis Paşa İbn Kutbu’d-devrân Baba İlyas şeklindedir. Âşık Paşazâde’nin doğum yılı ile ilgi tespitler, eserinde verdiği ipuçlarına dayanır. Eserinde 889/1484-1485 yılında 86 yaşında olduğunu söyler. Buna nazaran onun 803/1400 yılında doğduğu tahmin olunabilir. Yine menâkıb / tarihi dikkate alınırsa onun 1413 yılına kadar burada yaşadığı görülür. Ankara Savaşı sonrasında Yıldırım Bâyezîd’in çocukları arasında başlayan taht kavgaları sırasında, Mecidözü’nün de içinde bulunduğu Amasya ve çevresi Çelebi Mehmed’in karargahı durumunda idi. Mehmed, kardeşi Musa ile mücadele etmek maksadıyla Bursa’dan ayrıldığında, Âşık Paşazâde hastalığı bahanesiyle onun maiyetinde yer alamadı. Bursa’ya giderken İzmit yakınlarındaki Geyve’de hastalandı ve Yahşi Fakih’in evinde kaldı. Bu sırada muhtemelen on üç yaşında idi. Hastalığı belki de hayatı için bir dönüm noktası teşkil eder. Nitekim bu vakıa modern tarihçiler için de önemlidir. Zira Osmanlı tarih yazıcılığı ile uğraşanlar, Âşık Paşazâde’nin bu hastalığı dolayısıyla ilk Osmanlı kroniğinden haberdar olmaktadır. Sır perdeleriyle örülü ama bir o kadar da zevkli Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi’nin varlığı bu hastalık sayesinde bilinmektedir. Yahşi Fakih, Menâkıb-ı Âl-i Osmân adı ile kaleme aldığı eserini Âşık Paşazâde’ye hediye etti. Bugün için, eserin muhtevası hakkında fazla bir bilgi yoktur. Ancak, verdiği bilgilerin babası İshak Fakih’in rivayetlerine ve Osmanlı tarih yazıcılığının temelini teşkil eden Silsilenâme’ye dayandığı tahmin olunabilir (Cengiz 1989: 39-41). Âşık Paşazâde bu eserinde, I. Bâyezîd zamanına (1389-1402) kadar Osmanlı tarihini anlatır. Bunun yanında, I. Bâyezîd zamanına kadar vukua gelen olayları bu kitaptan aktardığını söyler.

    Âşık Paşazâde’nin bu tarihten 1422’ye kadar nerelerde olduğu, neler yaptığı ve Elvan Çelebi Tekkesi’ne ne zaman döndüğü bilinmiyor. Bu tarihten sonra ise, Mihaloğlu Mehmed Bey ile birlikte II. Murad’ın maiyetinde yer aldı. I. Mehmed, tahtta hak iddia eden kardeşlerini mağlup ettikten sonra, kardeşi Musa Çelebi’yi destekleyen Mihaloğlu Mehmed’i Tokat’ta hapsetti. Yerine geçen II. Murad, Düzmece Mustafa’ya karşı tahtını korumak için askerî ve ruhanî liderlerin desteğini almaya çalıştı. Bursa’daki Emir Sultan’ın desteğini elde eden Murad, Tokat’ta hapis bulunan ümerâdan Mihaloğlu Mehmed’i serbest bıraktı. Mihaloğlu, Ulubat nehri üzerinde karargâh kurmuş II. Murad’a katılmak için yola çıktığında, Elvan Çelebi Zâviyesi’ni ziyaret etti. Burada bulunan Âşık Paşazâde’yi de yanına aldı (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 157-158). Anadolu’da sayılı velilerden biri olduğuna inanılan Elvan Çelebi ile kan bağı bulunan Âşık Paşazâde’nin genç Sultan’ın ordusunda bulunmasının, onun davasına destek teşkil edeceğine inanılmıştı. Osmanlı hanedanı Âşık Paşa neslinin Anadolu’daki saygın konumundan uzun yıllardan beri istifade ediyor ve onlara iltifat ediyordu (“Nesl ü nesebüme Âl-i Osman/ Âşıkî deyüp ederler ihsan” Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 91). Âşık Paşazâde de, bu tarihten itibaren hanedanın özel iltifatına mahzar oldu (İnalcık 2000b: 122). Ancak onun Murad’ın yanında fazla kalmadığı anlaşılıyor. Eserinde, Amasya ve Çorum yöresinde meydana gelen olaylarla, Amasya valisi Yörgüç Paşa’nın 1422-1424 yılları arasındaki icraatları hakkında verdiği bilgiler onun, yeniden Elvan Çelebi Zaviyesi’ne döndüğünü gösterir.

    Âşık Paşazâde, 1436 yılında, hac vazifesini yerine getirmek amacıyla Mekke’ye gitti. Bu arada Konya’ya da uğradı ve Sadreddîn Konevî zaviyesinde misafir oldu. Burada Abdüllatif Makdisî ile görüştü (Makdisî’nin hayatı için bk. Mecdî Mehmed 1989: 87-89). Bir kısım tarihçiler onun Makdisî’nin halifesi olabileceğini ileri sürerler (Köprülü 1997b: 707). Ertesi yıl Anadolu’ya döndüğünde uç beylerinden Paşa Yiğitoğlu İshak ile Üsküp’e geldi ve onun himayesinde yaşadı. İshak Bey’in oğulları Paşa Bey ve Kılıç Doğan ile akınlarda bulundu. İshak Bey ile birlikte katıldığı bir akında 5 esir elde etti. 1438/1439’da II. Murad’ın Macaristan’a yaptığı bir seferde yanında yer aldı. Eserinde, bu sefer sırasında padişahtan 5000 akçe ve iki at aldığını, 9 esir ve 4 at ile birlikte Edirne’ye döndüğünü yazar. Âşık Paşazâde, II. Murad’ın bütün seferlerine katıldığını, sultan hakkında yazdıklarının gözlemlerine dayandığını söyler. Bu ifadeler, onun gazi-derviş kimliğine işaret eder. Âşık Paşazâde’nin mensup olduğu Vefâî tarikatı mensupları Osmanlı Beyliğinin kuruluşundan beri şeyhleri ve müridleri ile gazâ faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Askerî zümre ve Türkmen beyleri arasında bu tarikata mensup olanlar vardı. Nitekim I. Mehmed ve II. Murad döneminde yaşamış Sultan Şucâuddîn’in, müridleri arasında Timurtaş Paşa ve oğlu Ali Bey gibi askerî zümreye mensup olanlara rastlanmaktadır. Şucâuddîn’in bazen müridleriyle birlikte Rumeli gazâlarına katıldığı görülür (bk. Ocak 1996b; Ocak 1999).

    Âşık Paşazâde, İstanbul kuşatmasında Fâtih’in yanında bulundu. Onun İstanbul’a ne zaman yerleştiği bilinmiyor. Ancak, Fâtih Sultan Mehmed’in, başlangıcından beri hanedanın şiddetli rakibi olan Karamanlıların Baba İlyas’ın torunlarıyla birlikteliği dolayısıyla, Âşık Paşa’nın kalabalık ahfadını özellikle memnun etmiş olabileceği ve İstanbul’un fethinden sonra onları buraya yerleştirmiş olabileceği düşünülebilir (İnalcık 2000b: 122-123). Âşık Paşa, bu dönemde Unkapanı Çarşısı’nda, İstanbul’un ilk kadısı Hocazâde’nin evinin bitişiğinde Bizanslılardan boşalan bir eve yerleşti. Onun Unkapanı yakınındaki Üskübî Mescidi civarında ve Saru Demirci mahallesinde iki evi daha vardı. Bunun yanında Galata’da depoları ve dükkanları bulunuyordu.

    1457’de şehzade Mustafa ve Bâyezîd’in sünnet düğününde bulunan Âşık Paşazâde Fâtih’ten hediyeler aldı. Aynı senede, Mora seferleri ve Macarların Rumeli’ye hücumları esnasında, tekrar Üsküp’e gitti. Bu tarihten itibaren Âşık Paşazâde’nin hayatı hakkında, bilgiler kısıtlıdır. Ancak İstanbul’a gelerek, ceddi Âşık Paşa adına Mimar Sinan Mahallesi’nde küçük bir mescid ve zaviye yaptırdı. 874/1469-1470’te kızı Râbia Hatun’u, kendi müridi olan Seyyid Vilâyet ile evlendirdi. (Âşık Paşazâde 1332: Medhal kısmı; Köprülü 1997a: 707). Zaviyenin şeyhi olan Âşık Paşazâde, zaviyeye ait odalarda yaşayan dervişleriyle Mimar Sinan Mahallesi’ne yerleşti. Bu Mimar Sinan’ın Kanuni Süleyman’ın “ser-mimarân-ı hassa”sı olabileceği düşünülebilirse de, onun Âşık Paşazâde’den sonra yaşadığı muhakkaktır. Buna göre zikredilen kişi bilinen mimar başından farklı kimsedir. Bu mahalle daha sonra zaviyenin adı ile bilinmiş ve Âşık Paşa Mahallesi adını almıştır (Barkan 1970: 273-278). Âşık Paşazâde’den Osmanlı tarihini yazmasını isteyen azizler de, bu zaviyede yaşayan Vefâî dervişleri olmalıdır. O, aynı zamanda Fâtih imâreti vakıflarının “cemaat-i müteferrika ve zevâyid-horan”ının üyesi idi. Bu hizmetinden dolayı 6 Şubat 1492’de yedi akçe yevmiye alıyordu (İnalcık 2000b: 125).

    Âşık Paşazâde’nin ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak eserindeki son olayın 908/1502’de vuku bulduğu ve aynı yılın Kasım ayında Âşık Paşa zaviyesine yeni vakıfların eklendiği göz önüne alınırsa 1502’den sonra öldüğü düşünülebilir.

    Âşık Paşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân isimli eserini 889/1484’te yazmaya başladı. Ancak onun daha önce de böyle bir niyet beslediği, gördüğü ve işittiği olaylara ait malzemeyi topladığı ve kendinden önce kaleme alınmış tarihleri okuduğu anlaşılıyor. Yıldırım Bâyezîd devrine kadar anlattığı olaylarda başlıca mehazı, Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi’dir. Yine bu döneme ait kaynakları arasında Ede Balı oğlu Mahmud Paşa, Demirtaş Paşazâde Umur Bey, II. Murad devrinde Bursa nâibi olan Koca Naib diye birinden nakleder. Koca Naib olarak bilinen bu kimsenin, meclisleri şöhret kazanmış; aşağıda görüleceği üzere Neşrî de bir müddet bu meclislere iştirak etmiştir. Yıldırım Bâyezîd’in solaklarından olan Koca Naib’in Ankara Savaşına katıldığı, I. Mehmed döneminde Amasya hisarının dizdarlığını yaptığını yazan Âşık Paşazâde, II. Murad döneminde ise Bursa Naibliğine atandığını söyler (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 145).

    Âşık Paşazâde, Yahşî Fakih Menâkıbı’nı gördüğünde on üç yaşında idi. Eserini yazmaya başladığında aradan geçen zaman yetmiş üç yıl olduğuna göre bu menâkıbnâmenin bir nüshasına sahipti. Bunun yanında ilk dönem için şifahî bilgileri ve bazı menâkıbları “ihtisar” ettiğinde şüphe yoktur. Nitekim bu dönemle ilgili yazdıkları arasında destanlarda ve menkabelerde sıkça rastlanılan unsurlar göze çarpmaktadır. Eski Türk inançlarına ait bazı motiflerin açıkça görüldüğü eser, Halk Edebiyatı araştırmacıları için zengin malzemeler ihtiva etmektedir. Eserde birçok yerde tesadüf edilen ağaç kültü buna örnek teşkil eder. Osman Gazi’nin koynundan çıkan ağaç, Geyikli Baba’nın Orhan Gazi sarayının önüne diktiği ağaç, Devletlü Kaba Ağaç bu minvalde incelenmeye muhtaçtır (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 95, 122 ve 132). Heteredoks zümrelerin kaleme aldıkları menkabelerde sıkça rastlanan bu nakışların Âşık Paşazâde’nin eserinde yer alması onun, onun bu menkabelerden nasıl etkilendiğini gösterir (bu konuda kapsamlı bir çalışma için bk. Ocak 2000).

    Âli Bey, Âşık Paşazâde’nin eseri hakkında, sık sık menâkıb kelimesini kullanmasını ve “menâkıb-ı tevârîh’i ihtisar ettim” demesini göz önüne alarak, bu eserin Âşık Paşa oğlu Elvan Çelebi menâkıbinden alınmış olması ihtimalini ileri sürmüş ancak, “Yıldırım zamanına kadar olan olayları İmamoğlu’ndan naklettiği” ifadesinin böyle bir ihtimali ortadan kaldırmaya yettiğini düşünmüştür (Âşık Paşazâde 1332: Medhal kısmı). Köprülü, bütün hayatını dervişlik ile geçirdiği için, menkabe ile tarihî vakayı birbirinden ayırmasına imkan olmayan Ahmed Âşıkî’nin, birer mücahit veli saydığı Osmanlı padişahlarının tarihini menkabe adını vermesinden ve kitabına menâkıb demesinden daha tabiî bir şey olamaz demektedir (Köprülü 1997b: 708). Nitekim o, eserini ibret alınacak bir kitap, bu menâkıbı okuyana, dinleyene ve yazana Tanrının rahmetini sağlayacak bir vasıta-i necat olarak takdim eder. Bu menâkıbı okuyanların sultanların ruhlarına dua etmelerinin istenmesi, yakın zamana kadar toplantı yerlerinde, kahvelerde, okunan ve dinlenen menkabelerin tarzına benzer (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 91-91; Âşık Paşazâde 1332: 245). Buralarda da menkabe kahramanlarının ruhlarına dua okunurdu. Âşık Paşazâde’den Osmanlı tarihini yazmasını isteyenlerin, bir grup derviş olduğu dikkate alınırsa menâkıbnâme tarzında ısrar etmesinin sebebi anlaşılır. Üstelik bu menkabe tarzı, Osmanlı hanedanı ile Âşık Paşazâde’nin ataları arasında bir ilişki olduğunu kanıtlamak için vazgeçilmez bir üsluptur. O, adetâ atalarının hayatını anlatan menkabelerle Osmanlı tarihini birleştirmek; atalarının ve Vefâî tarikatine mensup dervişlerin (Ede Balı, Geyikli Baba gibi) Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki rolüne dikkat çekmek istemiştir. Bu çabasının kendisine büyük bir getirisi olduğu muhakkaktır.

    Menâkıb-ı Âli- Osman veya Tevârîh-i Âl-i Osmân olarak bilinen bu eser, mahiyeti itibariyle anonim tarihlerden farklı değildir. Halk ve askerî zümreler arasında okunmak için halk dili (Türkî-i basit) ile yazılan ve araya manzum birkaç parça da serpiştiren bu eserler, XV. yüzyılda büyük artış göstermişti. İlk yazılışları daha evvelki zamanlara ait olan ve sonradan meçhul yazıcılar tarafından yapılan ilavelerle, yakın yıllara doğru ilerletilen bu eserlerin, en ziyade Rumeli’deki askerî sınıfların ve serhat halkının psikolojisine göre yazıldığı görülür. Sadece bir kronik olarak değerlendirilemeyecek bu eserler, derviş-gâzîlerin görüşlerini aksettiren psikolojik bir vesika ve gazâ motifini işleyen birer propaganda kitabı özelliğine sahiptir. Bu tarz eserler genellikle kısa cümleler içerir. Olayları konuşma diline çok yakın samimi bir üslupla işler. Âşık Paşazâde Tarihi’nde de bu özellikler görülür. Bunun yanında onun tarihinde bazı bâbların soru-cevap şeklinde bitmesi, yazarın eserini, sanki kalabalık bir topluluk önünde okuduğu izlenimini vermektedir.

    Âşık Paşazâde’nin eserinin ön önemli özelliklerinden biri, müellifin eserinde dönemine ilişkin politikaları ve icraatları eleştiren konulara yer vermesidir. Halil İnalcık’ın “Âşıkpaşazâde Tarihi Nasıl Okunmalı” isimli mühim çalışması, kroniklere nasıl yaklaşılması gerektiği yönünde ipuçları vermesi yanında, Âşık Paşazâde’nin bu eleştirilerine özel bir yer ayırır. Buna göre Âşık Paşazâde tartışırken, olguları ve olayları istediği tarzda vermekten çekinmez. Fâtih’in politikalarını eleştirmek için onun atalarını kullanır ve onların icraatlarını över. Fâtih’in icraatları şahsından ziyade, bürokratları aracılığıyla tenkit edilir. Onun eleştirdiği kimselerin genellikle veziriazamlar olması dikkat çeker. Âşık Paşazâde, “cümle umûrun vekil-i mutlakı” olan sadrıazamı göstererek hedef saptırmaktadır (Mehmed Ârif 1330: 10). Nitekim yazarın, “padişahlarda her ne kim olsa bu vezirlerde zuhur bulur. Ve bu vezirler kim bunlarun yanında olur, bunlarun mahremleridür” sözleri bu görüşü yansıtır (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 246). Anlaşılan Âşık Paşazâde, eleştiri oklarının hedefinde olan Fâtih’i, bürokratları ile vurmaya çalışmaktadır.

    Fâtih döneminin sert bir şekilde eleştirilmesinin sebebini, devlet politikasındaki köklü değişiklikler oluşturur. Fâtih, merkeziyetçi bir imparatorluk kurmak amacıyla bir kısım radikal tedbirlere başvurdu, bu da çeşitli zümreleri rahatsız etti. Fâtih, imparatorluk politikası gereği, askerî güçlerini çoğaltmaya ve gelirlerini arttırmaya çalıştı. Kendisine muhalif olan, merkeziyetçi siyasetini tehdit eden Türkmen aristokrasisinin ve ulemâ zümresinin güçlerini kırmaya çalıştı. Buna paralel olarak, önemli görevlere kul kökenlileri getirdi. Devlet maliyesinde Rum kökenlileri ön plana çıkardı. Âşık Paşazâde’nin en sert eleştirilerine hedef olanlardan biri de bu mültezimlerdir. Fâtih, bunun yanında imparatorluğunu güçlendirmek için yeni gelir kaynakları bulmaya çalıştı. İstanbul’un fethi akabinde Bizanslıların boşalttığı ev ve arsalara Anadolu’dan getirdiği Türkmen ailelerini yerleştiren Fâtih, bunlardan kira alma yoluna başvurdu. Âşık Paşazâde’nin Unkapanı civarında üç evi, Galata’da dükkanları ve depoları olduğu dikkate alınırsa ne kadar zorlandığı ve eleştirisinin kaynağının ne olduğu anlaşılır. Üstelik vakıf ve zaviyelerin, yeni toprak düzenlemesi ile timar olarak dağıtıldığı göz önüne alınırsa Âşık Paşazâde’nin gelirinde önemli bir düşüş olduğu görülür. Yazar, bütün bu uygulamalardan Rum Mehmed Paşa ve Karamânî Mehmed Paşa’yı sorumlu tutar. Ona göre Rum Mehmed Paşa gizlice Bizans emellerine hizmet eden bir kâfirdir (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 193-194). Yazar, diğer ulemâ ve şeyhler gibi Fâtih’ten çok “zerr ü mücüş” almış ise de bu uygulama da Rum Mehmed Paşa döneminde kalktı (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 195, 243-244). Âşık Paşazâde’nin eleştirilerinin kaynağını bu gelişmeler teşkil eder. Ancak o, bu gelişmelere paralel olarak, Mehmed Paşa’nın Rum kimliğine ayrı bir önem verir. Türkmen kütleleri ve gazi-dervişer arasında epey rağbet gören bu eserde Rum kimliğine yönelik eleştirilerin, Fatih’in uyguladığı siyaset ve kul kökenlilerin ön plana çıkması ile yakından ilgili olduğu muhakkaktır. Âşık paşazâde’nin Rum kökenli olmasından dolayı eleştirdiği Mehmed Paşa’ya karşı en yakın dostları arasında yine bir Rum kökenli sadrıazam Mahmud Paşa yer alır. Eserinde Fâtih döneminin anlatıldığı kısımların başrolünde yer alanlardan biri de, Mahmud Paşa’dır Mehmed Paşa’nın idamı hakkında “bir it gibi geberdiğini” yazan Âşık Paşazâde, Mahmud’un idamı ile ilgili “takdir-i ilahi”den bahseder.

    Fâtih’in oğullarının düğününde ulemâ arasında olan Âşık Paşazâde’nin bir futa (önlük, peştamal) şeker ile yetinmesine karşın II. Murad’ın seferlerinde harîs davranması dikkat çeker. Anlaşılan Fâtih’in Rum Mehmed Paşa’nın telkinleriyle ulemâ ve meşayihe verdiği ihsanların azalmasına yazar içerlemiştir. Oysa, Osman Gazi’den başlayarak Fâtih’in ataları dervişlere, şeyhlere ve ilim ehline mülkler bağışlamışlar ve bunların ellerinden alınmaması için nişanlar (kılıç, maşrapa) vermişler ve temlikler yazmışlardır. Eserde, 156. bâb Osmanlı padişahlarının hasletlerine ayrılmıştır. Fâtih’in babası II. Murad’ın Acem diyarından gelen Fazlullah’ın halktan mal cem‘ olunması talebine şiddetle karşı çıkması ve onu huzurundan kovması hikayesi de bu minvalde değerlendirilmelidir. Halktan toplanacak malın haram olduğuna inanan Murad’a göre, üç “lokma-i helâl” vardır: madenler, kâfirlerden alınan haraç ve gazâdan elde edilen mal (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949:230-233).

    Âşık Paşazâde’nin menâkıbı/tarihi padişahların hasletleri, ölümleri ve ölüm sebepleri, derviş, ulemâ ve ümera zümrelerinin bahisleri ile son bulur. Kitabın 886/1481 yılında tamamlandığını yazan müellif, ondan sonra II. Bâyezîd’in tarihine başlayacağını söyler (Bundan sonraki kısım H. Nihal Atsız neşrinde yer almamaktadır). Yazarın eserini tamamladığı tarih, tarihçilerce tartışma konusudur. Bir kısım tarihçiler, Bâyezîd devrinin esere sonradan ve başkaları tarafından eklendiği görüşündedirler. Âşık Paşazâde’nin 1502’de öldüğünü kabul eden bir kısım tarihçiler ise bu kısımlarında ona ait olduğunu savunurlar. Bu tarih ihtilaflı olmakla birlikte, bir an için doğru kabul edilirse, farklı varsayımlar elde etmek mümkündür. Âşık Paşazâde 1481’de eserini Fâtih’e sunmak ve onun iltifatına mazhar olmak için kaleme almıştı (“Âşıkî yaz menâkıbın bu hanun/ Ki vermişdür sana çok zerr ü mücüş.” Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 195). Ancak sultanın ani ölümü ile bu teşebbüsü yarım kalan yazar, menâkıbını II. Bâyezîd’e sunmak için yeniden gözden geçirdi. Nitekim yazarın tarih ve menâkıb ayrımı yapması bu minvalde değerlendirilebilir (Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî 1949: 248 vd). Bâyezîd’in babasının politikalarına ve icraatlarına karşı geliştirdiği aksü’l-amel siyasetinin bir gereği olarak Âşık Paşazâde de, bu dönemi şiddetle tenkit etti. Bâyezîd, Fâtih dönemindeki uygulamalara son vererek vakıf ve mülk köyleri eski sahiplerine iade etti (“Bâyezîd Han şâhın eyyâmında/ Sürûr u devlete doydu zamâne.” Âşık Paşazâde 1332: 222). Onun, şeriatı ihyâ eden, ulemânın ve şeyhlerin geçim kaynaklarını iade eden bir velî olarak övülmesinin sebebi budur. 1502’de bitirildiği anlaşılan ikinci kısımda ise Bâyezîd devri olaylarına yer verilir.

    Yurtdışında hakkında pek çok araştırma yapılan Âşık Paşazâde tarihi Türkiye’de ilk defa Âli Bey tarafından yayımlandı. Hüseyin Nihal Atsız’ın bu karşılaştırmalı neşrinden başka sadeleştirilmiş ve defalarca yayımlanmış bir kitabı daha vardır. Friedrich Giese ve Âli Bey neşirlerinin karşılaştırmalı yeni bir yayımını yapan Nihal Atsız her iki yayımda da, bu kısımların Âşık Paşazâde’ye ait olmadığı fikriyle yer vermez.

    Tevârih-i Âl-i Osman yazarlarından bir diğeri Oruc b. Âdili’l-kazâz Kâtibü’l-Edrenevî’dir. Kısaca Oruç Bey olarak bilinen müellifin hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Edirneli bir ipek tüccarının oğlu olduğu isminden anlaşılmaktadır. Bunun yanında Oruç Bey’in, Edirne’de divan kâtipliği yapmış olabileceği de muhtemeldir (Babinger 1925: XIV).

    Oruç Beyin kroniği, konusunu yalnızca Osmanlı tarihinin teşkil ettiği ilk mensur tarihler arasında yer alır. Ona göre, Osmanlı hükümdarlarının da tıpkı kısas-ı enbiya, şahnâme, Afrasiyab, Rüstem-i Zal, Acem ve Rum hükümdarlarının tarihi gibi tarihleri yazılmalıdır (Oruc B. Âdil 1925: 3). Eserini yazarken başlık kullanmayan Oruç, konuları bölmeden ve bâblara ayırmadan baştan sona kadar sade bir dil ile işler. Bu kronikte Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1484 yılına kadar gelen olaylar anlatılır. II. Murad dönemine kadar anlatılan olaylarda destanî ve efsanevi unsurlara sıklıkla tesadüf edilir. Adetâ tarih ile efsane iç içe geçmiştir. II. Murad ve Fatih dönemlerini konu alan kısımlarda ise tarihî hâdiseler efsanelerden arındırılmış ve zaman bilimsel (kronolojik) bir biçimde verilmiştir. Eser, Oruç Bey’in yaşadığı II. Murad ve Fâtih devirleri için anakaynaktır.

    Oruç Bey Tarihi’nin sonunda “3 Şaban 1022 (18 Eylül 1613)’de yazıldı” şeklinde yer alan ifadenin, eserin yazıldığı tarihten ziyade, istinsah tarihi olduğu bir gerçektir. Bu eserin Fâtih devrinin sonlarında ve hattâ II. Bâyezîd döneminde yazılmış olabileceği muhtemeldir. Nitekim Oruç kroniğinde bu dönemde kaleme alındığına dair işaretlere rastlanmaktadır. Osmanlıların atası olarak efsanevî Süleymanşah’ın gösterilmesi bu işaretlerden birisidir. Bilindiği üzere Süleymanşah, Fâtih’ten sonraki devirde uydurulmuş ve Osmanlı soy kütüğünde yer edinmiş bir kimsedir. Oysa Karamânî Nişancı Mehmed Paşa’nın eserindeki soy kütüğünde Süleymanşah yer almaz. Bu sebeple eserin, II. Bâyezîdîn saltanatı başlarında yazılmış olabileceği fikri ağır basmaktadır. Yine, Yıldırım’ın kardeşini katlettiği; ondan önceki padişahlar döneminde kardeşlerin müşavere ettiklerinin belirtilmesi, eserin II. Bâyezîd döneminde yazıldığına işaret eder. Bilindiği üzere II. Bâyezîd ile kardeşi Cem arasındaki saltanat mücadelesi uzun yıllar Osmanlı kamuoyunu meşgul etmiştir.

    Oruç Beyin Tevârih-i Âl-i Osman adını verdiği eser, bu adla anılan anonim Osmanlı tarihleriyle büyük benzerlikler gösterir. Birçok yerlerinin Anonim Tevârîh-i Osman’larla aynı oluşu, anonim kroniklerle Oruç Bey Tarihi’nin bir tek anakaynaktan faydalanmış olabilecekleri ihtimalini doğurmaktadır. Anonim tarihlerdeki İstanbul ve Ayasofya ile ilgili bölümlerle Oruç Bey Tarihi’ndeki kısımlar hemen hemen birbirinin aynıdır. Eseri üslup ve muhteva bakımından da anonimlere benzer. Bu yüzden bir kısım tarihçiler Oruç Bey’in, XVI. yüzyılda yaşayan Muhyiddin Cemâlî gibi bir anonim derleyicisi olabileceğini düşünmüşlerdir.

    Oruç Bey, eserinde kullandığı kaynaklar hakkında bilgi vermez. “Âşık Paşa oğlu Elvân Çelebi menâkıbı”nı zikretmesi ve “gözleri açık gâzîlerden nakl olundu” gibi ifadeler onun, anonim tarihler yanında menkabelere ve şifahî bilgilere de müracaat ettiğini gösterir (Oruc b. Âdil 1925: 11-19). Bazı tarihçiler onun Yahşi Fakih menakıbnâme’sinden de yararlanmış olduğu görüşündedirler.

    İlk Osmanlı tarihleri arasında yer alan Oruç Bey Tarihi’nin, Oxford ve Cambridge nüshaları Franz Babinger tarafından yayımlanmıştır (Oruc b. Âdil 1925). Bunun yanında Hüseyin Nihal Atsız, Babinger’in bu eserini de dikkate alarak Manisa Kütüphanesi’nde bulunan nüshayı ilim âlemine kazandırmıştır (Oruç Beğ 1972).

    II. Bâyezîd devrinde Türkçe umûmî bir dünya tarihi kaleme alan Neşrî’nin hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Neşrî’nin bu isminin şiir yazarken kullandığı mahlas olduğu anlaşılmaktadır (Tekindağ 1997b: 214). İsminin Mevlânâ Mehmed el-Neşrî olduğunu Keşfü’z-zünûn zikreder (Kâtib Çelebi 1971: 284). Buna göre onun ilmiye menşeli olduğu söylenebilir. Neşrî’nin Karaman’da, Germiyan’da, Edirne’de veya Bursa’da doğmuş olabileceğine dair değişik rivayetler vardır. Ancak tahsilini Bursa’da tamamladığı bilinmektedir. Tezkirelerde onun Bursa subaşısı Koca Nâib’in meclislerinde bulunduğu kaydedilir. Mustafa Âli’nin Künhü’l-Ahbâr isimli eserinde, II. Murad devri ulemâsından Mevlânâ Mehmed b. Neşrî adlı biri zikredilir. Buna göre Mevlânâ Mehmed b. Neşri küçük yaşta Bursa’ya geldi ve Sultan Medresesi’nde ilim tahsil etti. Başarılarından dolayı bu medresede önce dânişmend ve mu‘îd, ardında ise müderris oldu. Âli, onun “ifâde-i ulûm üzre iken” Bursa’da öldüğünü yazar.(Gelibolulu Mustafa Âli 1277: 225). Franz Babinger, Âli’nin terceme-i hâlini yazdığı bu Neşrî’nin Cihânnümâ yazarı Neşrî’nin büyük babası olacağı görüşündedir. Ona göre, hayat hikayeleri birbirine bu kadar benzeyen bu iki kişi arasında hiç olmazsa bir hısımlık olduğunu kabul etmek gerekir (Babinger 1927: 38).

    1481 yılında İstanbul’da olduğu anlaşılan Cihannümâ yazarı Neşrî, Fâtih’in ölümü sırasında İstanbul’da meydana gelen olayları yakından gördü. II. Bâyezîd devrinde, tıpkı akrabası Neşrî gibi, Bursa’da Sultan Medresesi’nde müderrislik yaptı. Onun, 1520 yılından önce Bursa’da öldüğü tahmin olunmaktadır. Bursalı Mehmed Tahir, onun mezarının Bursa’da Mevlevî Süleyman Efendi civarında olduğunu yol genişletme çalışmaları sırasında tahrip edildiğini yazar (Bursalı Mehmed Tahir 1342: 150).

    Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihânnümâ adlı, altı kısımdan oluşan Türkçe mensur bir umûmî dünya tarihi kaleme aldı. Ancak bu eserin yalnızca Osmanlı tarihini konu alan altıncı kısmı günümüze ulaşabilmiştir. İlk kısımların, umûmî tarihler tarzında olduğunu gösteren deliller vardır. Nitekim, eserin ilk kısmının Peygamberler tarihi olduğunu Neşrî zikretmektedir (Mehmed Neşrî 1949: 57). Fahameddin Başar, Neşrî’nin eserinin 8 kısımdan oluştuğu kanısındadır (Başar 1997: 43 ve Başar 2002: 414). Ancak, eldeki diğer umûmî tarihler dikkate alınınca bunun böyle olmadığı anlaşılır. Çünkü, Neşrî’nin eserinin altıncı kısmı Osmanlı tarihini konu alır. Bu eser gibi, klasik dönemde yazılmış umumî dünya tarihlerin son kısmını genellikle Osmanlı tarihi teşkil eder. Nitekim Neşrî, altıncı kısma yazdığı mukaddimede “… ecdâdı Âl-i Osman’un tarihini bu Kitâb-ı Cihan-nümâ’da tâ Oğuz Handan berü anun ahvalin ve evlâdın kısm-ı sâdisde ifrâz itdüm. Tâki, sem‘-i şerifle müşerref olub hatıme-i kitâb hayırla muhtetem oldu” diye kitabın altı bölümden müteşekkil olduğunu yazar. Yine Osmanlılardan bahsettiği tabaka-i sâlisede “bu tabaka… afzal ül-guzzât ve’l-mücâhidîndür: Eğerçi bunlar zamâen ve zikren mua’hhardür, ammâ rütbeten ve kadren mukaddemdür tea’hhür-i zamânı tekaddüm-i rütbete münâfi değildür” diye bu kısmı en sonda yazmasının mazeretini anlatır. (Mehmed Neşrî 1949: 7 ve 55).

    Altıncı kısım tarih ilminin anlam ve öneminden bahseden bir mukaddime ile başlar. Bu kısım üç tabakaya ayrılmıştır. Birinci tabakada Evlâd-ı Oğuz Han ve ensâb-ı Oğuz Han, ikinci tabakada Mülûk-i Selçûkiyye-i Rumiyye (Türkiye Selçuklu Devleti), üçüncü tabakada ise Osmanlı tarihi anlatılmıştır. Eserin ilk beş kısmı bugün için meçhuldür. Ancak, bu kısımların 17. yüzyılda bilindiği Kâtib Çelebi’nin Keşfü’z-zünûn adlı eserine kendi el yazısı ile kaydettiği bir haşiyede görülür (Toplu çalışma 1943, 2. fasikül: 209). Cihânnümâ, 1492 yılında tamamlanmış ve devrin padişahı II. Bâyezîd’e sunulmuştur. Kitapta Osmanlı padişahlarının icraatları, yaptırdıkları eserler, vezirleri ile bu dönemin din ve bilim adamları işlenir. Cihânnümâ’nın sonunda II. Bâyezîd’i öven bir kaside vardır. Eserin Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1485 yılına kadar gelen olayları konu almasını dikkate alan bir kısım araştırmacılar, onun 1485’te padişaha sunulduğunu yazarlar (Toplu çalışma 1943, 2. fasikül: 209).

    Neşrî, eserinde kullandığı kaynakları belirtmez. Bunun yerine “şöyle rivayet ettiler ki/ rivayet ederler ki” cümlelerini kullanır. Bunun yanında Mevlânâ Ayas’tan işittiği bilgilere de yer verir. Hadâ’iku’ş-şakâ’ik’te yazdığına göre Mevlânâ Ayas, Bursa’da Sultan Medresesi’nde Mevlânâ Hızır Bey’in hizmetinde bulunmuş ve ondan ders almıştır. II. Mehmed’in şehzadeliğinde hocası olan Ayas, daha sonra Bursa’ya yerleşmiştir (Mecdî Mehmed Efendi 1989: 189-190). Neşri Tarihi ile Âşık Paşazâde Tarihi arasındaki benzerlikler, her ikisinin de ortak bir kaynaktan faydalanmış olabileceklerini gösterir. Ancak Cihânnümâ, Âşık Paşazâde tarihine nazaran daha güvenilir ve tafsilatlı bilgileri içerir. Bunun yanında Cihânnümâ’nın Âşık Paşazâde ve Behiştî Tarihleri ile benzer taraflarından şüphe eden bir kısım tarihçiler, Neşrî’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân’ları derleyerek bir eser meydana getirdiği görüşündedirler. Franz Babinger, Neşrî’nin yüksek bir üslupla yazılmış olan Behiştî tarihini halk diline çevirdiği fikri ile üslupçu Behiştî’nin Neşrî’nin eserini zarif bir biçimde yeniden yazdığı konusunda kararsız kalmıştır (Babinger 1927: 38).

    Neşrî’nin eseri hakkında batı âleminde birçok çalışma yapılmıştır. Bu eser Faik Reşit Unat ve Mehmet Altay Köymen tarafından Türkiye’de de yayımlanmıştır(Mehmed Neşri 1949-1957).

    SONUÇ

    Osmanlı Devletinin kuruluşundan yaklaşık bir asır sonra ilk örneklerine rastlanan tarih yazıcılığını etkileyen unsurlar, göçebe hayatı ve edebiyatta Türkçe’ye dönüş hareketi idi. Selçuklu ile Osmanlı arasındaki tarih yazıcılığı geleneğini bir süre için kesintiye uğratmış görünen bu unsurların açığını Türkmen kütleleri arasında hâkim olan menkabe, destan ve gazavâtnâme gibi edebî ürünler kapattı. Beylikten devlete geçiş sürecinde, merkezîleşmenin kültürel hayatta da etkili olması ile tarih yazıcılığı ilk örneklerini verdi.

    Ankara Savaşı’ndan sonra merkezî otoritenin sarsılması ve bu ortamın yarattığı siyasî kargaşa tarih yazıcılığında da etkisini gösterdi. Bu dönemde kaleme alınan tarihler sayıca çok azaldı. Ancak II. Murad devrinde siyasî istikrarın sağlanması iledir ki, tarih yazıcılığı büyük bir ivme kazandı. Bu dönemde kaleme alınan eserlerde, Ankara Savaşı’nın da etkisiyle Osmanlı Devleti’ne meşruiyet kazandırma kaygısı göze çarpar. Oğuz geleneğine yapılan kuvvetli vurgu bu meşruluğu ispatlamak amacı taşır.

    Osmanlı tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eden İstanbul’un fethi ile yaratılan imparatorluk ve cihânşümûl hâkimiyet anlayışı, tarihçileri de etkiledi. Bu cihanşümûl anlayışın etkisinde kalan tarihçiler, kaleme aldıkları eserlerde, imparatorluk bilincini yansıtmanın yanı sıra, meşruiyet kaygılarını ortadan kaldırmaya ve Osmanlı sultanlarının muadili olmadığı anlayışını işlemeye çalıştılar. Nitekim İslâm imparatorluklarında sıkça rastlanan ve adetâ imparatorluk olmanın nişânelerinden biri olarak değerlendirilen Arapça ve Farsça eserler de Osmanlılar arasında rağbet görmeye başladı. Bu gelişme Osmanlı sultanlarının Türk, İslâm ve Roma hâkimiyet anlayışlarını kendilerinde toplamaya çalışmaları ile birlikte mütalaa edilmelidir.

    Osmanlı tarihlerinde dikkat çeken hususlardan biri de, daha ilk eserlerden itibaren üç farklı tarzda yazılmış eserlere tesadüf edilmesidir. İlmiye kökenliler çoğunlukla genel dünya tarihi tarzında eserler kaleme aldılar ve Osmanlıları bu tarihin bir unsuru olarak değerlendirdiler. Bürokrasiye mensup tarihçilerin eserlerinin konusunu, yalnızca Osmanlı hanedanı teşkil etti. Bunun yanında, sufî çevrelerde yetişen yazarlar ise, menkabe geleneğini devam ettirdiler ve adetâ menkabe ile tarihi birleştirmeye çalıştılar.

    II. Bâyezîd döneminde tarih yazıcılığı büyük bir ivme kaydetmiş, Kemâl Paşazâde ve İdris-i Bitlisî ile klasik şeklini kazanmıştır. Kemâl Paşazâde’nin Türkçe yazdığı ve ilk dönem kronikleri ile kıyaslanamayacak süslü anlatımı yanında, Bitlisî Farsça ağdalı bir dille Osmanlı tarihi kaleme almış ve bu eserler kendilerinden sonra yazılan tarihlere örnek olmuşlardır.



    KAYNAKÇA



    Ahmedî. “Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1949.

    Ahmedî. İskendernâme. İnceleme-Tıpkıbasım (haz. İsmail Ünver), Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1983.

    Akın, H. Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, (Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1968.

    Albayrak, N. “Ebû Müslim Destanı” Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.10, İstanbul: 1994.

    Albayrak, N. “Hamzanâme”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.15, İstanbul: 1997.

    Anonim Osmanlı Tarihi. 1099-1116/1688-1704 (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000.

    Anonim Tevârih-i Âl-i Osman- F. Giese neşri (haz. Nihat Azamat), İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayınları, 1992.

    Artuk, İ. “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman Gazi’ye Ait Sikke”, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920), ed. Osman Okyar-Halil İnalcık, Ankara: 1980.

    Âşık Paşazâde. Tevârîh-i Âl-i Osmân (haz. Âli Bey), İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332.

    Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî. “Tevârîh-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1949.

    Atsız, N. Osmanlı Tarihine Ait Takvimler, İstanbul: 1961.

    Babinger, F. Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch, Hannover: Orient Buchhandlung Heinz Lafaire, 1925.

    Babinger, F. Die Geschichtsschreiber Der Osmanen und Ihre Werke, Leipzig: 1927.

    Banarlı, N. S. “Ahmedi ve Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman” Türkiyât Mecmuası, c.6, İstanbul: 1939.

    Banarlı, N. S. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c.1, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997.

    Barkan, Ö. L.- E. H. Ayverdi. İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri. 953 (1546) Tarihli, (İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1970.

    Barkan, Ö. L.- Enver Meriçli. Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988.

    Başar, F. “Osmanlı Tarih Kaynakları. XV. Asır Osmanlı Müverrihleri ve Eserleri”, Tarih ve Medeniyet, sayı 37, İstanbul: 1997.

    Başar, F. “İlk Osmanlı Tarihçileri”, Türkler, c.11, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.

    Beyâni. Tezkiretü’ş-şuarâ (haz. İbrahim Kutluk), Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1997.

    Boratav, P. N. “Battal”, İslâm Ansiklopedisi, c.2, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997.

    Bursalı Mehmed Tâhir. Osmanlı Müellifleri, c.3, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1342.

    Cahen, C. “Selçuklu Devri Tarih yazıcılığı” (çev. Nejat Kaymaz), Tarih Araştırmaları Dergisi, 6/12-13, Ankara: 1973.

    Cengiz, H. E. “Yahşi Fakih”, Tarih ve Toplum, XII/71, İstanbul: 1989.

    Demiroğlu, A. “Behcetü’t-tevârîh”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.5, İstanbul: 1992.

    Enverî. Düstûrnâme-i Enverî (haz. Mükrimin Halil), İstanbul: Türk Tarih Encümeni Külliyatı, 1928.

    Evliya Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), c.3, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1999.

    Fleischer, C. H. Tarihçi Mustafa Âli. Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.

    Gelibolulu Mustafa Âli. Künhü'l-ahbâr, c.5, İstanbul: Takvimhane-i Âmire Matbaası, 1277.

    Gölpınarlı, A. Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul: İnkılâp Kitapevi, 1992.

    Günaltay, M. Ş. İslâm Tarihinin Kaynakları. Tarih ve Müverrihler, İstanbul: Endülüs Yayınları, 1991.

    Imber, C. “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları” Söğüt’ten İstanbul’a, Ankara: İmge Kitabevi, 2000.

    İbn Bibi. El-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-umuri’l-Ala’iye (Selçukname) (çev. Mürsel Öztürk), 2.c, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları 1000 Temel Eser Dizisi, 1996.

    İnalcık, H. “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfî-Sultanî Hukuk ve Fâtih’in Kanûnları”, Osmanlı İmparatorluğu. Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Eren Yayıncılık, 1996.

    İnalcık, H. “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi, c.7, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997.

    İnalcık, H. “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Osmanlı I, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999.

    İnalcık, H. “Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu”, Söğüt’ten İstanbul’a, Ankara: İmge Kitabevi, 2000a.

    İnalcık, H. “Aşıkpaşazâde Tarihi Nasıl Okunmalıdır”, Söğüt’ten İstanbul’a, Ankara: İmge Kitabevi, 2000b.

    İnalcık, H. Şâir ve Patron. Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2003.

    İnalcık, H.-M. Oğuz. Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân. İzladi ve Varna (1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavâtnâme, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989.

    Kafesoğlu, İ. “İbn Arabşah”, İslâm Ansiklopedisi, c.5/2, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997.

    Karamanlı Nişancı Mehmed Paşa. “Osmanlı Sultanları Tarihi” (çev. Konyalı İbrahim Hakkı), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1949.

    Kâtib Çelebi. Keşf-el-zunun (haz. Şerefettin Yaltkaya-Kilisli Rifat Bilge) , c.1, İstanbul: Milli Eğitim Bakalığı Devlet Kitapları, 1971.

    Kerîmüddin Mahmud. Müsâmeret ül-Ahbâr. Moğollar Zamanında Türkiye Selçuklu Tarihi (neşr. Osman Turan), Ankara: Türk Tarik Kurumu Yayınları, 1944.

    Köprülü, M. F. “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1943a, (Belleten 27’den ayrı basım).

    Köprülü, M. F. “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII (28), Ankara: 1943b.

    Köprülü, M. F. Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1980.

    Köprülü, M. F. Türk Edebiyatı Araştırmaları I, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1989.

    Köprülü, M. F. “Ahmedî”, İslâm Ansiklopedisi, c.1, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997a.

    Köprülü, M. F. “Âşık Paşazâde”, İslâm Ansiklopedisi, c.1, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997b.

    Latîfî. Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-nuzamâ (haz. Rıdvan Canım), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 2000.

    Levend, A. S. Gazavât-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1956.

    Mecdi Mehmed Efendi. Hadaiku’ş- Şakaik, (nşr. Abdülkadir Özcan), c.1, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1989.

    Mehmed Ârif. Kânûnnâme-i Âl-i Osmân, İstanbul: 1330, (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuasının ilavesi).

    Mehmed Neşrî. Kitâb-ı Cihan-nümâ. Neşrî Tarihi (yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), 2 c., Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1949-1957.

    Menage, V. L. “Osmanlı Tarihçiliğinin Başlangıcı” (çev. Salih Özbaran), Tarih Enstitüsü Dergisi, IX, İstanbul: 1978.

    Mükrimin Halil [YİNANÇ]. “Millî Tarihimize Dair Eski Bir Vesika”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, XIV/2 (79); XIV/3 (80), İstanbul: 1340.

    Mükrimin Halil [YİNANÇ]. Düstûrnâme-i Enverî. Medhâl, İstanbul: Türk Tarih Encümeni Külliyatı, 1929.

    Necîb Âsım. “Osmanlı Tarih-nüvisleri ve Müverrihleri”, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, I (1), İstanbul: 1328.

    Ocak, A. Y. “Battalnâme”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.5, İstanbul: 1992.

    Ocak, A. Y. “Dânişmendnâme”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.8, İstanbul: 1993.

    Ocak, A. Y. “Gazavatnâme”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.13, İstanbul: 1996a.

    Ocak, A. Y. Babaîler İsyanı. Alevîliğin Tarihsel Altyapısı yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, İstanbul: Dergah Yayınları, 1996b.

    Ocak, A. Y. Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler. Metodolojik Bir Yaklaşım, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1997.

    Ocak, A. Y. Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999.

    Ocak, A. Y. Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.

    Ocak, A. Y. Sarı Saltık. Popüler İslâm’ın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2002.

    Ortaylı, İ. “Osmanlı Tarih yazıcılığının Evrimi Üstüne Düşünceler”, Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi Sempozyumu, Ankara: 1986.

    Ortaylı, İ. “Menkıbe”, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. Efsaneler ve Gerçekler Tartışma ve Panel Bildirileri, Ankara: İmge Kitabevi, 2000.

    Ortaylı, İ. Gelenekten Geleceğe, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2001.

    Oruc b. Âdil el-kazzâz Kâtibü’l-edrenevî. Tevârîh-i Âl-i Osmân (haz. Franz Babinger), (Hannover: Orient Buchhandlung Heinz Lafaire, 1925.

    Oruç Beğ. Oruç Beğ Tarihi (haz. H. Nihal Atsız), Tercüman 1001 Temel Eser İstanbul: 1972.

    Osmanzâde Tâ’ib Ahmed. Hadīqat ül-vüzerā (Der Garten der Wesire), Freiburg: 1969.

    Özcan, A. “Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizam-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı 33, İstanbul: 1982.

    Özkan, M. “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Edebiyat”, Türkler, C. 7, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.

    Sümer, F.-A. Sevim İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988.

    Şeşen, R. Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul: İSAR Vakfı Yayınları, 1998.

    Şükrullah. Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi (çev. Atsız), İstanbul: Arkadaş Basımevi, 1939.

    Şükrullah. “Behcetüttevârîh” (çev. Çiftçioğlu N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1949.

    Tekindağ, Ş. “Osmanlı Tarih yazıcılığı”, Belleten, XXXV/140, Ankara: 1971.

    Tekindağ, Ş. “Karamânî Mehmed Paşa” İslâm Ansiklopedisi, c.7, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997a.

    Tekindağ, Ş. “Neşrî” İslâm Ansiklopedisi, c.9, Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1997b.

    Toplu Çalışma. İstanbul Kütüphaneleri Tarih-Coğrafya Yazmaları Katalogları, İstanbul: T.C. Maarif Vekilliği, 1943.

    Turan, O. İstanbul'un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1954.

    Turan, O. Selçuklular Târihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1996.

    Ünver, İ. “İskender (Edebiyat bahsi)”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.22, İstanbul: 2000.

    Woodhead, C. “Ta’rikh. In Otoman and Modern Turkey” Encyclopedia of Islam 2, X, Leiden Brill: 1998.

    Yazıcızâde Ali. Tevârih-i Âl-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, Nu: 1391, (tarihsiz).

    Yinanç, M. H. “XII. Asır Tarihçileri ve Müverrih Azimî”, II. Türk Tarih Kongresi, İstanbul: Devlet Basımevi, 1937.

    Yinanç, M. H. Türkiye Tarihi. Selçuklular Devri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1944.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

Benzer Konular

  1. İslamın Doğuşu ve Yayılışı
    Konu Sahibi ziberkan Forum İslam Tarihi ve Uygarlığı Ders Notları
    Cevap: 6
    Son Mesaj : 16.Nisan.2017, 12:07
  2. Tarih Yazıcılığının Türleri Konu Anlatımı
    Konu Sahibi ilteriş Forum Tarih Bilimi Ders Notları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 09.Ekim.2010, 00:20
  3. Ynt: Uygarlığın Doğuşu ve İlk Uygarlıklar
    Konu Sahibi burcuelif Forum Çöp Kutusuu
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 02.Kasım.2009, 15:05
  4. Ynt: Uygarlığın Doğuşu ve İlk Uygarlıklar
    Konu Sahibi ser55 Forum Çöp Kutusuu
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 01.Eylül.2009, 00:15
  5. Uygarlığın Doğuşu ve İlk Uygarlıklar
    Konu Sahibi Batuhan Forum Uygarlığın Doğuşu ve İlk Uygarlıklar Ders Notları
    Cevap: 1
    Son Mesaj : 29.Aralık.2008, 00:40

Bu Konu için Etiketler

Giriş