On Dokuzuncu Yüzyılda (Osmanlı Devleti’nin), Bağdat ve Yemen Vilayetlerinde Medreselerin Açılma Gerekçelerine İlişkin İki Belge

Doç.Dr. Yücel GELİŞLİ
Giriş

İslamiyet’in zamanla genişlemeye başlaması ve bir çok kavimin bu din altında birleşmesi ile, Kur’anı doğru okumak, anlamak ve öğretmek ihtiyacı artmıştır. Halkın İslam dinini doğru öğrenebilmesi için öğretimin önemi artmış, daha fazla okul ihtiyacı hissedilmiş, medreseler açılmaya başlamıştır. Medrese, eğitim-öğretim faaliyetlerine tahsis edilen ve bu amaçla gerekli araç ve gereçlerin sağlandığı okullara verilen isimdir. İlk medreselerin nerede ve hangi özelliklerle kurulduğu belirli olmamakla beraber, medreselerin açılışı ile ilgili farklı görüşler vardır.

Medresenin ilk defa ne zaman, nerede ve hangi şartlar altında doğduğu, henüz tam olarak aydınlığa kavuşmuş değildir. Yapılan araştırmalar, İslam dünyasındaki medreselerin her İslâm ülkesinde farklı zamanlarda ve farklı şartlar altında doğduklarını ortaya koymaktadır. Okul anlamında medreselerin esas doğuş yeri, Horasan ve Maveraünnehir bölgesidir. Buralarda özel veya camilere bağlı medreseler vardı. Bu bölgede "medrese" terimi genelde, "okul" karşılığında kullanılıyordu. Müstakil olarak kurulan okullara medrese dendiği gibi, cami ve Kur'an okullarına da medrese deniyordu. Burada "mektep" ve "medrese" terimleri birbirine karıştırılmıştı. Bu durumda medreseler, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde çeşitli amaçlarla kurulan okulların devamı niteliğindeydi.(Taşdemirci,E, www.akmb.gov.tr,2005)

İslam Dünyasında cami dışında uzmanlaşmış bilim ve eğitim kurumları medreseler, İslam ülkelerinin, dünya bilimine öncülük ettikleri dokuz-on birinci yüzyıllarda doğdu. Bu kurumsallaşmada İslam dünyasındaki mezhep çatışmalarının keskinleşmesi, sekizinci yüzyıldan sonra ucuz kağıt üretiminin Yakındoğu ülkelerinde başlaması ve yükseköğretimin bir ölçüde popularizasyonu gibi etkilerde görülebilir (Tekeli,İ., İlkin S., 1993;11).

25 Muharrem 447(26 Nisan 1055) tarihinde Selçukluların Irak’ı fethedip Bağdat’a girişleri Ehli Sünnet’in Şii’lere galibiyetin başlangıcı sayılır. Zira bu tarihten itibaren, halk arasında Şiiliği yaymak için gerek Fatimiler’in (909-1171) gerekse Büveyhi’lerin (932-1062) gösterdiği faaliyet sahaları kapanacaktı. Selçuklular, sapıklık ve din dışı kabul ettikleri faaliyetlere karşı halkın zihninde hür düşünceyi yerleştirebilmek için bir karşı faaliyetle harekete geçmekten başka çare olmadığını anladılar (Çelebi,1954,111). İşte bu sebeple İslam dünyasının doğusunda camilerden ayrı olarak öğretim yapmak, Şii dailerinin propagandasına karşı halka gerçek bilgiyi vermek ve ehli-i sünnet inançlarını yaymak amacıyla medreseler kurulmuştur. Medreselerin açılma gerekçeleri Selçuklu Devletinden Osmanlı Devletini kadar geçen süreçte değişmemiş, Suni ve Şii mezheplerinin yayılma-engelleme faaliyetleri için devam etmiştir. Selçuklu devletinin kuruluşundan Osmanlı devletinin yıkılışına kadar geçen süreçte Suni mezhep inançlarını devlet politikası olarak benimsemiş olan Türkler, Şiilerin Ortadoğu ve Anadolu’daki propagandalarını medreseler açarak engellemeye çalışmışlardır.

Bu çalışmada Osmanlı devletini medrese açma gerekçeleri ile ilgili olarak iki belgeye yer verilmiştir. 19 yüzyılın son çeyreğine ait olan bu belgelerde Bağdat vilayetinde Şii misyonerlerin, Yemen Vilayetine bağlı Ta’iz sancağında da İngiliz Protestan misyonerlerin, din ve mezheplerini yayma girişimleri hakkında bilgilere yer verilmekte, buna karşılık bu bölge yöneticilerinin bu faaliyetlere karşı durulması için medrese kurma ve halkın inançlarının güçlendirilmesi talepleri yer almaktadır.

I. Medreselerin Kuruluşu

Irak, Mısır ve Suriye, Sünni medreselerinin doğuşundan önce Büveyhilerin ve Fatımilerin idaresi altında idi. Her iki hanedan da Şii mezhebinin temsilcileri idi. Hatta bunlar halk arasında Şiiliği yaymak için bütün imkanlarını seferber etmişler, bunu propaganda yoluyla, zaman zaman da zulüm ve zorbalık yoluyla yapmışlardır (Çelebi,1954,110). Fatımilerin Şii mezhebini yaymak için baş vurdukları yollardan biri de ilim müesseselerini kurarak ve oralara halkı aydınlatacak ve irşat edecek elemanlar tayin etmişlerdir. Bu maksatla Fatimiler, en eski İslam üniversitesi olan “El Ezher”i inşa etmişlerdir. El Ezher’i, içinde öğretim halkalarının düzenlendiği küçük mescitlerin açılması takip etmiştir (Çelebi,1954,417) El Ehzer başlangıçta üniversite olarak değil, 969 yılında cami olarak inşa edilmiş; 976-996 yılları arasında burası otuz beş kişilik grupların Şii propaganda merkezi olarak kullanılmıştır.(Talas, 1939;25-26) Fatımi’ler tarafından Mısır’da kurulan “Dar’ul-ilm”ler, felsefi rumuzlarla ifade edilen Batıni tevillerin propagandasını yapabilmek için Yunan Felsefesinden faydalanmaya önem veriyorlardı. Bu sebeple camilerdeki öğretimin yanında, halife Hakim bin Emirillah devrinde, 24 Mart 1005 Cumartesi günü, Kahire’de Dar el-İlm adıyla bir bilim akademisi kuruldu. Çok geçmeden Dar’el-İlm’in daha küçük örneklerini İskenderiye, Halep, Kudüs, Trablusşam’da kurdular. Bu müesseseler kısa bir süre sonra sadece bir propaganda merkezi haline dönüştü. Mutezile kelamı ve Yunan felsefesinden istifade ile Suni akideyi bulandırmakla meşgul oldular (Çelebi,1954, 417., Büyük İslam Tarihi, 1989, C:14, 80).

Medreselerin esas ortaya çıkış yerinin miladi dokuzuncu yüz yılın sonlarına doğru Horasan ve Türkistan bölgelerinin olduğu bilinmektedir. Medreseler ilk önce Türkistan’da Karahanlılar tarafından kurulmuş, Gazneliler ve Samanoğulları tarafından geliştirilmiştir (Taşdemirci,1989; www.akmb.gov.tr,2005) İslam aleminde medrese adı ile tanınan ilk yüksek öğretim ve eğitim müesseselerinin Belh, Nişabur ve Merv gibi doğu bölgelerinde açılmışlardır. İlk medreselerin bu bölgede açılmasının sebeplerini farklı şekillerde açıklayanlar olmuştur. Bunu tek sebebe bağlamak güç olmakla beraber, eski Uygur Türk’lerine ait Budist Vihara’ların (külliye) medreselerin bu bölgede ortaya çıkmalarına sebep oldukları söylenebilir. (Büyük İslam Tarihi, 1989, C:14, 82., Ergün, M., İslamiyet’ten Sonraki Türk Eğitim Tarihi. www. egitim. aku. edu.tr/tet02) Selçuklular kurdukları medreseleri hem ilmin gelişmesini sağlamak hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak hem de Fatımi’lerin Şiilik propagandaları ile diğer Rafızi telakkilere karşı Suni mezhebin savunmasını yapmak, Şiiliğin Türkler arasında yayılmasını engellemek amacıyla kurulmuştur ( Büyük İslam Tarihi, 1989, C:14, 82).

Selçuklularda ilk medrese Tuğrul bey tarafından 1040 yılında Nişabur’da kurulmuştur. İslam’ın ilk devirlerinde medrese teşkilatı yoktu. Okunan sadece Kur’an olduğu için, okumak ve öğrenmek cami ve mescitlerde yapılırdı. Bilime ve dinin yaygınlaşmasına verilen önem kısa sürede medreselerin yayılmasına ve niteliğinin artmasına neden olmuştur. Medreselerin devlet eliyle kurulup, eğitimin parasız olması, eğitim uygulamalarının ve medrese teşkilatının en ince ayrıntılara kadar düşünülüp uygulamalar yapılması bu dönemlere rastlar. (Büyük İslam Tarihi, 1989, C:14, 81)

Selçuklu devlet adamları bilginlere, sanatkarlara büyük saygı göstermişler, eğitim ve öğretimin yayılmasına çalışmışlardır. Tuğrul Bey, “kendime bir köşk yaptırıp yanında bir cami inşa ettirmezsem Tanrı’dan utanırım” diyordu. Alpaslan, medreseleri ülkenin her tarafına yaygınlaştırmıştı. O, kendi gelirinin bir kısmını yoksullara, onda birini de bilim adamlarına veriyordu. Nişabur’da bir caminin kapısında perişan kılıklı gençler görüp kim olduklarını Nizamülmülk’e sormuştu. Vezir, “bunlar insanların en şereflileri olup dünya zevki bulunmayan ilim araştırıcılarıdır” deyince Alpaslan onlara bir yurt yapılmasını ve maaş verilmesini emretmişti (Akyüz,2005; 41).

Selçuklu devri, içinde bilhassa Alparslan zamanı büyük yenilikler devridir. Kültür alanında en büyük yenilik olan yükseköğretim ve eğitim kurumları medreseler bugünkü adıyla üniversitelerin kurulması bu döneme rastlar. (Köymen, 1992; 347). İlk Nizamiye medreseleri Nişabur’da kurulmuş ancak Nizamiye medreselerinin en meşhuru, 1064 yılında Sultan Alpaslan zamanında Dicle nehrini kenarında yapılmış; inşaatı iki sene sürmüş yüz bin dinar harcanmış, 1067 yılında muhteşem açılış yapılmıştır (Talas, 1939; 41). Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreseleri, medreseler için önemli dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra İslam dünyasında medrese kurma faaliyetleri artmıştır. Nizam’ül-Mülk’ün her birinde büyük medreseler kurduğu şehirler şunlardır; Bağdat, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Amul ve Musul’dur (Çelebi, 1954, 114).

Selçuklulardan önceki devletlerde medreseler özel şahıslar, Selçuklular zamanında ise, hükümdarlar ve devlet adamları tarafından, devletin parası ile kurulmuştur (Köymen,1992; 354). Devlet tarafından destek görerek kurulan ilk resmi medrese Nizamiye medreseleridir. Nizamiye medreselerinin kuruluşu, İslam dünyasında “eğitimin devletin sorumluluğunda olmasının” başlangıcı olarak kabul edilebilir. Devletin doğrudan eğitim sorumluluğunu üzerine almasında, siyasi çekişmeler ve iktidar mücadelelerinde halkı etkileyen, Sünni-Şii rekabetinin önemli rol oynadığı söylenebilir (Ünan,1997; 727). Nizamiye medreselerinin amacı Sünni Müslüman yetiştirmektir. Bu nedenle medrese eğitimi devlet tarafından desteklenen ve yönlendirilen bir eğitim kurumu olarak ortaya çıkmıştır. (Tekeli,İ.,İlkin,S.,1993;12) Nizamiyeler için vakıflar kurulmuş, vakıflar mütevelliler tarafından idare edilmiştir. Medreselerin kontrolü ile sorumlu müderris ve mütevelli heyeti devlet tarafından atanmıştır. Nizamiye vakıfları, bina yapmak, müderris ve talebelere maaş vermek, hadis, fıkıh, vaaz tasavvufla uğraşanlarla infakta bulunmak, imam müezzin, hademe, yabancı, fakir ve ihtiyaç içinde bulunanlara yardım etmek gibi görevler üstlenmiştir (Büyük İslam Tarihi, 1989, C:14, 81).

Medreseler her ne kadar Sünnilikle Şiilik arasındaki propaganda savaşı ortamında, Sünnilerin bir eğitim kurumu olarak doğup gelişmişse de, fazla olmamakla beraber, Şii medreselerine de rastlamaktaydı. Başlangıçtaki yoğun propaganda savaşı yavaşlayınca, bazı emirler kendi yönetimlerindeki Şii halk için de medreseler yaptırmışlardı. İbn Batuta, 1328 yılında Meşhed Ali'de bir Şii medresesine rastlamıştı. İsfahan'da 1325 yılında yapılan İmamî Medresesi de iç duvarlarında hem dört halifenin hem de 12 imamın adlarını bulundurması dolayısıyla bir Sünnî- Şii medresesi olma özelliğini gösteriyordu (Ergün; www.egitim.aku.edu.tr).

Turan ise, Selçukluların, medreseler yoluyla ilmi koruduğunu ve vücuda getirdiği büyük irfan ordusu sayesinde Şii-Fatimiler idaresinde kurulan Sünni aleyhtarı propagandalara karşı İslâm dünyasını ve devletin bünyesini kuvvetlendirdiğini ifade etmektedir. Anadolu Selçuklularının resmi mezhepleri Hanefi olduğundan medreselerde ders veren müderrislerin suni akidelere göre ders vermesi gerekiyordu.Hatta bu hal kitabelere ve vakfiyelere de geçmiştir. (Turan,O; 1993;.238). Bir ilim ocağı olarak medreselerin geniş anlamda devlet eliyle kurulup teşkilatlanması ve vakıflar vasıtası ile eğitimin meccani olmasından dolayı ilmi gelişmelerin büyük bir hız kazandığı görülür. Nizamiye Medreselerinde okutulan derslerin ağırlık merkezini nakli Kur’an ve Kur’an İlimleri, Hadis ve İlimleri, Şafi Usulü fıkıh ve Eşari Kelamı, Arapça ve İlimleri, Adap ve Kısımları, Riyaziyat ve Feraiz dersleri oluşturmaktadır(Talas,1939;51)

Büyük Selçuklu Devleti’nin açmış olduğu bu çığırdan sonra, İslâm dünyasının hemen hemen her yerinde sultanlar, vezirler, beyler, hatunlar medrese açma hususunda birbirleriyle yarışırcasına bir faaliyetin içerisine girmişlerdir. 1234 yılında Halife el-Mustansır, dört mezhebe mensup olan insanlara uygun olan el-Mustansiriyye Medresesini kurmuştur (Baltacı,1974;.20). Anadolu’da da medreseler Selçuklular zamanında gelişmiş, en eskilerinin hicri yedinci asırdan kalma olduğu bilinmektedir. Selçuklular döneminde Konya’da Sırçalı medrese 640 (1243/1244), İnce Minareli Medrese 674 (1275/1276), Karatay Medresesi 649 (1251/1252) yıllarında inşa edilmiştir (Büyük İslam Tarihi, 1989, C: 14, 87). Bundan başka Sivas, Kayseri, Amasya, Niğde gibi illerde medreseler açılmıştır.

Osmanlılarda Medreseler

Osmanlı devlet adamları bilim ve bilim adamlarını severlerdi. İlk sultanlar çeşitli Türk ve İslam ülkelerinden Osmanlı ülkesine bilim adamlarını davet etmişler, bu sebeple ülkedeki medrese ve bilim adamlarının sayısı hızla artmıştır. Osmanlılarda ilk medrese 1330’da Orhan Bey tarafından İznik’te yaptırılmıştır. Bu medresenin ilk müderrisi de Kayserili Davut’tur. Edirne’nin alınmasından sonra da bu kentte de bir çok medresenin yapıldığı görülmektedir. En önemli olanları II. Murad’ın yaptırdığı Dar’ül Hadis (1435) ve Üç Şerefeli Medresesidir (1447). Osmanlı medreselerinin kurulduğu en önemli kentler, İznik, Bursa, Edirne’dir. İznik uzun süre “bilginler yuvası” olmuştur. 1330’da İznik’te kurulan Orhan Gazi medresesinden II. Murat dönemi sonuna kadar açılan medreselerde kitaplar Arapça idi; şifahi öğretimde Türkçe de kullanılıyordu (Akyüz, 2005; 57-58). 14. ve 15. yüzyılın sonlarına kadar medreselerde, Fıkıh ve Kelam’ın yanı sıra Riyaziye, Felsefe, Astronomi, Tıbbi Bilimler gibi akli ve nakli ilimler yan yana okutulmuştur (Unat,1964;3-4).

Osmanlı hükümdarları ilk medreseleri kurarlarken Selçuk, Mısır, Türkistan medreselerinin teşkilat ve yazılmış eserlerinden yaralanmışlardır. İlk Osmanlı medreseleri olan İznik ve Bursa medreseleri özellikle Mısır, Şam ve İran örnek alınarak yapılmıştır. (Kansu, 1930; 11-15). Başlangıç dönemlerinde, Selçuklu medreselerinden çok farklı olamayan Osmanlı medreseleriyle ilgili ilk düzenlemenin, Yıldırım Bâyezıd tarafından yapıldığı, daha sonra ise, II. Murat döneminde Edirne'deki Halebîye Medresesi'ndeki Tetimme ve yine burada Dâr’ül hadis Medresesinin açılmasıyla medreselerin geliştiği görülmektedir. Medreselerde köklü değişikliğin Fatih Sultan Mehmet devrinde ortaya çıktığı bilinmektedir. (Özyılmaz, 2002; 4)

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra ilk iş olarak bu şehrin ortasında, hiçbir şeyini noksan bırakmamak şartıyla büyük bir külliye vücuda getirdi; 1453 de böylece İstanbul Külliye’si kuruldu. Bizans Patriğinin oturmakta olduğu Havariyun Kilisesinin harabesi üzerine bir cami yaptırdı. Bu caminin iki tarafında yüksek derslere ait 8 medrese (Sahn-ı Seman) ve bu medreselerin başlangıcı olan daha alt basamakta tahsil veren başka medreseler yaptırdı.. Bu sekiz Sahn medresesine müderris olmak Kanuni Sultan Süleyman devrinden önce en büyük bir ilmi şerefti ( Koçer, 1991;10 ).

Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde medreseler gelişmelerinin en yüksek noktasına varmışlardır. Yabancı dil bilen, Yunan felsefesini ve tarihini okumayı seven, farklı din ve mezheplere bağlı insanları koruyan, onların tartışmalarını dinleyecek kadar geniş görüşlü bir padişah olan Fatih, Osmanlıların ilk önemli medresesini kurmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu medrese, bir birimler bütünü idi. Onun içinde bir cami, yüksek dereceli sekiz medrese(Medrese-i Semaniye), daha aşağı dereceden sekiz medrese(Tetimme Medresesi), Konuklar evi (Misafirhane) ve bir Sağlık Yurdu (Şifahane) vardır. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman, büyüyen ordusunun isteklerini karşılamak için tıp ve matematik bölümlerini de ekleyerek kendi adını taşıyan Süleymaniye Medreselerini kurmuştur. Osmanlının ileri gelenleri, cami ile birlikte medrese kurma geleneğine bağlı kaldılar. Böylece İmparatorluğun büyük merkezleri, bazı büyük kasabalar, köyler medreselerle donatılmıştır.1824 yılında yalnız İstanbul’daki medreselerin sayısı 350’yi buluyordu (Başgöz,1995:11).

Süleymaniye Medresesi’nin kendinden öncekilerde olmayan bir yeniliği vardı. Ordunun hekim ihtiyacını karşılamak için eklenen Tıp Medresesi ve Darüşşifa ile matematik öğretimi için dört medrese, ona dinsel konular dışındaki alanlara da eleman yetiştiren bir kurum olma özelliğini kazandırmıştır. Bu durum medreselerin bir üniversite veya fakülte haline gelmesine bir başlangıç oluşturabilirdi; fakat böyle bir konu düşünülmediği gibi, en önce bozulan kısım da yeni eklenen bölümler olmuştur (Yalçın,2002: 9).

Medreseler kendi içinde ilk, orta ve yüksek kademelerin eğitimini de vermekteydiler. Medreseleri genel ve ihtisas medreseleri olarak da iki grupta toplamak mümkündür:

Genel Medreseler

Genel medreseler, ilk ve orta kademelerden oluşan medreselerdir. İlk Osmanlı medreselerindeki derslerin neler olduğu, sıraları kesin olarak bilinmiyorsa da bunların Selçuklu medreseleri ile aynı veya benzeri olduğu söylenebilir. Bu medreselerde ihtisaslaşma söz konusu olmayıp, İslami bilimler; Kur'an ilimleri, hadis ve İslâm hukuku (fıkıh) ile; lügat, nahiv, matematik, astronomi, felsefe, tarih ve coğrafya gibi diğer müspet bilimler bir arada okutuluyordu.

İhtisas Medreseleri

İhtisas medreseleri çeşitli derecelerde olmak üzere edebiyat, ilahiyat, tıp, matematik, tabiat bilimleri gibi dallarda ihtisaslaşmış eğitim kurumlarıdır. Bunlar; Kur'an-ı Kerimin öğretildiği, bir bölümünün veya tamamının okutulduğu ve ezberletildiği Dâr’ül Kurralar; Hz. Peygamberin söz fiil ve takrirlerinden ibaret olan hadis eğitiminin ve araştırmalarının yapıldığı Dâr’ül hadisler açılmıştır. Dâr’ül hadisler, halkın eğitilmesinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında hizmet veren eğitim müesseselerinden biri olmuşlardır.

Osmanlı Devleti'nin geniş topraklarında halk, ordu ve saray mensupları için bimaristan, bimarhâne, şifahâne, tımarhâne veya Dâr’üş şifa denilen hastaneler tesis edilmiş, hekim yetiştirmek amacıyla Dar’üt Tıp’lar açılmıştır (Ergin, 1977;140-171).

Osmanlı devletinde bu medreselere ilave olarak 1800’lü yıllardan itibaren kurulmaya başlayan medreselerden de söz etmek gerekir:

1914 yılında İstanbul medreseleri için yeni bir düzenleme tasarısı getirildi. Islah-ı Medaris Nizamnamesi adı altında getirilen bu tasarı ile yeni bir düzenleme yapılmış; medreseler "Dar’ül-Hilafet’il-Aliyye Medreseleri" adı altında toplanmıştır. Bu Nizamname ile medreseler, Maarif Nezareti’nin mekteplerine benzetilmek istenmiş, bu amaçla ders programlarına Batı Dilleri, Farsça, Tarih, Coğrafya, Heyet, Mekanik, Müsellesat, Hikmet-i Tabiiye, Kimya, Resim, Terbiye-i Bedeniye, Hıfzısıhha, Usul-i Defteri, İlm-i İçtimai, İlm-i Nefs, Felsefe, Malumat-ı İktisadiye ve Maliye gibi dersler konulmuştur (Ergün, 1996;345-349). Yine II. Meşrutiyet döneminde, 1854 yılında Şeyhülislam Meşreb Efendi hafidi Mehmet Arif Efendi zamanında şer’iye mahkemelerine Kadı ve Naip yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Nüvvab açılmış, bu okulun adı 1910 yılında Mekteb-i Kuzat olarak değiştirilmiştir (Ergin,157-158., Ergün, 1996; 346-347). 1912 yılında İslâm dininin yayılmasını sağlayacak olan vaizlerin yetersizlikleri görülünce İslam propagandasını hem ülkede hem de dünyada yapabilecek ve misyoner gibi çalışabilecek vaizlerin yetiştirilmesi amacıyla 1912 yılında İstanbul’da Medresetü’l-Vaizin (Ergün, 1996;347-348), 1913 yılında İmam ve hatiplerin görevlerinde yetersiz olmalarını görülmesi üzerine, nitelikli imam-hatip ve müezzinlerin yetiştirilmesi amacıyla da "Medresetü’l-Eimme ve’l-Hüteba" açılmıştır. Medresetü’l Vaizin savaş yıllarında pek başarılı olamamış ve Medresetü’l-Eimme ve’l-Hüteba ile birleştirilerek "Medresetü’l-İrşad" adını almış ve yönetimi Dar’ül Hikmetül İslamiye’ye verilmiştir. Vaiz ve imam-hatip yetiştirmek amacıyla kurulmuştur (Ergin; 1977;157-164) 1917 yılında, Dar’ül-Hilafeti’l-Aliye medresesinin yüksek kısmının da üzerinde uzmanlar yetiştirilmek amacıyla "Medresetü’l-Mütehassisin" kurulmuştur (Ergün, 1996;349). Yeni kurulan medreseler içinde özellikle İslam dininin daha iyi tanıtılması için gerekirse misyoner gibi çalışacak olan vaizlerin yetiştirilmesi için Medresetü’l-Vaizin’in açılması Osmanlı devletinin de misyoner faaliyetlerine karşı tedbir alma lüzumu hissetmesinden kaynaklandığı muhtemeldir.

Çalışmanın önceki bölümlerinde, Medreselerin ilk kuruluş dönemlerinin dokuzuncu ve onuncu yüzyıl; amaçlarının ise başlangıçta suni Müslüman olan Türklerin dini inançlarını pekiştirmek ve onları diğer mezhep propagandalarından korumak olduğunu görmüştük. Çalışmanın bu bölümünde ise on dokuzuncu yüzyılda bile, Sünni Müslümanların yoğun olarak bulunduğu bölgelerde, Şiilerin propaganda yaptıklarını ve Osmanlı Devletinin de bu faaliyetleri engellemek gerekçesiyle Bağdat valisinin medrese açma talepleri ilgili belge ele alınmıştır.

Belge:1(BOA, Dosya No:73 , Gömlek No:71, Fon Kodu: Y..MTV. Tarih: 09/C /1310 (Hicrî)

Bağdat Vilayeti, Mektubi Kalemi aded 68

Mabeyn-i Humayun Cenab-ı Mülukhane Baş Kitabet-i Celilesine

Devletli Efendim Hazretleri



Belgede, Irak civarında yaygınlaşan ve yayılmasını tamamlayan Şiilik mezhebinin henüz ehlisünnet ve cemaatinden olan halka daha ulaşamadığı, ehlisünnetin dini akaidlerine ve mezheplerine zarar verecek durumda olmadıkları belirtilmektedir. Ancak bu durumun çok fazla sürmeyeceği, her türlü tedbirin alınması lazım geldiği de ifade edilmektedir. Daha önce propaganda faaliyetlerinden dolayı vilayet dâhilindeki kazalar için talep edilen sekiz müderrisin tayininin uygun görüldüğü, Samerra kasabasına bir müftünün 3 Kanun-ı evvel 1308 tarih ve 64 sayılı yazı ile tayin edildiği belirtilmektedir. Belgenin bu bölümünde, Samerra kasabası ve civarında, Şii mezhebinin propagandasından bahsedilmekte, gelecek dönemlerde dengenin, suni mezhebi aleyhine bozulacağı önemle vurgulanmaktadır.

Samerra kasabasında meydana gelen gelişmeler sonucu daha ciddi tedbirlerin alınması gerektiği de ifade edilmektedir. Yeni tedbirlerin gerekçesi olarak ta; İran’ın en önemli Şii müctehitlerinden olan Mirza Hasan-ı Şirazi’nin, otuz sene Necef’te, Şii inancını yayma çalışmalarını tamamladıktan sonra, Samerra kasabasına gelmesi gösterilmiştir. Ayrıca belgede Şirazi’ye Hindistan’dan yılda on bin lira ve İran’dan da düzenli olarak ciddi maddi yardımlarda bulunulduğu belirtilmektedir. Yapılan yardımlarla ise, Necef, Kerbela, Samerra ve Kazımiye’de bulunan Şii hocalarının ve talebelerinin ihtiyaçlarının giderilmesi, Şii mezhebinin yayılması ile bu bölgedeki aşiretler ve çölde yaşayan Arapların dini (suni) inançlarının zayıflatılması istenmektedir. Şii propagandası için Samerra kasabası ve civarındaki köylere hoca gönderip, gönderilen paraların bu amaçla seve seve harcanması gerektiği belirtilmektedir. Burada dikkat çeken şey bölgedeki Şii hocalarının İran ve Hindistan’dan finansman sağladıkları, çalışmalarını da sistemli olarak çöldeki Araplar üzerinde de yoğunlaştırdıkları ifade edilmektedir.

Ayrıca belgede, Mirza Hasan-ı Şirazi’nin, şimdilik Samerra’nın değişik medreselerinde beş yüzden fazla öğrenci ve kadrolu Şii hocası bulundurup eğitim ve öğretime devam ettikleri ifade edilmektedir. Burada ehlisünnet vel cemaat âlimlerinin, medrese ve müderrislerinin olmamasından yararlanılarak, kasabanın dört bir yanında yaşayan El Saih ve El Abid ve hususu ile Şemruer ve Anzere gibi aşiretlerin ve suni halkın inançlarının değiştirilmesine çalışıldığı belirtilmektedir. Bu durum özellikle Şii yayılmacılığı için tehlikeli görülmekte bunun karşılığı olarak ta devletin bu önemli durum karşısında acil tedbir alması istenmektedir.

Samerra ve civarındaki yerleşim yerlerinde Şiilerin bu faaliyetlere karşı durmak için medreseler açılması istenmektedir. Özellikle Samerra kasabasında ehlisünnet ve cemaate mahsus olmak ve yüz kişilik talebe okutmak üzere takriben yüz bin kuruş masrafla muntazam bir medrese inşa ve müderrislerin orada sürekli olarak ikamet ederek; eğitim-öğretim faaliyetleriyle halkı bilinçlendirmeleri; müçtehit ve Şii hocalarının halkı aldatma, aşağılama ve kandırmalarına izin vermemeleri istenmektedir. Müderrislerin işlerini tam ve doğru yapmaları, devletin siyasi duruşunu da koruyabilmeleri ve bu ağır işi yapabilmeleri için, kurulacak medresede sürekli çalışmaları istenmektedir. Bu amaçla Bağdat’ta ilim yayma ve irşad ile meşgul bulunan Tarikat-i Aliye-i Nakşibendiye hülafasından Muhammedü’l Fazl Cami-i Şerifi’nin müderrisi Şeyh Muhammet Sait Efendi’nin aylık 1500 kuruş maaşla baş müderris ve 500 kuruş maaşla da ikinci müderris tayinine ve aylık 60 kuruş maaşla da elli nefer talebeler ve 50 kuruş maaşla bir hizmetli, medresenin çeşitli masraflar için de aylık 200 kuruş tahsisi bu işin önemi için gerekli olduğu belirtilmektedir. Burada kurulacak olan medreseye tayin edilecek müderrisin iyi yetişmiş, hem devlet siyasetine hem de ilmi açıdan yeterli olacak; hem halkı hem de öğrencileri irşad edebilecek özelliğe sahip olması istenmektedir. Ayrıca medresenin masraflarının da devlet tarafından karşılanması istenmektedir.

Medresenin yapımı için daha fazla para gerektirmesine rağmen kaba olarak yapılabilecek indirimlerle yaklaşık olarak 100 bin kuruştan aza mal olacağının ve bu masrafın gelecek senenin hazinesinde elde edilecek vergilerden ve müderris, talebe, hizmetli ve medresenin çeşitli masraflarının da Bağdat vilayetinin gelirlerinden karşılanması gerektiğinin ve bu durumun padişahın onayına sunulduğu anlaşılmakta ve gereğinin yapılabilmesi için padişahtan izin istenmektedir.

Fi: 9 Cemazi-ül Ahir sene 1310 ve 3 Fi: Kanun-ı Evvel sene 1308.