1. #1

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424


    Süryaniler Kimdir?

    Süryaniler, kökenleri 5000 yıl öncesine giden bir toplumdur. Mezopotamya'da yeşeren ve uygarlığın gelişiminde önemli rol üstlenen eski Mezopotamya halklarının yani köklü bir kültürün mirasçılarıdır. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, coğrafyayı istila edenlerin baskı ve egemenlikleri yüzünden başlangıçtaki etkinliklerini kaybetmişlerdir. Günümüzde ise dünyanın değişik bölgelerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.

    Süryanilerin kökeni ve nerden geldiklerine dair bilinen üç farklı görüş vardır.Bu görüşlerden birisi, Süryanilerin Aramiler'den geldiğini savunan tezdir. Bu tezin dayanağı Süryani halkının Aramca konuştuğu ve bundan dolayı da kökeninin Aramiler olduğunu iddia etmektedir. Süryanilerin kökenine dair ikinci görüş ise Süryanilerin Asurlular'dan geldiğini savunan tezdir. Bu görüşe göre Süryaniler, eski Mezopotamya'da imparatorluklar kurmuş olan Asurlular'ın torunlarıdır. Bu iki görüşün eksiklikleri, Süryanilerin kökenini tüm eski Mezopotamya halklarına dayandığını belirten yeni bir görüş ortaya çıkarmıştır.

    Aslında bu farklı görüşlerin önemi, getirdikleri tarihsel açıklamalardan ziyade, bu görüş sahiplerinin Süryaniler için düşledikleri farklı toplumsal modellere sahip olmasındadır. Yani Asur görüşünü savunanlar, Süryanilerin öncelikle siyasal bir toplum olmasını arzu etmekte; Arami görüşünü savunanlar ise daha çok inanca dayalı bir toplum modeli oluşturmak ve bu model çerçevesi içinde toplumu bir arada tutmaya çalışmaktadırlar.

    Aslında Asur ve Arami ile anlatılmak istenen halk aynıdır. Söz konusu olan halk, Eski Mezopotamya kültürünü taşıyan ve inancı bakımından Hıristiyan olan bir topluluktur. Bu halk Irak ve İran'da daha çok "Asur" adıyla tanınırken, Suriye ve Türkiye'de aynı halk için "Süryani" adı kullanılmaktadır. Süryani kelimesi özellikle Hıristiyanlığı sonrası yaygınlık kazanmıştır ve Hıristiyan olan Yukarı Mezopotamya halkını belirtir. "Asurlu" kelimesi ise İsa'dan önceki Yukarı Mezopotamya halkı için kullanılmaktadır. Başka bir deyişle "Asurlu" kelimesi "Süryani" kelimesi ile anlatılmak istenen halkın Hıristiyanlıktan önceki zamanını belirtir. Bir yerde bugün bu halk için kullanılan, "Asur", "Arami", "Süryani" (ve daha başka adlar; Keldani, Maruni vs.) kelimeleri aynı topluluğu nitelemektedir.

    Süryanilerin kökenini sadece Aramilere veya Asurlulara dayandırma çabalarının , Mezopotamyanın eski tarihine bakıldığında çok anlamlı olmadığı görülecektir. Buna karşılık Süryanilerin kökenini, tüm eski Mezopotamya halklarına (Fenikeliler, Akkadlar, Keldalılar, Babiller, Kenanlar, Asurlular ve Aramiler) dayandırmak daha mantıklıdır. Çünkü bütün bu halklar aynı kökenden oldukları için daha kolay kaynaşabilmişlerdir. Aynı dili konuşan, benzer örf ve adetleri yaşayan bu halklar Hıristiyanlık inancı ile birlikte aynı dine de sahip olmuşlardır. Ve bu eski halkların temeli üzerinde, yeni bir ada sahip olan Süryaniler doğmuştur.

    Süryani' Adı Nereden Geliyor?
    Süryani (Süryoyo) adının nasıl, ne zaman ve neden dolayı kullanıldığı kesin olarak bilinmiyor. Süryani isminin kökeni hakkında pek çok varsayım var. Varsayımların ortak özelliği; Süryani adının ya Mezopotamya'daki bir şehirden ya da bu coğrafi bölgede hüküm sürmüş bir kralın adından kaynaklandığıdır. Sizlere bilgi olması açısından, bugün en sık rağbet edilen iki varsayımı aktaracağım. Bu iki varsayım Yakup Bilge'nin, Yeryüzü Yayınları arasında çıkan ve 1992 yılında basılan "Anadolu'nun Solan Rengi Süryaniler" kitabından alınmıştır.

    1) Kimi yazarlara göre Suriye adı, bölgeyi ele geçiren Kilikos'un kardeşi Suros'tan geliyor. Süryani adı da bu sözcükten türüyor. XII.yy'da yaşamış olan Diyarbakır metropoliti (Bir bölgede yaşayan Süryanilerin kilise içindeki en üst rütbedeki kişisi) Arami kralı Suros'un adına izafeten, egemenliği altındaki ülkenin "Surisyin" olarak adlandırıldığını, daha sonra Surisyin adındaki son "s" harfinin atılarak "Suriyin" şeklini aldığı ve burada yaşayan halkında bu adla anılmaya başlandığını söyler.

    2)Asurluların ülkesine Yunanlılar tarafından sözcüğün onuna bir 'y' eklenerek "Asurya" deniliyordu. Yunalıların kullandığı ve gitgide yaygınlık kazanan "Asurya ve Asuryan" kelimeleri Aramca konuşan halkın diline girdiği zaman, dil kurallarına göre bazı değişikliklere uğradı ve Asuroyo şeklinde telaffuz edildi. Tarihsel süreçte "A" harfi düşerek kelime Suroyo (Süryani) şeklini almıştır.



    Ŧคгยкรคl

  2. #2

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    Süryani Tarihi

    ESKİ TARİH
    Süryanilerin millatan önceki tarihleri, eski Mezopotamya'da yaşayan ulusların tarihidir. Hıristiyanlık inancı tüm yukarı Mezopotamya'daki halkların tek bir potada erimelerini sağlamıştır. Süryani halkının kökleri de eski Mezopotamya'nın en eski tarihsel dönemine kadar inip orada kaybolmaktadır.
    Yukarı Mezopotamya'nın yazılı tarih evresi Akkadlarla başlar. İ.Ö.3000'lerde Sümerin kuzeyinde yer alan Akkad'da ve Fırat'ın orta kesiminde, çok sayıda bağımsız site devletleri kurulmuştur. Buradaki halk, Sümerler'e benzemeyen bir kabileden (tribulan) oluşuyordu. Bu kabile bir Sami dili (Akkadça) konuşuyordu ve Mezopotamya'nın batısında bulunan ovalarda yaşayan Tribulerle akrabaydılar yani Akkad'ın Samileri batıdan gelmişlerdi. (1)

    Akkad bölgesi Dicle ve Fırat arasında merkezi bir bölgeydi. Bölgenin bu merkezi durumunda yararlanan Akkad kralları, kısa zamanda büyük fetihler yaptılar. "Dünyanın dört bölgesinin kralı" ünvanını alan Akkad kralı Naramsin (İ.Ö.XXIII.yy) kuzeyde Doğu Anadolu dağlarına kadar ilerlemiştir. (2)

    Asur halkının çekirdeğini oluşturan bu insanlar, Akkad bölgesinde kuzeye yayılan Samilerdir. İ.Ö. 3000'lerde Orta Fırat dolaylarında yerleşmeye başlayan Akkadlar, burada bir çok yerleşim birimi kurmuşlardır. Bunlardan birisi de kabilenin ve tanrısını ismini alan Asur kentidir. (3) Daha sonra bu kabile adını tüm bölgeye ve verecek kadar güçlenmiştir.

    Tüm Sami halkları birbirlerinden çok farklı olmayan uygarlıklar yaratmışlardır. Çünkü bu halklar birbirlerinin mirasına çok kolaylıkla sahip çıkıyorlardı. Asurlularda Akkad kültür temeli üzerine kendi kültürlerini geliştirmiş ve bu kültürü daha geniş bir bölgeye yaymayı başarmışlardır.

    Kısa zamanda tüm Yukarı Mezopotamya'da Asurluların yarattıkları kültür egemen olmaya başlamıştır. Asurlular, bu egemenliğe tanıklık yapan binlerce maddi kanıt bırakmışlardır. Asur, Ninova, Kolah v.b gibi kentler ve buradaki yığınla tablet bu durumu tartışmasız kanıtlamaktadır. Yukarı Mezopotamya'nın güney kesiminde Asurluların hakimiyeti tartışmasız bir şekilde kabul edilirken, Süryani tarihi açısından tartışılmaya daha açık olan bölge Yukarı Mezopotamya'nın kuzey bölgesidir. Çünkü bu bölgede egemenlikler sürekli olarak el değiştirmiştir.
    Arkeoloji biliminin halen bu bölgede yapması gereken çok sayıda çalışma vardır ama eldeki veriler buralardaki bir çok yerleşiminin tarihinin Asurlulara kadar uzandığını gösteriyor. Bu bölgeler için kullanılan ilk coğrafi terimler ve kent adları Asurcadır. Ayrıca ilk tarihi kayıtlarda Asur dilinde çivi yazısı olması bir rastlantı değildir. Bölge için kullanılan coğrafi terimlerin ve kent adlarının Asurca olması, bölgenin çok eski zamanlardan beri belki de Asurluların siyasi egemenliğinin bu bölgeye gelmeden önce Asurlularla ilişkili ve onlardan etkilendiğini göstermektedir.

    Örneğin bugünkü Harran adı, Asurca'daki Harranu'dan gelmektedir. Bu kelimenin Asur dilindeki anlamı ise yol'dur. Bu adlandırma, eski çağda buradan geçen ticari ve askeri yollardan kaynaklanmıştır. Tur-Abdin (Midyat ve civarı) bölgesi hakkındaki ilk tarihi bilgiler ve coğrafi terimler Asurluların XV.yüzyıldaki genişlemesinden sonraya dayanmaktadır. Asur krallarından I.Adat Ninari ve oğlu I.Salamsar'dan kalma kitabelerde "Kaşiari Dağları" diye sözü edilen bölgenin Mardin-Midyat yani Tur-Abdin çevresi olduğu bilinmektedir. Bu bölgeyle ilgili diğer bir coğrafi terim olan "İzala'da" o dönemden kalmadır. Çivi yazı tabletlerde ve daha sonraki Roma ile Bizans kaynaklarında Mardin ve civarı için İzala terimi kullanılmıştır.

    Bugünkü Cizre ilçesinin 20 km kuzey batısındaki örenler bir zamanlar Asurin (Asur) hükümdarları için başkentlik yapmış büyük bir kente aittir. Nusaybin'in 15 km kuzey-doğusunda bulunan Merdis (Süryanice Marin) örneklerindeki kaya ve mağara ağızlarındaki Çivi yazısı (Asurca) ve Strangeli (Doğu Süryanice) yazılar ile çeşitli kabartma ve resimlerin yan yana bulunması bölge halkının kökenlerini gösterir niteliktedir. Yine bu bölgede bulunan Hassana (Kösreli) köyünün de İsa'dan önceki döneme dayanan bir yerleşim bölgesi olarak tarihselliği Asurlulara kadar uzanmaktadır. Bölgedeki Nisibis (Nusaybin), Merdo (Mardin), Urhay (Urfa), Omif (Amid, Diyarbakır) v.b gibi kentlerini kuranlarda yine Asurlulardır. (4)

    Asurluların bu kadar geniş bir coğrafik bölgeye yayılmalarının nedeni, Asur şehrinin daha İ.Ö.'ki 3000'lerde bu bölgelerle ticaret ilişkilerine başlamış olmasıdır. Asur şehrinin; Aşağı Mezopotamya, Asurya ve Anadolu ile bakır ve gümüşün çıkartıldığı Doğu Anadolu'nun merkezi yerinde bulunması kentin süratle gelişmesine yol açtı. Kapadokya ve Doğu Anadolu ile yapılan ticaret, Asurluların buradaki bir çok şehirde koloniler ve yerleşim birimleri kurmalarına yol açmıştır. Bu durum ise Asur krallarının bu bölge ile daha yakından ilgilenmelerine ve buralar sefer yapmalarına zemin hazırlamıştır. Ticaretin serbestçe yapılabilmesi için ticaret yollarının güvenlikli olması gerekiyordu. Bu güvenliği sağlamakta Asur krallarına düşüyordu. Ticaret için yapılan fetihler ise halkın gitgide kuzeye ve tüm Mezopotamya'ya yayılmasını sağlıyordu. Asurluların kuzey ve kuzey-batıya olan büyük genişlemesi ise İ.Ö. XV.yy'dan sonraki "Orta Asur Dönemi" ile İ.Ö. VIII. - VII.yy'da olmuştur.

    İ.Ö.XII.yy'da Asur kralları I.Salmanasar ve oğlu I.Tikulti Nunurta büyük bir ordu ile kuzey ve batıya seferle düzenlerler. Kuzeyde Van gölüne kadar olan yerler Asur topraklarına katılır. Fırat geçilir ve batıda sınırlar Kargamış'a kadar genişletilir. (5)

    Asurluların Yukarı Mezopotamya ve komşu bölgelere yayılmalarındaki diğer bir etken de, o dönemdeki savaşların niteliğidir. Bu savaşlar fetihçi halkın dışında kalan öteki halkların yıkımına neden oluyordu. Fatihler, fethettikleri yerlerin halkını kılıçtan geçirir, ganimetleri başkente taşır ve fethedilen topraklara Asurlu koloniler gönderirlerdi. O dönemde köle emeği yaygın olmadığı için, köleler daha çok ev işlerinde kullanılırlardı. Böylece sınırlı olan köle ihtiyacı karşılandıktan sonra, diğer savaş tutsakları kılıçtan geçirilirdi. Gerçi daha sonra bu durum değişecek ve Asur ile diğer şehirlerde önemli sayıda köle çalıştırılacaktı.

    Yukarı Mezopotamya'da halk Asurlu idi. Babilanya denen yerde ise etkin bir rahipler sınıfı vardı. Dolayısı ile Asur kralları bu sınıfla ittifak içerisinde idiler. Bu yüzden bu bölge dışında kalan yerlerin yazgıları daha farklı oluyordu. Örneğin eski İsrail krallığında ve Suriye'nin bazı bölgelerinde halk kılıçtan geçiriliyor ve sürgüne gönderiliyordu. Sürgün edilenlerin yerlerine Asurlu koloniler yollanıyor ve yönetimde krallik valilerine veriliyordu. (6)

    Asurluların bu yayılmacı politakası sonucu özellikle İ.Ö.VIII ve VII.yy'da Yukarı Mezopotamya ve ve buraya yakın bölgeler yoğun bir şekilde hem kültürel hem de siyasal alanda Asurluların etkisi altında kalmıştır.
    Fakat İ.Ö.'ki dönemde iki önemli olay, Yukarı Mezopotamya'daki halkların bölgeye daha da dağılmasına ve ve buradaki halkların birbirlerine kaynaşmalarına yol açmıştır. Bunlardan birincisi Aramiler'in Mezopotamya'ya sızmaları ; ikincisi ise Asur imparatorluğu ve sonrasında kurulan Babil devletinin yıkılması sonucu oluşan yeni durumdu.

    Suriye çölünde göçebe ya da yarı göçebe bir hayat süren Aramiler İ.Ö.'ki XII.yy'ın başında Mezopotamya'ya sızmaya başladılar. Bu sızma çeşitli Arami kabilelerinin Fırat ve Dicle nehirleri arasına girmesiyle başladı. Bu kabileler Asurya bölgesinde bulunan kentlere baskınlar yapıyor, kent ve köyleri yakıp yıkıyor, halkı köleleştiriyor ve Asur şehirlerinde ganimetler topluyorlardı. Bu korkunç durum karşısında vadilerde, ovalarda oturan halk dağlara kaçıyor ve kentlerin nüfusü azalıyordu. Asurlu halk kuzey ve kuzey-doğu (Urmiye bölgesi) bölgelerine kaçıyordu.

    Fakat Aramilerin bu saldırıları İ.Ö.yy'da azaldı ve giderek yok oldu. Çünkü Fırat ve Dicle nehirleri arasında Mezopotamya'ya yerleşen Aramiler aşama aşama yerleşik hayata geçtiler ve Asur halkı ile kaynaştılar. Arami akınları da bundan dolayı sona erdi. Bu sırada Asur'da kendini toparlamış ve karşı saldırya geçmişti. Çok sayıda Arami köleleştirilerek Asur şehirlerindeki görkemli yapıların inşaatlarında kullanıldı. İ.Ö.VII.yy'da Asur'un saldırısı sonucunda tüm Arami devletçikleri ortadan kaldırıldı.

    Böylece Aramiler, Asur'un siyasal otoritesi altında birleşmiş oldu. Bu durum Aramiler'e Mezopotamya'da hareket serbestliği sağladı ve Asurlularla kaynaşmalarını daha da hızlandırdı.

    Aramilerin yerleştikleri bölge, onlara tüm Mezopotamya'nın kara ticaretine hakim olma fırsatı verdi. Arami tüccarları, Asur askerlerinin fethettiği bölgelere kolayca girip ticaret yapıyorlardı. Bu durum Aramilerin ticaretini daha da geliştirdi ve kısa zamanda onları doğunun en etkili kara tüccarları haline getirdi. Fırat ve Dicle nehirleri arasında yerleşik hayata geçen ve Asurlular'la kaynaşan Aramiler'in ticari etkinliği Aramca dilinin basitliği ile birleşince, Aramca tüm yakın doğuda Asurca ile birlikte kullanılmaya başladı.
    Ŧคгยкรคl

  3. #3

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    Devam:

    Yukarı Mezopotamya haklarının İ.Ö.'ki dönemde birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayan ve bunların tümüyle birleşmelerine neden olan ikinci etken ise Asur ve Babil imparatorluklarının yıkılması ile ortaya çıkan yeni durumdu. Asur ve Babil imparatorlukları yıkıldığı zaman, yakın doğuda yaşayan tüm Sami halkının kaynaşmasını sağlayan temeller artık hazırdı. Temeli Sümerler'den kaynaklanan, Akkad ve Babillilerin geliştirdikleri kültürel mirası Asurlular'da almış ve bu kültürü çok geniş bir bölgeye yaymışlardı. Bu ortak kültürel geçmişten dolayı Sami halkları birbirlerinden çok farklı olmayan uygarlıklar kurdukları gibi, kolaylıkla da kaynaşmışlardır.

    Sami halklarının üçüncü büyük göçünü oluşturan Aramiler'de Mezopotamya'ya yayıldıklarında hem kolayca diğer Sami halklarıyla kaynaşmışlar hem de getirdikleri dil ve etkin ticaret tüm Mezopotamya halklarınca kullanılmaya başlamıştır. Aramca dili sonraki dönemlerde tüm Sami halklarının ortak dili haline gelmiştir. Babil devletinin yıkılmasından sonra Akamenya imparatorluğunun Aramca'yı resmi dil olarak kullanmaya başlaması, Aramca'nın Med-Pers dilinden daha yaygın bir dil durumuna gelmesini sağladı. Aramca hem "daha önceden bu alandaydı" hem de kardeş bir Sami dili olduğu için Akkadça kullanan insanların onu öğrenmeleri tamamen yabancı bir Hint-Avrupa diyalektiğini öğrenmelerinden çok daha kolaydı.

    Böylece Aramca Hıristiyanlık çağının birinci yüzyılda Mezopotamya'nın Samice konuşan halkları arasında; doğuda Akkadca'nın, batıda ise Kenanice'nin yerini aldı. (7) Bazı Süryani tarihçilerinin sırf Süryaniler'in Aramca konuşmalarından dolayı kökenlerini Aramiler'e dayandırmalarının yanlışlığı da buradadır.

    Asur ve Babil devletleri yıkıldığı zaman Yukarı Mezopotamya'da yaşayan halkların ortak kültürel geçmişlerine, onları birleştirecek yeni ve önemli bir faktör olan halkların ortak gelecek umudu eklenmiştir. Yabancı egemenliği altında yaşayan Asur, Arami ve diğer Mezopotamya halkları aynı bölgede oturuyor ve aynı dili konuşuyorlardı. Yabancı saldırı ve istilalara beraberce karşı çıkıyor ve egemenlere karşı ayaklanıyorlardı. Bu dönemdeki kaynaşmadan ötürü artık tek bir adla çağrılıyorlardı. Bu halklar Asuryalı, Süryani arada Kaldeliler diye anıldıkları da oluyordu. (8)

    Yakın doğuda İsa'dan önceki son yüzyıllara gelindiğinde, Yukarı Mezopotamya'daki Asurlu, Arami ve Kaldeliler birbirleriyle kaynaşmış, ortak geçmişe dayanan birlikteliğe sahip ve ortak gelecek umutları olan bir millet haline gelmişlerdi. Bu yüzyılda Mezopotamya halkları da büyük bir birleşme ve kaynaşma yaşıyorlardı. Fakat belli bir süre sonra insanlık tarihine damgasına vuracak olan Hıristiyanlık inancının doğuşu bölgede büyük değişimlere neden olacaktı.
    KAYNAKLAR;
    1,6 Diakov, S.Kovalev, İlk Çağ Tarihi, C.I., Çev. Özdemir İnce, Ankara, V yayınları, 1987
    2,3,4,7 Yakup Bilge, Anadolu'nun Solan Rengi; Süryaniler, Yeryüzü Yayınları, 1991
    5 Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, C.I.,İstanbul, Say Kitabevi, 1984
    8 Herodotos, Herodotos Tarihi, İstanbul Remzi Kitab Evi, 1983

    Ŧคгยкรคl

  4. #4

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    Süryaniler Tarihinde Bölünmeler

    Süryanilerin tarihine baktığımızda karşımıza iki dönem çıkmaktadır: Putperest Süryaniler ve Hıristiyan Süryaniler. Süryaniler Mesih İsa'dan önce putperest bir yaşam sürmekteydiler. İsa'nın gelişiyle Hıristiyanlık, Kudüs'ten Antakya'ya oradan da Mezopotamya'ya doğru hızla yayılmıştır. Hıristiyanlığın Mezopotamya'da yayıldığı dönemlerde, bu bölgede yaşayan Süryaniler, bu yeni öğretiyi benimsemişler ve böylece onlar için artık yeni bir dönem başlamıştır. Süryaniler, M.S 37 yılında seçtiği Hıristiyanlıkla birlikte kilise etrafında kurumsal bir kimlik kazanmıştır.

    Antakya'dan sonra kurulan Urfa (Orhoy) Süryani Kilise'si ile bölgedeki bir çok halk Hıristiyanlığın şemsiyesi altında bütünleşmiş, İsa Mesih'in öğretisi etrafında yeni bir dünya düzeni oluşturulmuştur. Bu arada Hıristiyanlık da yerel kültürlerin etkisiyle kültürel gelişimine devam etmiştir. Dönemin ve bölgenin egemen gücü olan Roma imparatorluğu ve Bizans, Hıristiyanlık inancındaki etkin rolünü 4. yüzyıldan itibaren ağırlıklı olarak hissettirmeye başlamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan kristolojik tartışmaların temelini, İsa (Oğul) ve Tanrı (Baba) ilişkisi üzerine oturan fikir ayrılıkları belirlemiştir. Daha sonraları doğu ile batıyı, imparatorlukları ve kiliseleri birbirinden ayıracak olan bu teolojik tartışmalardan en çok Süryaniler etkilenmiştir. Bu dönem içerisinde Süryaniler, tarihçiler tarafından coğrafik olarak Batı ve Doğu Süryanileri olarak isimlendirilmişlerdir. Batı Süryanileri coğrafi olarak Diyarbakır, Antakya, Maraş, Urfa, Mardin, Midyat ve Nusaybin ve Suriye'de yaşayanları; Doğu Süryanileri ise İran, Irak ve Hindistan coğrafyasında yaşayanları tanımlamak için kullanılıyordu.

    Bir birlik anlayışı içerisinde faaliyetlerini sürdüren Batı Süryanileri ile Doğu Süryanilerinin birbirinden ayrılmasında, M.S 451 yılında toplanan Kalkedon (Kadıköy) Konsilinin önemli bir rolü vardır. Süryani kilisesi, Kalkedon iman ilkelerini kabul etmeyerek İstanbul Kilisesi'yle ilişkilerini kesmiştir. Bu ayrılıkta en önemli neden, Bizans'ın, Doğu'da Süryaniler tarafından kurulan kiliselere kendi görüşlerini empoze etmeye çalışmasıdır. Bu konsil'de öne çıkan isim ise Süryani asıllı olan ve konsil esnasında Bizans Kilise'sinin patriği olan Mor (Aziz) Nastur'dur.

    Mor Nastur ya da Süryanice'deki adı ile Mor Barsawmo, M.S 380 yılında Maraş'ta Batı Süryani anne ve babadan dünyaya geldi. Yüksek okul eğitimini Antakya Akademisi´nde aldı. Bu akademi Elen felsefesinin etkisi altında bir felsefe okuluydu. Mor Nastur´un iki onemli yardımcısı Süryani Malfoneleri (Öğretmen) Mor Teodor ve Mor Diyodor´du. Her ikisi de iyi filozoflardı ve Mor Nastur'un daha sonra tartışmaya açtığı İsa'nin doğasi konusunu bu hocaların yanında öğrendi. Bu ve buna benzer teoriler Antakya Akademisinde çok uzun bir süreden beri tartışılan, araştırılan ve incelenen konulardı. Ama daha sonraları İstanbul'da ki Bizans Kilisesi´ne patrik atanmasından sonra bu görüşlere yeniden el atmıştır. Bilinenlerin aksine Mor Nastur hiç bir zaman Doğu Süryani Kilisesi'nin ruhbanlık hiyerarşisinde yer almamıştır. Sadece bu ayrılıklıklarda etkili bir isim olmuştur.

    Mor Nastur'dan önce bir çok Süryani bilge, Bizans otoriteleri tarafından sindirilmiştir. Mor Nastur´a da aynı sindirmeler yapılmak istendiği anda, Doğu Süryanileri protesto seslerini hemen yaşama soktular. Bu protestolar nedeniyle de Mor Nastur sürgün olarak çeşitli yerlere yollanır. Onun savunan herkese "Nasturi" damgası vurulur. Bu yetmiyormuş gibi, Nasturi diye lanse edilenlere, İsa´yı inkar anlamında, İsa'yi küçük düşüren "Çift doğa" yanlısı da ekleniyordu. Doğu Süryanileri üzerindeki baskılar Mor Nastur´dan sonra da uzun yıllar devam etmiştir. Bu anlaşmazlıkta Mor Nastur‘un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "NASTURİLER" ismiyle anılmaya başlandı. 19. Yüzyılda Nasturi Kilisesi ismini Doğu Asuri Kilisesi olarak değiştirmiştir. Bu arada Batı Süryanileri olarak adlandırılan Antakya Süryani Kilisesi de, bu dönemde yaşadığı baskılar sonucu yok olma tehlikesi geçiriyordu. Yok olma noktasına gelen Batı Süryanilerini Yakup Burdono isimli genç bir Süryani rahip toparlamıştır. 578 yılında ölen Burdono, Urhoy'da (URFA) 543'de ayrı bir kilise örgütlenmesine gitmiştir. Yaşadığı dönemde 27 rahip ve yüzlerce papaz yetiştirmiş ve resmetmiştir. Bu kilise de anti-Kalkedoncu olarak bilinmiştir. Kilisenin adı daha sonraları Bizans otoriteleri tarafından küçümseyici anlamda Yakubiler adı ile tanıtılmıştır. (Günümüzdeki SÜRYANİ ORTODOKSLAR).

    Ayrıca bu konsil sonrasında bir grup Süryani de Bizans İmparatoru Markian‘ın yapabileceği baskı ve zulüm uygulamalarından korkup Kadıköy Konsil'inin aldığı kararları benimsemiştir. Bu Süryanilere de, konsilin kararını benimsemeyen Süryaniler tarafından "MALKOYE MELKİT (Melkitler)" denilmiştir. Bu isim Süryanice de "Kralın Yandaşları" anlamına gelmektedir. Uzun bir süre Bizans kilisesinin şemsiyesi altında Süryanice liturjik dille devam ettiler. Arap istilalarından sonra Bizans kilisesinden ayrıldılar. Dillerini daha sonraları Süryanice'den Arapça'ya çevirdiler. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmaktadır.
    Malkoye Melkit (Melkitler) adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl‘da bir bölünme daha yaşanmıştır. Başını Aziz Maro'nun çektiği Lübnan‘daki Mor Marun Manastırı rahipleri ', Melkit Patriği Maksimus‘un savunduğu dini teorik -itikadi- görüşle ters düştüler ve "MARONİT PATRİKLİĞİ" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu patrikliğe bağlı insanlar MARUNİLER olarak anılmaya başlandılar. Bu Patriklik 13.Yüzyıl‘da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü‘ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında "Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdular.

    1445 yılında Nasturilik‘ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik‘ten kopup Katolik inancı benimseyenlerden oluşan bu kilise, "KELDANİ KİLİSESİ" olarak adlandırılmıştır. Bu kiliseye bağlı Süryanilere de KELDANİLER denilmiştir.

    Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne oldu. Episkopos Mihael Carve‘nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani, Papalığa bağlandı ve "SÜRYANİ KATOLİK" ismi altında bir Patriklik Merkezi kurdu. Aslında bu bölünmenin sancıları çok daha önceden başlamıştı. 1626 yılında Roma'da bulunan papalıkla dirsek temasına başlayan ve papalığa bağlanma yolunu arayan bazı Süryaniler, 1667 yılında yapılan patriklik seçiminde 2 adayın da eşit sayıda oy almasını bahane göstererek bu bölünmeyi gerçek hayata taşıdılar. 1773 yılında Süryani Katoliklik partikliği kurulmuştur. 19. asırda Protestan misyonerlerinin (genelde Amerikalı ve İngiliz) Süryani bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryaniler'den Protestanlığı benimseyenler olur ve böylece SÜRYANİ PROTESTAN topluluğu da oluşur.. Protestanlık inancında ruhban sınıfı anlayışı olmadığı için bunların bağlı bulunduğu bir patriklik merkezi yoktur. Turabdin yöresinde Süryani protestanlara ait bir çok kilise bulunmaktadır. Fakat sayıları oldukça azdır.

    Bu bölünmelerden ayrı olarak islam dinine geçen Süryanilerin varlığından bahsedilmektedir. Müslümanlığa geçen Süryaniler konusu gecmişte hiç araştırılmadığı için kesin çizgilerle bir şeyler belirtmek biraz zordur. Adına MHALMİ denen bu insanların önemli bölümü etnik olarak Süryani olabilirler. Mardin ve çevresindeki köylerde yaşayan Mhalmi'lerin bugün tüm köylerinin adı Süryanice'dir. Bu köylerde bugün cami ve mescide çevrilmiş bir çok tapınma yeri eskiden kilise ve manastırdı. Bugüne kadar Süryanilik ve hıristiyanlık adına yapılan bir çok gelenek aralarında devam etmektedir. Mhalmi'lerle ilgili elimizdeki tek kaynak Patrik Mor Afrem'in kaleme aldığı Turabdin Tarihi'dir. Burada Mhalmi'ler din değiştirmesi üzerine verilen ilk tarih 1609'dur. Bu topluluk geçmişte Süryani Ortodoks kilisesine bağlıydı.

    Görüldüğü gibi tarihleri boyunca Süryaniler dini ve siyasi tartışmalar yüzünden devamlı bölünmelere uğramış ve başlangıçtaki etkinliklerini bu ayrılıklarla kaybetmişlerdir .

    Ŧคгยкรคl

  5. #5

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    MANASTIRA ADANMIŞ BİR HAYAT: BAHE



    Dışarı çıkıp son gelen misafirleri de uğurladıktansonra, kapıyı kapatmadan, son bir kez daha kulağında, ruhunda çınlanan o sese tekrar baktı…

    Gözleriyle aradı gelmesini istediklerini. Uzakları süzen gözleri gelecek olanlarını tekrar umut etti. İnanmak istemedi, uzaklaşmayı çocukluğundan beri kabul etmeyen Bahe, umudunu sonrasına erteledi. Bir hüznü tekrar bedeninde yaşamaya başladı.

    Umudu bir kez daha yok olmuş şekilde, ellerini arkasına bağlayarak, başında kasketiyle, içeri girmeden, dönüp son bir kez daha baktı ve içeri girip kapıyı kapadı. Yıllar önce kapanan o kapının sesini tekrar bütün ruhunda hissetti. Kapıya sırtını dönüp saf yüreğiyle Deyrulzafaran manastırının avlusuna yöneldi

    Uzaklara, derinlere, hep birileri gelecekmiş gibi bakışı ondandır Bahe’nin. Yılların yükü, yüzüne vurduğu kaderinin çizgileri, bir ömrü özetler gibi yüzünde simgedir. Şapkasının gölgesinde umut dolu bekleyişinin gerçekleşmediği an, kapının ardında misafirlere sevecen ama bir o kadar da "Geldiler mi acaba?" diyen umut dolu bakışı, yaşamındaki, dört kişiden birisinin geleceği umudunun, giderek artan sabırsızlığının kırıldığı anlardı.

    Belki …
    Her geçen gün giden umudu
    Yaşamını geçirdiği manastırda
    Gelecekmiş gibi beklemesinin sebebiydi.

    Vedia 1928 yılının aydınlık bir gününde, umutlarına mutluluk katan, yaşamının yeni bir parçasını, dünyaya getirmenin mutluluğundaydı. Çığlıkların kesildiği anda, "nurtopu gibi bir oğlun oldu" dediler. Aldı kucağına. Hafiften yatağın yukarısına, kendini çekerek, sevecen dolu bakışlarıyla yeni bebeğini öptü.

    Yaşamı onun ellerinde, ümitleri Bahe’nin bedenindeydi.

    Doğan çocuk mutluluk getirmişti eve. Ama kaderi ne olacaktı bir bilinmezlikti. Ne öykü bekliyordu yaşanmışlıkta, bilinmeyenin sırrıyla, yaşamın yeni nefesine başlamıştı Bahe.

    Münire ile Behice heyecanla, doğum sonrasında geldiler. Yeni kardeşlerine merakla, bir yürek dolusu sevgiyle baktılar. Sessiz, sedasız, anlamsız bakışları olan Bahe, annesinin sıcaklığında, onun kollarındaydı. Yaşama merhaba demişti. Kardeşlerin en büyüğü İlyas, daha bir keyifle geldi. O da kardeşini gördü. Mutlu, sağlıklı olması için ve bir ömür boyu beraber olabilmeleri dileğiyle dua ettiler. Evde mutluluk, yeni yaşamın belirtisi bir bebeğin sesi ile büyüyor, evi dolduruyordu.

    Dokuma işleri ile uğraşıp, evin geçimini sağlamaya yardımcı olan Vedia dört çocuğun yükünü sırtlanmıştı. Hanna, tren istasyonunda yük taşıyıp hamallık yaparak geçimini sağlıyordu. Evin yükü giderek ağırlaşıyor, her geçen gün daha çok çalışmak zorunda kalıyordu.Yeni bebeğini de merakla bekliyordu.

    Gelen İlyas'ı uzaktan gördü Hanna, İlyas heyecanlı ve mutluydu. "Baba, baba kardeş geldi!" diyerek, babasına mutlu haberi verdi. Hanna İlyas’ı kollarının arasına alarak öptü... Keyfine diyecek yoktu. Bir de oğlan olduğunu öğrenince sevinci bir anda ikiye katlandı. Terli ve bir o kadar da yorgun Hanna malzemelerini yandaki duvarın kenarındaki arkadaşına bırakarak İlyas’ la beraber eve doğru koşar adımlarla, gitti.

    Hayata yeni gözlerini açan bebeğe İbrahim adını verdiler. Sonrasında Bahe lakabını alacak olan yeni bebek İbrahim ve ailesi o günün kararmasıyla, yaşamlarının ilk anlarına başladılar. Evin yükü biraz daha artmıştı. Ama herkesin kısmeti vardı bu dünyada. Hanna düşündü, "Nasıl olsa kısmeti var" dedi içinden. Oğlan olması da ayrı bir mutluluktu. Ayrı bir sevinç biraz da gururla, o gece uyudular…

    Günler günleri kovaladı, anılar anıları getirdi. Yaşanmışlıklar arttı. Yıllar geçmeye başladı, Sevecen yüzüyle Bahe hep ailenin ilgi odağı oldu.

    Vedia evin işlerini yaparken avlunun sıcaklığından kaçıp kenara geldi. İki yaşına gelen Bahe’sini uyutmuştu. Yanağını öperek işlerini halladebilmek, biraz daha çalışabilmek için kuyunun kenarına Bahe’yi usulca bıraktı. Üzerini ince bir şekilde örttü.

    İçeri girdikten dakikalar sonra, şiddetli bir bebek sesi ve ağlaması duydu. Avludan çığlık sesleri yükseliyordu. Duyulmadık bir korku ve inanılmaz iç geçiren bir ses etrafı sarmıştı. Koşarak Bahe’nin yanına yaklaştığında avludaki horozun uyuyan Bahe’ye yaklaşıp hışımla onu gagaladığını ve burnunu, yüzünü kan revan içinde bıraktığını gördü.

    Bahe çok korkmuş küçücük bedeni irkilmiş, ruhu geri dönüşümü olmayan yaralar almıştı. İrkildi. Ağlamaktan soluksuz kalan evladını aldı. İç geçire geçire ağlayan Bahe‘yi sakinleştirmeye çalıştı. Yarasını sildi. ...

    Derin yara sadece yüzünde değil ruhunda, bilincinde de kapanmaz izler bırakır Bahe’nin. Bahe, o günden sonra daha bir çekingen, daha bir ürkek olmaya başlar ve öyle de yaşar.

    Yaşamında iz bırakarak giden kaderinin, ilk yaraları artık başlamıştır. Hayat Bahe ile beraber ailesinin evinde, yaşamın varlıklarından biraz yoksun devam eder, gider. Bahe büyür…
    Akranlarına göre yaşamdan ve gelişimden biraz daha geridir. Daha korkak daha zor öğrenen ve öğretilenleri daha zor yapan ,algılaması daha yavaş bir yapısı oluşur. Ama işlerinde kimseye zarar vermeyen, en seveceni de odur. Bahe dört yaşlarına gelince, anormal davranışları zihninde oluşan hasarı belli eder. O şu an, kimseye zarar verecek davranışlarda bulunmuyordu ama akranlarına kıyasla zihinsel gelişimi geç ilerliyor, geç gelişiyordu. Öyle ki, bir ömür boyu manastırda yaşamış olmasına ve ana dil olarak Süryaniceyi konuşmalarına rağmen onun Süryaniceyi ömrü boyunca öğrenememesi, sadece ailesinden öğrendiği Arapçayı konuşması hep dikkat çeker. Oyunların vazgeçilmez çocuğudur. Ama nedendir bilinmez, Bahe o talihsiz olaydan sonra hep yaşamdan geridir. Vücudu gelişir ama aklı, ruhu çocukluktan öteye geçemez.



    Hanna’nin yanına gelen adam taşınacak yük olduğunu söyler. Bir iki gündür rahatsız olduğunu söyleyen Hanna eve para götürme derdine, yorgunluğuna rağmen işi kabul eder. Biraz soluklanır. Hava sıcaktır. Kalkar trenin yanına gider. Trenden ilk yükünü sırtına alır ve büyük duvarın dibine bırakır. Hafif göğsü ağrımaya başlar, nefesi tıkanır gibi olur. Mertliğe yenilip yükü de bırakamaz. İkinci yükü de sırtına alır duvara doğru yönelir. Ağrı şiddetlenir, ayaklarını atamaz hale gelir, yol büyür, uzar, yük ağırlaşır. Zorlukla yürümeye devam eder. Duvara yaklaştığında eğilip yükü sırtından atar ve oracığa yığılıp kalır.

    Arkadaşları yetişir. Ama Hanna bu dünyadan göçmüştür. Eve kara haber gelir. Kader tekrar işlemeye, yaralara yara katmaya başlamıştır. Matem, üzüntü, gelecek kaygısı, baba yokluğu evi sarar. Hüzün varken, hiçbir şeyin farkında olamayan, bilmeyen tek Bahe’dir. Kader Bahe’ye bir çizgi daha eklemiştir. Beş yaşlarındaki Bahe babasının anlamsız gidişinin zamanla ne olduğunu öğrenecektir. Vedia kocasının bu dünyadan göçmesinin yükünü tek başına çekemez hale gelir. Düşünür çözüm yolu arar. Çocuklar çalışacak, eve katkı olacak durumda değildir. Bir de dul kalmanın, dul yaşamanın zorlukları onu çok rahatsız etmeye başlar.

    Zaman içinde Bahe’de sorunlar daha da belirmeye başlar. Zor öğrenen, zor anlayan yapısı, özel bakım ve ilgi gerektirir. Akranlarına göre her konuda geridedir. Bu son zamanda da hep fazla emek Bahe’yedir. Vedia geceyi zor geçirir. Kafasına, "ailesinin yanına, Suriye’ye gitme düşüncesi" iyice yerleşmiştir. Çocuklarını da alarak baba ocağına dönmek istemektedir.

    Kararını verir baba ocağı Suriye’ye gidecektir. Asıl zor olan Bahe’dir. Ne şartlar elverişlidir, ne de gücü vardı olacaklara. Ne yapacaktı Bahe’yi? Aklını kemiren tek düşünce budur. Oralara götüremez, bakamaz ve büyütemezdi. Karanlık gece, kendi düşünceleriyle daha da karanlık ve karamsar hale gelir. Kararını verir. Bahe’yi Deyrül Zafaran Manastırı'na bırakacak orada yaşamını sürmesini sağlayacaktır. Bu, bir ananın diğer çocukların geleceği için; kendisi, yaşam mücadelesi, yüreği, mantığı için alınacak en zor ve en son karardır…

    Baba ocağına taşınma vakti gelmişti. Her şey hazırlanmış, yolculuk için an bekleniyordu. Ama hayatın en zor anı, aile için Manastıra yönelmekti. Manastıra gelirler. Artık Bahe’yi bırakıp ondan ayrı, bilinmez bir kadere onsuz gideceklerdi. … Manastırın koca kapısı açıldı. Aileyi karşıladılar. Vedia, Bahe’nin elinden sıkıca tutmuş, avlunun ortasına geldiler .

    Behice, Münire ve İlyas annelerinin yanında gözleri dolu, hayatlarının en zor anlarını yaşıyorlardı. Vedia çocuğunun sıkıca elini tuttuğu, gözyaşlarını içine akıttığı, dudaklarının titremesini engellemek için dişlerini ısırdığı, haykırışlarını, kadere serzenişini, sessiz çığlıklarını, yüreğine bastırdığı, hiç yaşamak istemediği, bir ana yüreğinin koptuğu anları tüm bedeniyle yaşamaktaydı.

    Münire, Behice ve İlyas Bahe’nın orada kalacağını bilmenin zorluğunda, yürek parçalanmışlığı içinde oradaydılar. Sevecen gülüşüyle ve her şeyden habersiz olan Bahe’ye, Vedia hiç o güne kadar sarılmadığı kadar öpüp sarıldı. Onlarca defa Bahe’nin yanağını öptü. İki elini Bahe’nin yanaklarına getirdi. Süzdü. Tekrar tekrar baktı. Bir ayrılığı, Bahe’ye hissettirmemek için gözlerindeki yaşlara zor hakim oldu.

    Münire, Behice ile beraber kardeşlerine sarıldılar. Ona baktılar. Onlarca defa öptüler. Elleri hep Bahe’nin ellerinde, onu bırakmanın, kaybetmenin üzüntüsündeydi. Hayatlarında tatmadıkları, kabul edemeyecekleri, ama yaşamın onları zorladığı, kötü bir oyunun hamlelerini yapıyor, asla kabul edemeyecekleri bir kararı uyguluyorlardı. Anılar hepsinde canlandı, yaşam özet gibi geçiverdi gözlerinin önlerinden. Hiç kötülüğü olmayan Bahe’nin suçu neydi? Bahe’nin sıcak kalbi, acımasız hayatın seyrinde ayrılmayı hiç kabullenemediler. İlyas daha olgun ve dirayetliydi. İzlerken arkasını döndü. Tutamadığı göz yaşlarını hıçkırığını sessizce yaşadı. Gözlerindeki yaşı, gömleğinin koluna sildi.

    Vedia tekrar çömeldi. Bahe’ye sarıldı. Çocuklarını yanına topladı.Beraber sarıldılar. Münire bir adım daha öne atıp Bahe’ye, omzuna elini koyarak, "Biz geleceğiz Bahe" dedi, gözyaşlarına hakim olamayarak… Tekrar, tekrar "Biz geleceğiz Bahe" diyerek sarılıp ağladı. Bahe bir ayrılığı anlamanın üzüntüsünde, kaderine mahkumiyetin bilinçsizliğinde sarıldı. "Çabuk gelin ama", dedi. "Yalnız bırakmayın!". "Gelin bekleyeceğim!", diyerek sarıldı.

    Vedia çocuklarını aldı. Manastırın avlusundan, tekrar tekrar arkasına bakarak kapıya doğru gitti. Kapıya geldiklerinde Bahe koşarak onların yanına geldi. Yarı aralık kapıda, son defa bakıştılar. Gidişlerini, uzaklaşmalarını ağlayarak izledi. Münire döndü bağırarak; "Bahe biz geleceğiz!", diye tekrar söyledi. "Geleceğiz, yemin olsun Bahe!" diyerek söz verdi. Dönüp dönüp el salladılar. Manastırdakiler Bahenin yanında, elleri Bahe’nin omzunda, kapıya ellerini dayayıp yarı aralıktan, tutunduğu ve ömür boyu dokunup, teninin, yaşamının bir parçası olacak, umutlarını koyacağı o büyük kapıdan gidenlerin ardından, yüreği parçalanıp bir anda kaldığı yalnızlığı ile baka kaldı. "Geleceğiz Bahe"` sözü kulağında o andan itibaren çınlar oldu. Manastırın kapısı kapandı.

    Kapanan kapı adeta, yaşamın ikiye böldüğü aileye ,iki ayrı kaderi başlattı. Vedia hıçkırarak, çocuklar durmaksızın ağlayarak, uzaklaştılar... Her an uzaklaşmaları arttı. Yürek beraber, mesafeler ve aile ayrı haldeydi artık.. Kapanan kapının sesi ardında, yaşamını geçireceği Deyrul Zafaran Manastırı`nın avlusuna geldi. Manastır ve çalışanlar onu yüreklerine bastılar. Sahiplendiler. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı. Verilen her işi yaptı. Ne karşı çıktı, ne de insanları üzdü. Yalnızlığı, anasından uzaklaşması, kardeşsizliği, babasının yıllar önce dünyadan göçmesinin üzüntülerini hep kalbinde yaşadı. Beklediği sevgiyi yaşamı boyunca hep tebessümüyle sevecenliğiyle verdi. Kapıya gelene hep, ilk, o koştu. Yüreğinde , kulağında hep "Biz geleceğiz!" sesinin kalbine bıraktığı bitmeyen umuduyla bekledi. Kapıyı hep "Gelecekler" heyecanıyla açtı. "Belki bu sefer" umuduyla bakındı… Hep "Sonrasında" diye kapattı. Gelen misafirlere hep ailesi yerine koyup onlara vereceği sevecenliği ile gülümsedi.Karşıladı onları.

    Zaman geçti. Bedeni büyüdü ama ruhu hep aynı kaldı. Çocukluk, ruhundan hiç ayrılmadı. Çocuk ruhu büyüyen bedeninde kaldı. Hep saf ruhu, temiz kişiliği, bu dünyada olması gereken örnek insan yapısını sergiler gibiydi. Belki de Bahe, Tanrı'nın manastırda gerçek temiz ruhun nasıl olaması gerektiğini sergilemek ister gibi, insanların görmesini istediği bir yaşam şeklini, bir benliği sunuş şekliydi. Yıllarını verdiği manastırda, Mardin’de çocuk kişiliği, ama büyüyen bedeni, saf kişiliğiyle simge haline geldi. Bayram kutlamaları onsuz olmazdı. Ruhu, dünyası ayrı bir hayat kattı ona. Bayramlarda Mardin’i ziyaret etmek, evlere gitmek, insanlardan hediyeler almak ona çocuk ruhunun en güzelliklerini yaşattı. Bir çocuğa verilen en ufak hediye sevincini tüm yaşamı boyunca hep hisseti. Mutlu oldu hediyeler aldıkca. Aldığı hediyeleri hep güvendiklerine emanet etti. Dönüp dönüp bir de sordu. "Kaybolmaz değil mi?" diye. 1928 yılında başlayan yaşam, manastıra bırakıldığı andan itibaren, kapıdan Münire, İlyas ve Behiye gelecek diye umutla geçti. İlk zamanlardaki umudu artık alışmaya ve kabullenmeye dönüştü. Kapıdan geleni ilk o karşıladı, en sevecen haliyle hep buyur etti.

    Bir gün kapıya misafirler geldi. Hemen koştu. Açtı kapıyı İnanamadı. Donup kaldı… Vedia çocuklarıyla, can parçalarının yanına geldi. Zaman çok geçmiş büyümüşlerdi. Sarıldılar. Güldüler. Öptüler birbirlerini. Manastırda misafir olup Bahe’lerine, Bahe’de ailesine doydu. İnanılmaz bir mutluluk, yılların umudu karşısındaydı. Zaman içinde uzun aralıklarla ziyaretler tekrarlandı. Birgün kapı çaldığında Bahe kapıyı tekrar açtı. Duaları ona ailesini tekrar getirmişti. Vedia yoktu. Annesini sordu "Nerede?" diye… Ses çıkmadı kardeşlerinden. İlyas anlattı. Babalarının yanına gittiğini. Ağlaştılar, sarıldılar. Ertesi gün tekrar ayrıldılar. Yüreğine annesizlik ile başka bir yalnızlık daha çöktü Bahe’nin. Zor da olsa alışmaya çalıştı, gözyaşları içinde. Çok zaman sonra kapıda sadece iki ablası vardı. Abisi de yaşamın zorluğunda göçüp gitmişti. Çocuk ruhu hayatın acımasızlığına alışırken, kaderine hiç sitem etmedi. Manastırda Tanrı'nın saf insan örneğini hep sergiledi. Gelenlere kapıyı hep açtı.

    Bir gün Münire yapayalnız çıkıp geldi. Yaşlanmış çökmüştü. Artık dünyada ikimiz kaldık Bahe dedi. O yaşlı haline rağmen, verdiği sözü hep tuttu Münire. Fırsat buldukca yarı parçasına hep geldi. Ömrü Deyrul Zafaran Kilisesi'nde geçen Bahe, kimseyi kırmadı. Kimseyi üzmedi. Herkesin saf ve temiz yürekliliği konusunda gereken kişiliği sergiledi. Manastıra Tanrı'nın bir lütfuydu. Örnek kişiydi. Ruh saflığının insanlara sunulan örnek bir kişiliğiydi. Başında kendisi için dua okunmasını isteyen hiç kimseyi kırmadı. Tanrı'nın, bu saf yürekli insanının, kendileri için dua etmelerini istediler. Her isteyene dua etti. Kimseyi reddetmedi. Bu onun vazgeçilmez yapısı haine geldi. Dizleri üzerine çöken olduğunda, hiç çıkarmadığı başındaki şapkasını o an çıkartır, elini başına koyup sonrasında mırıldanmaya başlar. Hızlı hızlı okur. Ne okuduğunu kimseler anlamaz. Saf yüreğinde beklide bir aracının söylemlerini iletir gibidir. Öyle düşünür dua edilen. Ama herkes o temiz yüreğe sahip kişinin, dilinden çıkanların yüreğinin sesinin olduğunu bilir, bunu Bahe’den başka kimsenin yapamayacağına inanırlar.

    Bahe Deyrul Zaferan Manastırı ve Mardin’le özdeşleşmesinden öte, bilgeliğin dışında ama gerçekliğin içindeki saf imanın, beklentisiz ve karşılıksız yaşamın, temiz yürekliliğin ve olunması gereken kişiliğin timsali olup aynı zamanda geleceğin, anılması gereken insanlık değeri bir örnek oldu. Manastır onu sahiplendi. O manastırı. Yaşanmışlıkları, kaderine yazılmışlıkları onun gözlerini asla kapıdan ayırmadı. "Bekle geleceğiz Bahe" sesi hep kulaklarında çınladı. Korkusu artık beklediklerinden kimsenin gelmeyecek olmasıydı.

    Her gece sabaha umutla baktı. Saf yüreği, örnek ruhu, acı dolu yaşamı gidenleri hep bekler oldu… Bahe halen Mardin'de, Dayrül Zefaran Manastırı'nda yaşamına ve kaderine devam etmekte. Tek varlığı manastırı ve artık ziyaretine gelemeyecek derecede yaşlı olan kardeşi Münire. Manastırn yaşama emaneti Bahe, Tanrı'nın insanda görmek istediği saf kalbi, temiz kişiliği insanlara sunan yaşamın bir değeri gibi Mardin’ de. Dayrul Zafaran Manastırı'nda misafirlere kapıyı açmaya giden ve size ruhun aydınlık ışıklarını ilk sunan bir yaşam öyküsü..



    Alıntıdır...


    Ŧคгยкรคl

  6. #6

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    SÜRYANİLER'DE ÖLÜM GELENEKLERİ * -(Ölümün Süryanicesi)-



    Bu çalışmanın konusunu oluşturan Süryanilerde ölüm geleneklerini, ölüm öncesinden başlatarak; bu konudaki inanmalar, ölümün anlamı ve yorumu, Hıristiyan inancında ölüm-yaşam-iman bağlantısını vermeye çalışırken, ölüm sonrasının, toplumsal yaşamdaki yansımaları, ölüyü defne hazırlama, kilisede uygulanan ritüeller, defin ve akabinde yapılan ve yapılması gerekli görülen uygulamalar sırasıyla ortaya konmaya çalışılacaktır.

    İnsan belirli bir kültür çevresi ile kuşatılmış vaziyettedir. Bireyin içinde doğumla hazır bulduğu kültürel çevresi, onun kimliğinin oluştuğu bir çevredir. Bireye kimliğini kazandıran doğum, evlenme ve ölüme kadar uzanan aşamalarda, bireyin bağımsız davranma şansı oldukça sınırlıdır. Özellikle geleneksel yapının en fazla hissedildiği kırsal yaşam alanlarında, herhangi bir özgürlükten bahsedilemez. Doğum ve ölüm ile sınırları belirlenen yaşam aktivitelerinde bireyin istek ve yönlendirmesi yok denecek bir orana sahiptir. Tek belirleyici olan kültürel çevredir.

    Bu bağlamda çalışmaya konu edinilen Süryaniler, hakim kültürel yapı olan Müslümanlığın geniş yayılma alanında(Turabdin, Mardin,Diyarbakır) adacıklar şeklinde oluşturmuş oldukları yaşam alanlarında, kültürel kimliklerini korumak, mevcut geleneksel uygulamalarını cemaat içinde muhafaza etme ettirme ve devamını sağlama noktasında daha hassas davranmaktadırlar.

    Periferi topluluklar, bulundukları sosyal yaşam içerisinde, hakim kültürün geniş yayılma alanlarında, adacıklar şeklinde oluşturdukları fiziki ve sosyal birliktelikler sonucunda bir takım zorluklarla da karşılaşabilmektedirler.

    Dışsal belirteçlerde bu zorlukları müşahede etmede zorluk çekilse de, cemaat içi belirteçlerde bu durumu hissetmek mümkündür. Giyim kuşam, mimari yapı, eğitim öğretim kurumlarından faydalanma, üretim ve Pazar davranışlarında hakim kültür ile ortak kalıpları görmek mümkün ise de, din belirleyicili doğum, vaftiz, nikah, bayram, ibadet, ölüm gibi cemaat içinde icra edilen pratikler tümüyle özel bir alan oluşturmaktadır.

    Süryani cemaatinde, geleneksel toplum düzeyini korumaya yönelik olarak özellikle kırsal yaşam alanlarında, dinin belirleyiciliği maksimum düzeydedir. Cemaat mensubu bireyin tüm yaşamındaki önemli dönemeçler kilise çatısı altında geçerlilik kazanmaktadır. Doğumu izleyen vaftiz, topluluğa kabulün ilk şartı iken, evlilik kurumunun meşruluğu, yine kilisenin onayına bağlıdır. Biyolojik ve sosyal hayatın sonu olan ölüm olgusunda da kilise mekanı ve kuralları hakimiyetini devam ettirir.

    HIRİSTİYAN İNANCINDA ÖLÜM

    Ölüm,1 insan için doğal bir süreçtir. İnsanın sahip olduğuna inanılan, beden ruh ikilisinin birbirinden ayrılması olarak değerlendirilir. Bu iki unsurdan maddi olan, önemli bir zarar görüp ya da yıpranıp, görevini yerine getiremeyecek duruma gelince, manevi unsurdan ayrılmaktadır. Böylece beden yeniden inorganik maddeye dönüşmektedir. Bu nedenle insan yapısındaki bir varlık için ölüm kaçınılmazdır.2

    İncil'e göre ilk insan, Adem ile Havva, cennette yaşarken ölümsüzdüler, ancak şeytanın kandırması ile ilk günahı işlediler ve bunun sonucunda da cennetten kovuldular. ‘Ölüm insanın en büyük düşmanıdır'(1.Kor.15: 24.25), “Bunun için, nasıl günah bir adam vasıtası ile dünyaya girdiyse, böylece ölüm de bütün insanlara geçti, çünkü hepsi günah işlediler.” “ Zira günahın ücreti ölümdür.” Buna karşılık, Hıristiyanlık, daha baştan öteki dünyadaki yaşama dayalıdır.3 Ölüm bir insan aracılığı ile gelmiştir. Ölümden dirilişte, bir insan aracılığı ile gelmiştir. Herkes Adem'de nasıl ölüyorsa, İsa Mesih'te dirilecektir. Ölüler, öteki dünyada, başlarında bozulmayan bir taç ve bir taht üzerinde otururlar.4

    Hıristiyan inancının temel kaynağı olan Yeni Ahit -Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncilleri- ile,l muhteviyatından kabul edilen Mektuplardan, özellikle “Korintoslulara l” mektubu ölüm ve sonrasına vurgu yapar.5

    Ölümün dikeni günahtır, günah ise gücünü tanrısal hukuktan alır. (1.Kor.15:56) Tanrısal hukuk nedeniyle Adem yasak meyveyi yediği için günahkar olmuş ve cennetten atılarak ölüme mahkum olmuştur. Ademin soyundan gelen diğer insanlar da bu şekilde günah ve ölüm çemberine mahkum edilmiştir.(Rom.5:12-18, 1.Kor.15:21) Dolayısıyla insan, hukuk-günah- ölüm kısır döngüsünün tutsağı olarak Mesih dönemine kadar gelmiştir. -Hukuk, suçu/günahı ortaya çıkarma amacına yönelik bir işleve sahiptir- “Biz doğal benliğin denetimindeyken, hukukun kışkırttığı günah tutkuları bedenlerimizin üyelerinde etkindiler. Bunun sonucu olarak ölüme götüren meyveler verdik. Rom.7:5”

    Hıristiyan teolojisinde, insanlığın kurtuluşu tarihi, iki aşamalı olarak ele alınır. Birinci aşama Musa ile başlayan ve İsa Mesih'in çarmıhta ölümüyle sona eren tanrısal hukuk dönemidir. Bu dönemde Tanrı, insana hukuk yoluyla günahı ve insanın günahkar tabiatını tanıtmış, hukukun günah, günahında ölüm doğurduğunu anlatmaya çalıştığı dönemdir. İkinci aşama, İsa Mesih'in haça gerilmesiyle tanrısal hukuk işlevini tamamlayıp, kurtuluş için Mesih'e iman ile mümkün olacağı, çarmıhta ölen İsa Mesih ile başlayan dönemde hukuk- günah -ölüm kısır döngüsüne mahkum olan dünyanın öldüğünü ve insanların çarmıhta ölen Mesih'e iman yoluyla ölümsüzlüğe kavuştuklarına inanmaya dayanır. Hıristiyanlar İsa'nın ölümünü günahın ve ölümün gücünden kurtulma şeklinde algılar.6

    Burada anlatılmak istenen, ölümlü insan yaşamının, ölümsüz olan tanrısal gücün, ölüm ile hesaplaşması ile günahın karşılığı olan ölümün öldürüldüğüdür. Ölüm olgusu Hıristiyan teolojisinin anahtar kavramlarından birisinin ifadesidir.7 Mesih'in çarmıhta ölümü ve dirimi,. onun şahsında tüm inanan insanlığın yeryüzünün sonlu ve günahkar yaşamında ölümünü ve ilahi alemin ebedi yaşantısına dirilmesini sembolize etmektedir.8 Hıristiyanlar için, İsa'nın ölümü sadece Yahudi kavmi ile değil, bütün insanlıkla Tanrı arasında akdedilen bir yeni antlaşmanın doğuşu anlamını taşır.9

    SÜRYANİLER'DE ÖLÜM

    Ölüm vücuttaki tüm hücrelerin bir hastalık veya başka bir nedenle canlılığını kaybederek, hücrelerin özünü teşkil eden can ve ruh'un bedenden ayrılması demektir.Beden topraktan alındığı için tekrar toprağa dönecek; fakat ruh, Allah'ın nefesinden olduğu için diri kalacaktır. Bu itibarla ruh, vaftizden aldığı kutsiyeti muhafaza etmiş ise günahsız yaşamışsa cennette mutlu olacak yoksa suçlarını görmekle devamlı huzursuzluk ve ızdırap içinde kalacak ki, onun için cehennem demektir.

    Dirilme, insanın öldükten sonra Allah'ın kudretiyle ruhani bir beden alması ve bir melek gibi, ebedi hayatta ruhi bir varlık olmasıdır. Süryaniler, ölümü; sonsuz yaşama uzanan bir köprünün başlangıcı olarak kabul ederler. Ölüm, sonsuz yaşamın başlangıcı olduğu gibi, dünyevi acıların da bitiş noktasıdır. Geçici dünya yaşamı sırasında, İsa'ya iman edenler ve bu imanlı yaşamı sürdürenler, ölümden sonra esenlik ve güven içinde olacaklarına inanırlar. Dünya yaşamının, zorluklar, acılar, sıkıntı ve özlemlerle dolu olduğuna inanılır. İmanlı bir ölüm, yeryüzündeki yaşamın karanlık gecelerini bırakıp, sonsuz gündüzün egemen olduğu, göksel vatana girmek olarak kabul edilir.

    İmansız bir yaşamın sonundaki ölümün; “Tanrı'nın varlığından ve gücünün yüceliğinden uzak kalarak, sonsuza dek mahvolma cezasına çarptırılacağına inanılır. Tanrı gazabının kâsesinde saf olarak hazırlanmış, Tanrı öfkesinin şarabından içecektir. Öylelerine, kutsal meleklerin ve kuzunun önünde ateş ve kükürtle işkence edilecektir şeklindeki cehennem azabı yanında, imanlı bir yaşamın sonunda ise cennete girileceğine inanılır. Cennette; “Tanrı'nın kendisini sevenler için hazırladıklarını, hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir insan yüreği kavramamıştır.10

    Süryani Ortodoks İnanç sisteminde ölüm sonrasında insanın karşılaşacağı durumlar;

    ölüm, dirilme, duruşma ve sonsuz ceza olarak kategorize edilir.

    1-Ölüm, canın bedenden ayrılması.

    2-Dirilmek, Canın, tene geri dönmesi, ikisinin birlikte hayat bulması.

    3-Duruşma, Mesih'in ikinci gelişinde insanları yaptıklarına göre yargılaması.

    4-Sonsuz ceza, İyilerin mutluluğa kötülerin cehennemin sonsuz azabına mahkum edilmesi. Mutluluk, azizlerin göklerde sahip olacakları sonsuz yaşamdır.Cehennem ise, suçlular ile şeytanların üzülecekleri sonsuz azap yeridir.

    Dirilmeden önce, iyi canlar Firdevs'e kötüler karanlığa gider. Orada son günün hükmünü beklerler.İnançlı ölenler, dirilerin sundukları kurban, namaz ve sadakalardan faydalanırlar. 11
    Süryani İnanç geleneğinde, inanlıyı ölüme hazırlama, ruhun bedene karşı direncinin muhafaza edebilmesi amacıyla, kilise sırları arasında yer alan “Hasta Yağı” uygulaması yapılır.

    KANDİLO (HASTA YAĞI)
    Bu uygulama hasta olan ve öleceği tahmin edilen ağır hastalar için uygulanır. Ruhun hastalık durumu olan günah, Tanrı ile ilişkiyi bozduğu gibi beden hastalığı da hayata son verebilecek bir bunalımdır. Hıristiyanlar İsa'nın Tanrı tarafından hastalara teselli ve şifa getirmek ve onları ölüme hazırlamak üzere gönderildiğine inanırlar. Bu gizem, Tanrının sevgisiyle hastanın yanı başında olduğunu, onu terk etmediğinin işaretidir. Diğer bir deyimle, bu gizem, hastalıkta ve özellikle ölüm yaklaştıkça insanın benliğini saran yoğun yalnızlık duygusuna çare olmayı amaçlar. Bu yağ okunmuş ve takdis edilmiş yağdır. 12 Kilden yapılmış, kadehe benzeyen bir kase içine konulan hamurun içi çukurlaştırılarak zeytinyağı ile doldurulur. Hamurun üzerine beş adet mum yerleştirilir.Uygulamanın yapılacağı mekanda hazırlanan masa üzerine konan konulan kasenin sağına ve soluna da birer mum ve haç bulundurulur. Hasta diz çökmüş vaziyette masanın önüne getirilir.

    Ŧคгยкรคl

  7. #7

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    Kase üzerinde bulunan beş adet mum duyu organlarını sembolize eder. Her mum duası okunduktan sonra sıra ile yakılır. Önce doğu yönünde(baş) bulunan, sonra ortada (göğüs), daha sonrada sol ve sağdaki mumlar yakılır.

    Mumların her yakılışında üç kez “Kadişat Alaho, kadişat hayelthonö, kadişat lomoyutho, destlebt hlotfayn….”(Kutsalsın ey Allah! Kutsalsın ey güçlü! Kutsalsın ey ölmeyen! Bizim için haça gerildin! Bize merhamet eyle…) duasını takiben, “Abun dbaşmayo nethkadaş şışmoh tethe malkutoh nehve sebyonoh…”(Ey göklerdeki babamız adın kutsal olsun…) duası okunur. Hazır bulunanlardan en üst ruhani duaya başlayıp, masanın üzerine haç sembolize eder.

    1. Mum yakılırken dualar okunur, sırasıyla her duada masaya haç çizilir.Hastanın alnına haç çizer ve sağ baş parmağını kasenin ortasındaki yağa batırarak hastanın alnına haç çizerek sürer.Bunu üç kez tekrarlar.

    2.Mum yakılırken dualar terennüm edilir. Üç kez alna ve üç kez göğse yağ sürülür.

    3.Mum yakılarak dualar tekrar edilir.Kaseden alınan yağ diz kapaklarına sürülür.Bu işleme sağ diz kapağından başlanır. Sağ dize iki, sol dize bir kez haç çizilerek uygulanır. Tekrar masa üzerine haç sembolize edilir.

    4.Mum yakıldıktan sonra, alna , göğse , sağ ve sol diz kapaklarına sağ sürülür.

    5.Mum yakılırken , tekrar ile dualar okunur. Alın, sağ ve sol diz kapaklarına yağ sürülür. Bu aşamada üç kez sağ elin, üç kez de sol elin dış yüzeyine haç çizilerek yağ sürülür. Akabinde üç kez sağ ve üç kez sol öz üzerine, tekrar ile buruna, ağza üçer defa, bir kez dil üzerin, iki kez sağ kulağa, bir kez de sol kulağa ve böbrekler hizasına haç çizilerek yağ sürülür. Tamamlanan bu uygulamalardan sonra, tüm vücudu ve bir kez yüz ve göğüs üzerine yağ sürülür. Ruhani(kahin rütbesinde bulunanlar) sağ elini hastanın başına koyarak dua eder. Daha sonra masada bulunan haç ve İncil yardımcıların yardımıyla hastanın başı hizasında tutularak dua edilir.

    ÖLÜ YOLCULAMA(CENAZE)13

    1.Bölüm : Kadişat Alaho ile başlayan duayı, ruhani haç çıkararak okumaya başlar. Mezmurlardan bir bölüm okunur.(… biz günahkarlara her iki alemde de rahmet gelsin. Ya rabbi bu vefat eden, bu dünyadan göç ederek kurtuldu.Senin kutsal meleklerince en güzel ve rahat yerlere kavuşsun. Ak bir yüzle seni karşılasın…)
    51. Mezmur ve “İsa Mesih bize diriliş vaat etti” ilahisi koro tarafından okunur. 25. Mezmur 1-5; “Ya Rab, bütün varlığımla sana yaklaşıyorum. Ey Tanrım sana güveniyorum, utandırma beni, düşmanlarım zafer kahkahası atmasın! Sana umut bağlayan hiç kimse utanca düşmez. Nedensiz hainlik edenler utanır. Ya Rab, yollarını bana öğret, yönlerini bildir. Bana gerçek yolunda öncülük et, eğit beni. Çünkü beni kurtaran Tanrı sensin bütün gün umudum sende” duaları okunur.Bu esnada ölenin adi anılır.

    “Ölüleri dirilten İsa Mesih mübarektir. Onlar dirilişte en güzel bedenlerle güzel bir şekilde dirilecektir…” başlıklı makamlı dua okunarak sonrasında Mor Yakup'a atfedilen “Tanrının oğlu bu kuluna, salihler içinde güzel bir mekan ver” duası okunur.

    2. Bölüm: Bu esnada üç kez “Kadişat Alaho” duası ile bir kez “Abun dbaşmayo nethkadaş şışmoh tıthe malkutoh nehve sebyonoh”(Ey göklerdeki babamız! Adın kutsal olsun) duası okunarak ikinci bölüme başlanır.

    Ruhani; “İyi olan ve ölmeyen, herkesin umut kaynağı olan…” dizeleriyle başlayan duası sırasında ölen kişinin adını zikreder.

    84. Mezmur 1-5: Ey her şeye egemen Rab, ne kadar severim konutunu. Canım senin avlularını özlüyor, içim çekiyor, yüreğim, bütün varlığım sana, yaşayan Tanrı'ya sevinçle haykırıyor. Kuşlar bile bir yuva, kırlangıç yavrularını koyacak bir yer buldu. Senin sunaklarının yanında. Ey her şeye egemen rab. Kralım ve Tanrım! Ne mutlu senin evinde oturanlara, seni sürekli överler! Ne mutlu gücünü senden alan insana!

    “Benim nefsim Allah'ı kutsal kıl. Bütün insanlara, Adem Allah'ın emirlerine karşı geldiği için ölüm hakimiyet kurdu. Ölüleri diriltene ve kabirlerinden onları diriltene izzet olsun” ilahisi okunur.
    Süryani cenaze törenlerinde en çok okunan “Diriltici kral, senin izzetin gökten doğar ve ölüleri diriltir. Bütün ölüler mezardan dirilip sana izzet verirler, ey ölüleri dirilten” duasıdır. Bu dua, kilisede bulunanlarca ve koro tarafından seslendirilir.

    Cenaze töreninin icrası sırasında ve diğer ritüellerde, ayini yöneten ruhban duaları okurken , ilahiler, koro ve diğer görevlilerce terennüm edilir.

    Suruçlu Mor Yakup'un “Ey Tanrının oğlu, bu kuluna Salihler arasında rahatlık ver. Sonu olmayan krallığında azizlerle beraber kıl…” duasının okunması ile ikinci bölüm sona erer.

    3. Bölüm: Üç kez “Kadişat Alaho”,bir kez “Abun dbaşmayo” okunarak, ruhani “Baba, oğul ve kutsal ruha izzet olsun. Sana sığınıyorum.Senden bu ölü için merhamet diliyorum. Onu şeytanın ve görünmeyen kötü güçlerden kurtar. Ebedi hayatta, Salihlerle beraber eyle” duasını okur.

    84.Mezmur:1-4: “Ya Rab, beni kurtaran Tanrı, gece gündüz sana yakarıyorum.Duam sana erişsin, kulak ver yakarışıma. Çünkü sıkıntıya doydum. Canım ölüler diyarına yaklaştı. Ölüm çukuruna inenler arasında sayılıyorum. Tükenmiş gibiyim” ayetleri okunur.Takibinde dua ve yakarışlar dillerden yükselir. Burada dua sırasında ölenin adı anılır.

    Mor Afrem'den “Ya Rab bize merhamet eyle. Kulunun günahlarını bağışla onu sağına al “ duası okunduktan sonra koro, Pavlos'tan alınan bir ilahiyi seslendirir.
    1.Selanikliler 4:13-18 ayetleri, Yuhanna İncili 5:24-29 ayetleri okunarak, dua ve ilahiler koro halinde seslendirilir.

    Bu esnada ruhani, sağ elinin baş parmağını zeytin yağına batırarak “Ya Rab, bu kulunu geçici hayattan yanına aldın.Yanındaki kurtarıcı ve yardımcı melekleri gönder. Bu vücuda sürdüğümüz bu yağ ile şeytani güçler onu tutmasın, şeytanın ellerinden kaysın. Kutsallarla beraber onu nurlu ve sevinçli kutsala kavuştur. Bu ruh, seni seviçlerle yüceltti.” İfadesiyle parmağındaki yağ ile cesedin alnına göğsüne ve diz kapaklarına birer defa haç çizer. Bu uygulama tabut içindeki kefen üzerine yapılır. Bu işlemler icra edilirken “baba oğul kutsal ruh adıyla ebedi hayata” ifadesini kullanır.

    51.Mezmur, Ey Tanrı, lütfet bana, sevgin uğruna, sil isyanlarımı. Sınırsız merhametin uğruna. Tümüyle yıka beni suçumdan, arıt beni günahlarımdan. Çünkü biliyorum isyanlarım, günahlarım sürekli karşımda. Sana karşı, yalnız sana karşı günah işledim. Senin gözünde kötü olanı yaptım. Öyle ki konuşurken haklı, yargılarken adil olasın. Nitekim suç içinde doğdum ben, Günah için de annem bana hamile kaldı…”

    Koronun, uzun süren dua ve ilahileri okumasıyla, kilisede icra edilen cenaze ayini bitirilmiş olur. Tüm bu uygulamalar yaklaşık olarak 1 saat 30 dakikayı geçen bir sürede tamamlanmış olur.

    Cenazenin mezarlığa götürülmek üzere kiliseden çıkarılması ve tabutun omuzlara alınmasıyla ilahiler okunmaya başlanır. Okunan ilahilerden birkaçı:

    “İsa Mesih'te ölenler üzülmesin. Diriliş günü yaklaştı. Cesetler bozulmadan sapasağlam mezardan kalkacaklar ve acele ile İsa Mesih!i karşılamaya çıkacaklar. Yeni ve ihtişamlı bir bedene bürüneceksiniz.Allah'ı yücelteceksiniz. Adem'in zürriyetini diriltecek olan bize merhamet eyle.”

    “Gerçekten ölüm çok acı ve korkutucudur. O heybetli melekler, cesedin yanına geldiklerinde, fikirler durur ve gözler yaşarır. Beden ruh için ağlar, çünkü ruh bedenden ayrılmak istemez. Merhametli olan, diriliş gününde ikisine de merhametli ol.”

    “İsa Mesih'e, ölüler için dua edelim. Onlar, kutsal teni ve kutsal kanı içtiler. Ölüler üzerinde, sonu olmayan alemde günahın ve karanlığın saltanatı sürmesin. Y Rab, sen bunların ruhunu aldın, çektiğin acılarla seni kabul ettiler. Çağır onları, onları sağında dirilt.”

    Bu ilahilerle mezarlığa varılır. Daha önceden hazırlanmış olan mezara tabut indirilir. Ruhani bir avuç toprak alarak, “Ya Rab senin iraden yerine geldi. Dediğin gibi, topraktan geldik toprağa döneceğiz” diyerek avucundaki toprağı haç sembolize ederek tabutun üzerine serper.

    Mezarın toprakla doldurulması sırasında ilahiler okunur. Kadişat Alaho, Abun dbeşmayo duası ile iman yasası okunur. 94. mezmur 13-16 “Kötüler için çukur kazılıncaya dek, onu sıkıntılı günlerden kurtarıp rahatlatsın. Çünkü Rab halkını ret etmez, kendi halkını terk etmez. Adalet yine doğruluk üzerine kurulacak, yüreği temiz olan herkes ona uyacak. Kötülere karşı beni kim savunacak? Kim benim için suçlulara karşı duracak” ilahisi okunur.

    Mezar kapatıldıktan sonra, yerden hafifçe yükseltilerek etrafına küçük taşlar dizilir. Topluluk mezarlıktan ayrılmak üzere iken, din adamı başta olmak üzere, cenaze sahipleri yan yana dizilerek taziyeleri kabul eder.

    Ŧคгยкรคl

  8. #8

    Üyelik tarihi
    12.Ekim.2007
    Yaş
    30
    Mesajlar
    424

    ÖLÜM ÖNCESİ İNANMALAR

    Köpek veya kurt benzeri hayvanların gece vakti uzun uzun havlamaları veya ulumaları, baykuş sesi ölümü haber veren olaylar olarak genel kabul görür. Bununla birlikte, çocukların ev içinde aşırı derecede yaramazlık yapmaları, evdeki aynanın kırılması, kırık ayna parçasının evde bulunması, cam türünden gereçlerin yere düştüğü halde kırılmaması da ölüme işaret edeceğine inanılır. Bununla birlikte, yıldız kayması, güneş tutulması gibi doğa olaylarının da toplumca sevilen birisinin öleceğine yorulur.

    Rüyada; diş çektirmek, oturulan evin yıkıldığını görmek,ölmüş bir yakının görülmesi ve ölmüş olan yakının kendisinden bir şeyler istemesi, seslenmesi veya konuşulması, kömür veya kavrulmuş kahve görülmesi de, ölüm öncesi inanmalara bir örnektir.

    Öleceği tahmin edilen birisinin, ölmeden önce rahatlaması veya ani bir sağlık belirtisinin ortaya çıkması da, o şahsın öleceğine yorulur14 Bununla birlikte ev yakınında bulunan bir bitkinin olağanüstü büyümesi de, ev halkından birisinin öleceğine inanılır.

    ÖLÜM VE SONRASI

    Ölüm halinin vukua gelmesinden sonra, hazır bulunanlar, mevcut ulaşım araçlarını kullanarak, ölünün yakınlarına ve kiliseye haber verir. Bir başkası da, ölenin kollarını çapraz olmak üzere göğüs üzerinde kavuşturur. Ölenin yüzü doğu yönüne gelecek şekilde bulunduğu yerde döndürülür. Baş ucuna İncil konup, mum yakılır. Cenaze sahiplerinin dışında ilk haber verilen kişi kilise papazıdır. Ölüm haberini alan kilise hizmetlileri, kilise çanını üç kez kısa aralıklarla çalmaya başlar.

    Papaz veya rahip, cenazenin bulunduğu yere geldiğinde dua okur ve tütsü yakar.15 Bu arada ölünün yakınları kilise ve evde toplanmaya başlar.Cenaze sahibinin uzakta bulunan akrabaları, özellikle varsa erkek evlatları ve kardeşleri için cenaze bekletilir.İklimin müsait olması halinde, cenaze kendi evinde veya kilisede en fazla bir gece bekletilir.16

    Cenazenin evden çıkarılmasından sonra, ölenin üzerinde yattığı yatak toplanır ve yerine avuç içine sığan büyüklükte bir taş bırakılır.Maddi durumu iyi olanlar yatağı fakirlere verir. Üzerinde bulunan giysileri de fakirlere verilir.Verilecek kimseler bulunmaması halinde elbiseleri yakılır. Kırsalda yaşayan ve maddi durumu iyi olmayan aileler, ölü yatağını yıkadıktan sonra kullanabilmektedirler.

    Ölümün vukua gelmesinden hemen sonra evde yapılan işlemler; Cesedin kolları çapraz hale getirilerek göğüs üzerine yerleştirilir. Gözleri açık ise yumulur. Çenesi kapatılır.

    Başucunda İncil okunur, baş ve ayak hizasında mum yakılır. Yüzü doğu yönüne gelecek şekilde çevrilir. Cesedin üzerine makas türü metal obje yerleştirilir. Kilise görevlileri ve yakınlarının gelmesiyle cenaze kiliseye götürülür. Cenazenin kiliseye girmesiyle, bir kez çan çalınır.

    Süryani din adamları- kahin rütbesini almış olanlar -papaz, rahip metropolit-ölünün yıkanması kefenlenmesi işine iştirak etmezler. Daha çok diyakoslar veya bu işte tecrübesi olan yaşlı cemaat üyeleri, cenaze yıkama işini yerine getirirler. Ölü erkek ise, kendi ailesinden kişilerce veya tecrübeli yaşlılarca yıkanır. Ölü bayan ise, yine ailesinden birileri veya yaşlı ve tecrübeli cemaat üyeleri tarafından yıkanır. Yıkama sırasında; ılıtılmış su, sabun ve lif kullanılır. Yıkamaya başlamadan evvel, cesedin avret mahalli bir bez ile örtülür.

    Yıkama işi mutlaka kilise ve bu amaçla hazırlanmış olan mekanda yapılır. Görüştüğümüz kişiler, yıkamanın normal bir vücut temizliği şeklinde icra edildiğini ifade ettiler.Yıkamaya başlama yönü konusunda ortak bir ifadeye ulaşamadık. Yıkanan ceset bayan ise saçları “ölü örgüsü” denilen şekilde iki veya tek parça olarak örülerek, saçları desenli bir örtüsü ile örtülür.

    Ölünün geride bıraktığı eşyaları (ayakkabı, giysi vs), fakirlere verilir. Değerli eşyaları (küpe, yüzük, saat vs) hatıra olarak saklanır.Bazı durumlarda cenaze yıkayıcılara da verilebilmektedir.

    Süryaniler (ruhban olmayan) ölülerini, yıkadıktan sonra beyaz renk bezi ile kefenlemektedirler.Kefenleme işini de yıkayıcılar yerine getirir. Yıkama sonunda artan su dökülür.Yıkama işlemi tamamlandıktan sonra, ceset tabuta konmadan önce iç çamaşırları giydirilir, cinsiyetine uygun temiz elbiseleri giydirilerek ayaklarına da çorap geçirilir. Ayak baş parmakları ip ile birbirine bağlanır.17 Ölenin evlilik çağında veya nişanlı olması durumunda, cesedin üzerine gelinlik veya damatlık elbisesi giydirilir.

    Süryanilerde, sağlığında kefen hazırlama veya bulundurma uygulamasına rastlanmaz. İnanışa göre, sağlığında kefen hazırlayanın kefeni, kendisine nasip olmaz. Hakim olan inanışa göre, bu kefen, ya ailesinden birisine veya akrabalarına nasip olur.

    Tek parça olarak hazırlanan beyaz renkteki kefen bezi, tabut içine yayılarak, ceset tabut içine yerleştirildikten sonra, alt tarafından ayakları, sağdan ve soldan vücudu örtecek şekilde ceset sarmalanır.18 Ceset kefenlendikten sonra, üzerine Kudüs'ten getirtilen ve üzerinde İsa'nın resminin bulunduğu haçlarla bezeli bir metre uzunluğundaki örtü, kefenin üzerine, baştan ayaklara uzanacak şekilde yayılır.

    Yas evinin temizliğini üç gün boyunca aynı kişi yerine getirir.Erkekler yas süresince traş olmaz, evde çamaşır ve banyo yapılmaz. Çamaşır ve banyo gibi temizlik uygulamalarına, kırsal kesimde tüm köy halkı, yas gelenekleri adına ara verilebilmektedir. Yas sahiplerinin haber vermesiyle, normale dönülmektedir.

    Yas sahibi olan ailenin bayanları, baş örtülerini ters çevirerek takarlar. Taziyelerini sunmak için gelenlere acı kahve ikram edilir. Cemaatin sorumluluğunu taşıyan din adamı, taziye süresince, yas evinde hazır bulunur, zorunlu olmadıkça yas evini terk etmez. Taziyelerini sunmaya gelen ruhban olmayan cemaat üyeleri, sözlü selamlaşmanın ardından herhangi bir dua okuma yapmaz. Okunacak olan duayı din adamı yerine getirir.

    Din adamının okuduğu dua; “Bir baba çocuklarına nasıl merhamet etmesini biliyorsa, Tanrı'da kendisinden korkanlara merhamet eder. Halelyula (Allah' yücelik olsun) insan yaratıldığı dönemde, bahçedeki bir ot gibidir.Barhmor (istavroz çıkarır). Ey Allah'ım, kulun sana güvenerek, merhametine güvenerek ölmüştür. Sensin iyi olan, sensin onu mezardan diriltip cennete koyacak olan. İsa Mesih'te ölenler üzülmeyin, kederlenmeyin, herkese yaptıklarının karşılığının verileceği gün, işte bugünde herkes iyilik veya kötülüğünün karşılığını görecek ve sapasağlam mezardan dirileceksiniz. Mezardan çıkıp, İsa Mesih'i karşılayacaksınız. Bedensel olarak onun önünde terennüm edeceksiniz. Ademin zürriyetini dirilten, bize merhamet eyle.Baba, oğul ve kutsal ruh ve bir Allah adına amin” diyerek istavroz çıkarır.

    Hazır bulunan şammaslar da, “Kardeşler, ölüm gerçekten acıdır, çok korkutucudur. Ölüm anı, o korkutucu melekler, insanın yanına geldikleri zaman, onun fikirleri durur ve gözleri yaşlarla dolar. Nefis, beden için ağlar,ama beden nefis için ağlamaz. Merhametli olan, hem bedene, hem de ruha yardım et. Allah'ın oğlu, ölümüyle bizi diriltti. Bizi topraktan dirilten, sana yücelik ve izzet olsun.”İfadesiyle din adamının duasına katkıda bulunurlar.

    Ölünün ardından okunan bir başka dua; her şeye kadir yüce Allah'a yalvarırız, vefat eden ana, baba, kardeş ve inanlı ölülerimizi bağışla ve kusurlarını önemseme. Son günde onları Salihlerin payından yoksun kılma. Zira su ve Ruh (vaftiz) ile senin oldular. Kutsal kurbanınla bereketlendiler. Bunun için lütfunla onları azizlerinin mutluluğuna eriştir. Ey merhametli Baba, Oğul ve Kutsal Ruh! Amin.23

    Süryaniler, din adamlarını -patrik, mafiryan, metropolit, kahinrahip, horiepiskopos, papaz- sivillerden farklı bir şekilde gömerler. Yukarıda belirtilen ruhban sınıfına ait olan cesetler, özel şekilde hazırlanarak gömülür. Yıkanan ve takdis edilen cesedin, hayatta iken bulunduğu ruhban sınıfının özelliklerini yansıtan giysileri, üzerine giydirilir. Ahşap ve arkadan destekli sandalye üzerine oturtulmuş vaziyette manastır veya kiliselerin duvar, yer veya özel mekanlarına gömülür. Bu gömülüşte, ruhbanı cesedi toprak ile teması bulunmaz. Bu kategorilerde yer alan din adamlarının cenaze ayinlerini, bir üst kategoride bulunan ruhban yerine getirebilir.Örneğin,papaz rütbesindeki bir din adamının cenaze ayinini ancak metropolit yerine getirebilir.Bir metropolitin cenaze ayinini patrik icra edebilir.

    Aradan geçen belli bir süreden sonra, zaruret halinde, gömülü bulunduğu yerden kemikleri alınarak kilise veya manastırda özel bir girintinin içine konulur. Ruhbanların cenaze törenleri sivillerden daha farklı ve görkemli bir şekilde yapılır. Cenaze kürsüde oturtulmuş bir vaziyette iken omuzlara alınarak kilisenin dört yönüne bakan duvarlarına değdirilecek şekilde dokundurulur. Bunun anlamı ölen ruhaninin kiliseye veda etmesidir. Bu esnada acıyı ve ayrılığı ifade eden ilahiler seslendirilir.

    Kahin rütbesini almamış, rahip ve şammas sınıfına mensup olan, din adamlarının cesetleri, normal bir şekilde tabutla birlikte toprağa gömülür. Cenaze merasimleri, ruhanilerden farklı şekillerde icra edilir. Kahinlik rütbesini almamış (ayin yönetme,nikah kıyma gibi ritüelleri icra yetkisi olmayan din adamı) diyakosrahipler, manastırların özel yerlerinde bulunan mekanlara gömülür.

    Sonuç

    Doğunun kendine has yaşam şekline Süryaniler de katkılar sunmuşlardır. Bu katkının renginde, Hıristiyanlığı yoğun bir şekilde görmek mümkün ise de, yörede yaşama şansını elde bulunduran Müslüman, Hıristiyan, Yezidi ve diğer inanç sahiplerinin de, öznel katkılarını da bulmak mümkündür. Dinsel inanışların şekilsel görüntüleri, aslında süregelen bir gelenekler oluşumudur. Dinsel inançların oluşumunda kişi ve olayların etkinliği yanında, toplumsal tasavvurların ve ön yaşanmışlıkların da etkinliğini hesaba katmak gerekir.

    Burada yapmaya çalıştığımız varolan kültürel yaşamın, sınırlandırılmış bir bölümünün fotoğrafını sunmaktır.

    *SüRgÜn*

    KAYNAKLAR:
    23 Efram 1.Barsavm “Ruhsal Hazine Dua Kitabı” İst.1989 s.145
    24 Mehmet Şimşek. syf. 228
    Ŧคгยкรคl

  9. #9

    Üyelik tarihi
    06.Kasım.2007
    Yaş
    31
    Mesajlar
    262

    "sürgün" hocamın Manastıra Adanmış Hayat yazısındaki Bahe'yi
    görünce şaşırdım.Çünkü bu yaz Mardin'e gittiğimde Deyr-ül Zafharan Manastırı'na gittim.Konuştuğum Süryani bir kişi bana Bahe'nin tüm Süryaniler tarafından tanındığını söylemişti,ama pek inanmıyordum doğrusu.Şimdi görünce anladım.

Giriş

Giriş