Devlet ektiğimiz topraklar


Tarihin kalbinde yürümek…

Tarih içinde yürümek, tarihin kalp atışlarını dinlemek; kısacası Osmanlı Devleti’nin ekildiği topraklarda olmak, insanı sarmalıyor…

Fedakârlığın, kararlılığın, cesaretin zirvesini izlerken, her kuytuda mert seslerin yankılanmasını bekliyorsunuz: “Koman bre! Urun haaa!”

Aha şurası Osman Gazi'nin kardeşi Gündüz Bey'in oğlu Bayhoca’nın henüz 15-16 yaşlarında iken şehid olduğu yerdir…

Şurada öteki yeğeni, Sarıyatı Savcı Bey’in oğlu Aydoğdu Bey şehit düşmüştü. Gözlerinin önünde yeğenini arkadan vurup şehid eden Şövalye Kalamos’u yakalatan Osman Gazi, yeğeninin katiline derin derin baktıktan sonra, “Bu itin karnını deşin, yeri eşin, oraya gömün!” diye hıçkırmış, acısını yaşamak için şuracıktaki çınara yaslanıp kalmıştı.

Tarihin içindeki yürüyüşümüzde her şey bu kadar gerçekti.

Hayatımda ilk kez verdiğim rehberlik hizmeti, amatörlüğüm yüzünden zaten iyice yaralanıp berelenmişti, bir de kendimi anlattıklarıma kaptırıp duygu selinde sürüklenmeye başlayınca, tümden yerle bir oldu.

Saat 24.00’de İstanbul’daki merkezimizden yola çıkmış, sabah namazını Bursa Ulucami’de kıldıktan sonra, erbabından cami ile ilgili bilgiler almıştık. Öylesine etkileyiciydi ki, yalnızca Ulucami’nin özelliklerini öğrenmek için bile bu turun zahmetine katlanmaya değerdi.



Babalar ve oğulları

Ulucami’den hemen sonraki durağımız, Osman ve Orhan Gazi türbeleri. Şanlı babasıyla şerefli oğlunun yan yana uyuduğu mekânı dolanırken, bir tepecikte baba-oğulu yan yana ayakta görür gibi oldum. Osman Bey, tüm heybetini sesinde toplayarak oğluna vasiyet ediyordu:

“Oğul Orhan, gayri ben kocadım. Bursa muhasarası ise uzadıkça uzuyor. Sanırım Bursa’nın fethi sana nasiptir. Bursa’yı aç gülzar eyle (güzelleştir) Orhan! Fetihten önce ölürsem şu Gümüşlü Kümbet’in altına göm beni.”

“Gümüşlü Kümbet” bir kilisenin güneş altında parıldayan kubbesidir. O vasiyet Orhan Bey’e kılavuz olacak ve Bursa alındıktan hemen sonra, geçici kabrinde uyumakta olan Osman Gazi derhal Bursa’ya nakledilecektir.

Baba-oğulun türbesi, şimdi o kilisenin zemini üzerinde birer ebediyet âbidesi gibi, birer vatan bekçisi gibi dimdik duruyorlar.

“Sînesinde mezarlarınız bulunmayan toprak vatan değildir” denmesinin sırrını o türbelerin arasında “vefa duruşu” yaparken hissediyorsunuz.



Seyyid Muhammed, yahut Emir Sultan

Kurucu irade ile istemeye istemeye vedalaşıyoruz. Sıra Bursa’nın “Eba Eyyüb’ü” sayılan Emir Sultan türbesinde... (Asıl ismi Seyyid Muhammed Buhari olan, ancak “Emir Sultan” lâkabıyla anılan bu âlim ve fazıl insan 1367’de Buhara’da doğup, 1429’da Bursa’da vefat etti. Yıldırım Bayezid'ın kızı Hundi Fatıma Sultan’la evliydi)

Nedense bu tür isimlerin türbesini “mezar” gibi görmek gelmiyor içimden. Bu yüzden “türbe”ye girer gibi değil de misafir gider gibi giriyorum.

Ölüm, Peygamber-i Âlişan’a yakıştıktan sonra her faniye yakışır elbet, ancak insan konduramıyor ne hikmetse. Onca bilginin mezara girmesine katlanamıyorsunuz.

Gerçekten de Emir Sultan ilimler ilmini hem hatmetmiş, hem de hazmetmiş bir derya. Yıldırım Bayezid gibi öfkesi burnunda gencecik bir Padişahı, mahkemeden âdeta kovabilmesi, ilmin izzetini hakkıyla temsil etmesinde aranmalı. Koskoca Osmanlı Padişahını üstelik bir de azarlamış: “Cemaate devam etmediğin söyleniyor, belki de namazlarını ihmal ediyorsun, bu durumda reşit sayılmazsın; şimdi git, rüştünü ispat edince mahkemeye tekrar gelir, şahitlik edersin.”

Yani: “Terk-i cemaat cerh idüğün şuyu’ bulmağılen şehadetun caiz değildur!”

Bu azarlanma koca Yıldırım’a o kadar tesir etmiş ki, birkaç gün içinde Yıldırım Cami’nin temelini atmış ve Osmanzade Taib’in deyişiyle, “Hünkâr, saray-ı hümayunları pişgâhında bir camii şerif bina idup cemaate müdavemet buyurmuş.”

Emir Sultan, sadece halkın değil, siyasi iradenin üstünde de etkili bir insandı…

Sevgili eşi Hundi Fatıma Sultan’ın onun adına yaptırdığı caminin avlusunda ebediyeti yaşarken, aşkın ferman tanımazlığına şahit oluyoruz. Padişah’ın kızı bir dervişe, ya da bir derviş Padişah’ın kızına sevdalanacak, Valide Sultan belki de şaka yollu kırk deve yükü başlık isteyecek, Emir Sultan, “Göndersin develeri” deyip çuvalları Nilüfer Çayı’nın kıyısındaki çakıllarla ağzına kadar dolduracak, böylece “Sizin değer verdiğiniz dünya malı, benim için çakıl taşından farksızdır” mesajı verecek… Nihayet kızını alıp Padişaha damat olacak...

“Aşkın kudreti” deyip geçiyoruz.



Emeğine yüreğini katan kadın: Hayme Ana

Kahvaltı mekânımız doğrusu çok iyi seçilmiş. Hele de benim gibi, gönlünde sütunlar ve kubbeler taşıyan bir yazara şifa gibi geldi. Bir Osmanlı mekânında kurulu “uhuvvet sofrası”nda kahvaltı ettik. Osmanlı’yı yüzyıllar boyu zirvede tutan sırrı o kahvaltıda yaşar gibi oldum: Bu sır “uhuvvet”, yani kardeşlikti.

“Türdeş” olma itibariyle saldırgan olmayan her insana “kardeş” gözüyle bakan sevda selinden kin tufanına nasıl dönüştüğümüzü kara kara düşünmekten kendimi alamadım.

Oradan Domaniç’e çıkıp, Osmanlı’nın inşasına yüreğini koyan kadın önderlerden Hayme Ana’mızın (Kayı Aşiretini Anadolu’ya getiren Gündüz Alp Bey’in eşi, Ertuğrul Gazi’nin annesi, Osman Gazi’nin ninesi) türbesini ziyaret ettik.

Türbe, Sultan İkinci Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Sanırım devlet çatırdadıkça köklerine tutunma ihtiyacı duymuş Sultan Abdülhamid. Çünkü Osmanlı’nın doğduğu topraklardaki türbelerin hemen hemen tamamı onun padişahlık döneminde ya onarılmış, ya da sıfırdan yapılmış…

Bu arada şunu eklemeliyim ki, Hayme Ana’nın türbesi, tüm Osmanlı tarihi içinde bir kadına özel olarak yapılan ilk türbedir.

Domaniç’in Çarşamba Köyü’nde Hayme Ana (Maalesef artık çocuklarımıza bu isimleri vermiyoruz) türbesini ziyaret esnasında misafirlerimize Hayme Ana’yı anlatma fırsatı buldum.

“Hayme” Osmanlı Türkçesinde “çadır” demektir. Osmanlı zaman zaman “çadır”ı, “devlet” anlamında da kullanmıştır. Şu halde Hayme Ana demek, bir anlamda “Devlet Ana” demektir. Kemal Tahir’in kitabına isim yaptığı bu terkibin kaynağını görebiliyor musunuz?

Hayme Ana’yı konuklarımıza biraz uzunca anlatmaya çalıştım. Çünkü buna değerdi: Zira Hayme Ana, içinden devlet geçen yüreğinin yanına koyduğu emeğini amacının hizmetine vermiş, hepsini hedefine kilitlemiş müstesna bir kadındı.

Emeğine yüreğini katan bir kadının neler yapabileceğini dünyaya göstermek açısından da ilginç bir örnek teşkil ediyordu.

“Kadın” duyarlılığı o kadar engin, duyguları o kadar kuvvetli, o kadar zengindi ki, Asya’ya, eski topraklarına dönmek isteyen iki oğlunu (Sungur Tekin ile Gündoğdu Beyi) bırakıp “Deryayı geçeceğiz ve devlet olacağız!..” diyen ortanca oğlu Ertuğrul Bey’in elini tutmuştu…

Ana-oğul, dönemin ölümcül seviyede zor şartlarını birlikte aştılar. Yüreklerini birbirlerine destek vererek neredeyse tüm Anadolu’yu dolaştılar. Nihayet, Selçuklu Sultanı’nın himayesinde Söğüt ve Domaniç’e yerleştiler.

En zor şartları Ertuğrul Bey anasına dayanarak aşmıştı. Tüm aşiretin “Bey Ana” olarak selamladığı bu kadın, yalnız bir aşirete değil, tarih içinde bütün Türklere “anne” oldu.

Bu yerine göre şefkatli, yerine göre dirayetli; bazen asker, bazen ev kadını kimliği içinde Hayme Ana’yı tüm Türkiye’nin tanıması ve ders kitapları kanalıyla çocuklarımıza tanıtılması gerekiyor.

Kadının “İkinci sınıf insan” sayıldığı ülkemizde, devletini yıllar boyu yüreğinde gezdirmiş önder kadınların tanınmasına ihtiyaç var.

Bir ihtiyaç da, “tek kişi”ye mahkûm edip hayallerini kısırlaştırdığımız çocuklarımızı farklı kişilerle zenginleştirmek, bunun için de çocuk hafızalara kadınlı-erkekli yeni isimler ekmektir!

Çoraklaşmış zihinleri başka türlü “üretken” hale getiremeyiz.



Devlet hayalimizi besleyen topraklar

Neyse; Domaniç’ten Söğüt’e geçtik. Söğüt “türeyiş” bölgemiz. Oradan âleme kök saldık. Devlet hayalimizi ilk orada kurmadık, ama kuşkusuz ilk o topraklara ektik hayallerimizi, o toprakları üs yaparak ilk fetihlerimizi gerçekleştirdik.

İnsan Söğüt’de Osmanlı tarihinin en başında yürüdüğünü fark ederek ürperiyor. Adımlarınızı, en erken “vatan” olan bu toprakları incitmekten korkarak atıyorsunuz.

Ürpere ürpere Ertuğrul Gazi türbesine geldik. Dikkatimizi ilk çeken, türbe taşlarındaki oyuklar. Bunlar Yunan işgalcilerinin sıktığı kurşunların izidir! Ertuğrul Gazi türbesinde hâlâ Yunan mermilerinin izi var. Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek, “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk!.. Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!..” diye bağıran Yunanlı subayın (Dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos’un yedeksubay oğlu Sofokles, ki daha sonra o da başbakan olmuş ve ülkemizi ziyaret etmiştir) kinini o izlerde tekrar tekrar izliyorsunuz.

Ama o türbede uyuyan zat her türlü kinden arınmış, sevgiyi devlete dönüştürecek bir çabaya kendini vakfetmiş biridir: “Size taş atana siz ekmek verin” diyen kültürün çocuğudur. Kendimi o kadar onun evlâdı olarak hissettim ki, türbelerimi kurşunlayanlara dahi kin duyamadım. (Rivayete göre, Bizans prensesi Holofira iken Osman oğlu Orhan Bey’le evlenen Nilüfer Hatun’un sandukası da tekmelenmiş ve Müslüman bir Türk Beyi ile evlendiği için yüzyıllar sonra Yunanlı soydaşlarının hakaretine maruz kalmıştır. Ne tuhaf bir kin!)

“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” diyen Bediüzzaman’ın sevgi ve şefkat dünyasının zenginliğini düşündüm.

Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Bey’e vasiyeti geldi aklıma: “Bak Oğul; beni kır, Şeyh Edebali'yi kırma. O bizim Boyumuz'un (devletimizin-milletimizin) ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, ona karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. O'na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say!..”

Bu vasiyeti okurken anlıyorsunuz ki, Osmanlı Devleti’nin harcı ilimle yoğrulmuş, ilim adamına sevgi ve saygıyla bütünlenmiştir; işte bu yüzden küçücük bir aşiret kısa süre içinde imparatorluk burcuna yükselmiştir. Kuruluş sırrını çözdüğünüzü fark ediyorsunuz.



Şu bizim Sunguroğlu

Sonra gözünüz türbenin çevresindeki sıradan mezarlara ilişiyor. O mezarlarda uyuyan âşina isimlerde saklı “Yürek Devleti”ni, “Şefkat Devleti”ni, “İnfak Devleti”ni aramaya çıkıyorsunuz.

Bu mezarlardan biri “Samsa Çavuş”un… Onu tanıyorum: Hatırı sayılır, zengince bir aşiretin lideri iken, Osman Bey’in “Devlet-i ebed müddet” mefkûresine gönül verip tüm aşireti ve varlıklarıyla birlikte Kayı Aşireti’ne katılmış, Osman Bey’in ilk komutanlarından biri olmuştur.

Birden o mezarda, Samsa Çavuş’la birlikte, yitirmekte olduğumuz fedakârlık hissinin de yatmakta olduğunu hissediverdim. İçim acıdı. Buruk bir acıyla biraz ilerideki kabrinde ebediyeti uyuyan Sunguroğlu Aykut Alp’a yöneldim. Selam verdim: “Esselamüaleyke ya ceddi!” (Ey ceddim, Allah’ın rahmeti üzerine olsun). Çok tuhaf, ama mezardan “Vealeykümselam ya veledi” (Ey evlâdım, senin de üzerine olsun) cevabı gelmesini bekledim… Böyle yarım yamalak bir his işte. Gelip geçti!

Bir yazar, beş kitapta hayatını özetlediği, bunu yaparken yıllarını paylaştığı bir akıncı beyinin mezarı başında neler hisseder?

Anlatmama imkân yok. Sunguroğlu’nun mezarı başında yoğun ve karmaşık duygular yaşadım. Eski dostumu kayıpken bulmuşum, sonra yine kaybetmişim gibi geldi. Samsa Çavuş’un mezarı başında içime sinen buruk acı katmerleşti.

Dile kolay: Yıllarımızı paylaştık Aykut Alp’le. Hayatımın en güzel ve özel yıllarıydı. Yirmili yaşların son kertesindeki delişmenliğin ortasına düşmüştü: İlk kitabım oldu, ilk göz ağrım… İlkler unutulamıyor.

“Sunguroğlu” daha gazetede yayınlanma aşamasında iken büyük bir ilgi görmüş, âdeta yer yerinden oynamıştı. Bu yüzden tam beş kitap yazdım. Çünkü okuyucu onda kendini bulmuş, tarihini bulmuş, hasretini bulmuş, bu yüzden ayrılmak istememişti. Sunguroğlu bir “Hasret Adam”ın hikâyesiydi. Devamını yazmam için hâlâ zorluyorlar. Kim bilir, belki bir gün…

O an hafızam geçmişe gitti. Sunguroğlu’nun ortalığı kasıp kavurduğu günlerde bazı arkadaşlarım (Hatırımda kalanlar Cemal Uşşak, Safa Mürsel ve Haluk İmamoğlu) Sunguroğlu diye birinin tarih içinde yaşamadığını, benim uydurmam olduğunu iddia etmişlerdi.

İddiamı ispat için, ben de onları almış, Söğüt’e götürüp Sunguroğlu Aykut Alp’in mezarının başına dikmiştim. Aradan 36 yıl geçtiğine insanın inanası gelmiyor.

Konuklarımızın pek çoğu Aykut Alp ve Turgut Alp, Saltuk Alp isimlerine âşina idiler. Dede ile dedenin kitaplaşmış özelliklerini özümseyen torunların buluşması hüzünle neşe karmaşasıydı. Bu manzarayı eminim Ertuğrul Gazi keyifle seyrediyordu.

Sunguroğlu’nun az ilerisinde bir başka yürek adam çıktı karşımıza: Turgut Alp. Onun da hayatını yazmıştım. O da benim yakından tanıdığım bir kahramandı. Bu yüzden yüreğimde küflü bir tat oluşturdu.

Akçakoca, Abdurrahman Gazi, Saltuk Alp ve diğerleri: Devletlerini yüreklerinin üstünde yücelten fedakârlık âbideleri…

Onlara bin selam olsun!



Toprağa devlet eken adam: Şeyh Edebali

Söğüt’ten Bilecik’e indik. Bilecik’te, Osmanlı Devleti’ni “Bilgi Devleti” halinde altıyüz sene yaşatan olgunun mimarı Şeyh Edebali (Osman Gazi'nin kayınpederi ve mürşidi, Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır. 1206 – 1326 yılları arasında yaşamış, Osman Gazi’ye insana değer vermesini öğütlemesiyle çağları aşmıştır), hukukun timsali Dursun Fakıh var. (Dursun Fakıh, Şeyh Edebali’nin hem öğrencisi hem de damadıdır. Bu itibarla da Osman Gazi’nin bacanağı olmaktadır. Karaman’da doğmuş, tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde uzmanlaşmıştır. 28 Eylül 1299’da Karacahisar fethedildikten sonra, Osman Gazi adına hutbe okuyup, Cuma Namazı kıldırmıştır. Böylece, hem Osman Gazi’nin hür ve tam İstiklal sahibi bir Devlet Başkanı olduğunu, hem de Osmanlı Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir. Osmanlı Devletinin ilk imam-hatibi ve ilk kadısı olma şerefi de ona aittir. “Gazavetname” adlı bir eseri bulunmaktadır. 1327 yılında vefat etmiştir.)

Bir himmet eli (Sanırım Bilecik Belediye Başkanı-Türbenin çevresini tertemiz tuttuğu ve etrafı çiçeklendirip ağaçlandırdığı için de ayrıca teşekkürler) Edebali’nin Osman Gazi’ye meşhur öğütlerini levhalaştırıp türbenin hemen girişine dikmiş…

Dünden çok daha fazla muhtaç olduğumuz “öğüt” kılıflı prensiplerden birkaç satır okuyoruz:

“Ey oğul, artık Bey'sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana...

Güceniklik bize, gönül almak sana… Suçlamak bize, katlanmak sana…

Acizlik bize, hoş görmek sana… Anlaşmazlıklar bize, adalet sana…

Haksızlık bize, bağışlamak sana...

Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.

Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet yasasın.”

Bu sesi öncelikle Ankara’ya duyurmak için büyük bir istek uyandı içimde ve bağırmak geldi:

“Ey bizi yönetenler! Bizi kıyafet için, siyaset için kırıp dökmeyin; ideolojik nedenlerle incitmeyin; birbirinizle rekabetiniz yüzünden bizi inançlarımızdan vurmayın; yüreklerimizin üzerinde yürümeyin… Biz bu toprağın insanıyız! Bizi yaşatın ki, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşasın!”

Şeyh Edebali’nin yanı başındaki mütevazı türbede kızı Balâ Hatun’la sevgili eşi yan yana kıyamet uykularını uyuyor. Kadınsılık sinmiş bu türbede ana-kız arasındaki yürek bağının öldükten sonra devam ettiğine şahit oluyor, “Ana başa tâç imiş” mısrasıyla başlayan şiirin nasıl bir halet-i ruhiye içinde yazıldığını fark etmeye başlıyorsunuz.

Şeyh son durağımız oldu…

Yirmidört saate sığmayan bu gezinin tadını sindire sindire İstanbul’a dönerken, kırk senedir dinlediğim “geri kalmışlık öyküsü” aklıma düştü…

Geri kalmışlık kasnağının kırılması galiba tek şeye bağlı: Yeni bir Osmanlı soluğuna…

Yavuz Bahadıroğlu