Kosova’nın sembolü: Meşhed-i Hüdavendigâr

Türbeye yaklaşırken, Yahya Kemal’in aslında Mohaç zaferi için yazdığı ünlü şiirin bir mısraı dudaklarımda gezinip duruyordu: “Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle.” Acaba eğilip kulaklarımı yere dayasam bu kişnemeleri, nal seslerini, kılıç şakırtılarını, savaş naralarını ve feryatları duyabilir miydim?
Prizren’de altı yıldır düzenlenen “Sanatla Uyanmak” şöleninin bu yıl Priştine’ye de uzandığını ve Kosova Cumhuriyeti’nin başkentinde “Yahya Kemal Paneli”ne konuşmacı olarak katıldığımı geçen hafta yazmıştım.

Priştine’yi zamanımızın darlığı yüzünden yeterince tanıyamadım; sadece kendini toplamaya çalışan modern, kalabalık ve İstanbul gibi trafik problemiyle başı dertte bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Büyük bir otelde gerçekleştirilen panelin ardından, Türkiye Cumhuriyeti Kosova Eşgüdüm Bürosu Başkanı Mustafa Sarnıç’ın verdiği yemeğe katıldık. Zarif eşiyle birlikte paneli de başından sonuna kadar takip eden değerli diplomatımızın yakın ilgisini ve bizi davet ettiği restoranda yediğimiz, elbasan tavasından mantısına, yaprak sarmasına kadar hepsi toprak kaplarda fırınlanmış Arnavut yemeklerinin nefasetini kaydetmeden geçmek istemem.

Yeri gelmişken Prizren’de yediğimiz nefis Arnavut ciğeriyle tadına doyamadığımız “küfte”nin de ağızlarınıza lâyık olduğunu söylemeliyim; Kosova’ya yolunuz düşerse tatmanızı tavsiye ederim.

Meşhed-i Hüdavendigâr

Priştine’de paneli başından sonuna kadar dinleyenlerden biri de, Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) Kosova Koordinatörü Kürşat Mahmat’tı. Meşhed-i Hüdavendigâr’ı ve çevresini, İpek’i ve Suşisa köyünü, çok genç, çok bilgili, dinamik, daha da önemlisi yaptığı işin önemini kavramış bir koordinatör olan Kürşat Bey rehberliğinde gezip görme şansına kavuştum. Türbe, Priştine-Vılçıtrın yolunun sol tarafında, Priştine’ye on kilometre kadar uzaklıktaki Mazgit köyünde bulunuyor.

Bilindiği gibi, Sultan I. Murat, tarihe I. Kosova Meydan Muharebesi diye geçen büyük savaşta, Sırp prensi Lazar kumandasındaki güçlü orduyu yenerek Kosova’yı Osmanlı Devleti’nin bir parçası haline getirmişti. Zaferden sonra, bir rivayete göre savaş alanını gezerken yanına yaklaşan Miloş Obiliç adındaki Sırp asilzadesi tarafından hançerlenen hükümdarın iç organları şehit olduğu yere gömülmüş, daha sonra üzerine oğlu Yıldırım Bayezid tarafından bir türbe yaptırılmıştı. Bunun bir makam türbe olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum. Murat’ın asıl türbesi Bursa’dadır.

Türbeye yaklaşırken, Yahya Kemal’in aslında Mohaç zaferi için yazdığı ünlü şiirin bir mısraı dudaklarımda gezinip duruyordu: “Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle”. Acaba eğilip kulaklarımı yere dayasam bu kişnemeleri, nal seslerini, kılıç şakırtılarını, savaş naralarını ve feryatları duyabilir miydim?

Meşhed-i Hüdavendigâr, Kosova’daki en eski Osmanlı eseri olması bakımından ayrı bir önem taşıyor. Kare planlı, kubbeyle örtülü bir türbe. İki sütun üzerine oturtulmuş bir medhalden geçilerek içeri giriliyor. II. Abdülhamid’in emriyle 1896 yılında onarılıp ziyaretçilerin kalabilmesi için yanına bir de selâmlık binası eklenen türbe, 1911 yılında Sultan Reşad tarafından ziyaret edilmiş ve bu ziyaret sırasında bu ovada yaklaşık yüz bin kişilik muhteşem bir cemaatle namaz kılınmıştı. Sultan Reşad, Arnavutluk isyanı sükûnete erdikten sonra çıktığı Rumeli seyahatinde, bölgede yaşayan halkı devlete ısındırmak amacını taşıyordu.

Kosova’nın sembolü olan türbe, bu ziyarete adamakıllı onarılarak hazırlanmıştı.

Karadut ve türbedar

2005 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı, yakınlarda da TİKA tarafından restore ettirilen Meşhed-i Hüdavendigâr şimdi pırıl pırıl. Çevre düzenlemesi yapılmış. Türbe kapısının hemen karşısında, ilk bakışta çınar zannettiğim, ortadan yarılmış olmasına rağmen inatla hayata tutunan beş yüz yıllık karadut, burada kim bilir nelere şahit oldu! İçimden, “Ah” diyorum, “şu karadutun dili olsa da, anlatsa!”

Karadut konuşmuyordu, ama yüzyıllardır Meşhed-i Hüdavendigâr’da türbedarlık yapan ailenin son temsilcilerinden olan Saniye Hanım, sürekli anlatıyordu. XVI. yüzyıl sonlarında, Kosova’yı Evliya Çelebi’yle birlikte ziyaret eden Melek Ahmet Paşa, türbenin harap halini görünce çok üzülmüş ve önüne bir duvar örülmesini emredip bir aileyi türbedar olarak görevlendirmiş. Saniye Hanım, Hacı Ali adını taşıyan bu Buharalı ailenin kendi ailesi olduğunu söylüyor.

Balkanlar’a ilk defa 1990 yılında gelmiştim; o günlerde hâlâ Kosova Meydan Muharebesi’nin 600. yıldönümü dolayısıyla Sırplarca düzenlenen, binlerce kişinin katıldığı törenler konuşuluyordu. Balkanlar Osmanlılar tarafından fethedildiğinde buralarda güçlü devletler ve mütecanis milletler değil, birbirine düşman küçük krallıklar, feodal beylikler vardı. Sırp beyleri ilk defa bu savaş vesilesiyle birleştikleri için I. Kosova Muharebesi, yenilmiş olsalar da onlar için büyük önem taşıyor. Nitekim millî kahraman olarak gördükleri Miloş Obiliç için Gazi Mestan Türbesi’nin yakınlarına bir âbide dikmişler. Sözünü ettiğim törenler bu âbidenin etrafında gerçekleştirilmiş.

Meşhed-i Hüdavendigâr’a beş kilometre uzaklıktaki Gazi Mestan Türbesi’nde iki sanduka var. Muhtemelen I. Kosova Muharebesi’nde şehit düşen iki bayraktara ait olduğu için halk arasında Bayraktarlar Türbesi olarak bilinen ve fanatik Sırplar tarafından sık sık saldırıya uğrayan bu harap türbenin de bir an önce onarılması gerekiyor.





--------------------------------------------------------------------------------


Mehmet Akif’in köyü


524 yıl Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak yaşayan Kosova, Balkan Harbi’nden sonra, Londra Muahedesi’yle Sırbistan’a terk edildi. Dile kolay, tam 524 yıl... Bunları ve bu topraklarda Balkan Harbi sırasında ve sonrasında yaşananları düşününce, “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,/ Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!” diyen Mehmed Âkif’in feryadı ayrı bir anlam kazanıyor.

Âkif’in, mezarından kalkıp olup biteni görmesini istediği babası, buralardandır. “Temiz” lâkabıyla tanınan Tahir Efendi, dün de yazdığım gibi, İpek’in Suşise (Suşitsa) köyünde doğdu. O halde bu köyü de görmek lâzım! Sevgili Kürşat Mahmat’la birlikte yola koyulduk. Bir cennetin ortasında ilerliyoruz. Parmağınızı batırsanız suyun fışkırdığı bu bereketli coğrafyada tarım ve hayvancılık iç tüketimi bile karşılayamıyormuş. Yugoslavya dağılınca altyapısı çöken Kosova’ya, statüsü belirsiz ve risk faktörü yüksek olduğu için, yabancı sermaye de gelmiyor. Genç nüfusun yüzde 70’i işsiz... Bu durumun nelere yol açabileceğini tahmin etmek zor değil. Yol boyunca Kürşat Mahmat’la bunları konuşuyoruz.

Yeri gelmişken, TİKA’nın Kosova’da hiçbir ayrım gözetmeden önemli projeleri hayata geçirdiğini, bazı projelere destek verdiğini, özellikle eğitime ciddi katkılarda bulunduğunu kaydetmek isterim. Prizren’de Sinan Paşa Camii’ni restore ettirmekte olduğunu yazmıştım. Priştine’de de Fatih Camii, TİKA sayesinde kurtuldu.

İpek’ten Suşisa’ya

İpek, Prizren gibi, Bistriça nehrinin içinden geçtiği sevimli bir Osmanlı kasabası. Arnavutça adı, ipek anlamına gelen Pece. Suşisa köyü İpek’in epeyi dışında kalıyor. Bir hayli yol aldıktan sonra, bir dağ yamacına kurulmuş tablo gibi bir köy çıkıyor karşımıza. Kürşat Mahmat, TİKA olarak bir kat ilâve edip tepeden tırnağa yeniledikten sonra modern eğitim araç ve gereçleriyle donattıkları okulu gururla gösteriyor. Okulun yeni ismi Mehmet Âkif Ersoy İlköğretim Okulu. Köyde Âkif’in akrabalarından hâlâ yaşayanlar varmış, fakat onları bulup konuşacak kadar vaktimiz yok. Sadece dedesinin imamlık yaptığı köy camiinin kalıntılarını ziyaret ediyoruz. Temiz Tahir Efendi’nin çocukluğunu ve ilk gençliğini yaşadığı eski Suşisa’dan kalan tek yapı da galiba bu! İçimden Âkif’in Hakkın Sesleri’ndeki mısraları geçiyor:

Ne reng-i muzlime girmiş o yemyeşil Kosova!
Şimâle doğru bütün Pirzerin, İpek, Yakova,
Fezâ-yı mahşere dönmüş gırîv-i mâtemden...
Hem öyle arsa-yı mahşer ki: Yok şefâat eden!
Ne bir yaşındaki ma’sûm için beşikte hayat;
Ne seksenindeki mazlûm için eşikte necat;
O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik...
Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik.
Bütün yıkılmış ocak, başka şey değil görünen;
Yüz elli bin bu kadar hânümânı buldu sönen!
Siz, ey bu yangını ihzâr eden beş altı sefîl,
Ki ettiniz bizi Hırvat’la Sırb’a karşı rezîl!

Dönüş

Suşise’den İpek’e dönüp oradan Rugova vadisine yöneldik; beş-on kilometre kadar ilerlediğimiz Rugova vadisinin inanılmaz güzelliğini tasvir edebilmek için ayrı bir bahis açmak gerekir. Hava kararınca yarı yoldan geri döndük ve İpek’te, Bistriça kıyısındaki kahvelerden birer fincan çay içtikten sonra Prizren’e doğru yola koyulduk.

Ertesi sabah, karayoluyla Üsküp’e geçecektik.

Beşir Ayvazoğlu