1. #1
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    MİLLİ GÜÇ VE MİLLETLEŞME GERÇEĞİ



    Metin Murat ARSLAN

    Emniyet Amiri

    Sosyolog

    Bartın Emniyet Müdürlüğü



    Milli Kültür ve Tarihsel Süreç



    Manevi Değerlerimizde; ilme, ferdi iradeye, saygının, insanlığa ve adalete yönelişin, yardımseverliğin, laikliğin demokrasi ve insan haklarının, gerçek manasıyla cihangirliğin, fatihliğin, vatanseverliğin, milliyetçiliğin, çalışkanlığa yönelişin oldukları görülecektir. Tarihsel süreç içerisinde manevi değerlerimizin doğru şekilde yorumlandığı devrede ilmi seviyemizin de yükseldiği görülmektedir. Gerileme dönemine kadar;gerçekleri aramanın kutsal olduğu,ilim için ilim yapma prensibinin,yaratıcıyı bilmenin tabiatı,cemiyeti ve kendini bilme suretiyle mümkün olacağı prensibinin(somut örneği Yunus’tur) manevi değerlerimizin yanlış anlaşılmaya başlandığı devrede ise;ilimde gerilememizi gerektiren sebeplerin oluştuğu görülmektedir.

    Milletin oluşumunda ve devamlılığında önem arz eden bahsettiğimiz bu manevi değerler,cemaat-cemiyet kavramlarının varlığı ve milletleşme olgusu Osmanlı’da nasıldı?

    Türk toplumu;Orta Asya Türk toplum yapısı dahil olmak üzere günümüze gelinceye kadar ki Türk Tarihi içerisinde oluşan bir süreçtir. Bu nedenle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin sosyal yapı özelliklerini tesbit ederken eski yapı ile zaman zaman karşılaştırma zarureti vardır.(Aslantürk ve Amman,1999-242) Ancak biz bu araştırmamızda daha ziyade Osmanlı Türk toplum yapısı ile Cumhuriyet dönemi Türk toplum yapısı arasında karşılaştırmalar yaparak açıklamaya çalışacağız.Bu nedenle tarihsel süreç içerisinde milli değerlerle günümüz sosyal yaşantısındaki değerler/değer yozlaşması durumunu irdelemek gerekmektedir.

    Hemen hemen bütün Türk destanlarında sarsılmaz karı-koca saygı, sevgi ve sadakati vardır.Oğuz destanında, ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilmektedir.(Sevinç,1987-21,25) Kadın, Türk toplumlarında tabu olmadığı için erkeğin her türlü faaliyetine iştirak eder; avda, savaşta, ziyafetlerde, dini, siyasi, bedii, lisani, itikadi sahalarda erkeklerle aynı ortamı paylaşırdı.İbni Fazlan; homoseksüelliğin Türkler arasında çok büyük bir suç olduğunu yazmaktadır. Türk devletleri haydutları ve hırsızları genellikle ölüm cezasına çarptırmışlardır.(age, 93)

    Çamaşırı Avrupa,Türklerden öğrenmiştir. Romalılar,harmaniye veya gömleklerini tenlerine giyiyorlardı. Mendili de Türk’lerden öğrenmişlerdir. XVII.asırda bile mendil Avrupa ‘da çok az yaygınken,Türkler mendili ilkçağdan beri kullanıyorlardı. Yine çok eski asırlardan beri ütü yapmayı,kumaşlarını,giyeceklerini ütülemesini biliyorlardı. Divanü Lugati’t-Türk’ te hem ütü hem ulatu(mendil) kelimeleri vardır.(Öztuna,C.10-457)

    Rokoko devri Leh mimarisi Türk unsurlarıyla doludur . Hammer Şöyle der (c.17,s.42) “Türk ordusunun musikisi,bütün Avrupa milletleri tarafından iktibas edilmiştir. Türk davulları ve madeni boruları,Osmanlılar’dan Avrupa askeri musikisine geçmiştir.”

    Osmanlı toplum yapısına baktığımızda,bu konu ile ilgili Yılmaz Öztuna özellikle yabancı kaynaklara dayanarak ayrıntılı şekilde açıklamaktadır.

    Büyük ve uzun ömürlü bir imparatorlukta fuhşun olmadığını söylemek,mümkün değildir. Fakat Osmanlı Türk toplumunda fuhşun yok denecek kadar az olduğu görülmektedir. Bunun milli sebebi,Türkler’in İslam’dan önce de fuhuş’u çok büyük suç saymaları ve aileye büyük değer vermeleridir. İstanbul’da fuhuş Tanzimat’tan önce,gayrimüslim kadınlar da gizli idi. Tanzimat’tan sonra gayri müslim kadınlar resmen fahişelik yapabilmişlerdir. Gayrimüslim kadınların çalıştığı ilk tescilli evler 1850’lerde Galata’da açılmıştır. 1490’da Roma,Papa’nın başkenti olan kutsal şehirdi. Şehrin nüfusu 100.000 idi. Şehirde 6.000 resmi fahişe vardı. Kibarların evlerindeki metres hayatı yaşayan odalıklar, bu rakamın dışında kalıyordu. Yarım asır sonra Roma terfi etmiş, devlete fuhuştan kazanç vergisi veren yalnız fahişelerin sayısı 13.000’e yükselmiştir. Fuhşun, çok geniş ölçüde fakirlik ve sosyal dayanışma eksikliği ile ilgisi vardır. Toplumun ahlakına zararlı ve hatta kemiricidir. Aile kurumunu tahrip edebilmektedir.(ÖztunaC..11-272)

    Klasik Osmanlı Türk toplumunda, kumar da yok gibidir. Türkler çok güzel satranç, dama, üç taş oynarlar. Fakat hiçbir zaman para karşılığında oynamazlar. Çok soğukkanlı oynarlar. Kazansalar da, kaybetseler de en küçük bir his belirtisi göstermezler.(age- 273)

    Avrupa’nın ancak XIX. Asırda yıkanmaya başladığı bilinmektedir. Kral saraylarında hamam, banyo gibi şeyler yoktur. XVIII.asır sonlarında Versailles’i basan ihtilalciler (1789) Kraliçe Marie Antoinette’in banyosunu görünce, kraliçeye bu lüzumsuz ve kimsenin kullanmadığı lüksten dolayı lanet etmiş ve çok şaşırmışlar,banyoya girerek eğlenmişlerdir. (age. –274)

    Kanuni devrinde İstanbul’da birkaç yıl kalan İspanyol seyyaha dayanarak Y.Öztuna şunları söylemektedir. “Türkler,biz Hıristiyanların pis olduğumuzu iddia ederler. İspanya’da ömrü boyunca iki defa yıkanmış erkek ve kadın yoktur;zira ilk yıkanış vaftiz suyu iledir,tekrar yıkanmak kutsal sudan mahrum kalmak demektir. Yıkanmak zararlıdır. “ Yine Grelot’a dayanarak şöyle söylemektedir.”Türk hamamlarına Hıristiyanlarla Yahudilerde devam edebilir. Çünkü hamamlar herkesin menfaati ve temizliği için vakfedilmişlerdir. Bu hamamlardan dolayı Türkler’in bizim kadar hastalanmadıklarını sanıyorum. Ama yıkanmakta mübalağaya kaçarlar,bu kadar sık yıkanmadıkları takdirde daha az hasta olacakları muhakkaktır ! Mesela en çok ayda bir defa yıkansalar dünyada daha ala şey olmaz!. Fakat hemen her gün yıkandıkları için beyinleri sulanmaktadır.”(age-275, 276)

    Üsküdar’da bir kedi hastanesi vardır. Şam’da hasta kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane yapmışlardır. Du Loir (279) “Bir çok kibar Türk’ün büyük meydanlarda kediler için kasaplardan ciğer,hatta kebapçılardan kebap alıp kendi elleriyle dağıttıklarını gördüm” demektedir.

    Türkler,hiç bir zaman kendilerinin selamlanmasını beklemezler,ayıp sayarlar. Kim önce görürse,o selam verir. Birkaç kişi birden konuşmaz bir kişi konuşur,diğerleri dinler,biri sözü bitirmeden öteki söze karışmaz. Dedikodu,iftira çok ayıptır. (age-256) Namusluluk,Türk milletine şeref veren haslettir. En yoksul bir Türk,hırsızlığa asla tenezzül etmez.(age-271) Misafirlerine evin en iyi odasını ayırır,en iyi yemekleri yedirir,giderken misafire hatıra olarak hediyeler,ihtiyacı varsa para verirler,evlerini şereflendirdikleri için bir de teşekkür ederler. (age-267)

    İstanbul’da (1684) 100 adar muazzam binalı hastahane ve 417 kervansaray,han ve imaret vardır. Hepsi hayır eseridir. Hepsi bedavadır. Susayana su vermek sevap sayıldığı için çeşme ve sebillerde boldur. İstanbul’da 5.935 çeşme ve sebil vardır. Dilencilik adeta yoktur. Borcundan dolayı hapse atılmış bir adam olduğunu işiten herhangi bir zengin,hemen o adamın borcunu ödeyip hapisten çıkarır. Yangın felaketine uğrayanın evi civarın zenginleri tarafından yeniden yapılır,eskisi gibi döşenir ve felaket sahibine hediye edilir. (age-261)

    Villamont,(1596,227b) “İndiğim kervansaraya,Türkler gibi Hıristiyanlarda kabul ediliyor,üç gün müddetle bedava yedirilip içiriliyordu. Çünkü Türk hayratı din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şamildir259 Her yolcuya günde 50 dirhem bal (1 dirhem=3 gr, 50*3=150 gr) misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. İmaretlerde fakirlere her öğün bir ekmek,bir tabak dolusu koyun eti ve bir tabak dolusu sebze verilmektedir. Bu şekilde imaretlerden İstanbul’da 30.000 den fazla fakir yemek yemektedir.” (age-328, 329)

    Devlet,vatandaşın canını malını korumak,asayişi sağlamak sınırları muhafaza etmek,devlet düzenini ne pahasına olursa olsun her şeyden üstün tutmak,bu düzeni ilgilendiren her türlü yüksek menfaati sağlamakla mükelleftir. Neyle mükellef değildir ? Bayındırlık eseri yaptırmakla,vatandaşı okutmakla,onun ibadetine yarayan yapılar inşa etmekle ve bu gibi şeylerle mükellef değildir. Yalnız askerin üzerinden geçtiği ana yollar,köprüler,barındığı kaleler ve kışlalar,silahlandığı fabrikalar ve emsali şeyler vardır. Onları yapmak,en iyi şekilde muhafaza etmek görevidir. Peki bu kadar cami,mektep,çeşme,imaret,hastahane ve benzerlerini kim yaptırdı? Hemen hemen hiç birin devlet yapmadı,şahıslar yaptırdı ve asırlarca ayakta durmalarını yine şahıslar sağladı.(Öztuna. C.10- 316)Selçuklu ve Osmanlıdan Türkiye sınırları içinde kalan 333 kervansaray vardır. 3 saatlik mesafeye bir kervansaray konulmuştur.

    Sosyal düzen fazla sefahate ve para harcamaya müsait değildi. Fazla para hayır eserine yatırılmaktadır. İdeal bir devlet adamının gelirinin üçte birini tasarruf etmesini,üçte birini harcamasını,üçte birini de hayır işlerine yatırmasını,böyle icap ettiğini,Kanuni’nin vezir-i azamı ve eniştesi Damad Lütfi Paşa,Asaf-Name adlı klasik eserinde açıkça yazmaktadır.(age- 317)

    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #2
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Fatih,1470’de 16 medresesi,hastahanesi,hamamları,misafirhanesi,kütü phanesi ve aşevi gibi ayrıntıları da içeren bir külliye (Üniversite) inşa ettirmiş ve fen ilimlerine tam bir serbestlik vermiştir. İlme duyulan bu saygı, dolayısıyla batıda hiçbir benzerinin olmadığı devrede Türkler cüzzamlılar için tecrithaneler yaptırmışlar,çeşitli hastalıklar için tedavi yuvaları ve istirahat yurtları inşa ettirmişlerdir. (Kurtkan- 24,25) Kültürümüzün en önemli sayılabilecek manevi değerlerinden biri de çalışkanlığa yönelişi teşvik eden kıymet hükmüdür. Çalışkanlık, sırf ferdi tatmin gayesinden değil , fakat aynı zaman da cemiyet uğruna fedakarlık yapmak gibi manevi bir gayeden kuvvet aldığı için, bıkkınlık hududu olmayan bir teşvik edici gücün etkisine tabi olmuştur. (age-65)

    Kültürümüzün yardımseverlik değer hükmü,her Türk’e,milletinin derdini gönlünde taşıma ve milleti için hizmete koşma idealini aşılar. Atatürk, bunun için,milletin hakiki efendisi (yani gönüllerde taht kuran sevgilisi) olabilmenin yolunu,millete hizmet etme yolu olarak göstermiştir. Bir ferdin bu mevkiye yükselebilmenin tek çaresi,her şeyden evvel milli problemleri,kendi derdi olarak benimseyebilmesidir..tmmd 43

    Türk devleti,batıda gözlendiği üzere “cius regio,cius lingua”(hükmeden kimse onun dili geçerlidir) türü bir politika izlememiştir.(Türkdoğan,1996b- 15)

    Şuurlu bir planlamadan mahrum gibi görünen,ancak dini ve ticari merkezlerin geleneksel bir plana uyularak inşa edildiği Türk şehirlerinin meskun bölgelerindeki irticali yapılaşma,müslüman dünya görüşüyle Türk göçebe kimliğinin benzersiz terkibini yansıtmaktadır. Tabiatla çatışmak ,onu tahrip etmek suretiyle dengelerine müdahaleye kalkışmak gibi geliyordu. Bu hassasiyetle göçebenin hürriyetine düşkünlüğü bir araya gelince,tabiata son derece saygılı,hatta belki de onu tamamlayan bir şehir dokusu ortaya çıkmıştır. İnsan elinden çıkma yapılarla fiziki coğrafya arasında mükemmel bir uyumun sağlandığı müslüman Türk şehirleri,adeta tabiatın bir parçası olarak doğup gelişmişlerdir. Surlarla çevrili yerleşim bölgeleri bile fethedilir edilmez kabuklarını kırarak üzerine kuruldukları coğrafyanın şartlarıyla tam bir uyum halinde yayılırlar. Mesela Bursa,fetihten hemen sonra surların dışına taşıp Uludağ eteklerinin tabii dokusuna uygun olarak yeniden şekillenmeye başlamıştır(.Aile Arş,1992-770)

    Müslüman Türk şehirlerinde,özellikle meskenler,meydan okuma tavrından uzak,mütevazı binalardır. Dışarıdan bakıldığında zenginlerin evlerini bile fakirlerinkinden ayırt etmek mümkün değildi. Şüphesiz bu,tabiatla uyum sağlama gayretinin yanısıra,sınıfsız Müslüman toplumunun yapısını da yansıtan bir oluşumdur. Meskenlerin içe dönük,dış dünyaya kapalı mekanlar olarak tasarlanması ise islami aile yapısının gerektirdiği bir çözümdür. Dış dünyaya kapalı ,fakat hayatının ihtiyaçlarını karşılayabilecek fonksiyonelliğe sahip bir ev tipi:Odalar, eyvan ve avluya (yahut bahçeye) açılan sofa.(age-771)

    Klasik Osmanlı şehirlerinde,yani orta Anadolu’dan Balkanlar’a kadar uzanan çok geniş bir alanda ağacın,kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerin kullanılması da göçebe kimliğinin bir tezahürü olarak düşünülebilir. Hemen kalkılıp gidilecekmiş hissini uyandıran sadelikteki bir şehir dokusunu ancak sosyal çehresinde göçebeliğin derin çizgilerini devam ettiren bir kavim kurabilirdi.

    Mesken mimarisinde dayanıksız malzemeleri tercih,zamanla İslami dünya görüşüyle bütünleşerek dini/tasavvufi bir davranış haline gelmiştir. Sadece ibadet yerlerinde,mektep medrese,imaret,han,hamam,çarşı gibi kamu yararına ve hayra yönelik binalarda kullanılan taş,müslüman Türklerin nazarında artık ebediyeti temsil etmektedir. Age.771

    Mahallelerin genellikle fazlaca meyilli araziler üzerine kurulmuş olması,Türk şehirlerinin en önemli hususiyetlerinden biridir. Böylece her çeşit suya tabii akıntı imkanı verildiği gibi,her evin ufkunun açık olması ve güneşten faydalanması sağlanıyordu.Evlerin altındaki üzeri örtülü ve önü açık bölmeye hayat denilmesi,Türklerin asıl hayatı,açık havada,tabiatla iç içe yaşanan bir hayat olarak anladıklarını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir.age.772 (Bu tip evlere en bariz örnekler Safranbolu’da mevcuttur)

    Türk mezarlıkları,Hıristiyan mezarlıklarının aksine hiç ürkütücü değildir ve şehirlerden tecrit edilmemiştir. Pekala günlük hayatın mekanlarından biri olarak kullanılabilen mezarlıklar,yemyeşil servileri,her biri birer sanat eseri olan mezar taşları,çiçekleri,eğrelti otlarıyla hayatın içindedirler. Ölüm korkusu,müslüman şehirlerinde,ondan kaçarak değil,ölülerle ve mezarlıklarla iç içe yaşanarak yenilmiştir;iki alem,bu dünya ve öteki dünya adeta yan yanadır. (age-784)

    Batı tarihleri her ne kadar bizler için göçebe,barbar,yobaz Türk tanımlamaları yapıyor ise de gerçek tarihte görülmektedir ki,o zamanlar Türkler Avrupa’nın çok ilerisinde bir gelişme düzeyine ulaşmıştı güney doğu Avrupa’ya endüstriyi ve şehir hayatını Türkler getirdi ve ilkel kabile köylülüğünden çiftçiliğe ulaştırdı. (Avcıoğlu,1990-225)

    Türk Milletinin manevi değerlerinden biri olan vatanseverlik vatan kavramını,coğrafi manada bir arazi parçası olmaktan çıkaran ve ona çok daha mukaddes mana veren islam kültürünün etkisinden kuvvet almıştır. Bu coğrafya parçası üzerinde her gün yüz yüze geldiğimiz insanlar,aynı dini terbiyeyi almış oldukları için,aynı idrake sahip bulunan,aynı sıla hasretini duyan kimseler ise;bu ülke gerçek vatandaşların kavuşup kaynaştığı ve ayrılık acısını dindirdiği bir yer olur ve kutsallaşır. Böyle bir kutsallaşma,vatanın istiklali için cephelerde ölmeyi de en mukaddes ibadet (şehitlik) haline getirir. Vatan kavramının bu manada kutsallaştırılmasının en mükemmel izahını tasavvuf sahasında tanınmış Yesevi’ler,Hacı Bayramlar,Hacı Bektaş’lar vb.leri olan düşünürler yapmışlardır. Böylece din,vatan sevgisini hiçbir zaman azaltmamış,fakat o sevgiyi somut bir toprak parçasına değil,onu inanç ve ideal birliği ile şenlendiren,aynı millete mensup insanlara duyulan sevgi ile aynılaştırmıştır. (Kurtkan,2000- 59)

    Kan binliği,kültür beraberliği haline geçmedikçe ve kültür,pekiştirici bir felsefeye dayanmadıkça,milliyet bağı zayıflayabilmektedir. O halde gerçek milliyetçilik,gerçek dindarlıkla bağdaşır ve ondan ayrılamaz. Çünkü,dinimizin özü ve gerçeği,toplumun ayrılık ve gediklerini kapatarak,fertleri aynı idealde bütünleştiren vahdet akidesidir. (age-61)

    Türkler,ırk ve kan üzerine kurulu toplum olmadıkları gibi,din üzerine kurulu toplumda olmamışlardır. Türkün tarihsel varlığı;devlet,ordu ve ekonomiye özellikle endüstriye dayanır.(Berkes,1965-165)

    Kültürümüzün yardımseverlik değer hükmü,her Türk’e ,milletinin derdini gönlünde taşıma ve milleti için,milletinin hakiki efendisi (yani gönüllerde taht kuran sevgilisi ) olabilmenin yolunu,milleti hizmet etme yolu olarak gösterilmiştir. Şu halde bu mevkiye yükselebilmenin tek çaresi,her şeyden evvel milli problemleri,ferdin,kendi derdi olarak benimseyebilmesidir. Böyle bir fert,bütün gönüllere hükmederek her isteğini,her ferde yaptırabilen bir gönül sultanı (yani tabi lider ) olur. Çünkü onun putlaştırılmış hiçbir şahsi isteği yoktur ve bütün istekleri zaten milleti içindir.

    Türk milletinin manevi değerlerinden biride fertleri gerçek insan olmaya sevk eden değer hükmüdür. Bu ise;yüksek seviyeli bir sosyalleşme ile olur. Böylece fert,sosyal bir terbiye ile kendi psikolojik alemini ıslah ederek,kendisi hakkında dahi objektif hükümler verebilen gerçek manada insan haline gelir. Sosyalleşmenin derecesi,her ferdin gerçek manada insan (yani kendisi hakkında dahi objektif düşünebilen adil fert ) olabilme derecesine tabidir. (Kurtkan,2000- 35)

    Klasik Osmanlı toplumu,hiç intiharı olmayan,intiharı meçhul toplumdur.(Brayer,1836) 1740 da Comte de Bonneval,İstanbul ve banliyölerinde 2 milyon nüfusun yaşadığını,tek dilenci görülmediğini kaydeder.O kadar fazla vakıf çeşidi vardır ki,adeta sayısız denecek kadar vardır. Belli başlıcaları ve ilginç olanlarına baktığımızda;donanmaya kadırga yapılması,gönüllü askerlerin silahlandırılması,kale ve hisar tamiri,çocukların piknik yerlerine götürülmesi,su soğutmak için kar ve buz tahsisi,fakirlere kışın odun ve kömür verilmesi,okçuluk ve güreş yapılabilmesi için,köpeklere ekmek doğranması,kuşlara pirinç saçılması,borçluların borçlarını ödeyip hapisten kurtarma,fakir ölülerin defni,evde eşya kıran çocukların eşyalarının tazmini gibi vakıfları görmekteyiz.

    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  3. #3
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Osmanlı imparatorluğunun yükselme devrinde,Türk milleti islam kültürünün bütün değer kıymet hükümlerini muhafaza edebildiği için adalet kök salabilmiş ve insan hakları korunabilmiştir. Böylece Osmanlı yükselme devri demokrasiye bağlı olmamakla beraber,diktatörlüğe de kaymama başarısını gösterebilmiştir. Fakat duraklama ve gerileme devrinde,değer hükümlerinin terk edilmeye başlanmasının önemi büyüktür.(age.52)

    Kültürümüzde her insanın bir evren olduğu;insana göre kainat ne ise,hücreye göre insanında o olduğu,yani kainat kadar büyük ve önemli olduğu görülmektedir.Harp yaparken asla toprak kazanmak ve sömürmek hedefini gütmemişlerdir. Adil bir idarenin ne olduğunu başka memleketler halkına ancak yayılma politikası güderek,fakat sömürü yapmayarak göstermek zorunda kaldılar.(age,57)

    Türk milletinin manevi değerlerinden biri olan vatanseverlik vatan kavramını,coğrafi manada bir arazi parçası olmaktan çıkaran ve ona daha mukaddes mana veren islam kültürünün etkisinden kuvvet almıştır. Böyle bir kutsallaşma vatanın istiklali için cephelerde ölmeyi de en mukaddes ibadet (şehitlik) haline getirmiştir.

    Osmanlı tarihinde birlik akidesi bütün insanlık için insan haklarına hizmet fikrini aşılayan bir idealizme bürünmüştür. Bu idealizm yabancı ülkelerde ki köleleri kurtarmak için şehit düşmeye kadar varmış bunun yanı sıra beklenen neticeyi dünya ölçüsünde de gerçekleştirememiştir. Diğer devletler içte ve dışta istismarcı politikalarını terk etmemişler ve hiçbir sömürü izi bulunmamasına rağmen Osmanlı tarihine de insafsızca sömürü tarihi damgasını vurabilmişlerdir. Fakat bu gayretler boşa da gitmemiş gidilen her yerde milli karakterimizi gösteren mimari tarzımızdan hayat üslubuna kadar bütün özellikler damgasını vurarak çeşitli eserleri bırakmışlardır. Manevi değerlerimizin yanlış anlaşılmaya başlandığı devrede ilimde de gerilememiz söz konusu olmuştur. Duraklama ve gerileme devrinde,dinin kalıbının özüne tercih edildiği görülmektedir. Birlik akidesi bir yana bırakılarak ibadetin şekille ilgili özelliklerinin ön plana alındığı göze çarpmaktadır. Bu durum,mezhep ihtilaflarının ortaya çıkmasına sebep olmuş ve sosyal gelişme özelliğinin kaybedilmesi ile iktisadi gerileme at başı gitmiştir. Tabiat ve sosyal düzenin esaslarını arayıp bulma unutulmuş,ilmi mevkilere bilgisiz,iltimaslı ve fertlerin kayırıldığı bir karanlık çağ Osmanlı Devletini bir kabus gibi kaplamıştır.(age- 30)

    Bu çerçevede sadece Osmanlıda olmayan bu tür sosyal çözülme ve gerileme hastalığı,ne yazık ki bir çok müslüman Türk devletlerinde de vardı. Albert Bennigsen’in “Stepte Ezan Sesleri” isimli eserinde Rus orduları ile çarpışan dağlık Karabağ ve yöre halkının Ruslar tarafından atılan bildirilerde ellerindeki mavzerlerin yağının domuz yağından imal edildiği yazısını okumaları üzerine ellerindeki mavzerleri atarak kılıçlarla çarpıştıkları ve tabiatıyla mağlup oldukları acı ama ne yazık ki gerçektir.


    Türk Milleti Olarak Cemiyetleşme,Cemaatleşme ve Millileşme Olgusu





    Türk Sosyoloji geleneğinde,milli kültür kavramını ilk defa kullanan Ziya Gökalp’tir. O’na göre milli kültür;yalnız bir milletin dini,ahlaki,hukuki,akli,estetik,lisani,iktisadi ve fenni hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Böylece,milli kültür;halkın geleneklerinden,yapageldiği şeylerden,örflerinde,sözlü ve yazılı edebiyatlarından,dilinden musikisinden,dininden,ahlakından ve estetik değerlerinden ibarettir. Bu anlamda milli kültürün kaynağı halktır.(Türkdoğan,1999b-118)

    Milli kültürün üst yapısını teşkil eden din, felsefe, edebiyat ve ilim adamlarında yoğunlaştırılan başarılardır. Gökalp ise,bunları işlenmiş kültür anlamında tehzipçi bir kadro olarak belirtiyordu. Bu sebeple entellektüeller olarak adlandırılan bu tür kişilerin Weber’e göre “millet düşüncesini yaymak “ gibi bir yazgıları da vardır, tıpkı toplumda siyasi gücü ellerinde tutanların devlet fikrini yaymak zorunda olmaları gibi . Nitekim Japonya’nın kalkınmasında Samuray sınıfı hem yüksek seviyedeki eğitimin asıl alıcıları hem de yetenekli insanlar deposunu oluşturmuşlardır. Japon nüfusunun %2 si olarak kabul edilen bu sınıf aynı zamanda Batı medeniyeti ile Japon milli kültürü arasında milli sentezinde başlatıcısıdır. Turgut’a (1985) ve Avcıoğlu’na (1990-85) göre Şogunlar Japonya da feodal bir yapı oluşturmuşlar ve Amerikalı Kommador Pery’nin dört adet toplu gemisine boyun eğerek ülkenin geri kalmasına ve medeniyeti yeterince tanımamasına neden olmuşlar;İngiltere’de yetişen prens şeklen varolan tahta geçince bu gidişata dur demek için harekete geçiyor ve ülke iki tarafa bölünerek iç savaş neticesinde yeni kral taraftarları kazanarak bu günkü Japonya’nın temelleri atılıyor;fakat tüm bunlara rağmen günümüz Japonları saygıyla Şogunları anıyor ve tarihlerine sahip çıkıyor. Batı toplumlarının tarihi gelişimi incelendiğinde üst sınıfın milli kültürün oluşumundaki payı yüksek ölçüde ortaya çıkmaktadır.

    Atatürk,1930’larda Türk toplumunun tarihi gelişimini şu şekilde açıklıyordu:”Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. Bu günkü Türk Milleti siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri,Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat,mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış isimlendirmeler birkaç düşman aleti,mürteci,beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde elemden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradıda Türk camiası gibi aynı ortak maziye,tarihe,ahlaka,hukuka sahip bulunuyorlar.” İşte ne yazık ki o zamanlar bu yaraya parmak basmasına rağmen günümüze kadar bu yara habire kurcalanmış ve iyileşme imkanı verdirilmeyerek günümüz sosyal çalkantılı görünümüne ulaştırılmıştır.

    Millet;sosyolojik anlamda bir toplum gelişimi,ilerleme safhasıdır. İnsanlık tarihi bize,toplumların bir millet halinde doğduğu görüşünü ortaya koymamıştır. Millet,bir gelişme sürecinin ürünüdür. Gelişme ve ilerleme;kültürümüzün de benimsediği bir hayat hamlesidir. İlk toplum biçimlerinde bu yapıyı görmek mümkün değildir. Çeşitli ırk,kültür ve inançları taşıyan insan topluluklarının bir oluşumu,bir gelişme sürecinin ürünüdür. Bu nedenle ,milletin sembolü milli duygu veya milliyet bağı anlamında milliyetçilik olabiliyor. Modern anlamda milliyetçilik;ne bir ırkçılık,nede bir kavimciliktir. Sadece ve sadece,duygu,düşünce ve sadakatte aynı şuuru paylaşan insanların birlikteliğidir.(Türkdoğan,1999b-559

    Sosyolojik açıdan eğer bir toplumun fertler,ortak duygular da birleşemiyor,yurt sathında tasada ve kıvançta bir ve bütün olarak yürekleri çarpmıyorsa,kurumlar arası organik bağlılık ve bütünleşme sağlanamamışsa,devletin yasal gücü toplum katlarında etkinliğini duyuramamışsa ve milli gelirin dengeli bir biçimde dağılımı gerçekleştirilememişse, o takdirde milli kimliğin varlığından söz edilemez. Zenci-beyaz çatışmalarının yoğunlaştığı 1950 ler sonrası Amerika Birleşik Devletlerinde Daniell Bell,henüz milletleşme sürecinin gerçekleşmediğini ifade etmiştir. Ama daha sonraları yapılan iyileştirme ve sosyal ilerleme ile A.B.D.’nin milletleştiği görülmektedir. Amerika da 250 kadar etnik grup,bir eritme makinası sürecinden geçirildikten sonra Amerikanizm ortak paydasında bütünleşirler Bir başka deyimle bu 250 etnik grup (Hollandalı,İngiliz,Alman,Kızılderili,Siyahi,Latin Amerikalı,İtalyan,Fransızı,Çinlisi vb.) ne olursa olsun,etnik kimliğin ötesinde Amerikanizm şemsiyesi altında toplanmaktadırlar. Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene !” ifadesi de tıpkı Amerikanizm olgusunda gözlediğimiz gibi Standart Kültürü hedef göstermekte Türklük şemsiyesi altında milletleşmeyi ifade etmektedir.(Türkdoğan,199a-31). Bu nedenledir ki Madlıne Allbrıght Amerika Dışişleri Bakanı iken Çek Cumhuriyeti tarafından kendisine Cumhurbaşkanlığı adaylığı teklifine “Teklifiniz benim için şereftir,ben Çek kökenliyim ama ben Amerikalıyım “demiş ve teklifi geri çevirmiştir.Bu davranışın kökeninde Amerika’nın milletleşmiş olduğunu,farklı dil,din veya ırkın millet olmak için engel teşkil etmediğini göstermektedir. Amerikan toplumunda,etnik bütünlük ve etnik şuur devleti parçalayacak istikamette olmayıp,tersine Amerikan yaşantısında yapıcı bir niteliğe sahiptir. İşte bu anlamda günümüz Amerika’sı,”millet olma” sürecini başarılı ve sosyolojik özellikleriyle gerçekleştirmiş kabul edilir. Elbette,dünyada hiçbir toplum ve ülke yoktur ki,saf,homojen kimliğini muhafaza etmiş olsun. Sosyoloji ancak,bu tür toplumların yakın kan akrabalığı bulunan aşiretlerde olabileceğini kabul eder. Osmanlı toplumu,ümmet ideolojisiyle,bir çok etnik ve azınlık gruplarını bir mozaik biçiminde bir arada tutabilmiştir. (Türkdoğan,1999b-186)

    Milletleşme olgusunda milli özdeşleşme süreci önem kazanmaktadır. Burada ise ,en önemli sorun kişilerin kendilerini ne ölçüde milli bütünlüğün bir parçası saydıklarını tesbit etmektir. Eğer toplumun fertleri kendilerini milli devletin birer üyesi saymıyor,ona bağlı hissetmiyorsa,siyasal gelişim çok ızdıraplı ve sürtüşmeli bir süreç olarak belirecektir. Çünkü toplumun fertleri,milli meseleler karşısında kayıtsız,ilgisiz kalıp,kendilerini yalnız kendi bölgesel çerçevelerine ve ilkel kurumlarına karşı sorumlu hissederler.(age-185)

    İlk Türk yazıtları olarak kabul ettiğimiz Orkun anıtları,özellikle Tonyukuk kitabesi,Sprengling’in ifadesiyle “bir Türk şaheseridir”. Bu beş yazıt için aynı bilim adamı “Bu düzeyde bir esere,bu sanatsal inceliğe,böylesi açık ve güzel ifade biçimine başka hiç bir eserde rastlamadım.” demektedir.Göktürkler,sanıldığı kadar göçebe,avcılıkla uğraşan ve at sırtında gün geçiren gezginci bir toplum değildir. (age.28) Türk tarih tezi,1932 den itibaren bir kimlik arayışı içerisine girdiğinde,bizzat Atatürk dünyaca tanınmış bilim adamı ve tarihçileri de devreye sokmuş bulunmaktadır.O dönemde kaleme alınan Türk Tarihi’nde, Ön Asya medeniyetinin kaynağı Orta Asya olarak gösterilmiştir. Burada, Hititlerden başlayarak, Sümerlerde dahil, bir çok uygarlıkların kökenleri Türk soyundan geldiği gösterilmiştir. Bu gün bu teorinin önemli bir kısmı tartışma konusu olabilir. Ancak Sümerler Ön Asya kültürünü kuran halktır.Bu halkın Orta Asya dan geldiği kesinleşmiştir. Zira Asya’nın çeşitli bölgelerinde yapılan kazılar bunu göstermektedir tarzındaki yargılar,bu gün büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunmaktadır. İ.Beşikçi tarafından Kürtlerin atası olarak gösterilen Gutiler’de (Sümerlerin çöküşüne neden olmuşlardır) Benno Landsberger’e göre “Türk asıllılardır”.M.Ö.2500 yılına ait olan bu belge 4500 yıllık Türkçe’nin izlerini taşımakta ve şu an Fransa Glozel müzesinde saklanan yazıtlar arasındadır. Kısacası, Türkler en az M.Ö.3500 yıllarında Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde yaşamıştır diyebilmekteyiz. (age-30)

    The Hunnen adlı eserinde De Groot Kürtler için şöyle demektedir. “Kürtler,OrtaAsya’dan Anadolu’ya Türklerden daha önce gelmişler ve Farsçanın etkisinde kalmışlardır. Bu nedenle de dilleri arasında büyük fark oluşmuştur. 1850’lerde Erzurum yöresinde araştırma yürüten Rus Konsolosu Alexander Jaba ,Kürtçede 8307 sözcük bulmuş,bunun 3080 inin Türkmence,2640 ının Farsça ve 2000 inin de yeni lisanda Arapça olduğunu tesbit ederek Kürtçe diye özgün bir dilin olmadığını,üç dilin karışımı olan Türkçe’nin bir lehçesi olduğunu yine Orhun abidelerinde bugünkü Anadolu Türkçe’sinde bulunmayan,ama bugünkü Anadolu Kürtçesinde bulunan 532 sözcük olduğunu belirtmektedir. (age-279) Bu konunun daha ayrıntılı ve maşeri vicdanı tatmin edecek sonuçlar ancak çeşitli sahalarda uzman olan bilim adamlarının bu konuyu araştırarak açıklamasıyla olacağı kanaatindeyiz.
    alıntıdır.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

Benzer Konular

  1. Orjinal Belgelerle Ermeni Gerçeği
    Konu Sahibi ziberkan Forum Sözde Ermeni Soykırımı
    Cevap: 10
    Son Mesaj : 28.Aralık.2008, 23:18
  2. Osmanlı'da Devşirme Gerçeği
    Konu Sahibi Evliya Çelebi Forum Osmanlı Kültür ve Uygarlığı Araştırmalar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 26.Kasım.2008, 19:09
  3. Çin 2008 Olimpiyatları ve Bu Süreçte Doğu Türkistan Gerçeği
    Konu Sahibi ahugur74 Forum Türklerin Bağımsızlık Mücadeleleri ve Sürgünler
    Cevap: 1
    Son Mesaj : 17.Eylül.2008, 17:20
  4. Banu Avar'la Nobel Gerçeği Belgeseli
    Konu Sahibi ziberkan Forum Diğer Film ve Belgeseller
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 25.Kasım.2007, 23:40
  5. Pontus Meselesi ve Gerçeği
    Konu Sahibi *SüRgÜn* Forum Pontus Meselesi
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 17.Kasım.2007, 16:59

Bu Konu için Etiketler

Giriş