Enverî adlı şairimiz[1], 15. yüzyılın balkonundan böyle anlatmış İzmir’in ‘gâvur’ yüzünü. Şair bize daha Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) ‘İki İzmir’in varlığından söz ediyor. Birisi Aydınoğlu Mehmed Bey tarafından fethedilen Müslüman İzmir, öbürü ise Frenklerin Gâvur İzmir’i. Ve bu ikinci İzmir’in işi gücü Müslümanlarla savaşmaktır!


Tarihin karanlık vadilerine doğru kanat çırptığımızda İzmir’in Müslümanlıkla tanışmasının Selçukluların Anadolu macerasıyla neredeyse yaşıt olduğunu görürüz. Malazgirt Meydan Savaşı’ndan sadece 5 yıl sonra Selçuklular İzmir’e ulaşmışlar ve bu şehri, tam 41 yıl ellerinde tutmuşlardı. Dolayısıyla İzmir’in İslamiyetle tanışması epeyce eskilere, 931 yıl önceye dayanır.

Ne var ki, şehirde bu ilk Müslüman hakimiyetinin arkası gelmemiş, İzmir 1117’de yeniden Cenevizlilerin eline geçmiş ve şehrin ‘ikili’ kimliğinin tohumları böylece atılmıştır. Ardından Aydın ve Menteşe beyliklerinin ikili sıkıştırması gelecekti. 1329 yılında Aydınoğlu Umur Bey (Enverî’ye göre ise yıl 1317’dir, bey ise Mehmed’dir), Cenevizlileri limanda bulunan kaleden dışarı atmış ve şehrin yarısını denetimi altına almıştı. (Yine bölünmüş şehir!) Ancak Papa VI. Clement’in bu önemli liman şehrini Müslümanlara bırakmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Nitekim Papa’nın 1344’de teşkil ettiği bir Haçlı ittifakı İzmir’i geri alacak, böylece şehrin ‘Gâvur’ kimliğinin bir süre daha hayatını sürdürmesini temin edecekti.

1390’lara geldiğimizde sahnede bu defa Osmanlılar vardır ve Yıldırım Bayezid, Anadolu’yu birleştirmeye kararlıdır. Ne var ki, bütün gayretlerine rağmen İzmir bir türlü teslim olmaz. Hıristiyanlığın batı Anadolu’daki bu son kalesi, direndikçe direnir. Ta ki Semerkand’dan kopup gelen Timur ordusunun uğultusunu burçlarında işitinceye kadar. 1402’nin Aralık ayında askerleri İzmir’i fethetmiş olan Timur, ‘iki İzmir’ olgusuna sert bir darbeyle son verdikten sonra şehri Aydınoğlu Cüneyt Bey’in dost ellerine teslim etmişti.

Lakin Osmanlıların İzmir’le dansı 1414’de limanı ele geçirmeleriyle yeni bir boyut kazanacak ve şehir yeniden ikiyi bölünecekti. Liman Osmanlılarındı ama şehrin geri kalan kısmı Aydınoğullarının hakimiyeti altındaydı. İzmir’in kısmeti bir defa ikilikten açılmış ya, bu defa iki Müslüman devlet arasında bölünmüştü. Nihayet 10 yıl sonra II. Murad, Aydın vilayetinin tamamını, tabii ki İzmir’i de ele geçirip Osmanlı Devleti’nin Anadolu hakimiyetine doğru güçlü bir hamle yapacaktır.

İzmir Fatih’ten Kanuni devrinin sonlarına kadar küçük bir kasaba hüviyetini muhafaza etti. Şehrin 10 bini bile bulmayan nüfusu büyük ölçüde Müslümanlaşmıştı ya, hatırı sayılır bir Rum nüfusu da mevcudiyetini koruyordu. 1566’da Sakız, 1570’de Kıbrıs fethedilip Akdeniz’deki Osmanlı hakimiyet sahası genişledikçe İzmir’in de yüzü gülüyor, şehir böylece bir bölgesel pazar konumuna yükseliyordu. Onun kırsal ürünün şehirlere satılması noktasında bir ‘huni’ işlevi gördüğünü söylüyor tarihçiler. Şehrin şansını artıran faktör, Osmanlı tarım politikasındaki ciddi değişim olmuştu. İktisat tarihçilerinin ‘tarımın ticarileşmesi’ adını verdikleri bu çok önemli gelişme, tarım ürünlerinin dış pazarlara ihracını hızlandırdı, bu da İzmir’in Çeşme, Sakız, İskenderun gibi liman şehirleri karşısındaki şansını artırdı. İzmir, arkasına batı Anadolu’nun dev tarımsal potansiyelini almıştı çünkü.

Bu gelişmenin zamanlaması da muhteşemdi: Tam da Osmanlı İmparatorluğu’nda ticaret ve imalatın durgunlaşmaya başladığı bir dönemde İzmir atağa kalkmış, aynı zamanda Avrupa için de bunalımlı geçen 17. yüzyılın sıkıntılarından bir güzel yararlanmayı bilmişti.

Mal ve para hareketinin arttığı bir yere Yahudiler, Ermeniler ve Akdenizli tüccarların akmasından daha tabii bir şey olamazdı. Nitekim 1604’de Fransız tüccarlarına tanınan ayrıcalıklar, ileride şehrin yeniden Frenkleşmesine hizmet edecek büyük gelişmeleri tetikleyecekti. Ardından Hollandalı ve İngiliz tüccarlar da İzmir’i peş peşe keşfettiler. 1640’lara gelindiğinde batı Anadolu ticaret ağının merkezine oturmuş canlı bir şehir olarak görüyoruz İzmir’i. Bu gelişme, şehrin liman bölgesinin, tıpkı Enverî’nin şiirinde gördüğümüz gibi Frenklerle dolmasına yol açacak ve 20. yüzyıl başlarında bugün de devam eden İzmir’in ‘Gâvur’ imajını kavileştirecekti.

20. yüzyılın başındaki İzmir’i, Çınar Atay şöyle anlatır: “Frenk mahalleleri sanki birçok devletin oluşturduğu federatif bir bütün gibiydi… İzmir’de sanki ikili bir yönetim vardı.” Nurdoğan Taçalan ise Basmane Garı’ndan denize dik olarak çizilecek bir doğrunun kuzeyinde kalan bölümde Rumlar, Levantenler ve diğer azınlıkların, güneyinde Müslümanların, Yahudilerin ise ikisinin arasındaki Karataş semtinde oturduklarını söylüyor ve ekliyor:

Frenk Mahallesi, öteki adıyla “Gâvur İzmir” ne kadar gösterişliyse, Türk İzmir o ölçüde sönük, karanlık, bakımsız ve içine kapanıktı… Gâvur İzmir her yönüyle tam bir sömürge şehriydi. Türkçe ya da Osmanlıca geçerli değildi bu kesimde. Sokaklarda, eğlence yerlerinde, evlerde Rumca, İtalyanca ve Fransızca konuşulurdu.[2]

20. yüzyıl başlarına geldiğimizde İzmir’de temelleri 11. yüzyılda atılmış olan ‘ikili ruh’ canlanmış gibidir. Bir Müslüman İzmir vardır, bir de Gâvur İzmir. Ne gariptir ki, bu görüntünün cesaretlendirdiği Enosisçi (bizim Turancılarımız varsa, onların da Enosisçileri vardı) Yunanlıların İzmir’i işgalleri, Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyecek ve şehrin Müslümanlaşmasına giden Kral Yolunu açacaktı. Size şaşırtıcı gelebilir belki ama İzmir’in İslamlaşması ve bin yıllık Gâvur imajını silmesi Cumhuriyet devrine nasip olacaktır!
Mustafa Armağan