Osmanlı hukuk sistemi

Osmanlı Hukukunun İslam Hukukundan Yararlandığı
Başlıca İslam Kaynakları:
İslam hukukun kaynakları ( edille-i şer’iye, mesâdır-ı şer’iye ) aslî ve tâlî kaynaklar olmak üzere iki gruba ayrılır. Asli kaynaklar bütün mezhepler tarafından kabul edilen kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Tâlî kaynaklar ise üzerinde mezheplerin görüş birliğine ulaşmadıkları istihsan, istishab, sahabe fetvası önceki şeraitler ve külli kaideler gibi kaynaklardır. Bunlar bazı mezhepler tarafından kaynak olarak kabul edilmemekte ya da asli kaynakların içerisinde ele alındığı için ayrı bir kaynak olarak kabul edilmemektedir. Asli Kaynaklar:
• Kur’an: İslam hukukunun temel kaynağı kitap yani Kur’andır.
• Sünnet: Sözlükte yol, kanun ve âdet gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak ise Hz. Peygamber’in sözlerine, fillerine ve takrirlerine yani başkalarının yaptıklarına onaylamasına sünnet denir.
• İcma: Kelime anlamı olarak icma; toplamak, bir araya getirmek, ittifak etmek demektir. Hukuki olarak icma ise herhangi bir asırda yaşamış olan müçtehidlerin bir fıkhi konuda aynı görüşe sahip olmalarıdır.
• Kıyas: Kelime olarak ölçmek, karşılaştırmak, tespit etmek anlamlarına gelen kıyas İslam hukukunda “ hakkında nass ( ayet, hadis ) bulunan bir olayın hükmünü, aralarındaki ortak illet sebebiyle, hakkında nass bulunmayan bir olaya vurgulamak” şeklinde tanımlanmaktadır. Tâli Kaynaklar:
• İstihsan: Bir şeyi güzel görmek, beğenmek anlamına gelmektedir.
• İstishab: Geçmişte ya da hali hazırda mevcut olan bir şeyin değiştiğine dair bir delil olmadıkça aynen devam ettiğine hükmedilmesidir.
• Sahabe Fetvası: Sahabeler Hz. Peygamber döneminde yaşamış, Kur’an ve sünneti en saf şekliyle müşahede etmiş kimselerdir. Bu sebeple onların hukuki görüşleri İslam hukukunun fer’ i kaynaklarındandır.
• Külli Kaideler: Hukuki meselelerin tamamı ya da büyük kısmı için geçerli olan genel hukuk kurallarıdır.


Osmanlı hukuk sistemi
Gelelim Osmanlı hukuk sistemine; Osmanlı hukuku şer’i hukuk, örfi hukuk ve cemaatler hukuku gibi kısımlardan oluşmaktadır. Osmanlı hukuku esas itibariyle İslam hukukuna dayanır. Bununla birlikte İslam hukukunun ayrıntılı düzenleme yapmadığı anayasa, idare, vergi ve ceza hukuku gibi alanlarda Osmanlı padişahlarının kanunnamelerle oluşturdukları bir hukuk bulunmaktadır. Buna örfi hukuk adı verilmektedir. Cemaatler hukuku ise evlenme, boşanma ve miras gibi konularda gayrimüslimlere kendi hukuklarını uygulama imkânı verilmesi ile oluşmuştur. Osmanlı idaresi, İslâm dininin, toplum düzeni ve fertler arasındaki ilişkiler konusunda koyduğu emir ve yasaklardan oluşan şer’i hukuku, temel hukuk sistemi olarak kabul etmişti. Şer’i hukuk’un kaynakları ise Kur’ân, hadisler, toplumun benimsediği görüşler ise, Türk toplumu arasında Orta Asya’dan beri yaşayıp gelen âdet ve geleneklere dayanıyordu. Özellikle kamu hukuku alanında örfî hukukun ön plana çıktığı görülmektedir. Örfi bir hüküm, kıyasî bir hükmü geride bırakabilir. Fakat nâssı (Kur’ân, hadîs ve icma’ı ) tecavüz edemez. Onlara aykırı olmaz. Daha ileri gidenler, örfi, icma’ın şumûlü içine alırlar. Zira örf, Kur’ân ve sünnete aykırı olmamak şartıyla bir İslâm topluluğunun takip ettiği ve ulemanın tasvip ettiği bir kaide olunca icma sayılır. Şeri’ata aykırı olmayan her âdeti kabule temayül eder .Osmanlı Devleti’nin şanslı olduğu nokta oturmuş bir hukuki yapı ve işleyiş mirası üzerine kurulmuş olmasıydı. Bu sebeple bu devleti kuranlar Roma hukukunda olduğu gibi sıfırdan bir hukuki yapı kurmak zorunda kalmamışlardır. Osmanlı Devleti’nin büyük ölçüde hukuki ve kültürel mirasını devraldığı Anadolu Selçuklu ve Abbasi Devletleri esas itibariyle İslam hukukuna ve sonuncusu hariç olmak üzere belirli ölçüde de eski Türk- Moğol hukukuna dayanan bir hukuk düzenine sahiptiler. Osmanlıların yaptığı bir taraftan bu hukuki düzeni kısmen dönemin ihtiyaçları ışığında yeniden yorumlamak diğer taraftan da bu hukuk düzenini etkin bir tarzda hayata geçirmektir.
Her şeyde olduğu gibi hukuksal düzlemde de batıya örnek olan siyasî otoritenin ilk icraatı, batılı yasaların Osmanlı sistemine dahil edilmesinden ibarettir . Osmanlı örfî kanunları, göçüp gitmiş olan devletlerden, Bizans ve Sırp devletlerinden kalan kanunlardan ibarettir. Bu kanunlar, fetihten hemen sonra yapılan memleket tahrîrinde tahrir emîni tarafından yerinde yapılan araştırma ve soruşturma sonucu tespit olunur ve pâdişaha arz olunup onun tarafından onaylanarak kanunlaşır . Osmanlı hukuku, İslam hukukunun bir devamı mahiyetinde olmakla beraber kendine has özellikler taşımaktadır. Bu özelliklerde bir tanesi de Osmanlı hukukunda rastlanan örfi hukuk uygulamalarıdır. Osmanlılar, kendilerine intikal eden İslam hukukunda, zamanın gerektirdiği bazı değişikler ve ilaveler yapmışlardır. Ancak bu değişikler, Osmanlı hukukunun, daha önceki İslam devletlerinin uyguladığı hukukla paralelliğini bozmamıştır. XIX. Yüzyılda Osmanlı hukukunun kaynakları arasına Batı hukuku da girdi. Tanzimat ve ıslahat fermanlarında Batı hukukunun tesiri açıkça görülür. Ayrıca yeni kanunlar hazırlanmasında şeri’ ata ve örf ‘e dayanan eski hukukun yanında Batı hukukuna ait unsurlardan da faydalanılmıştır. Özellikle kanun-i esasî ‘de bu durum kendini açıkça ortaya koymaktadır . Tanzimat sonrası kanunlaştırma faaliyetlerinin diğer türünde, Avrupa ülkelerine ait kanunlar tercüme yoluyla alınmıştır. Buna “iktibas’’ adı verilmektedir. 1266 tarihli Kanunname–i Ticaret, 1280 tarihli Ticaret –i Bahriye Kanunnamesi, 1274 tarihli Ceza Kanunname–i Hümayun ’u, 1297 tarihli Usul–ü Muhakemat–ı Hukukiye Kanunu ve 1296 tarihli Usul–ü Muhakemat–ı Cezaiye Kanunu iktibas yoluyla alınan kanunlardır. Yukarıdaki beş kanun da Fransız kanunlarından tercüme yoluyla iktibas edilmiştir .
Önceki İslam devletlerinde görülen mezalim divanları, Osmanlı ‘da daha gelişmiş bir şekilde Divan–ı Hümayun olarak ortaya çıkmıştır. Abbasiler, Selçuklular gibi İslam devletlerinde çeşitli adlar altında kurulmuş olan divanlar, Osmanlılar tarafından daha da geliştirilmiş ve padişah divanı anlamında Divan–ı Hümayun olarak adlandırılmıştır. Divan–ı Hümayun‘da örfî ve şer‘i davalar görülebilmekte olup örfî davalara veziriazam, şer‘i davalara ise Rumeli kazaskeri bakmaktadır . Kanunnameleri toplama ve tertip etme görevi nişancıya tevdi edilmiştir. Bir bakıma Şeriat için müftü ne ise, örfi kanunlar için de nişancı da aynı sayılmış ve bu nedenle nişancıya müftî–i kanun lakabı verilmiştir. Padişahın çıkardığı bütün örfi kanunlar, nişancının onayından geçmiştir. Zira padişah tuğrasının çekilmesi nişancı eliyle yapılmıştır. Tımar teşkilâtının, toprak tasarrufunun kütük defteri niteliğindeki tahrir defterleri nişancının gözetimi ve kontrolü altında tutulmuştur. Dolayısıyla örfi hukuka ait meselelerde en son geçerli kanunu bildiren makam nişancılık makamı olmuştur . Dolayısıyla padişahın çıkardığı bütün örfi kanunlar nişancının elinden geçer, zira onların tasdiki, yani padişah tuğrasının çekilmesi nişancı vasıtasıyla yapılır. Diğer taraftan vergi sisteminin, tımar teşkilâtının, arazi tasarrufunun kütük defterleri mahiyetinde olan tahrir defterleri onun nezaret ve kontrolü altındadır.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında “Koca Nişancı” lakabıyla ün kazanan ve Osmanlı kanunlarının düzenlenmesinde büyük hizmet ve emeği geçen Celal Zâde Mustafa Bey’in nişancı olduğu tarihte (1534-1556) defterdarlığa tayin edilen Nevbahar Zade, kanun gereği davet ve merasimde nişancıdan üstün olması gerekirken, evvelce kendisi Koca Nişancı’nın yanında divit arlık ettiği için, eski efendisinin üst tarafında yer almak istememiş ve “Ben dün karşısında el kavuşturup hizmet ettiğim velinimetim olan Mustafa Çelebi’ye takaddüm edemem (üstünde yer alamam), isterlerse azletsinler” diyebilmiştir. Padişaha arz edilen bu durum üzerine Sultan Süleyman durumdan gayet memnun olmuş, bundan böyle divanda nişancı ve defterdardan hangisi kıdemli ise, onun takaddüm etmesini emretmiştir. Böylece “Koca Nişancı” Defterdardan üst rütbede sayılmıştır. Ancak XVII. yüzyıl ve sonrasında yaşanan gelişmeler, nişancılığı önce sembolik bir duruma düşürmüş; ardından da bu kurum kaldırılmıştır. Yine bu hukukun oluşumunda önemli rol oynayan Divan-ı Hümayun’ un Nişancı dışındaki iki önemli üyesi de Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, şer’i hukukun temsilcileridir . Ayrıca Kazaskerler divan(hükümet) üyesi idiler. Divanda görüşülen hukuki konularda söz sahibi idiler ve onların reyi kesindi. Kazâ mahkemelerinde halledilemeyen davalar divanda kazaskerler tarafında karara bağlanırdı. Yani bir nevi temyiz mahkemesi görevini de kazaskerler yerine getirirdi. Bu kararlar kesindi. Ayrıca imparatorluktaki bütün kadıların ve müderrislerin tayin, terfi ve azilleri konusunda da kazaskerler yetkili idi. Kazaskerlerin emrinde bu işlerde kendine yardımcı olan tezkireci, ruznamceci, matlabcı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda denilen görevlilerden oluşan bir büro vardı. Kazaskerler bir yıl görevde kalırlardı. Kazaskerlikten sonra gelinebilecek tek makam şeyhülislamlıktı . Şeyhülislamlık yargı yetkisi tanınmadığı gibi Divan-ı Hümayun, yani hükümet üyesi olmayan şeyhülislamlar, kendilerine sorulan hukuki meselenin çözüm şeklini Hanefi mezhebini muteber kaynaklarına göre ortaya koymak ve fetva vermekle yetkili ve görevli kılınmıştır. Klasik dönemde şeyhülislamlığın belirli bir makamı olmamıştır. Osmanlının klasik dönemindeki şeyhülislamlar, genel kural olarak Allah ve Resulünün emrine uygun davranmayan yönetici padişah da olsa yanında yer almamış ve emirlerine itaat etmemiştir. İslam hukukunun açık hüküm ve ilkelerine aykırı uygulamalara karşı çıkan şeyhülislamlar, padişahları hukuk dışı kararlardan vazgeçirmiştir. Şeyhülislam Ebussuud (1545-1573 ), o zamana kadar padişahın iradesiyle çıkarılan kanunları ve örfi müesseseleri şer’i hükümlere uydurmak için çaba harcamıştır. Nitekim Ebussuud’ un arazi kanunu ve vergileri hakkındaki yorumu Osmanlı kanunlarına kılavuzluk etmiştir. Kıbrıs’ın fethinde, toprak üzerinde sekizde bir vergi alınması yerine beşte bir alınmasını kabul ettirmiştir. Daha sonraki dönemlerde ulemanın şer’i hükümleri dikkatle uygulaması ve kalıplaştırması karşısında, toplum ihtiyaçlarına daha serbest çözümler getirmeye çalışan bürokratlar arasında mücadelenin başlamasına sebep olmuştur.
İslâm dünyasında kadı adı verilen hâkimleri belli yargı çevrelerinde dava görüp çözümlemek üzere devlet başkanı tayin ederdi. Hz. Peygamber bizzat dava dinleyip hüküm verdiği gibi, kadılar da tayin etmiş; O’ndan sonraki halifeler de bu yolda hareket etmişlerdi. Abbasîler zamanında kadıülkudatlık adlı bir makam ihdas edilerek İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin gözde öğrencisi, büyük hukukçu Ebu Yusuf bu makama getirilmişti. Günümüzdeki adalet bakanlığı ile temyiz mahkemesi ve yüksek idare mahkemesi başkanlıkları gibi görevlere karşılık gelen bu makam artık kadıları tayin etmeye ve halifenin yargı yetkisini onun adına bu makam kullanmaya başladı. Osmanlı Devleti’nde de ilk olarak Osman Gazi tarafından kadılar tayin edilmiş; Sultan I. Murad zamanında da önceki İslâm devletlerindeki kadiülkudatlığın benzeri kazaskerlik kurumu ihdas edilmiş, kadıları artık bu makam tayin etmeye başlamıştır . Ceza hukuku İslam'ın ilk asırlardan itibaren büyük ölçüde kadıların kaza salahiyetinin dışında kalmıştır. Büyük, küçük suçların ekseriyeti salıibu'ş-şurta, veliyyü'l-cerii'im diye adlandırılan emniyet yetkililerince incelenmiş ve cezalandırılmıştır. Öte yandan müntesip, ya da çarşı ve pazar kontrol memurları, ticari anlaşmazlıklar ve İslam ahlakına haykırı suçlarla meşgul olmuşlardır. Kadıların önleyemediği resmi görevlilerin zulmünü kontrol etmek, adaletten imtina edenlerin fiillerini düzeltmek ve haksızlık işleyen kimselere mani olmak için Halifeler, Şikayet Mahkemeleri tesis ettirmişlerdir. Mezalim divanı diye bilinen bu mahkeme, İbn Haldun'un tarihinde görüldüğü üzere "hükümdarın otorite gücü ile kadıların kaza salahiyetini birleştirmektedir."2 Mezalim mahkemeleri, hükümdar, vezir, vali veya saray erkanından bir kimsenin başkanlığında işleyen laik müesseseler idi. Çok kere kadılar da bulunmasına rağmen bu mahkemeler kadıların, adaleti dini hukuka göre icra ettikleri normal hukuk mahkemelerinden farklı idi . Padişah yargı yetkisini kadılar vasıtasıyla kullanırdı. Doğrudan padişah fermanıyla atanan kadılar’ın özlük işlerini, kadıasker yürütürdü. Fakat kadı, padişah yani devlet adına hüküm verirdi. XVI.yüzyılda Osmanlı devleti iki binden fazla kaza’ya ayrılmıştır. Kadı, kazanın en büyük ve en önemli amiriydi. Yargı görevinin dışında, mülki, beledi, askeri, mali ve noterlik konularında da geniş yetkilere sahipti. İşleri yoğun olan yerlerde kadılar kendilerine kadılık vasıflarını haiz kimselerden vekiller seçebilirlerdi. Bunlara naib denirdi. Kimi zaman uzak yerlere tayin edilen kadılar görev yerlerine gitmeyerek merkezde kalır ve yerlerine naib tayin ederlerdi. Önceleri kadıların muayyen maaşları yoktu, mahkeme gelirleriyle geçinirler, yanlarındaki naib, kâtip, muhzır ve mübaşir gibi görevlilerin maaşlarını da kendileri karşılarlardı. Kadılar, dava görmenin yanı sıra, bulundukları yerin idare, maliye ve belediye işleriyle de görevliydiler. O devirde muayyen mahkeme binaları yoktu. Kadılar ya evlerinde veya camilerde dava dinlerlerdi. Hatta bazen yolda giderken bile kadıya başvurup davasını arz edenler olur, hemen ayaküzeri dava görülüp karar verildiği olurdu. Kadılar birbirlerinden rütbe ve gelir bakımından ayrılırlardı. Bunun dışında aralarında bir hiyerarşi söz konusu değildi. Mülkî âmirlerin de kadılar üzerinde denetim yetkisi bulunmuyordu. Kadılar merkezden tayin edilir ve doğrudan merkezle yazışmalarını yürütürdü. Bulundukları kaza çevresinde en önemli mülkî amir ve yargıç olan ve çok fazla iş yükü bulunan kadılar bir kısım yardımcılara ihtiyaç duymaktaydı. Bunlar: naib, muhzır, subaşı, asesbaşı, çavuş, tercümanlar, müşavirler, mübaşirler, kâtipler ve kassamlardır. Bu yardımcıların kısaca görevleri: Muhzır: Davalı ve davacıyı kimi zaman da şahitleri mahkemeye getirmekle görevlidir. Subaşı: Eski Türk devletlerinde yaygın şekilde kullanılan bir unvan olan subaşı, Osmanlılarda anlam değişikliğine uğramış ve bir şehrin muhafızı anlamında kullanılmıştır. Asesbaşı: Asesbaşılık Yeniçeri ağa bölüklerinden birisi, asesbaşı da bölük kumandanıdır. Çavuş: Osmanlı’da elçilik, haberleşme, memleket ahvalinin araştırılması gibi görevlerde bulunmuştur. Tercümanlar: Kadı’nın görev bölgesinde farklı diller konuşan milletler olduğundan kadı mahkemelerde tarafların ve şahitlerin beyanlarını anlamak için tercüman kullanmak zorundaydı. Müşavirler: Şer’iye mahkemelerinde kadı kendi bilgisine göre hüküm vereceği gibi ihtiyaç duyduğu takdirde hukuku iyi bilen müşavirlerden de faydalanırdı. Mübaşirler: Mahkemede bugün olduğu gibi celp ve tebliğ işlerini yaparlardı. Kâtipler: Mahkemede yazışmalar, tarafların iddia ve savunmaları ile şahitlerin beyanlarını zapta geçirilmesi kâtipler tarafından yapılmaktadır. Kassamlar: Osmanlı Devleti’nde ölen kimselerin mirasını mirasçılar arasında taksim eden memurlara kassam adı verilmektedir.

Tanzimat öncesi dönemin temel yargı teşkilatı olan şer’iye mahkemelerinde yargılamayı kadı yapmaktadır. Bazı belgelerde kadı yerine ‘’hâkimü’l-vakt’’ veya ‘’hâkimü’ş-şer’’ kavramları da kullanılmaktadır. Osmanlı’ da en önemli mülki amir olan kadı bulunduğu yargı çevresinde pek çok idari görevi de yerine getirmektir. Osmanlı Devleti’nde ilk kadı Osman Gazi tarafından Karacahisar’a tayin edilen Dursun Fakih’ dir. Hâkim tayin etmek devlet otoritesini asıl sembolü sayıldığında, Osmanlı Devleti Dursun Fakih’in kadı tayin edilmesiyle kurulmuş sayılmaktadır. Kadılar padişah beratı ile tayin edilirdi. Buna göre bir yargı çevresinde bulunan halkın, günümüzdeki noterlik işlemlerine benzer işleri, evlilik sözleşmeleri, vasiyatnamelerinin infazı, miras paylaşımı, yetim ve gaiblerin mallarının korunması, vasi ve naiblerin atama ve azilleri gibi bütün hukuki gayeler o yerin kadısı tarafında karara bağlanmıştır .Çeşitli konularda meydana getirilen kanun ve nizamlara kanunnâme adı verilirdi. Bunlardan ilk önemli kanunnâme’yi Fâtih Sultan Mehmed yapmıştır ki, Fâtih kanunnâmesi olarak bilinir. Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman’ın da kendi adlarıyla anılan kanunnâmeleri vardır. kanunnâmeleri vardır. Bunların dışında, her eyalet ve sancağın kendi ekonomik ve sosyal özellikleri dikkate alınarak düzenlenmiş kanunnameleri vardı. Sancak kanunnameleri Osmanlı hukuku içerisinde mühim yer tutar. Bu kanunnamelerde toprak tasarrufu, vergi sistemi ve tımar düzeni teferruatıyla ele alınmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra, sınırsız bir otorite kazanan Fatih, merkezi, bürokratik yönetim yapısını kesin olarak oluşturmuştur. Bu maksatla Fatih, daha önceki kanunları da bir araya toplatmış ve biri devlet teşkilatına, diğeri ise maliye ve ceza alanlarına ait iki kanunnâme haline getirtmiştir. Bu kanunnâmelerin birinin askeri sınıfa diğerinin reaya ait olması, diğer bir tabirle birinin vergi mükellefiyle yükümlü olan ve yönetilen halka, diğeri ise vergiden muaf askeri sınıfa ait olmuş ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin temel yapısıyla ilgili temel anlayışı yansıtmıştır. Kadıasker, askeri sınıfın, kadılar ise reayanın davalarına bakmakla yetkili kılınmıştır.
Fâtih Sultan Mehmet’in devlet teşkilâtına ait kanunnâmesi, kendi emriyle toplamış, onun tarafından kontrol edilip tamamlandıktan sonra ilân edilmiş resmî bir kanûnnâmedir. Kanunnâmenin başında pâdişahın doğrudan doğruya kendisi tarafından yazılmış bir emri vardır ve aynen şudur: “ Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur, benim dahi kanunumdur, evlâd-i kiramım neslen ba‘de neslin bununla ‘âmil olalar.”Bu kanunnâme üç bâba ayrılmıştır: Birinci bâbda, sırasıyla veziriazam, şeyhülislam ve sultanın hocası ve vezirler arasındaki hiyerarşi, sonra resmi bir toplantıdan devlet büyüklerinin mertebe ve yerleri ve divandaki mertebeler belirtilmektedir. Pâdişaha doğrudan doğruya arzda bulunmaya yetkili olanlar gösterilmekte ve atama dereceleri devlet işlerinin görüşülmesine ve hüküm vermeye yetkili olan divan üyeleri (vezirler, defterdar, kadıaskerler, nişancı ), katiplerin ve merasimlere nezaret eden memurların bürolardaki büyük memurların mertebeleri ve atamaları kaydedilmektedir. Ondan sonra kadılar merâtibi ele alınıyor. Devlet büyüklerinin oğullarına verilen hizmet ve tımarlar vb. gösterilerek bâba nihayet veriliyor. İkinci bâbda, divan, has oda ve diğer saray hizmetlileri, bayramlaşma merasimi sefer esnasında gözetilecek merâtip ve hizmetler, hazine hakkında maddeler yer almıştır. Üçüncü bâbda ise dirliklere dahil bulunan cerîmeler, has, tımar ve salyâne, tekaütlik, defterdarlar ve kadıların alacakları aidât ve resimler, ulûfe ve en nihayet büyük memurlara hânedan azasına yazılan yazılarda kullanılacak unvanlar gösterilmiştir. Bu kanunnâmeyi toplama ve tertip etme görevi nişancı Leyszâde Mustafa oğlu Mehmed’e emredilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed'in kanunnamesinin ceza kanununa siyasetnamenin ilave edilişinin neticesi, meşhur Kanunname-i Ali Osman'ın birinci bölümünü teşkil eden Ceza Kanunnamesi ortaya çıkmıştır. Bu, zina, adam öldürme, yaralama, şarap içme, hırsızlık, kadın (yahut çocuk) kaçırma, yangın çıkarma ve diğer birçok suçlarla ilgilidir, ve yukarıda belirtildiği gibi, ceza usulü hakkında kaideleri de ihtiva eder. Bunun metni, 1913/4 yıllarında Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası'nda Kanuni Sultan Süleyman'ın Kanunnamesi olarak yayımlanmış ve o zamandan beri bunun, Kanuni devrinde telif edildiği fikri yaygın olarak kabul edilmiştir . Fatih kanunnameleri de, kadim Türklerden gelen ve nesilden nesle devam eden devlet kanunları dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bu bakımdan şer’ i hükümlerin yanında, sadece hükümdarın iradesinden kaynaklanan bir örfi hukuk alanı genişlemiştir. Şer’i hükümler asli kanunu oluşturmuş, bunun yanı sıra padişahın kanun adıyla çıkarttığı kurallara ulemanın karışmaya hakkı olmadığı 17 ‘ inci asır başlarına kadar egemen olmuştur. Fatih bu yetkiye dayanarak birçok kanun ve yasak name çıkarmıştır ve bunlar padişah emirleri şeklinde ilân edilmiştir. Kanunun uygulanmasında kendi oğulları için dâhi ayrıcalık tanımayan Fatih için, adaletin yerine getirilmesini, hükümdarın irade ve otoritesinin tam olarak uygulanması anlamını taşımıştır . Kanûnî’nin Şeyhülislâm Ebüssüûd Efendi’ ye hazırlattığı kanunlar en güzel örneklerdir. Şerîat hükümlerine hiç karşı gelinmeden, bir hukuk dehâsı ile, çağın cihan devletinin ihtiyaçlarına, çok güzel cevap verilebilmiştir. Hayvanların eziyet görmemesine kadar kanûnî tedbirler getiren Osmanlı hukuku, medenî hukuk sâhasında, Ahkâm-ı Adliye , cumhûriyetin ilk yıllarına kadar kalmıştır ki bugün de İslâm ülkelerinde yürürlüktedir . Aslında Tanzimat yasaları genel olarak modernleşme ve İslâm arasında uyum yaratmaya çalışmışlardır. Örneğin Fransız Medeni Kanunu’ndan esinlenerek oluşturulan Mecelle, ulemanın tepkisi sonucunda önemli bazı değişiklerden geçirilerek yürürlüğe sokulmuştur. Tarihçi, hukukçu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın (1828-1895) eseri olan Mecelle, Hanefi mezhebinin ilkelerine uygun olarak hazırlanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa ve yandaşları ise Osmanlı Devleti bir İslam olduğuna göre Hristiyan bir memleketten Müslümanlar için medeni kanun alınmasının sakıncalı olduğunu, bu hükümlerin halka uymayacağını, mevcut İslam medeni hukuk kurallarını sistemli bir biçimde bir araya toplamanın amacı sağlamaya yeterli olacağını savunuyorlardı ve Cevdet Paşa’ya göre İslam hukukunu bırakıp, Fransız Medeni Kanunu’ndan modern bir medeni kanun çıkarmak İslam ümmetini yıkmak demekti. Sonunda bu tartışmanın özel bir komisyonda ele alınmasına karar verildi. Fuat Paşa’nın başkanlığında toplanan ve bazı nazırların da aza yapıldığı komisyonda Mithat Paşa ve Ticaret Nazırı Feyzi Paşa’nın bir Batı medeni kanunu tercüme edilerek memleket ihtiyaçlarına uygun şekilde tekrar düzenlenmesi fikrine Fuat, Ahmet Cevdet ve Şirvanzade Rüşdi Paşaların karşı çıkmaları üzerine yapılan uzun müzakereler sonunda, Cevdet Paşa’nın İslam hukukundan yararlanılarak bir medeni hukuk neşredilmesine dair fikirleri uygun bulunarak, kurulacak bir komisyonun bu kanun metninin hazırlanmasına karar verildi. Rüştü Mola Efendi’nin başkanlığında dört azadan mürekkep Mecelle Cemiyeti, 1868-1876 seneleri arasında çalışarak, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye ya da kısaca Mecelle adı verilen eseri hazırladı. Mecelle, kitap adı verilen bölümler halinde hazırlandı ve biten her kitap Heyet-i Vükela veya Şeyhülislam vasıtasıyla padişaha sunuldu ve hem kanunlaştırıldı. 225 Mecelle, mukaddime, 99 maddelik genel hükümler ve 16 kitaptan tamamı 1851 madde olan meseleci (kazuistik) yöntemle hazırlanmış bulunan mecelle de borçlar hukuku ağırlık taşımakta, eşya hukuku ve hiç yeri olmadığı halde usul hukukuna ilişkin hükümlerde yer almaktadır. Memleketteki medeni hukuk boşluğunu doldurmak için yola çıkılmış olunmasına rağmen, Mecelle de kişi, vakıf, aile ve miras hukuklarına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Bu nedenle, Mecelle gerçek bir medeni kanun vasfına haiz değildir . Mecelle hazırlanmasından sonra Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hicaz, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin gibi ülkelerde Medeni Kanun olarak uygulanmasının yanında, günümüzde bir kısım İslam devletlerinin Medeni Kanunlarına da kaynaklık etmiştir. Bu sebeple Mecelle’yi sırf Osmanlı Devleti’ne ait bir kanun değil milletlerarası nitelikte bir kanun kabul etmek gerekir . Gerek Osmanlı devletinde ve gerekse diğer İslam devletlerinde yapılan kanunlaştırmalara öncülük ve örneklik teşkil etmiştir. Ayrıca, düzenleme kanunların uygulanmasında büyük kolaylık ve kesinlik getirmiş bu nedenle Mecelle Cumhuriyet dönemine kadar yürürlükte kalmıştır .

Sonuç olarak Osmanlı hukuk sistemi denildiğinde akla iki şey gelir. Bunlardan birincisi şer’i hukuk sistemidir ki bu da Kuran-ı kerim ve sünnet anlayışını ölçüt almaktadır. İkincisi örfi hukuk sistemidir. Bu sistemin de kaynağı gelenek, görenek, anane, örf ve Türklerin ta Orta Asya’dan beri süregelen adetleridir. Ayrıca Osmanlı da Divan-ı Hümayun denilen “Danışma Meclisi” vardı. Bu meclis gerektiğinde Hukuk’a ait meselelerin görüşülüp tartışıldığı, padişah ile istişare edildiği bir meclisti. Bu meclisi Osmanlı devleti önceki devletler olan Abbasiler, Selçuklular gibi İslam devletlerinde çeşitli adlar altında kurulmuş olan divanlar, Osmanlılar tarafından daha da geliştirilmiş ve Divan-ı Hümayun kurulmuştur. Divan-ı Hümayunda örfî davalara veziriazam, şer‘i davalara ise Rumeli kazaskeri bakmaktadır. Bu danışma meclisinde Kazasker, veziriazam, nişancı bulunmaktaydı. Kazasker, Kazâ mahkemelerinde halledilemeyen davaları divanda karara bağlardı. Yani bir nevi temyiz mahkemesi görevi görüyordu. Kazaskerlikten sonra gelinebilecek tek makam Şeyhülislamlıktı. Şeyhülislamlar kuralların İslamla bağdaşıp bağdaşmadığını kontrol ederdi. Şeyhülislamın verdiği kararı padişah dahi çiğneyemezdi.
İslam’la birlikte kadı adı verilen hakimler tayin edilmiştir. Kadılar kazalarda bulunup kazanın en büyük ve en önemli amiriydi. Yargı görevinin dışında, mülki, beledi, askeri, mali işler de geniş yetkilere sahipti. Kadılar yani bugünkü noterlik, evlendirme memurluğu, yetim ve gaiblerin mallarının korunması işlerini yapardı.
İstanbul’un fethinden sonra; Fatih, daha önceki kanunları da bir araya toplatıp ve biri devlet teşkilatına, diğeri ise maliye ve ceza alanlarına ait iki kanunnâme hazırlatmıştır. Birini askeri sınıfa diğerini halka ait olmasını istemiştir. Ve bu kanunun tarihteki adı kısaca Fatih kanunnamesi olmuştur.
Diğer yandan Osmanlı devleti batılı devletlerden birçok kanun alarak bu kanunları “kendi özüne uygun” hale getirmiştir. Bu kanunlar İsviçre’den alınan “Mecelle kanunu” ve Fransa’dan alınan kanunlardır. Osmanlıda bu kanunlar daha sonra kaldırılmıştır. Ama hala bu kanunlar bazı Avrupa ülkelerinde uygulanmaktadır.

KAYNAKÇA
Kod:
   AYDIN, M. Akif: Genel Türk Tarihi, Yeni Türkiye Yayınları, Cilt.6, e.d. Celâl Güzel ve Ali Birinci, Ankara, 2002
•    DEMİR, Abdullah: Osmanlı Teşkilat Tarihi, Grafiker Yayınları, e.d. Tufan Gündüz, Ankara, 2012
•    http://www.sosyalarastırmalar.com/ cilt6 say:24_pdf/Yetkin_Aydın.pdf, 03.04.2013
•    http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/731/9319.pdf,  17.04.2013
•    http://www.ekrembugraekinci.com/pdfs/tanzimatmahkemeleri.pdf, 17.04.2013
•    http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-2010-59-04/AUHF-2010-59-04-pamir.pdf, 17.04.2013
•    İNALCIK, Halil: Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv Çalışmaları, İncelemeler, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1993
•    İNALCIK, Halil: Klâsik Çağ (1300-1600 ), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011
•    İNALCIK, Halil: “Seçme Eserleri-2” Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmaları-1 Klasik Dönem (1302 – 1606 ) Siyasal, Kurumsal ve Ekonomik Gelişim, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009
•    ÖZTUNA, Yılmaz: “Hukuk’’, Osmanlı Devleti Tarihi-2 “Medeniyet Tarihi’’, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınevi Yayınları, cilt.2, Ankara, 1998
•    TAĞMA, Korkmaz:  Osmanlıyı Yücelten Nedenler, Kitap Neşriyat Dağıtım Yayınları, Ankara, 2010
•    ÜNAL, Mehmet Ali: Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi Yayınları, Isparta, 2007
•    YALÇINKAYA, Mehmet Alaaddin, YILMAZÇELİK İbrahim vs. , Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012