Evlatlarım, Bugünlerde Avrupa ile bütünleşmek ya da ona karşı birleşmek konusunda ikiye bölündüğünüzü ve tartıştığınızı öğrendim.

Siz, yani 21. asrın Türkleri bu tartışmaları yaparken, bu konunun ne kadar derin, ne kadar şiddetli ve ne kadar hayati olduğunu anlıyor musunuz bilmem.

Bu yüzden size atanız, dedeniz olarak bazı hatırlatmalarda bulunayım dedim (tabii sizin dilinizle).

Türkiye'nin -o zamanki deyimle- "garplılaşması" meselesi yüzyıllar boyu tartışılmış ve bu uğurda çok kan dökülmüştür.

Mekânı cennet olası dedem Fatih Sultan Mehmet'in Konstantiniyye'yi aldıktan sonra Vatikan'daki Katolik Papası'na bir mektup yazdığını ve "Hektor'un öcünü aldım" dediğini Montaigne adlı Fransız yazardan okumuşsunuzdur. Bu dava o zamandan beri sürüp gelir.

Evlatlarım,
Ben Osmanlı tahtına oturduğumda 28 yaşında idim. O yıl Büyük Fransız İhtilali oldu. Bizim dışımızdaki dünyanın süratle değişmekte olduğunu ve buna ayak uyduramaz isek çok kötü duruma düşeceğimizi fark ettim. Bu yüzden bir dizi ıslahat (siz reform diyorsunuz) yapmaya kalkıştım.

Ülkenin idari, siyasi ve askeri yapısını değiştirmeye giriştim.

O sırada üniversitelerdeki profesörlerin, -medreselerdeki müderrislerin- mahkemelerdeki kadıların ve devlet memurlarının "silsile" denilen bir metotla yükselme imkânı vardı. Yani hiçbir bilimsel çalışma yapmadan, mesleki olarak gelişmeden sadece tekkeyi bekleyerek yükseliyorlardı. Bilimsel ya da mesleksel yetkinlik aranmıyor, sadece yukarısı boşaldıkça aşağıdakiler yükseliyordu. Derhal bu sistemi değiştirdim ve herkesi sınava tâbi tuttum. O makamlara layık olanlara layık olanlar kalacak, olmayanlar gidecekti.

Askeri disiplin sağlanması için çok önemli adımlar attım. Fransa'dan Avusturya'dan hocalar getirttim. Mühendishane-i Berr-i Hümayun adıyla bir fen okulu açtırttım. Batı dillerinden kitaplar tercüme ettirttim.

Bunun üzerine bana "gavur padişah" adını taktılar. "Allah bilir bu padişah bize yakında frenk esvabı ve şapka giydirir" dediler. "Sultan Selim'i cin zaptetmiştir" diye rivayet çıkardılar.

Oysa ben dünyada Fransız İhtilali ile doruğa çıkan değişimin, önüne çıkan her şeyi silip süpürdüğünü ve bir dizi reform gerçekleştirmezse Osmanlı'nın da sonunun geleceğini görüyordum. Hayalim "Müslüman ve Avrupalı bir ülke" olabilmekti.

Evlatlarım,
Ben padişah Üçüncü Selim dedeniz, bu projenin bedelini çok ağır ödedim.

Beni önce tahttan indirip kafes arkasına kapattılar. Orada ön dört ay hapis kaldım. Sonra beni tekrar tahta oturtmak için İstanbul'dan gelen Alemdar Mustafa Paşa saraya girmeden önce, bazı baltacılar ve bostancılar, kaldığım daireye baskın yaptılar. Orada eşim Refet Kadın ve iki cariyemle, beyaz entarimi giymiş oturmakta idim. Girenler kılıçlarını ve hançerlerini kaldırıp üstüme saldırdılar. Cariyem Pakize kendisini benim önüme attı ve kılıçları tuttu; elleri kan içinde kaldı. Ondan sonra eşim de kendini kılıçların önüne attı ama ikisini de sürükleyip bir kenara fırlattılar. Ben tekbir getirmeye başladım. İlk kılıç darbesi yüzümü ikiye böldü, daha sonra inen kılıç ve hançer darbeleri ile birlikte ruhumu teslim ettim.

Beni daha sonra hep "garplılaşma inkılâbının şehidi" olarak andılar. Size bu mektubu göndermemin nedeni, 200 küsur yıl önce ülkeye Batılı reformlar yaptırmaya çalışan dedenizin başına gelenlerden ibret almanızdır.

Ama zaman her şeyi değiştirir. Belki de benim dönemimde başarılamayan işi siz, 21. asrın Türkleri başarırsınız.

Beni "gavur padişah" ilan ederek öldüren koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının önüne geçemediler, tam tersine bu süreci hızlandırdılar.

Umarım bu sefer siz galip gelirsiniz ve Avrupa Birliği üyesi olduğunuz gün, bu garplılaşma şehidi dedenizi de şöyle bir hatırlarsınız.

Ama unutmayın; işiniz hayli güç ve çetindir.