Osmanlıyı Yahudiler Ortadan Kaldırdılar:
ESAM’da ‘İstanbul’un Fethi ve Geleceğimiz’ konusunda konuşan Kadir Mısıroğlu, Sabetayistlerin her zaman ülke yönetiminde önemli nüfuzlarının bulunduğunu belirterek, Yahudilerin belli bir güce erişince de kendilerine engel gördükleri Osmanlı’yı ortadan kaldırdıklarını anlattı.

Tarihçi-Yazar Kadir Mısıroğlu, İstanbul’u fethinin 553. yılında önemli bir tarihi gerçeğe dikkat çekerek, "Sultan Fatih’i de yine bir Yahudi zehirlemiştir. Sultan Fatih, öldüğünde Gebze’deydi. Büyük Fatih, nereye gidiyordu, meçhul. Etrafındakiler, en yakınları bile bilmiyordu. Kimsenin bilmediği bu nedeni, Yakup Paşa biliyor muydu? Bu cinayet, bize neye mal olmuştur?" dedi.

ESAM’da ‘İstanbul’un Fethi ve Geleceğimiz’ konusunda konuşan Kadir Mısıroğlu, Yahudilerin geçmişi ve tarihteki etkinlikleri ile ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu. Miladi 4. seneden beri 2 bin yıldır sürgünde olan Yahudileri Filistin’de toplamak isteyen Yahudi gazeteci Theodor Hertzel’in 1897 yılındaki Basel Kongresi’ni gerçekleştirmek için büyük çaba harcadığını belirten Mısıroğlu, fakir ve yoksul Yahudilerin katıldığı bu kongreye maddi bir destekçi arayan Hertzel’in zengin Yahudi işadamı olan Rothschild’e gittiğini kaydetti. Önce Rothschild aleyhinde yerel gazetelerde haber çıkmasını sağlayan Hertzel’in, vergi borcu ve silah kaçakçılığı gibi açıkları bulunan Rothschild’in kongreye zorla da olsa destek vermeyi kabul ettirdiğini belirten Mısıroğlu, o dönemde kurulan Nazi Partisi’nin Rothschild ile ilgili çıkan bu yazılar nedeniyle Yahudi aleyhtarı politikaları benimsemeye başladığını kaydetti.

Yardıma karşılık Filistin...

Hertzel’in Rothschild adına Sultan Abdulhamit’e iki defa gittiğini, borç içindeki Osmanlı’ya yardım karşılığında Filistin’e yatırım yapma teklifi nedeniyle her defasında kovulduğunu anlatan Mısıroğlu, "Bunun üzerine Yahudiler başka bir planı devreye soktular. Yahudilerin Filistin’e göç etmeye zorlaması için Hitleri buldular. Yahudilerin bu şekilde kaçması hesaplanıyordu. Neticede onların istediği gibi oldu. Ama 5 milyon Yahudinin katledildiği ise yalandır. 500 bin Yahudi kamplarda toplanmıştır. Ben o kampları gezdim. Tarihi istatistiklere bakılırsa, hiçbir Yahudi diri diri yakılmamıştır. Sadece ölenlerin cenazeleriyle vakit kaybedilmemesi için yakılmıştır" dedi.

Fatih’i Yahudiler öldürdü

Hitleri, Yahudilerin ortaya çıkardığını vurgulayan Mısıroğlu, ancak yaşanan olayların Yahudilerin planladığı gibi gerçekleşmediği ve tarihte bir takım sapmalar meydana geldiğini dile getirdi.

Vatansız, devletsiz Yahudilerin Osmanlının kuruluşundan itibaren önemli görevlerde bulunduğunu, Orhan Gazi döneminde hastanelerde Yahudi doktorların bulunduğunu, Padişah Sarı Selim’in kayınpederinin Yahudi Yasef olduğunu hatırlatan Mısıroğlu, yine ehli imanın komutanı olarak ehli küfürü mağlup eden Fatih Sultan Mehmet’i öldüren kişinin de bir Yahudi olduğunu söyledi. Mısıroğlu, şöyle dedi:

"Sultan Fatih’i de yine bir Yahudi zehirlemiştir. Sultan Fatih, öldüğünde Gebze’deydi. Büyük Fatih, nereye gidiyordu, meçhul. Etrafındakiler, en yakınları bile bilmiyordu. Kimsenin bilmediği bu nedeni, Yakup Paşa biliyor muydu? Bu cinayet, bize neye mal olmuştur?".

Sabetayistler nüfuzlarını kullanıyorlar

Osmanlı’da olduğu gibi bugün de Türkiye’de Yahudiler ve sabetayistler hakkında ciddi bilgiye ve araştırmaya sahip olunmadığını belirten Mısıroğlu, şu anda Türkiye’de 100 bin sabetayist bulunduğunu savundu. Sabetayistlerin her zaman ülke yönetiminde önemli nüfuzlarının bulunduğunu belirten Mısıroğlu, Yahudilerin belli bir güce erişince de kendilerine engel gördükleri Osmanlı’yı ortadan kaldırdıklarını anlattı.

Dünyada iki milletin sürünmede ve sürgünde rekor kırdığını ifade eden Mısıroğlu, "Bunlar, Yahudiler ve çingenelerdir. Miladi 4. senede Hıristiyanlar tarafından Filistin’den çıkarılan Yahudiler 2 bin yıl boyunca dünyada dolaşıp, durdular" dedi.

Hıristiyanların Hz. İsa’nın doğum yeri olan Kudüs’e tekrar gelmesinden korkan Yahudilerin Hz. Meryem’in doğum yerinin Efes olduğu yutturmacasını ortaya attığını söyleyen Mısıroğlu, İslam hilafetini ortadan kaldıran Yahudilerin oyunlarından çekinen Papa’nın ise bu fikri destekleyen politika izlediği kaydetti. Mısıroğlu, Avrupa Birliği’nin de Yahudilere karşı korunmak için Papalık tarafından kurulduğunun da altını çizdi.




Gizli savaşın esrarengiz örgütü gladio

Adı gibi esrarengiz olan, casuslar savaşı ve komplolarla simgeleşmiş Soğuk Savaş döneminin ürünü olan 'Gladio'; geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen ve Türkiye'yi sarsan menfur Danıştay saldırı ve cinayetinin ardından sıklıkla telaffuz edilmeye başlandı.

Olayı takip eden gelişmelerin ve ardından yürütülen soruşturmaların gün geçtikçe birtakım karanlık ilişkileri ve hücresel yapılanmaları gündeme taşıması ve bu olayın ülkemizin siyasi ve ekonomik istikrarını bozmaya yönelik olduğuna ilişkin yaygın kanaatlerin oluşması, kuşkusuz bunun en önemli nedeniydi.

Bu ilk defa da olmuyordu aslında. Ülkemizde ne zaman provokatif yönü ağır basan bu tür terör olayları ya da eylemleri vuku bulmuşsa, ‘Gladio' olgusu da gündeme gelmişti. 1 Mayıs 1977 olaylarından günümüze kadar, birçok benzeri olayın arkasında bu tür bir yapının olabileceği zaman zaman kimi yazar ve araştırmacılar tarafından vurgulanmıştı. Bunun arkasında kuşkusuz, Soğuk Savaş döneminin şartlarında NATO tarafından, gerçekte potansiyel olarak ve jeo-stratejik anlamda Sovyetler Birliği'nin askeri tehdidi altında olan NATO üyesi Batı Avrupa ülkelerinde, herhangi bir işgal durumunda yerel unsurları örgütleyerek oluşturacağı paramiliter nitelikteki kuvvetleriyle uzun süreli bir direnişi gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan birtakım özel birimlerin; gerek bu dönemde ve gerekse daha sonra bazı ülkelerde ‘istikrarsızlaştırma' politikalarının birer aracı olabilecek operasyonlarda kullanılmış olma şüphesi yatmaktadır. Bu şüpheler aslında bir paranoya ürünü de değildir. Zira bazı Avrupa ülkelerinde bunu ortaya koyan gelişmeler yaşanmıştır.

Gerilim stratejisi ve istikrarsızlaştırma

Biz de bu yazı dizimizde ‘Gladio' olgusunu, gerek Soğuk Savaş döneminde ve gerekse daha sonra oynadığı roller açısından ele almaya çalışacağız. O halde, işe bu yapının nasıl ortaya çıktığıyla başlayalım. Gladio'nun ilk yapılanması; 1950'li yılların ilk dönemine rastlar. ‘Gladio' aslında NATO'nun, özellikle CIA ve İngiliz gizli servisleri destekli ‘stay behind' olarak bilinen büyük çaplı ve gizli bir operasyonun sadece İtalya ayağını ifade ediyordu. Öncelikli faaliyet alanı, ileride ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz İtalya olduğu ve görünen en büyük kısmı İtalya'da ortaya çıktığı için bu operasyon ve yapılanma dünya kamuoyunda ‘Gladio' ya da ‘Gladio Operasyonu' olarak bilindi. Yani Gladio, aslında sadece İtalyan ‘stay-behind' yapılanmasıyken, bu kavram diğer ülkelerde farklı adlarla bilinen yapılanmalar için de kullanıldı.

‘Gladio' etimolojik olarak Latince kısa ve çift taraflı kılıç anlamına gelmektedir. Bu bana terörist hareketlerin tarihte bilinen en eski örneklerinden birisi ve ilk gizli yapılanması olarak kabul edilen Sicarileri hatırlatıyor. Sicarilere de adını veren, kullandıkları ‘sica' isimli, kısa olduğu için kolayca gizlenebilen ama oldukça etkili suikast kılıçlarıydı. Dinsel bir tarikat olan Sicariler, M.Ö. 73-66 yılları arasında Filistin'de dini nitelikli ve örgütlü bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Tarihi kaynaklara göre bu tarikat, faaliyetlerini katı kurallara bağlı olmaksızın, şartlara bağlı olarak değişebilen taktiklerle yürütmekte, düşmanlarına gündüz ve özellikle kalabalık tatil günlerinde saldırmaktaydılar. Suikast şeklindeki adam öldürme ve cinayetler, Sicariler için adeta bir tür sanat olarak telakki ediliyordu. Kendilerini milliyetçi ve vatansever olarak tanımlıyorlardı. Sicarilerin öncelikli hedefleri ise, Mısır ve Filistin'deki dönemin Yahudi Barış Partisi'nin ılımlı mensuplarıydı.

İkinci Dünya Savaşı'nın yakıcı hararetinin ardından gelen Soğuk Savaş döneminde ki genellikle 1947'den Sovyetler Birliği'nin resmen dağılmaya başladığı 25 Aralık 1991 arası dönem kastedilir, özellikle ABD ve İngiltere'nin askerî ve istihbarat birimlerinin kontrol ve öncülüğünde 'Geride dur/Gölgede kal' olarak çevirebileceğimiz 'Stay Behind' kavramıyla ifade edilen ve sivil unsurları da bünyesinde barındırdığı için genelde yarı-askerî paramiliter nitelikte olan birimler oluşturuldu. ‘Stay behind', aynı zamanda bu operasyonun genel adıydı. Yapılanmaları genelde ‘özel kuvvetler'in yapılanmasına benzeyen bu birimlerin açıklanan resmî görevleri, Doğu Bloku'nun herhangi bir Batı Avrupa ya da NATO üyesi bir ülkeyi işgal etmesi durumunda, gayri nizami harp yöntemleriyle düşmanı durdurmak, oyalamak, zarar vermek, istihbarat elde etmek, iletişim ve lojistik unsurlarına sabotajlar yapmak, stratejik öneme sahip hedefleri yok etmek gibi bir takım özel görevleri ifa etmekti. Özellikle vurgulanması gereken bir görevi de bu ülkelerde Sovyet etkisi altında olan komünist partilerin iktidarı ele geçirmelerini engellemekti. 1984 yılından itibaren varlığından şüphe edilen Gladio'nun resmen ilan edilmesi, İtalya'da aşırı sağ radikal bir örgüt olan Avanguardia Nazionale üyesi Vincenzo Vinciguerra'nın 1990 yılındaki yargılanması esnasında oldu. Dönemin başbakanı Giulio Andreotti, 24 Ekim 1990 tarihinde bu yapılanmanın varlığını kamuoyuna açıkladı. Daha sonra yapılan soruşturmalar, bu örgütün neo-faşistler, mafya ve mason locası P2 (Propaganda Due - Propaganda 2) ile ilişkilerini ortaya çıkaracak ve belki çok daha önemlisi Gladio'nun İtalya siyasetinde önemli bir süreç olan 1970-1980 arası dönemde İtalyan Komünist Partisi (PCI)'nin seçimlerde başarı kazanmasını önlemek amacıyla uygulanan ‘Gerilim Stratejisi [strategia della tensione]'nin bir parçası olduğu anlaşılacaktı. Bu dönemde İtalya'da uygulanan gerilim stratejisi; kışkırtıcı ve tedirgin edici terör olayları yoluyla korku yaratmak, yönlendirici ve yanıltıcı bilgilendirme, ajan provokatörlerin kullanılması ve benzeri psikolojik harp unsur ve araçlarıyla kamuoyunun kontrol ve manipüle edilmesini amaçlıyordu.

Bu dönemde (1970-1980) özellikle Ordine Nuovo, Avanguardia Nazionale ya da Fronte Nazionale gibi neofaşist terör örgütleri, İtalya'da tam anlamıyla terör estiriyorlardı. Cinayetler cinayetleri, bombalamalar bir diğerini izliyordu. Ama olayın ilginç yanı ve can alıcı noktası, bu eylemler literatüre ‘sahte bayraklı [false flag terrorist attacks] terör saldırıları' olarak geçecek şekilde, komünist gruplar adına yapılıyordu. Yani bu olayları neo-faşist terör örgütleri, komünist terör örgütleri maskesi altında gerçekleştiriyor ve onlar adına üstleniyorlardı.

NATO bağlantılı örgütler

Diğer taraftan Soğuk Savaş döneminin komünizm tehdidine karşı kuruldukları ve halk destekli gayri nizami harp amaçladıkları için, Gladio tipi yapıların sağ ve milliyetçi unsurlar üzerinde şekillenmesi, en azından bunları bünyesinde barındırması belki de kaçınılmazdı. Daha sonra yapılan soruşturmalar, bu örgütlerin birtakım iç ve dış istihbarat örgütleri ve NATO'nun Sovyet tehdidine karşı geliştirdiği ‘stay-behind' projesinin ürünü olarak, bir tür gerilla tarzı direniş örgütü olarak eğitip donattığı Gladio örgütü tarafından desteklendiğini ortaya çıkaracaktı. Öyle ki 2000 yılında, 'Zeytin Ağacı Koalisyonu' olarak anılan bir Parlamento komisyonu tarafından hazırlanan bir raporda, Gladio tarafından izlenen 'gerilim stratejisi'nin; öncelikle İtalyan Komünist Partisi (PCI)'nin ve bir ölçüde de İtalyan Sosyalist Partisi (PSI)'nin iktidara gelmesini önlemek isteyen Amerika tarafından desteklendiği sonucuna varılmıştı.

Bu tip yapılar üzerinde sivil hükümetlerin ve sivil bürokrasinin ciddi anlamda kontrolleri zaten çok da mümkün değildi. Fakat bu konuda İtalyan kamuoyunun baskısının yarattığı siyasi kararlılık neticesinde, 1980 sonrası dönemde İtalya'da sadece mafyaya karşı değil; aynı zamanda bu tür yapılanmalara karşı da bir 'temiz eller' operasyonu başlayacaktı. Yerine getirmesi beklenen görevleri dikkate aldığımızda, bu tür bir yapının oluşturulabilmesi ilgili ülkelerin silahlı kuvvetleri ve istihbarat örgütlerinin karşılıklı işbirliğini gerektiriyordu. Dolayısıyla Gladio türü yapılanmalar, ulusal gizli servislere ya da ilgili NATO karargâhlarına bağlı çalışıyordu. Ülkelerin parlamentolarının ve çoğu zaman hükümetlerinin denetiminin dışında kalabiliyordu.

Stay behind örgütleri, özellikle Amerikan Özel Kuvvetleri ‘Yeşil Bereliler' ve İngilizlerin seçkin birlikleri olan SAS komandolarıyla birlikte eğitiliyor ve Amerikan CIA ile İngiliz gizli servisleri SIS ve MI6 tarafından donatılıp kontrol ediliyorlardı. Stay behind operasyonu kapsamında Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya, Luxemburg, Hollanda, Portekiz ve Türkiye gibi NATO üyesi ülkelerin yanı sıra; Avusturya, Finlandiya, İsveç ve İsviçre gibi tarafsız Avrupa ülkeleri de vardı. Doğal olarak bir bakıma NATO'nun gizli orduları sayılan stay behind yapılanması, ülkelere göre değişik ‘kod' adlar alıyordu: İtalya'daki kod adı ‘Gladio', Yunanistan'da Lochos Oreinon Katadromon - (LOK) [Yunan Dağ Tugayı ya da Helen Saldırı Gücü olarak bilinmektedir], Belçika'da SDRA8, Danimarka'da Absalon, Almanya'da TD BDJ, Luxemburg'da 'Stay-Behind, Hollanda'da I&O, Norveç'te ROC, Portekiz'de Aginter, İsviçre'de P26 ve Avusturya'da OWSGV idi. Bunların yanında bu yapılanmanın Fransa, Finlandiya, İspanya ve İsveç'teki adları halen bilinmemektedir.

Gladio’nun Türkiye uzantısı

Türkiye'de ise bu yapılanma başlangıçta ‘kontrgerilla' olarak adlandırıldı. Daha sonra ise, sonradan ‘Özel Kuvvetler Komutanlığı'na dönüşecek olan ‘Özel Harp Dairesi' ile ilişkilendirildi. Kanaatimizce bir bütün olarak Özel Harp Dairesi'ni Gladio'nun bir ürünü olarak düşünmek yanlıştı. Ama bu dairenin varlık amacı ve özellikleri göz önünde tutulduğunda, Gladio türü birimler oluşturulmuşsa, böyle bir yapılanma içinde olması en kuvvetli ihtimaldi. Aslında Gladio'nun buraya kadar olan hikâyesinde Soğuk Savaş döneminin özel şartlarında anormal olan bir şey de yoktur. Bu tür yapılanmaların varlığı, bu döneme ilişkin stratejik planlamaların bir gereği olarak oldukça rasyonel gözükmektedir. Ne var ki daha sonra bu yapılanmaların, zaman içerisinde varlık nedenleri olan resmi görevlerinin sınırlarını aştıkları ortaya çıkmaya başladı.

Özellikle 1990'lı yılların başlarında yayınlanan bazı araştırmalarda, bu tür yapılanmaların bulunduğu ülkelerde Gladio mensuplarının yurtiçinde de faaliyette bulundukları, birtakım istikrarsızlaştırma operasyonlarında kullanıldıkları, ulusal ve uluslararası düzeydeki siyasi komplolara alet oldukları ve hatta ülke içinde kimi zaman ideolojik bir savaşın kimi zaman da çıkar çatışmalarının bir aracı haline dönüştürüldükleri iddiaları yer aldı. Zaten stay behind örgütlerinin kimi ülkelerde büyük skandallara yol açmış olmasının nedeni, asıl kuruluş gerekçesi ya da varlığından ziyade, birtakım yurtiçi operasyonlarda temel amaçları dışında kullanılmış olmalarıdır. Bunun yanı sıra, özellikle İtalya'da Gladio yapılanması içerisinde sadece ordu ve istihbarat örgütleri mensuplarının değil; aynı zamanda mafya üyeleri veya bunlarla ilişkili işadamları ve bürokratların da yer aldığı anlaşıldı. İtalya'da Gladio'nun 5000 civarında mensubu olduğu tahmin ediliyordu.

NATO'nun İtalya'daki gizli ordusu Gladio'nun varlığını keşfeden yargıç Felice Casson oldu. Cason, Gladio'nun izine 1990 yılında aşırı sağ terör örgütlerin eylemleriyle ilgili olarak Roma'da yürüttüğü bir soruşturma esnasında girdiği askerî istihbarat servisinin arşivinde rastladı.

Bulduğu belgelerde bu birimin terör olaylarıyla yakın ilişkisi olduğu sonucuna vardı. Yargıç Cason, BBC'ye yaptığı bir açıklamada, muhafazakâr ve tutucu eğilimlerin güçlendirilerek, İtalya'da sol partilerin zayıflatılması için bu dönemde bir gerilim stratejisinin uygulandığını açıkladı. Çünkü Soğuk Savaş döneminin 1970'li ve 80'li yıllarında ABD ve İngiltere, güçlü bir İtalyan Komünist Partisi'nin Sosyalist Parti'yle oluşturacağı bir ittifakla, NATO ittifakı içerisinde önemli bir yeri olan İtalya'da iktidar olmasının, NATO'yu zayıflatacağından korkuyordu. Cason'u bu düşünceye sevk eden, geçmişteki birtakım terör olaylarına ilişkin olarak elde ettiği belge ve delillerdi. Cason'un bu dönemde uygulanan gerilim stratejisi konusunda ulaştığı en çarpıcı örneklerden birisi, 1972 yılında Peteano köyünde vuku bulan olaydı. Bu olayda, İtalya'nın paramiliter nitelikteki anti-terör ve istihbarat polisi olan Carabinieri teşkilatına mensup üç görevli, bulunduğu aracın bombayla havaya uçurulması sonucu öldürülmüştü.

Sivil ve askerlerden oluşan örgüt

Yıllarca, bu olayın sorumlusunun sol terör örgütü Kızıl Tugaylar olduğu sanıldı. Yargıç Cason ise, yapmış olduğu soruşturma ve ulaştığı belgeler ışığında bu olayın gerçek sorumlusunun aşırı sağcı bir terörist olan Vincenzo Vinciguerra olduğu sonucuna vardı. Vinciguerra, aşırı sağcı radikal bir örgüt olan Avanguardia Nazionale mensubu bir teröristti. Bu bulgular üzerine dosyayı yeniden açan Yargıç Cason, Vinciguerra'yı tutuklattı. Vinciguerra, aslında kendi gibi anti-komünist görüşe sahip güvenlik örgütleri mensuplarınca hapisten kaçırılabilirdi. Fakat bu gerçekleşmedi. 1984'teki duruşmalarda tanıklık yaptı. Bu bombalama olayı sonrasında bütün mekanizmaların harekete geçtiğini, Carabinieri örgütü, İçişleri Bakanlığı, gümrük teşkilatları ve gizli servislerin bu olayın arkasındaki ideolojik gerekçeyi benimsediklerini ifade etti. Vinciguerra, İtalya'da sivil ve askerlerden oluşan, silahlı kuvvetlere paralel, Sovyetler Birliği karşıtı gizli bir gücün olduğunu açıkça deşifre etmişti. Bu ifadelerin ortaya çıkardığı sonuç patlayıcı ve çeşitli silahlarla donanımlı, çok iyi eğitilmiş elemanları olan, olağanüstü bir yapılanmaya haiz, ‘Gladio' isimli gizli bir örgütün varlığı ve terörizmle ilişkili olduğuydu.

Bu ifadeler ve Yargıç Cason'un bulduğu diğer deliller üzerine, Gladio'nun bir terör örgütü olduğu ve CIA ve NATO tarafından ülkede terör eylemlerinin gerçekleştirilmesinde desteklendiği konusunda İtalya'da birçok insan ikna olmuştu. Yargıç Cason'un desteğiyle bir grup İtalyan parlamenter, Senatör Giovanni Pellegrini'nin başkanlığında Gladio'yu soruşturmaya başladılar ve 1995 yılında 370 sayfalık bir raporu kamuoyuna açıkladılar. Raporda, Soğuk Savaş döneminde CIA'in, İtalya'da maksimum düzeyde bir serbestlik ve takdir yetkisi içerisinde çalıştığı sonucuna ulaştılar.

2000 yılında sol bir grup olan Gruppo Democratici di Sinistra tarafından Gladio'yla ilgili ikinci bir parlamento soruşturması gerçekleştirildi. Bu soruşturma neticesinde de çok açık bir biçimde, bu dönemde uygulanan gerilim stratejisinin PCI (İtalyan Komünist Partisi) ve PSI (İtalyan Sosyalist Parti)'ın iktidara gelmesini önlemek amacıyla ABD tarafından desteklendiği sonucuna ulaşılmıştı. Bütün bu katliamlar, bombalama eylemleri ve diğer birtakım operasyonlar, İtalyan devlet aygıtı içerisinde yer alan birtakım kişiler tarafından gerçekleştirilmiş ve son zamanlarda bunların Amerikan gizli servisleriyle bağlantılı bazı yapılarla ilişkili oldukları ortaya çıkmıştı. İtalyan Karşı-Casusluk örgütünün eski başkanlarından General Giandelio Maletti de, Mart 2001'de yaptığı bir açıklamada CIA'in İtalya'da terörizmi desteklemiş olabileceğini doğruluyordu. 12 Aralık 1969'daki Piazza Fontana katliamı olarak bilinen 16 kişinin öldüğü ve 80 kişinin yaralandığı olaydan sonra, bombaların bir kısmı ünlü bir solcu editör olan Giangiacomo Feltrinelli'nin villasına yerleştirilmişti. Böylece olayın sorumlusu olarak komünistler suçlanacaktı.

Zincirin en kanlı halkası: ‘Bologna Katliamı’

Piazza Fontana terör saldırısı, İtalya'da ‘gerilim stratejisi' uygulamasının başlangıcı olarak kabul edilir. Bu strateji içerisinde yer alan terör olayları zincirinin son halkası ise, 1980'deki Bologna Tren İstasyonu'nun bombalanması olayıdır ki ‘Bologna katliamı' olarak anılır. ‘Piazza Fontana bombalaması' olarak bilinen terör olayı, Banca Nazionale dell'Agricoltura (Ulusal Tarım Bankası)'nın Milan'ın Piazza Fontana semtinde bulunan şubesinin 12 Aralık 1969'da bombalanmasıdır. Bu eylemin daha sonra aşırı sağ örgütlere mensup teröristlerce gerçekleştirildiği anlaşılmıştır. 1998'de David Carrett isimli bir Amerikan donanma subayı da İtalyan adaleti tarafından olayla ilgili olarak soruşturma kapsamına dahil edilmiştir. Vincenzo Vinciguerra'nın ifadelerine göre saldırının amacı, kamuoyunu bu eylemin komünist başkaldırının bir parçası olduğuna inandırmak ve İtalyan devlet ve hükümetini olağanüstü hal uygulamalarına yöneltmekti.

Bologna katliamı [Strage di Bologna] olarak bilinen olay ise, Bologna Tren İstasyonu'nun 2 Ağustos 1980 günü sabahı bombalanması olayıdır. Bu olayda 85 kişi ölmüş ve 200'den fazla kişi de yaralanmıştı. Bu olayla ilgili olarak aşırı sağcı Ordine Nuovo adlı bir örgüt suçlanmış, İtalyan gizli servisinin iki ajanı ve P2 mason locasının önde gelenlerinden Licio Gelli, soruşturmayı saptırmaktan mahkûm olmuşlardı. Olayın olduğu sabah tren istasyonu turistlerle doluydu. Üstelik kasaba bu olay için hazırlıksız yakalanmış, ambulanslar yetersiz kalmış, yaralılar özel ve toplu taşıma araçlarıyla nakledilmişlerdi. Francesco Cossiga tarafından yönetilen İtalyan hükümeti ve polis, ilk önce olayın kaza sonucu bir patlama olduğunu düşündü ve hemen ardından dikkatleri Kızıl Tugaylar örgütüne çekti. Bir süre sonra, yapılan soruşturmalarda olayın saptırılmaya çalışıldığı açıkça ortaya çıkmaya başladı. Bu süreçte, benzer olaylarda ülkemizde de olduğu gibi komplo teorileri havada uçuşuyordu.

Uzun ve sıkıntılı bir mahkeme süreci ve siyasal gündem oluştu. Olayın mağdurlarının aileleri, kamuoyunun dikkatlerini olayın üzerine çekmek ve bir sivil dayanışma oluşturmak amacıyla dernek kurdular. 23 Kasım 1995'te İtalyan Yüksek Mahkemesi (Corte di Cassazione) son kararını verdi. Mahkeme, Neo-faşist Valerio Fioravanti ve Francesca Mambro'yu bombalama eyleminin esas failleri olarak ömür boyu hapisle cezalandırılmalarını onayladı. P2 mason locasının başkanı Licio Gelli, Francesco Pazienza ve İtalyan gizli servisi SISMI'nin mensupları olan Pietro Musumeci ve Giuseppe Belmonte'nin mahkumiyetlerini onayladı. Yine Licio Gelli'nin arkadaşı ve neofaşist Ordine Nuovo örgütünün bir yan kolu olan ‘Armed Revolutionary Nuclei (ARN)' adlı grubun üyesi olan Stefano Delle Chiaie'yi olaya dahil olmakla suçladı.

Aslında bu olayın arakasındaki kışkırtıcıların ve siyasal motivasyonların nedeni tam olarak ortaya konulamamıştır. Ama yaygın kanaat, bunun bir Gladio operasyonu olduğuydu. Fakat bu olay, İtalya'da hâlâ unutulmuş değil. Her yıl ağustos ayının 2. günü, bu katliamı anma günü düzenlenmekte ve Bologna Belediyesi, bu olayın mağdurlarının aileleri tarafından kurulan Dayanışma Derneği'yle birlikte onların anısına uluslararası beste yarışması düzenlemektedir. Bu yarışma, kasabanın Piazza Maggiore Meydanı'nda bir konserle sona ermektedir. Ayrıca bombanın etkisiyle yıkılmış olan tren istasyonu tamir edilmiş olmakla birlikte, olayın hatırlarda kalmasını sağlamak amacıyla, istasyonun bulunduğu kaldırım orijinal haliyle bırakılmış ve ana duvardaki derin bir çatlak olduğu gibi bırakılmıştır. İstasyondaki duvar saati de olayın anısına, patlamanın gerçekleştiği saat 10.25 üzerinde kalıcı olmak üzere durdurulmuştur.

General Maletti'nin izlenimine göre bu dönemde Amerikalılar, İtalya'nın sola kaymaması için her şeyi yapabilirlerdi. Zira hükümetinden aldığı emirle CIA, İtalya'da sola kaymaları önleyebilecek düzeyde bir milliyetçilik hareketi oluşturmak istiyordu ve bu amaçla sağ terör örgütlerini kullanmış olabilirdi. Maletti'ye göre, unutmamak gerekir ki bu dönemde Başkan Nixon görevdeydi ve kendisi tuhaf ama çok zeki bir adamdı. Bu yönüyle hiç de ortodoks olmayan girişimlerin adamıydı. NATO'nun stay behind operasyonlarının İspanya ayağına kısaca baktığımızda ise, Soğuk Savaş dönemi İspanya’sının ağırlıklı olarak Francisco Franco'nun aşırı sağ dikatatörlüğü altında yönetildiğini görüyoruz. Franco, İspanya iç savaşındaki zaferinin ardından 1939'da iktidara gelmiş ve 1975'teki ölümüne kadar iktidarda kalmıştı. Şubat 1981'den Aralık 1982'ye kadar başbakanlık yapan Calvo Sotelo, basına verdiği bir demeçte, "Franco döneminde aslında hükümetin Gladio olduğunu" söylemişti. Yine Sotelo hükümetinin Savunma Bakanı olan Alberto Oliart da, İspanya'daki anti-komünist gizli ordunun 1950'lerdeki terör eylemlerini soruşturmanın çocukça olacağını, zira o dönemde Gladio'nun hükümet olduğunu düşünüyordu.

Zaman