Sayfa 5 Toplam 5 Sayfadan Birinci ... 345
  1. #41
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Akıncılar
    Osmanlı Devletinin askeri teşkilatında, sınır bölgelerinde, düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim.
    Akıncılar, bazılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve hayatlarını talanla kazanan askeri bir birlik değildi. Akıncıların vazifeleri, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi ve yalnızca Türklere has askeri bir sınıftı. Bunlar, şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir.

    Akıncılar, harp zamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları, ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki hububatı muhafaza, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar, genellikle asıl ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarlarken, yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte, bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.

    Akıncı birlikleri, şu şekilde tanzim edilmişlerdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesinde olan akıncı beyleri, fevkalade yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı.

    Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için, o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi; aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi.

    Akıncılar, merkezi bir tarzda idare olunmayıp, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensubu oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunların bulundukları mıntıkalar da şunlardı: Malkoçoğlu Silistre’de; Turhanlı Mora’da; Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerindeydi. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evrenos Beydir. Saydığımız akıncı aileleri ise daha sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.

    Akıncıların devlet tarafından isimleri, eşkalleri ve içlerinde timara sahip olanların listelerini havi (içeren) defterler tutulurdu. Defterler, iki nüsha olarak tanzim edilir; biri merkezdeki Defterhane’de diğeri ise akıncıların bulundukları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edilir, bu yolla herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akını müteakip, şehid ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirlerdi. Akıncı kanunu üzere öncelikle babası akıncı olanlar tercih edilirdi. Ayrıca akıncı kaydedilenlerin kefil göstermeleri mecburiydi.

    Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; elde ettikleri ganimetin 1/5’ini (Pençik resmi olarak) verdikten sonra, kalanla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise timarları vardı (Bkz. Timar). Sefere çıkarlarken, düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında “Timarlı” ve “Tavcılar” grubu bulunurdu ki, bunlar kıdemli ve seferde yararlılık gösteren kimselerdi. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Sefer emri bunlara gelir; bu kişiler de emri altında olanları toplayıp akına katılırlardı.

    Osmanlı Devletindeki akıncıların sayısı kesin olarak ortaya konulmamakla beraber, 15. asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşında, akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır. 1559’daki bir yoklamaya göre ise, Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civarında görülüyor. Kanuni Sultan Süleyman Hanın Budin ve Avusturya seferlerinde, Mihalli akıncılarının sayısı, devrin tarih kitaplarına 50.000 olarak geçmiştir.

    Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde, Sadrazam Sinan Paşa'nın Eflak seferindeki mağlubiyetine kadar güçlerini korumuşlardır. Bu sefer dönüşünde akıncılar, Tuna üzerindeki uzun bir köprüyü geçmekte iken, Eflak Voyvodasının yoğun top ateşi açtırması ile, tahta köprünün çökmesi üzerine, Tuna sularına gömüldüler. Karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise, düşman kılıçları altında şehid oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamayacağı büyük bir darbe yedi. Nitekim, bu seferden sonraki kayıtlara göre akıncıların sayısı 3000’e inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, hükümet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki “Serhat Kulu” teşkilatı takviye edilerek, hudutların korunması bu teşkilata verilmiş, diğer taraftan da Kırım Hanlarının atlılarından faydalanma yoluna gidilmiştir.

    Akıncı kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehir fethederse, buradaki gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olur; beylere de bu bölgenin köyleri, timar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle Akıncı beyleri de timarlardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.

    Akıncıların kullandıkları silahlar da, süratle hareket etmelerine mani olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.


    Anadolu Eyaleti
    Osmanlı Devletinin iki önemli taşra teşkilatından biri. Daima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi. Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyaletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Rumeli eyaletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’te de Anadolu eyaleti kuruldu. Eyaletin merkezi önceleri Ankara idi.Yıldırım Bayezid Han 1393’te Kara Timurtaş Paşayı Ankara’ya Anadolu valisi olarak tayin etti. Fatih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan İsa Beyi bu görevden alarak yerine İshak Paşayı tayin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı. Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Bayezid ve Selim’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyaletinin merkezi tekrar Ankara oldu.
    Sultan İkinci Bayezid devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyaletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydana geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdavendigar (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sahip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alaiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi).

    Anadolu eyaleti, 16. asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir. Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır. Önce Alaiye sancağı Kıbrıs eyaletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyaletine bağlanmıştır.

    İkinci Bayezid Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 103’ü zaim ve 7.500’ü sipahi olmak üzere 7.603 timar sahibi vardı ve 5.372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12.975 civarında idi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba, 12.527 köy, 1887 cemaat bulunmakta idi. 1560-1580 seneleri arasında 5.372 olan cebelülerin sayısı 10.025’i bulmuştur. Bu da timar sahiplerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir. Anadolu eyaletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7.188’i timar olmak üzere 7.486 kılıç timar sahibi bulunuyordu.

    1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu eyaletinde 195 zeamet, 7166 timar olmak üzere toplam 7.311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17.000 asker bulunuyordu. On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyalet teşkilatı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir. Anadolu eyaleti, 1825’te çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan ibaret kalmış, hatta kısa bir süre sonra Afyon da hariç bırakılmıştır. Eyalet, 1864’te idari teşkilatta yapılan değişikliklerden sonra vilayetlere ayrıldı.


    Asakir-i Mansure-i Muhammediyye
    Sultan İkinci Mahmud’un, Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmasından sonra, bu teşkilatın yerine tesis edilen ordunun adı.
    Sultan Mahmud Han, bir anarşi yuvası haline gelen Yeniçeri ocağını, 1826’da Ağa Hüseyin Paşanın da desteğiyle lağvetti. Bu durum, Osmanlı tarihinde “Vak’a-i Hayriye” adıyla anıldı. Lağvedilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” teşkilatını kurdu. Ağa Hüseyin Paşayı serasker unvanıyla bu teşkilata komutan tayin etti. 7 Temmuz 1826’da, bu teşkilata ait bir kanunname hazırlattı.

    Bu ordunun teşkilatlanmasına, ilk olarak İstanbul’da, “tertip” adı verilen sekiz alayın kurulmasıyla başlandı. Sekiz alayın ikisi Serasker kapısında, diğer altı alay ise, o zamanlar inşası devam eden Davud Paşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskân edildi. Hazırlanan nizamnameye göre kimliği belirsiz kimselerle, dönmeler bu teşkilata alınmayacaktı. Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında bulunanların kaydı yapıldı. On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzadebaşı’ndaki eski Acemi Ocağı kışlası, talimhane olarak tahsis edildi.

    Yeni ordunun ilk mevcudu 12.000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı. Mevcut sekiz tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş binbaşı vardı. Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları (yüzbaşı), topçubaşı, arabacıbaşı, mehterbaşı, imamlar, hekim, cerrah vb. ile beraber 1527 kişiyi buluyordu. Her tertip, “saf” adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi. Ayrıca her safta bir de top bulunurdu. Bu toptan topçubaşı sorumlu idi. Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı mülâzımı (teğmen), bir sancaktar, bir çavuş ve onbaşı bulunurdu.

    Bu sistem, 1828’de değişikliğe uğrayıp, tertip tabiri Alay’a, saf tabiri de Bölük’e çevrildi. Bu süre içinde teşkilat büyüdü ve iki alaya bir Mirliva (tuğgeneral) kumanda etmeye başladı. Ordu, aynı zamanda, Üsküdar ve İstanbul olmak üzere ikiye ayrılıp, her kısmın başına Ferikler (korgeneral) tayin edildi. Yeni ordunun, seraskerlikten sonra gelen en yetkili makamı Asakir-i Mansure nezaretiydi. Ordunun maaş gibi işlerinden, nazır mesuldü. Yeni ordunun giderleri, Mansure hazinesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden sağlanırdı.

    Asakir-i Mansure ordusunun kuruluşundan iki sene sonra, Rusya ile savaş başlamasına rağmen, ordunun teşkilatlanmasına devam edildi. 1834’te, ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Harbiye Mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi. Aynı sene Asakir-i Mansure tabiri yerine, Asakir-i Nizamiye denildi ve bu tabir uzun süre kullanıldı. 1836’da, şimdiki askeri teşkilatımızda olduğu gibi, belirli bir süre askerlik hizmeti yapılmasını öngören “Redif” teşkilatı kuruldu. 1879’da seraskerliğin yerini harbiye nezareti aldı ise de, 1884’te tekrar seraskerliğe döndürüldü. 1908’de ise harbiye nezareti, kesin olarak seraskerliğin yerini aldı.

    Asesler (Ases Teşkilatı)
    Osmanlı Devleti'nde, şehirlerde geceleri dolaşan güvenlik kuvveti.
    Ases teşkilatı, İlhanlılardan Selçuklulara, oradan da Osmanlılara geçti. Bu teşkilata, İlhanlılar Devletinde “emaret-i ases” denirdi. Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulan aseslik teşkilatının başında, Yeniçeri Ocağı'nı meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısı bulunurdu. Bu çorbacıya, asesbaşı denirdi. Bugünkü manâda emniyet müdürüne karşılık gelmektedir.

    Asesbaşı idaresindeki asesler, geceleri, asayişi temin etmek için dolaşırlar, yasak yerlerde rastladıkları şüpheli kişileri yakalarlar, kimliklerini soruştururlar, suçlu olanları cezalandırırlardı. Suçsuz olanları ise, yasak yerlerde dolaştıklarından ötürü para cezasına çarptırırlardı. Yeniçeri ağasının yakaladığı kimselerin hapsi ile asesbaşı ilgilenirdi. İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacafer zindanları da asesbaşının emri altındaydı.

    Asesbaşı, merasimlerde ve kapıkulu ocaklarının sefere çıkışlarında, beş yüz kadar olan maiyeti ile yolun iki tarafına dizilerek düzeni sağlardı. Vezir-i azam divanında ve vezir-i azamın İstanbul’da kol gezdiği zamanlarda, bir kısım asesiyle birlikte asesbaşı da bulunurdu. Narh denetiminde subaşıyla birlikte sadrazama yardımcı olurdu. Yeniçerilere ulufe dağıtımına, Muhzır Ağa ile birlikte müşahit olarak katılırdı. Elçi karşılama ve kabul resimlerinde, protokolde yer alırdı.

    Asesbaşı, başına yeşil çuhadan çatal kalafat, arkasına zağra yakalı ve yeşil divan kürkü, bacağına ak çakşır, ayağına da sarı yemeni giyerdi. Devlet merkezi olan İstanbul’da, biri Galata’da diğeri Suriçi’nde olmak üzere iki asesbaşı vardı. Fakat, Suriçi Asesbaşısı üstün dereceliydi. Asesbaşı, Babıali’de bulunduğu için, kendisinin yeniçeri ağası dairesinde bir emir eri bulunurdu. Yeniçeri ağası, asesbaşına bu emir eri ile emir gönderirdi. Diğer şehir ve kasabalarda da, ases adı altında emniyet teşkilatı ve buna ait vergiler vardı.


    Aşiret Mektebi
    İkinci Abdülhamid Han tarafından 1892’de aşiret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mektep.
    On sekizinci ve 19. yüzyıllarda, batılı büyük devletler, İmparatorluk dışındaki İslam cemiyetlerini siyasi ve ekonomik hakimiyetleri altına almışlardı. Osmanlı devlet adamları, emperyalist batı tehlikesinin İmparatorluğa yaklaştığının farkındaydılar. Bilhassa milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek, İmparatorluğun merkezinden uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu, Araplarla meskûn bölgeler için tehlike mevcuttu. İşte, Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için, bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını, Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla, Aşiret Mektebi açılmasını faydalı buluyordu. Ayrıca bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda, büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk, tek otorite olarak halifeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısıyla ülkede din birliği temin edilmiş olacaktı. Nitekim bu gaye ve düşüncelerle nizamnamesi ve programı hazırlanan Aşiret Mektebi, 21 Eylül 1892 tarihinde açıldı. Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbekir, Trablusgarp vilayetlerinden ve Kudüs, Bingazi ile Zur sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların, kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar, fevkalade bir ihtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı. İki yıllık öğretim programı, daha sonra beş yıla çıkarıldı. Kur’an-ı kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersler okutuldu.

    Aşiret mektebine başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda, Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşiret çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece mektep, bütün aşiretlere hitap eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiler. Bu mektepte yetişen aşiret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşiret reisi olduklarında, içinden yetiştikleri halkın, Osmanlı Devletine sadakatini temin ettiler. Aşiret Mektebi, 1907 senesinde o günkü siyasi fikir ve akımların tesirine girmesi sebebiyle kapatıldı.
    Ayan (Âyan) Meclisi
    Osmanlı Devletinde, 23 Aralık 1876’daki Kanun-i Esasi’ye göre, Mebusan Heyeti ile birlikte Meclis-i Umumi’yi meydana getiren heyet. Hey'et-i Âyan da denilmektedir.
    Hey’et-i Ayanın üye sayısı Hey’et-i Meb’usanın üye sayısının üçte birini geçmezdi. Ayan olabilmek için, eserleriyle, hizmetleriyle tanınmak ve kırk yaşını doldurmak gerekliydi. Hey’et-i Ayana giren bir üyenin üyelik hakkı, hayatı boyunca devam ederdi. Meb’usan Hey’eti toplanmadıkça, Ayan Hey’eti de toplanamazdı. Fevkalade hallerde, padişahın isteği veya mebusların salt çoğunluğunun yazılı isteği ile, meclis, vaktinden önce açılabilirdi. Ayan Heyeti, Mebusan Heyetince kabul edilip kendisine gönderilen kanun ve bütçe tasarılarını madde madde inceler, uygun olmayan maddeleri tespit ederek, düşüncesini belirtirdi. Burası da, ya tamamen reddeder veya değiştirir, yahut düzeltilmesi için Mebusan Heyetine geri gönderirdi. Kabul ettikleri tasarıları tasdik ederek sadrazama gönderirlerdi.

    İlk Ayan Heyeti, 19 Mart 1877 günü, Sultan Abdülhamid Han tarafından Dolmabahçe’nin büyük salonunda meclisin açılması ile vazifeye başladı. Padişah tarafından tayin edilen bu heyetin, 27 üyesi vardı. Ayan Heyeti çalışmalarına bir sene kadar devam etti. Mebusan Meclisinin faaliyeti, bu meclisin çoğunluğunun, Türk olmayan azınlıkların elinde olması sebebiyle, 13 Şubat 1878 tarihinde Sultan Abdülhamid Han tarafından durdurulunca, Ayan Heyeti, İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar (1908), herhangi bir vazife görmedi. Fakat, üyeleri hiçbir göreve tayin edilmediler ve normal maaşlarını aldılar. İkinci defa meclis açıldığı zaman, bu heyetten, hayatta yalnız üç kişi kalmıştı. Kanun-i Esasi’de 1909’da yapılan değişikliklerle, her konuda yasa teklifi yetkisini elde eden Ayan Meclisinin hukuki varlığı, Osmanlı Devletinin ortadan kalkmasıyla son buldu.


    Azaplar
    Anadolu beyliklerinde, donanma hizmetinde kullanılan asker. Osmanlı teşkilatında hafif yaya askeri. Azab, Arapça'da evli olmayan, bekâr erkek demektir.
    İlk azab teşkilatını, Aydınoğlu Umur Bey İzmir’de kurdu. Umur Bey, Latinlerle yaptığı çarpışmalarda, azab denilen donanma askerlerinden çok faydalandı. Osmanlılarda ise, henüz Yeniçeri Ocağı kurulmadan önce, azab teşkilatı mevcuttu. Azablar, Anadolu’dan toplanmış dinç ve kuvvetli Türk gençlerinden meydana geliyordu. Bunlar; yaya, kale ve donanma azabları olmak üzere üç sınıftı.

    Yaya azabları, harp vukuunda, ihtiyaca göre 20 veya 30 haneden bir kişi alınmak suretiyle toplanırdı. Diğer haneler de, seçilen bu azabların masraf ve iaşelerini karşılamakla mükellef tutulurdu. Askerden kaçmaması için, her azabın bir kefili vardı. Kaçtığı takdirde masraf bu kişiden alınırdı. Azablar, vergiden muaftılar. Kara savaşlarında düşmanın ilk saldırısını karşılamak, azabların vazifesiydi. Düşmanı ilk önce ok yağmuruna tutan azablar, göğüs göğüse harbe girdiklerinde, belli bir plan dahilinde iki yana açılırlar ve düşmanı topçu kuvvetleri ile karşı karşıya bırakırlardı. İşte bu anda Osmanlı topçusunun seri atışı sonunda, düşmana öldürücü darbe indirilmiş olurdu.

    Azabların Muharebe esnasında sayıları belirli olmayıp, düşmanın durumuna göre çok veya az olurdu. Ankara muharebesinde ve İstanbul’un fethinde 20.000 azab vardı.Otlukbeli savaşında, Anadolu azabları 20.000 ve Rumeli azabları 10.000 kişiydi. Azablar, kırmızı börk giyerlerdi. Silahları ise ok, yay ve omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti. Bazen da mızrak, yani kargı taşırlardı. Yaya azabları, ilk dönemlerden 16. asır ortalarına kadar, savaşlarda büyük hizmet verdiler.

    On beşinci asrın başlarında azablar, Osmanlı Bahriye teşkilatında da kullanılmaya başlandı. Bahriye azabları kabiliyetlerine göre, kaptanlığa kadar yükselme imkânına sahiptiler. Bunların yedi-sekiz tanesi bir bölük sayılır ve bölükbaşısına “reis” denilirdi. Reisliğe ise “badhani” denilen yelkencilikten geçilirdi. Reisten sonra odabaşı ve aşçıbaşı gelirdi. Reis aynı zamanda gemi süvarisi olunca “vardiyan-başı” denilirdi. Süvari olan reis, daha sonra kaptan olurdu. Ayrıca bölüksüz reis sınıfı vardı. Kıdemli yelkencilerin terfi sırası geldiğinde, boş bölükbaşılık bulunmazsa, bunlara bir rütbe olarak reislik, yer açılınca da bölüklü reislik verilirdi. Deniz azabları arasında, 150 kadar bölüksüz reis bulunurdu. Bahri azablarının bir kısmı tersanede, bir kısmı da gemilerde hizmet ederlerdi. Gemilerde bulunanlara “Azaban-ı donanma”, tersanedekilere de “Azaban-ı tersane” denirdi. Azabların, tersane yanında bir kışlaları vardı. Bugün buraya, Azapkapı denilmektedir.

    Ayrıca, hudut kalelerinde yaya azablarından teşkil olunan bir azab birliği görev yapardı. Kale içinde oturan bu askerlerin bir kısmı ulufeli (maaşlı), bir kısmı timarlıydı ve her kalede belli bir değişmez sayıda idiler. Ulufeli azab lâyık görülürse, timarlı olurdu. Azab teşkilatı, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde kaldırıldı.


    Konuar alıntıdır. Hazırlyan arkadaşa teşekkürler. Selametle
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #42

    Üyelik tarihi
    13.Haziran.2009
    Yaş
    52
    Mesajlar
    124

    Kaptan-ı Derya
    Osmanlı bahriyesinde en büyük âmir ve donanma baş komutanına verilen ad. Kaptanpaşa.
    Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi. Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan îtibâren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir. On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17. yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti. Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu. Umumiyetle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi. Eyâlet vâlileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi.

    Kaptan-ı derya tâbiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu târihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezâreti” adlı bir teşkilâta verilmiştir. Kaptan-ı deryâlık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezâretine dönüşmüştür

    1401-1867 Osmanlı Donanması'nın Kaptan-ı Derya ve Kaptan Paşalarının listesi:

    Saruca Paşa (1401-?)

    Çavlı Bey (?-1412)

    Baltaoğlu Süleyman Paşa (1451-1453)

    Hamza Bey (1453-1456)

    Has Yunus Bey (1456-1459)

    Kasım Bey (1459-1460)

    Kadim İsmail Bey (1461-1462)

    Yakup Bey (1462-1463)

    Zağanos Paşa (1463-1466)

    Veli Mahmud Paşa [4] (1466-1478)

    Gedik Ahmed Paşa (1478-1480)

    Mesih Paşa (1480-1491)

    Güveği Sinan Paşa (1491-1492)

    Kara Nişancı Davud (1492-1503)

    Küçük Davud Paşa (1503-1506)

    Hersekzade Ahmed Paşa (1506-1511)

    İskender Ağa Paşa (1511-1514)

    Sinan Bey (1514-1516)

    Cafer Ağa Paşa (1516-1520)

    Parlak Mustafa Paşa (1520-1522)

    Bayram Paşa (1522- ?)

    Kurdoğlu Muslihittin Reis (? -?)

    Süleyman Paşa (? -1531)

    Kemankeş Ahmed Bey (1531-1533)

    Barbaros Hayrettin Paşa (1533-1546)

    Sokullu Mehmed Paşa 1546-1550

    Sinan Paşa (1550-1553)

    Piyale Paşa (1553- 1569)

    Müezzinzade Ali Paşa (1569-1571)

    Uluç Reis (1571-1587)

    Cığalazade Yusuf Sinan Paşa (1591-1595)

    Cığalazade Yusuf Sinan Paşa (1599-1604)

    Derviş Paşa (1604-?)

    Deli Hüseyin Paşa (1632-1635)

    Deli Hüseyin Paşa (1639-1641)

    Yusuf Paşa 1645?

    Kara Musa Paşa (? - 1647)

    Kılavuz Köse Ali Paşa 1648

    Derviş Mehmed Paşa (1652-1652)

    Kara Murad Paşa (1653-1655)

    Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1666-1670)

    Mezomorto Hüseyin Paşa (1695-1701)

    Baltacı Mehmed Paşa (1704-1704)

    Kaymak Mustafa Paşa (1721-1730)

    Hacı Hüseyin Paşa 1732-1732

    Koca Bekir Paşa (1732-1733)

    Mehmed Paşa 1735?

    Ahmed Ratip Paşa 1743-1744

    Koca Bekir Paşa (1750-1753)

    Eğribozlu İbrahim Paşa 1769

    Mandalzade Hüsameddin Paşa (1770-1770)

    Cezayirli Hasan Paşa (22 Ekim 1770-1789)

    Koca Yusuf Paşa (19 Aralık 1789 -)

    Küçük Hüseyin Paşa (11 Mart 1792 - 7 Aralık 1803)

    Mehmet Kadri Paşa, 1804

    Hafız İsmail Paşa, 1805

    Hacı Salih Paşa 1805

    Hacı Mehmed Paşa (21 Kasım 1806-1808)

    Seydi Ali Paşa 1808

    Abdullah Ramiz Efendi 1808

    Koca Mehmed Hüsrev Paşa (1811-1818)

    Abdullah Paşa 1821

    Nasuhzade Ali Paşa 1821-1822

    Çengeloğlu Tahir Mehmet Paşa [17] (Kasım 1832-1836)

    Ahmet Fevzi Paşa (10 Kasım 1836-1839)

    Topal İzzet Paşa (1840?)

    Damat Mehmet Ali Paşa 1848

    Mahmud Paşa 1853

    Ateş Mehmet Paşa 1863


    DÜNYA OSMANLININ ADALETİNE MUHTAÇ...

  3. #43

    Üyelik tarihi
    13.Nisan.2011
    Yaş
    41
    Mesajlar
    1

    Maşallah çok güzel paylaşım Ellerinize sağlık.

Sayfa 5 Toplam 5 Sayfadan Birinci ... 345

Benzer Konular

  1. MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI KURUM TANITIM YÖNETMELİĞİ
    Konu Sahibi dukak Forum Mevzuat ve Dökümanlar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 20.Eylül.2009, 20:39
  2. Düyun-u umumiye'den Bugüne
    Konu Sahibi Evliya Çelebi Forum Osmanlı Kültür ve Uygarlığı Araştırmalar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 05.Aralık.2008, 09:15
  3. Burs veren kurum ve kuruluşlar
    Konu Sahibi umuro Forum Eğitim Haberleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 02.Eylül.2008, 11:11
  4. Zeynep Menemencioğlu ile Osmanlı'dan Bugüne (11.08.2008 02:05 / TRT2)
    Konu Sahibi ilteriş Forum Tarihe Dair Ne Seyretsek?
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 11.Ağustos.2008, 13:07
  5. Başbakanlık (Dünden Bugüne)
    Konu Sahibi ziberkan Forum Türk Devlet Adamları
    Cevap: 22
    Son Mesaj : 12.Aralık.2007, 22:34

Bu Konu için Etiketler

Giriş