1. 31 MART OLAYINI HAZIRLAYAN OLAYLAR

Giriş: Yakın çağlar Türk Tarihi ve siyaset hayatında, 31 Mart olayı önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Tanzimattan sonra çağdaş bir devletin kurulması yolundaki çabalar büyük bir hız kazanmış, bu devirde Avrupa ile ilişkiler artmış ve bu ilişkileri ustalıkla idare edebilecek, Mustafa Reşit Paşa, Emin Ali Paşa gibi devlet adamları yetişmişti. Buna paralel olarak gazetecilikte ve genel olarak yayın hayatındaki ilerlemeler, küçük de olsa aydın bir kamu oyunun doğmasını sağlamıştı. Bu etkiler altında dünya olaylarını yakından izleyen, Doğuyu ve Batıyı iyi bilen bazı aydınlar yetişti. Artık, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Batıdaki özgürlükçü fikirlerin de bu Osmanlı aydınlarınca benimsenmemesi doğaldı. Nitekim bu sıralarda Namık Kemal, Ziya Paşa gibilerinin önderliği altında, Yeni Osmanlılar diye tanınan ve Osmanlı Devletinin meşrutiyet esaslarına göre idare edilmesini isteyen bir topluluk meydana çıktı. Bu topluluk, Osmanlı devletinin meşrutiyet esaslarına göre idare edilmesini istemiyordu. Başta Mithat Paşa olmak üzere, bazı devlet adamları da bu düşünceleri paylaşmaktaydılar. İşte bu aydınların, siyaset adamlarının çalışmaları ve olayların da gelişmesi sayesinde Abdülhamit II. 1876 yılında I. Meşrutiyeti ilan edebildi.Ne var ki, parlamento hükümetinin Osmanlı Devletinde uygulanmasını zorlaştıran büyük bir engel vardı; bu da Osmanlı camiasının yapısıydı. Osmanlı devletinin halkı çeşitli din ve milletlerden meydana gelmişti. Öte yandan, ilk parlamentonun çalışmalarını yaptığı sıralarda yenilgiyle sonuçlanan Osmanlı-Rus savaşının sürmekte oluşu 1877-8 Mebusan Meclislerinde çeşitli yolsuzluk iddialarının ve sert eleştirilerin ortaya atılmasına yol açtı. Şüphesiz bu da, parlamentoya alışmamış hükümet çevrelerinin tepkisine neden oldu.Yukarıda anlatılan nedenlerden ötürü 14 Şubat 1878 de Abdülhamit II. Meclis-i Mebusanın toplantısına son verdi ve 1908 yılına kadar bir daha bu meclis toplanmadı. Böylece I. Meşrutiyet devri son buluyor ve mutlakiyet idaresine dönülmüş oluyordu. Yeni yetişen kuşağın Osmanlı İmparatorluğunda düzeltme yapılması amacı yavaş yavaş devlet içinde siyasi partilerin doğmasına yol açtı. Bunların içinde Kanun-u Esasinin tekrar yürürlüğe girmesi için mücadele eden 31 Mart olayından sonra Abdülhamit II.’nin tahttan indirilmesini sağlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti en önde gelir.
Derviş Vahdeti : Yine muhalefetin dinci kolu içerisinde sayılması gereken bir hareket
Derviş Vahdeti tarafından temsil ediliyordu. Derviş, Kıbrıslı bir hafızdı. Üstünkörü bir takım İslami bilgiler edindikten sonra Nakşibendi tarikatine girmişti. Bir aralık İstanbul’a geldi, burada -kendi ifadesiyle- “gözü açıldı”. Kıbrıs’a döndüğünde İngilizce öğrendi, 15 yıl memurluk etti. 1902 de yeniden İstanbul’a geldi. 11 Aralık 1908’de Volkan gazetesini yayımlayamaya başladı. Gazetenin koleksiyonu incelendiğinde bunun sıradan dincilik yapan bir gazete olmadığı anlaşılır. Gerçekten gazetenin şu nitelikleri olduğu göze çarpmaktadır: 1) İslamiyetçi nitelik, 2) Hürriyetçi ve Kanun-u Esasi düzeninden yana nitelik, 3) İnsaniyetçi ve medeniyetçi nitelik, 4) Fedakarancı nitelik, 5) Sabahattinci ve muhalif nitelik, 6) Osmanlıcı, ittihad-ı anasırcı görüşler.

2. 31 MART OLAYINDAN ABDÜLHAMİT’İN TAHTTAN İNDİRİLİŞİNE KADAR GEÇEN OLAYLAR

A. Ayaklanmanın İstanbul’da Egemen Olduğu Günler

Ayaklanmanın Başlaması

Askerin Yaptıkları : 12 Nisan gününü 13 Nisana bağlayan gece yarısında Taşkışlada bulunan 4. avcı taburunun askerleri ayaklandılar, subaylarını bağladıktan sonra sabahleyin 2.45 de kışlalarından silahlı olarak çıkarak 3.45 de Sultanahmede geldiler ve Meclis-i Mebusanı kuşattılar. Askerlerin ellerinde bir beyaz, bir kırmızı ve birçok yeşil bayraklar vardı. Bu yeşil bayraklar İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin açılışında kullanılan bayraklardı. 4. Avcı taburunun askerleri diğer kışlalara da giderek oralarda bulunan askerleri ayaklanmaya çağırdılar. Bu çağrı üzerine, saat 5.45 de Kılıç Ali, Taşkışla kışlalarının askerleri ve Beyoğlu numune topçu alayları, Yıldızdaki 5., 6. ve 70 alayların askerleri Sultanahmette toplanmış bulunuyorlardı. 2. avcı taburu henüz katılmadığı gibi, mümtaz Kolağası Aziz Bey’in kumandasında bulunan 3. avcı taburu Ayasofyaya hiç gelmeyecekti. Bu sırada ayaklananların sayısı 3000’i aşıyordu. Bu saatte askerler havaya birkaç el ateş ettiler ve birkaç defa “Yaşasın Asker” diye bağırdılar. Gürültü üzerine halk, büyük kalabalıklar halinde meydanda toplandı. Bütün olup bitenler az çok düzen içinde oluyordu. Askerler birbirlerine kimsenin, özellikle azınlıkların ve yabancıların malına, canına dokunulmamasını sürekli olarak telkin ediyorlardı. Harbiye nazırı saat 5’de, 1. Ordu Kumandanı Mahmut Paşa’yı işbaşına çağıran bir telgraf çekti. Paşa telgrafı saat 7’de aldı. 8.30’a doğru Harbiye Nezaretine geldi. 9.15 ‘de Davut Paşa kışlasına bir telgraf çekilerek süvari birliklerinin yola çıkarılması emredildi; bu birlikler saat
10.45’de Beyazıta geldiler. Gelenlerden yirmi süvari Gedikpaşada bulunan ayaklanmış askerlerin üzerine gönderildi, bunlar dağıtılarak üçü yaralandı. Süvariler bir yandan Beyazıt dolaylarında yollarda biriken halkı dağıttılar. Bu sırada Harbiye nezaretinin kapılarına dağ topları ve makineli tüfekler yerleştirildiği gibi, Köprüden geçecek askerleri önlemek üzere Eminönüne makineli tüfek gönderildi. Başkaldıranlardan bir takımı Harbiyedeki askerleri kandırmaya çalışmışlar ama buna muvaffak olamamışlar, hatta Osmanlı’ya göre bazıları içerdekiler tarafından “paralanmışlardı.”

Harbiye Mektebinde : Öte yandan, Kuran’ın bildirdiğine göre bir aralık Muhtar Paşa, Abdülkadir Bey adında bir subay aracılığı ile Harbiye Mektebi öğrencilerine, diğer yüksek okul öğrencileriyle birlikte ayaklanmayı bastırmalarını teklif etmiş. Bunu Harbiyeliler “prensip itibariyle” kabul etmişler ama “nedense” bu iş olmamış. Paşa’nın ayaklanan askerlerden kurtulmak için Modada bir yabancı komşunun evine sığınması, sonra da vapurla Yunanistan’a kaçmış olmasının herhalde bir rolü olmuştur. Fakat öle anlaşılıyor ki, Harbiyeliler, belki de içlerinde İttihat ve Terakkiye muhalif birçok öğrencinin bulunması yüzünden böyle bir işe fazla hevesli görünmemişlerdi. O derece ki, 31 Martçıların görünüşteki önderi Hamdi Çavuş Harbiyeye gelmiş ve Harbiyelilerin ayaklanmaya katılmalarını teklif etmiş. Kuran bu teklife karşı tepkisini şöyle anlatıyor: “İmtihanları vesile ederek bu teklifi reddetmiştim.” Kuran’a göre Hamdi Harbiye okul yönetiminin, İttihatçı olmayan ve ona kafa tutan öğrencilere karşı aldığı disiplin tedbirleri yüzünden böyle bir teklifi uygun karşılayacaklarını sanıyormuş. Her ne ise, Harbiyeli subaylara karşı düşmanlık besleyen, hatta yer yer onları öldürmeye çalışan bir ayaklanmanın önderinin, o subayların yetiştiği okuldan yardım istemesi son derece gariptir.

Yıldız Sarayında : Askerlerin mebuslar heyetinin Yıldız’a gitmesine engel olmuş olmasına rağmen, heyetten Yusuf Kemal Bey Yıldız’a gitmeyi başardı. Orada, daha önce kendiliklerinden gelmiş bulunan mebuslardan Esat Toptani Paşa’yı ve Müfit Bey’i buldu. Esat Paşa ikinci mabeyinci Nuri Paşa aracılığıyla Abdülhamit’in Ayasofyada askere görünmesini istedi. Nuri Paşa’nın sonradan Harp Divanında açıkladığına göre Abdülhamit bunu, “Beni parçalatmak istiyorlar” diye reddetmiş. Bunun üzerine Esat Paşa bir saltanat arabası verilmesini, bununla kendilerinin gidip askere söz anlatmalarını öne sürer. Padişah bunu da “Saltanat arabasına kardeşimi bindirip padişah ilan etmek istiyorlar” diye reddeder. Abdülhamit’in bu sırada büyük bir heyecan içinde bulunduğu tahmin edilebilir. Bunun üzerine, artık Sadrazam olmayan Hilmi Paşa’nın da onayı ile, Ali Cevat Bey’in askerlere, onları affeden bir irade-i seniye götürmesi kararlaştırıldı. Bu irade, hükümetin istifasının kabul edildiğini, yeni kabinenin kurulmak üzere olduğunu, güvenliğin korunacağını, o gün “içtimada” bulunan “asakir-i şahanenin ve birlikte bulunanların” Padişah tarafından affedildiklerini açıklıyor ve “ila yevm ül kıyam baki ve ali olan şeriatın bundan böyle de her tarafça ahkam-ı celilesine bir kat daha dikakt ve itina olunması tekiden” buyrulduğundan artık askerin askerin kışlasına, ahalinin de işine gücüne dönmesi istiyordu. Ayrıca Şeyhülislam bütün asker ve halka Padişahın selamını bildirmekle görevli kılınıyordu.

Öldürülenler : Ayaklanmanın ilk günü ölenler arasında Adliye Nazırı Nazım Paşa da vardı. Öğleden sonra Hilmi Paşa tarafından Babıaliden Saraya çağrılan Adliye Nazırı ile Bahriye Nazırı Rıza paşa, aynı arabayla yola çıktılar: Eminönüne geldiklerinde asker arabayı çevirip Meclise götürdü. Meclisin dış kapısından girerken bekleyen asker silaha davrandı. Rıza Paşa buna karşı çizmesindeki tabancayı çıkarmak isteyince kendisi ayağından, Nazım Paşa da kalbinden vuruldu. Ondan başka, Lazkiye mebusu Arslan Bey öldürüldü. İkdam’a göre öldürülen subayların sayısı dörttü. Bunlar ya askere engel olmak istedikleri için, ya da askere “tecavüz” etmeye kalkıştıkları için öldürülmüşler. Bir de Şerif Sadık Paşa ile uşağı öldürülmüştü. Ayrıca, Harbiye Nezareti önlerinde ayaklananlardan bazı kayıplar olduğu anlaşılıyordu. Şura-yı Ümmet ve Tanin gazete idarehaneleri de yıkılıp yağmalandı.

Basının tutumu : ikdam, Osmanlı, Volkan, Mizan, Serbesti gibi gazeteler ayaklananlardan yana tavır almışlardı. İkdam askerlerin düzenliliğini göstermek için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Buna göre, zorbalıklar, karşı yanın kışkırtması ile, ya da meşru
savunma durumunda olmuştu. Her polisin yanına iki asker verilmiş, bunlar İstanbul sokaklarında güvenliği sağlamışlar, birbirlerini yatıştırıp frenlemek için öğütler vermişlerdi. Askerler Adliye Nazırını öldürdükleri için pek üzgündüler: cenazesi “ihtifalat-ı lazime” ile kaldırılacaktı. Yabancılar ve müslüman olmayanların haklarına “fevkalade riayet edilmişti.”. Askerler ikişer, üçer elçiliklere giderek can, mal, ırza dokunulmayacağını açıklamışlardı. İkdam, yabancılar ve bu arada The Times muhabiri askerlerin gösterdikleri “intizamperverlik” ve “siyasi terbiyeye” hayran kalmışlardı. Ayasofyaya gelen Amerikan elçisi askerlerin isteklerini “muhik” görmüş ve ağırbaşlı davranışlarını takdir etmişti. Ayaklanmayı fırsat bilen Zaptiye tevfikhanesindeki tutuklular binayı ateşe vererek kaçmaya yeltenmişler, asker gelerek onların ayaklanmasını bastırmıştı.

Selanik’in Tepkisi : Ayaklanma haberi Selanik’e varır varmaz oradaki İttihat ve Terakki ile 3. Ordu derhal kesin bir tavır aldılar. 3. Ordu Kumandanı birinci ferik Mahmut Şevket Paşa’nın başkanlığında askeri kulüpte yapılan toplantıda, Rumeli’den gidecek bir ordu ile ayaklanmanın bastırılması kararlaştırıldı. Bu orduya Hareket Ordusu adının verilmesi toplantıda bulunan Mustafa Kemal’in düşüncesiydi. Ordunun başına Mustafa Kemal’in kumandanı Selanik redif fırkasının kumandanı ferik Hüseyin Hüsnü Paşa getirildi. Ordunun kurmay heyetine kolağası Mustafa Kemal de girdi. Ayrıca kamu oyunu harekete geçirmek üzere ertesi gün Selanik’te bir miting yapılması kararlaştırıldı.
The Times’ın olayın ertesi günü çıkan yorumu şuydu: “İttihat ve Terakki’nin yerine bir çok kabiliyetli ulemanın üye olduğu rakip bir teşkilat geçmiştir. Muhammediye Cemiyeti başkente egemendir ve arkasında Birinci Ordunun bütün askerleri ve halkın silahlı bölümünün çoğunluğu vardır.” Gazeteye göre Temmuz devrimini yapan İttihat ve Terakki kadar gizli ve becerikli bir teşkilat, “gerici” ayaklanmayı hazırlamıştır. Aynı zamanda dış tehlikenin de varlığına işaret olunuyordu. Haberi alan Bulgar hükümeti, Bulgaristan’ın bağımsızlığı hemen tanınmadığı takdirde “ciddi kararlar” almak durumunda kalacağını açıklamıştı.

İsyancıların Davranışı : 14 Nisan günlü İstanbul gazetelerinde bir gün önceki olayları anlatırken askerlere leke sürmemek için çaba göstermelerine rağmen, askerin, Sultanahmetten bütün şehre yayılması İstanbullar için pek ürkütücü bir hal almış, Kapalıçarşı ve İstanbul’daki dükkanların çoğu açılmamıştı. Zira ortada subaysız, başıboş kümeler hlinde dolaşan askerler akıllarına estikçe silahlarını havaya boşaltıyorlardı. Bu yüzden, bir çok İstanbullular kaza kurşunuyla yaralanıyorlardı. Bazı askerler de bu arada rastladıkları subayları öldürmeye kalkışmışlardı, hatta bazen işi “Harbiyeli subay avından” çok, subay olsun olmasın “mektepli avına” çevirenler de oluyordu. Öte yandan askerler, Zaptiye Nezaretinin karşısındaki kadınlar İttihat ve Terakki kulübünün kapılarını kırıp yirmi musiki aleti ile mobilyaları parçaladılar. Bunları yaparken, arada kümeler halinde Yıldız’a uğrayıp istediklerini kabul ve kendilerini affettiği için Abdülhamit lehinde sevgi ve teşekkür
gösterileri yapıyorlardı. Abdülhamit de pencereye çıkıp onların gösterilerine karşılık veriyordu.

Vahdeti’nin Tutumu : O gün çıkan Volkan’da Vahdeti’nin “Halife-i İslam Abdülhamit Han Hazretlerine Açık Mektup” başlığını taşıyan yazısı vardı. Buna göre, Vahdeti’nin içinde bulunduğu hal ve mevkii Abdülhamit’e hitabetmeyi gerekli kılmıştır. “Şu dakikada” aldığı bilgiye göre bütün asakir-i şahaneleri subayların mektepli olanlarını tutukladıktan sonra 0.45-1.45 sıralarında Mebusan Meclisini kuşatmışlar, “fakat asakir-i mumaileyhimin makasıd-ı hakikiyeleri ne olduğu bizce anlaşılamamıştır”. Maksatları ne olursa olsun, kabinenin düşmesi muhakkakmış, Abdülhamit için en büyük şeref Meşrutiyeti korumasıymış.
Ortada resmi otorite olarak bir tek Abdülhamit kalmıştır. Öyle ise, Meşrutiyet’in Korunması artık önemli ölçüde Abdülhamit’in mutlakiyeti kurmaya kalkışmamasına, ya da Vahdeti’nin dediği biçimde, onun mutlakiyetçilere kulak vermemesi ile mümkündür. Vahdeti, düştüğü umutsuzluk yüzünden, Ahrarcı bir hükümeti gözünden çıkarmış, meşrutiyetçi olmak şartıyla, tarafsız hükümete bile razıdır.

Harbiyelilerin Kaygıları : Vahdeti’nin bu yazısı karşısında Harbiye Mektebi öğrencileri Meşrutiyet tehlikede diye endişe ettiler. Ahrarcı bir Harbiye öğrencisi olan Ahmet Bedevi Kuran, bazı arkadaşlarını Mizancı Murat’a gönderdi. Kendisi de Mevlanzade Rıfat’a gitti.
Bu bilgilerden Mevlanzade, Mizancı Murat, Kuran ile arkadaşları, Vahdet-i ve Said-i Kürdi arasında tanışıklık ve temas bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlanzade ve Murat Bey, Vahdeti adına teminat veriyor, hepsi de Meşrutiyetin ciddi bir tehlike içinde bulunmadığını teyid ediyorlardı. Bu şekilde teminat verebiliyorlardı, zira ayaklanmanın Abdülhamit tarafından değil, kendilerince çıkarıldığını biliyorlardı.