Amerika Tarihi


Amerika Bağımsızlık Savaşı
Bu savaş aslında bir bağımsızlık savaşı olarak ortaya çıkmamıştır. Tam tersine 13 İngiliz Kolonisi'nin İngiltere'ye karşı ayaklanmasında vergi meselesi temel sebep olmuştur. Zira 1756-1763 Yedi Yıl Savaşları sonucunda İngiltere, Fransa'dan Hindistan sömürgesini kapmış olsa da bu savaş esnasında oldukça çok para harcamış ve bu açığı gidermek için Amerika'daki kolonilerine ağır vergiler dayatmıştır.

1765'te vergi meselesinden çıkan sürtüşme, 1775'lerde iyice dallanıp budaklandı. 1776'ya gelindiğinde Thomas Jefferson'ın kaleminden çıkan Bağımsızlık Beyannamesi'nin ilanı ile 13 Koloni ve İngiltere arasında çıkan çatışma "Bağımsızlık Savaşı" haline gelmiştir.

İnsanların doğuştan, yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve saadetini temin etme gibi başkasına devredilemez hakları vardır. Devletler, bu hakları sağlamak için kurulmuştur ve yönetenler her türlü iktidarı yönetilenlerin rızasından alırlar. Eğer herhangi bir hükümet şekli, bu gayelere aykırı hareket ederse, bu hükümeti değiştirip, yerine bir yenisini getirmek milletin hakkıdır. Bu içeriğe sahip Bağımsızlık Beyannamesi, demokrasi ve siyaset bilimi açısından, ilk defa olarak insanların doğuştan sahip oldukları hak ve hürriyetleri ve demokrasinin temel ilkelerini belirlemesi nedeniyle çok önemlidir.

Bu arada savaşın bağımsızlık mücadelesine dönüşmesi üzerine, Sevil Berberi ve Figaro'nun Düğünü operalarının yazarı Beaumarchais'in ileri sürdüğü fikirler çevresinde Fransa askeri, siyasi ve ekonomik açılardan Amerikalılara yardım etmeye başladı. Fransa, bu şekilde İngiltere'den 7 Yıl Savaşları'nın hıncını çıkarmaya çalışıyordu.

1778'de Amerika ve Fransa arasında bir ittifak yapıldı. Bu arada Fransız General Lafayette, 1777'den beri yanındaki gönüllü gruplar ile Amerika'da İngilizlere karşı çarpışmakta ve oradaki bağımsızlığa gidişi adım adım gözlemektedir. Amerika'ya yaptığı yardımlar, Fransız bütçesini ve ekonomisini altüst etmişse de Amerika 1783 yılında bağımsızlığına kavuşacaktır.



ABD'nin Kuruluşu
Amerika'nın 1492'de keşfinden sonra İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, bu kıtada toprak sahibi oldular. İngilizler, Amerika'daki topraklarını genişlettikten sonra İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerden göçmenler yerleştirerek koloniler kurdu. 18. yüzyıl ortalarında, bu kolonilerin sayısı 13'e yükseldi. Koloniler, ABD'nin temelini oluşturmuştur.

İngilizlere bağlı olan koloniler, İngiliz Kralı'nın tayin ettiği bir vali tarafından yönetiliyor ve bir de meclisleri bulunuyordu. Amerika'da yaşayan bu insanların İngiltere'nin özgür vatandaşlarından farkı yoktu. 1756-1763 yılları arasında İngiltere'nin Avusturya, Fransa ve Rusya ittifakıyla yaptığı savaşlar (Yedi Yıl Savaşları), İngiltere'nin maliyesinin bozulmasına neden olmuştur.

İngiltere'nin mali durumunu iyileştirmek amacıyla yeni vergiler koyması, Amerika'daki kolonilerin tepkisiyle karşılaştı. 1774'te toplanan 1. Filedelfiya Kongresi'nde İngiltere ile savaşa karar verildi. 2. Filedelfiya Kongresi'nde (1776) 13 sömürge, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu kongrede İnsan Hakları Bildirisi kabul edilerek onaylandı.

Fransa, İspanya ve Hollanda'dan yardım alan koloniler, İngilizleri yendiler. İngilizler, barış istemek zorunda kaldı ve Versaille (Versay) Antlaşması imzalandı (1783).
Bu antlaşmaya göre:
*İngilizler, 13 sömürgenin bağımsızlığını tanıdılar.
*Antillerden bazı adaları ve Senegal'i Fransa'ya verdiler. Bağımsızlıklarını ilan eden eyaletler içişlerinde serbest olmak şartıyla bir araya gelerek Amerika Birleşik Devletleri'ni kurdular (1787).
ABD'nin Kuruluşunun Sonuçları
*İnsan Hakları Beyannamesi ilan edilerek demokratik bir rejim kurulmuş ve Avrupa'ya örnek olmuştur.
*Avrupa'ya karşı denge unsuru olmuştur.
*Avrupa kültür ve medeniyeti yeni bir yayılma alanı bulmuştur.
*Göçler sonucunda Avrupa'da işsizlik azalmış, siyasi ve dini kavgalar önemini kaybetmiştir.


Amerikan Ekonomisi
Her ekonomik sistemde müteşebbisler ve yöneticiler mal ve hizmet üretmek ve dağıtmak amacıyla doğal kaynakları, emeği ve teknolojiyi bir araya getirirler. Buna karşın, anılan ögelerin düzenlenme ve kullanılma yöntemleri, aynı zamanda bir ulusun politik ideallerini ve kültürünü de yansıtır.

Çok kez Birleşik Devletler'de "kapitalist" bir ekonomi bulunduğu söylenir. Bir Alman ekonomist ve toplumsal kuramcı olan Karl Marx tarafından 19. yüzyılda ortaya atılan bu tanımlamaya göre, bu sistemde önemli ekonomik kararların çoğunluğu, büyük miktarda paraya ya da sermayeye sahip olan küçük bir grup tarafından alınır.

Marx, kapitalist ekonomilerin politik sisteme daha fazla güç tanıyan "sosyalist" düzenlerin karşıtı olduğunu ileri sürmekteydi. Marx ve yandaşlarının inancına göre, kapitalist ekonomilerde güç, zengin iş adamlarının elinde toplanmakta ve onlar da temelde kârlarını en yüksek düzeye çıkarmaya yönelmekte; buna karşın sosyalist ekonomilerde, olasılıkla daha kapsamlı hükümet kontrolü öne çıkarılmakta ve kârdan çok politik amaçlara önem verilmekte, sözgelimi toplumun kaynaklarının daha eşit bir biçimde dağıtılması hedef alınmaktadır.

Aşırı biçimde basite indirgenmiş olan bu iki sistemin gerçeğe uyan öğeleri bulunmakla birlikte, bunlar günümüzde daha az geçerlidir. Eğer Marx'ın tanımladığı katışıksız kapitalizm var idiyse bile artık yok olmuştur; çünkü, Birleşik Devletler'de ve pek çok diğer ülkede hükümetler, güç birikimlerini sınırlamak ve kontrolsuz özel ticari çıkarların neden olduğu toplumsal sorunların çoğuna çözüm getirmek amacıyla ekonomilerine müdahalede bulunmuştur. Bu yüzden, özel teşebbüsün yanı sıra hükümetin de önemli bir rol oynadığı Amerikan ekonomisini "karma" bir sistem olarak tanımlamak daha doğru sayılabilir.

Amerikalılar çok kez serbest teşebbüse yönelik inançları ile hükümet yönetimi arasındaki sınırın nereden geçeceği konusunda anlaşamazlarsa da geliştirdikleri karma ekonomi büyük ölçüde başarılı olmuştur.

Bir ülke ekonomik sisteminin ilk öğesi, onun doğal kaynaklarıdır. Birleşik Devletler zengin maden kaynaklarına, verimli tarım arazisine ve ılımlı bir iklime sahiptir. Bunlara ek olarak, Atlas Okyanusu'nda, Büyük Okyanus'ta ve Meksika Körfezi'nde uzun kıyıları vardır. Anakaradan kıyılara uzun nehirler akmakta ve ABD-Kanada sınırında bulunan beş büyük göl de (Büyük Göller) ulaştırma için ek olanaklar sağlamaktadır. Anılan yaygın su yolları, hem yıllar boyunca ülke ekonomisinin büyümesine yardım etti hem de Amerika'daki 50 eyaleti tek bir ekonomik birim olarak birbirine bağladı.

İkinci öğe ise doğal kaynakları mala dönüştüren emektir. Çalışabilecek işçi sayısı ve daha da önemlisi onların üretkenliği, bir ekonominin sağlamlığının belirlenmesinde yardımcı olur. Birleşik Devletler'in tarihi boyunca işgücü giderek büyüdü ve bu da neredeyse kesintisiz bir ekonomik büyümeyi besledi.

1. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasına kadar işçilerin çoğunluğu, Avrupa'dan gelen göçmenlerle onların çocukları ve ataları Amerika'ya köle olarak getirilmiş bulunan Afrikalı-Amerikalılardı. 20. yüzyılın başlarında çok sayıda Asyalı, Birleşik Devletler'e göç etti ve sonraki yıllarda da Latin Amerikalı göçmenler gelmeye başladı. Birleşik Devletler'de işsizliğin yüksek olduğu bazı dönemler yaşandı ve bazen işgücünün yetersiz kaldığı günler geçtiyse de göçmenler, iş olanakların bol bulunduğu zamanlarda gelme eğilimi gösterdiler.

Çok kez yerli işçilerden daha düşük ücretler karşılığı çalışmaya hazır bulunmalarına karşın genelde geldikleri ülkelerdekinden çok daha fazla kazanıp refaha kavuştular. Ülke de giderek zenginleşti ve böylelikle daha fazla göçmeni kaldırabilecek düzeye erişti.

Bir ülkenin ekonomik başarısı için emeğin niteliği de (bireylerin ne kadar yoğun çalışmaya razı ve ne kadar becerili oldukları) en az işçi sayısı kadar önemlidir. Birleşik Devletler'in ilk günlerinde görülen sınır bölgeleri yaşantısı, çok yoğun çalışmayı gerektiriyordu ve Protestan çalışma ahlâkı olarak bilinen nitelik de bu eğilimi güçlendirmişti.

Teknik eğitim ile meslek eğitimini de içeren öğretime verilen önem ve denemeye ve değişmeye yönelik istek, Amerika'nın ekonomik başarısına ayrıca katkıda bulundu. İşgücünün hareketliliği de Amerikan ekonomisinin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği açısından önemli oldu.

Doğu Kıyısı'ndaki iş piyasasını göçmenler doldurunca, önemli sayıda işçi çok kez ülkenin iç kesimlerinde sürülmeyi bekleyen çiftliklerde çalışmaya gitti. Aynı şekilde 20. yüzyılın ilk yarısında, Kuzey'deki endüstrileşmiş kentler de Güney çiftliklerinde çalışan siyah Amerikalıları çekti.

İşgücünün niteliği, önemli bir konu olmayı sürdürmektedir. Günümüzde Amerikalılar, "insan sermayesi"nin pek çok modern ileri teknoloji endüstrisinde başarı sağlamak için bir anahtar olduğunu düşünmektedir. Bunun sonucu olarak, hükümet ileri gelenleri ve iş çevresi yetkilileri, bilgisayar ve telekomünikasyon gibi yeni endüstrilerin gereksinim duyduğu türde kıvrak zekâyı ve uyum sağlamaya yatkın beceriyi işçilere kazandıracak öğretim ve eğitimin önemini vurgulamaktadır.

Bunlara karşın, doğal kaynaklar ve emek ekonomik sistemin sadece bir kesimini oluşturmaktadır. Bu kaynaklar, elden geldiğince etkin bir biçimde düzenlenmeli ve yönlendirilmelidir. Amerikan ekonomisinde piyasadan gelen verilere göre çalışan yöneticiler, bu işlevi yerine getirirler.

Amerika'daki geleneksel yönetim yapısını yukarıdan aşağıya uzayan bir komuta zinciri oluşturur; yetki, tüm işin düzenli ve etkin bir biçimde yürümesini güvence altına alan yönetim kurulu başkanından başlayıp teşebbüsün çeşitli bölümlerinin eşgüdümünü sağlamakla yükümlü olan daha aşağı düzeydeki yönetim birimlerinden geçer ve fabrikadaki usta başına kadar akar. Çok sayıda iş, çeşitli bölümler ve işçiler arasında paylaştırılmıştır.

20. yüzyılın başlarında, Amerika'daki bu uzmanlaşma ya da işbölümünün sistematik çözümlemelere dayanan "bilimsel yönetim"i yansıttığı söylenirdi. Teşebbüslerin pek çoğu, bu geleneksel yapı içinde çalışmakla birlikte bazıları da yönetim konusunda değişen görüşler benimsedi. Giderek yoğunlaşan küresel rekabetle karşılaşan Amerikan teşebbüsleri, özellikle, kalifiye işçi çalıştıran ve hızla gelişmek, değişmek ve hatta sipariş üzerine mal üretmek zorunda kalan ileri teknoloji endüstrilerinde daha esnek bir örgüt yapısı oluşturmaya çalışmaktadır.

Aşırı hiyerarşinin ve işbölümünün yaratıcılığı önlediği yolundaki inanış, her geçen gün daha yoğunlaşmaktadır. Bunun sonucu olarak da pek çok şirket, örgüt yapısını "yassıltmış", yönetici sayısını azaltmış ve birkaç iş dalında birden çalışan ekiplere daha fazla yetki aktarmıştır. Doğal olarak, yöneticilerin ve ekiplerin bir şeyler üretebilmek için bir teşebbüs olarak örgütlenmeleri gereklidir.

Birleşik Devletler'de anonim şirketlerin, yeni bir teşebbüse girişmek için gerekli parayı toplamak ya da mevcut bir teşebbüsü büyütmek konusunda etkili bir araç olduğu kanıtlanmıştır. Anonim şirket, hisse senedi sahibi diye bilinen bir grubun gönüllü olarak oluşturduğu, karmaşık kurallara ve geleneklere göre yönetilen bir ekonomik teşebbüstür.

Anonim şirketlerin mal ya da hizmet üretebilmek için parasal kaynaklara gereksinimi vardır. Gerekli sermayeyi oluşturmak amacıyla genelde sigorta şirketlerine, bankalara, emekli sandıklarına, bireylere ve diğer yatırımcılara hisse senedi (varlıklarından pay) ya da bono (uzun vadeli borç) satarlar. Özellikle bankalar gibi bazı kurumlar da anonim şirketlere ve diğer teşebbüslere borç verirler. Federal hükümet ve eyalet hükümetleri bu finansman sisteminin güvenliğini ve güvenilirliğini garantilemek ve yatırımcıların sağlıklı karar verebilmelerine yönelik serbest bilgi akışını sağlamak amacıyla ayrıntılı kurallar ve düzenlemeler geliştirmişlerdir.

Gayri safi milli hasıla (GNP), belirli bir yıl üretilen mal ve hizmet düzeyini belirler. Birleşik Devletler'de GNP düzenli bir biçimde artmış ve 1983'te 3,4 trilyon doların üstündeyken 1998'de yaklaşık 8,5 trilyon dolar olmuştur. Bu veriler, ekonominin sağlığını ölçmeye yararsa da, ulusun durumunu her açıdan ölçemez. Gayrı safi milli hasıla bir ekonominin ürettiği mal ve hizmetlerin piyasa değerini gösterir; fakat, bir ulusun yaşam niteliğini ortaya koyamaz. Sözgelimi, bireysel mutluluk ve güvenlik, temiz bir çevre ve sağlık gibi bazı önemli değişkenler, tümüyle bu göstergenin dışında kalır.



DOLAR
Dolar sözcüğü, 16. yüzyıldan sonra Alman para birimi olarak kullanılan "Thaler" in değişmiş bir şeklidir. Amerika'nın keşfinden sonra İspanya Kralları tarafından yaratılan gümüş parayı ifade eden "Dolera" dan gelmektedir.

Dolar, 22 Haziran 1776'dan beri Amerika Birleşik Devletleri'nin para birimidir. ABD bağımsızlığına kavuşunca dolar, gümüş para olarak basılmaya başlandı ve 1786'da ağırlığı 24,3 gram olarak belirlendi.

1792'de bi****llizm (çift ****lli sistem) uygulanarak tanımın kapsamına altın da alındı; 1 dolar, 24,06 gram saf gümüş ve 603,8 miligram saf altına eşit sayıldı. ABD Doları 100 cent'e ayrılmaktadır. Amerikan Doları’ndan türeyen Kanada Doları da aynı şekilde 100 cent'e bölünmüştür.

Altından kaçış karşısında 1837'de tanım değişti. 1849'da Kaliforniya'daki altın yataklarının keşfedilmesinden sonra ise ilk altın dolarlar basıldı. Ne var ki, boyutları çok ufak olan bu paralar fazla yaygınlaşmadı. 1933-34 yıllarında bütün altın paralar devlete devredilerek altın külçe sistemine geçildi. Bu sistemle altın-dolar paritesi 1 ons altın (yaklaşık 31 g) = 35$ olarak saptandı ve dolanıma sürülecek dolarlar için %25 altın karşılık bulundurma zorunluluğu getirildi. ABD içinde dolarların altına çevrilmesi de yasaklandı ve altın rezervlerinin yalnız dış taleplerin karşılanmasında kullanılması öngörüldü.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Bretton-Woods sistemi, dolara bütün uluslararası işlemleri düzenlemek gibi çok önemli bir işlev tanıyarak, bu para birimini "anahtar para" durumuna getirdi. Ancak 1971'de ABD, sahip olduğu altın rezervleri ile yaratılmış olan dolar hacmi arasındaki açığın büyük boyutlara erişmesi karşısında, doların altına konvertibilitesini kaldırdı.



WİLSON İLKELERİ
1918 yılının başında, tüm uluslarda savaşa karşı bıkkınlık ve barış özlemleri açıkça görülüyordu. Milyonlarca insan ölmüş, açlık ve sefalet tüm Avrupa'yı etkilemişti.

1. Dünya Savaşı'nda ise hangi tarafın kazandığı kesin belli olmamakla beraber, savaş uzadıkça İtilaf Devletleri'nin kazanacağı görülüyordu. 1917 yılında Almanya ve Avusturya'nın barış girişimleri ile İtilaf Devletleri'nin barış koşullarını ağırlaştırmak istemeleri yüzünden başarılamamıştı. İşte bu ortam içerisinde Başkan Wilson, barışın esaslarını saptayan "14 Nokta" sını açıkladı.

8 Ocak 1918'de Kongre'ye gönderdiği mesajda, barışın ve ondan sonra dünya da demokrasinin ve küçük milletlerin bağımsızlığının esaslarını saptamaya çalışıyordu. Başkan Wilson'un bu çabalarından haberi olan Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı, 27 Aralık 1917'de Fransa'nın savaş amaçlarını açıklarken, Fransa'nın istila amacı gütmedigini, köle hayatı yaşayan Doğu Halklarına kendi kaderlerini kararlaştırmak hakkını verecek "uluslar prensip" için savaştıklarını belirtiyorlardı.

İngiltere Başbakanı Lloyd George ise 5 ocak 1918'de yaptığı konuşmada, Türklerin başkentinde kökleri, Türk Halkı'na dayanan bir Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığına karşı olmadıklarını belirtti. Böylece hem Wilson tatmin edildi hem de İttifak Devletleri savaşmaktan kurtulacaklardı.

Daha sonra eklenenlerle birlikte 27'ye ulaşan bu noktalar, 11 Şubat'da Wilson'un bir konuşmasında, devletlerin yeni topraklar kazanamayacakları, savaş tazminatı alınamayacağını açıklanmasıyla özet olarak şu esasları belirliyordu:
* Barış antlaşmaları açık olacak.

* Karasuları dışında, savaş ve barışta denizlerde mutlak serbesti bulunanak.

* Uluslararası bütün ekonomik engeller kaldırılacak ve eşitlik sağlanacak.

* Ülkelerin silahlanmayı bırakıp, yalnızca iç güvenlikleri seviyesine indirilmesi için karşılıklı garanti verilecek.

* Sömürgeler üzerindeki isteklerin serbestçe ve tam yansızlıkla
incelenerek, bu bölgeler halkının çıkarların gözönünde tutularak sonuca bağlanması sağlanacak.

* İşgal edilmiş Rus Toprakları boşaltılacak ve Rusya'ya kendi gelişmesini sağlaması için her tür imkan verilecek.

* Belçika'nın egemenlik haklarına dokunulmaksızın, boşaltılıp yeniden kurulacak.

* İşgal edilen Fransız Topraklarının boşaltılıp, Almanya'nın 1871 yılında
Alsas-Loren'i almakla yaptığı hatanın düzeltilmesi, yani bu toprakların tekrar Fransa'ya geri verilmesi ve barışın garanti altına alınması sağlanacak.

* İtalyan sınırları ulusal esaslara göre düzeltilecek.

* Romanya, Sırbistan, Karadağ Topraklarının boşaltılması- Sırbistan'a denizden serbest bir kapı verilmesi, Balkan Devletleri'nin ilişkilerinin ulusallık bakımından, tarihsel esaslara göre dostça düzenlenmesi, Balkan Devletleri'nin siyasal ve ekonomik bağımsızlıkları ve sınırlarının dokunulmazlığı için uluslararası garantiler verilmesi sağlanacak.

* Osmanlı İmparatorhığu'nda, Türkler'in oturdukları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması; Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerk bir gelişme için tam ve engelsiz bir fırsatın sağlanması; Boğazlar'ın uluslararası garanti altında bütün devletlerin ticaret gemilerine açılması sağlanacak.

* Denizden bir kapısı bulunan bağımsız bir Polonya kurulacak.

* Büyük ve küçük ulusların, siyasal bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin karşılıklı güvenliğinin garanti altına alınması amacı ile bir millet teşkilatı kurulacak.
Bu bildirinin yayınlanmasında Wilson'un insanlık ve barış inancının bulunduğunu kabul etmekle beraber, açıklamanın yeterli olamayacağını belirtmek gerekir. Rusya'nın, Almanya ile ayrı bir barış yapma hazırlıkları içinde olduğunu gören Wilson, Rusya'nın bu isteğinden vazgeçeceğini umuyordu. Çünkü Rusya'nın savaştan ayrılması, Almanya'nın Doğu Cephesi'ni boşaltacak ve buradaki kuvvetlerini aktararak ve İtilaf Devletleri'nin işini zorlaştıracaktı.

Lenin'in "ulusların kendi kaderini tayin etmeleri" sloganına karşı Wilson, ulusların demokrasilere özgü olarak kendi kaderlerini ve bağımsızlıklarını sağlamaları garantisi için Milletler Cemiyeti kurulmasını getiriyordu.

Bunlardan da önemlisi bu bildirinin arkasında yatan başka bir gerçek daha vardı. ABD, 20. yüzyılda, emperyalist bir aşamaya erişmiş ve deniz aşırı ticaret yapmak için olanakların kısıtlanmış olduğunu görmüştü. Çünkü dünyanın 2/3'ü İngiliz, Fransız ve diğer devletlerin sömürgesi halinde idi. Sömürgelerde ticaret yapma olanakları kısıtlıydı. Eğer sömürgecilik yıkılırsa, bunun yıkılışını sağlayan ABD, bu sayede dünya ticaretine kolaylıkla ağırlığını koyabilecekti.

Gerçekten de dünyada sömürgeciliğin yıkılışının teorisini Wilson ilan etmiş, uygulamasını da Türkiye göstermiştir. Bildirinin etkisi, özellikle İttifak blokunda görüldü. "Wilson Bildirisi" esaslarına dayanarak barış yapılacağına göre, yenilenler fazla birşey kaybetmiyeceklerdi. Bu sebeple yıpranmış olan Avrupa Kamuoyu'nda barış eğilimleri görülmeye başladı.

Bildiri Orta Doğu'da, Türk Kamuoyu'nda olduğu kadar Ermeni, Rum ve Araplar üzerinde de etki yaptı. İtilaf Devletleri'nin verdikleri söze ve Wilson Prensipleri'ne göre kendilerine bağımsız devlet kurma hakkı tanıyacaklarına inanıyorlardı. Gerçekte İngiltere ve Fransa bu programı benimsememişlerdi. Fakat Başkan Wilson'a karşı sayılacak açıklamalardan da kaçındılar.

Savaşın kendi lehlerine geliştiğini gören bu iki ülke, yenilgiyle çıktıktan sonra savaşın nimetlerinden de yararlanmayı düşünüyorlardı. Almanya ve Avusturya Kamuoylarında ise bu 14 nokta, "adalete uygun sürekli bir barışın" sembolü olarak karşılandı