-Amerika kıtasını Osmanlı Devleti bulsaydı ne olurdu acaba?
Oğuz Düzgün
Piri Reis’in haritalarında Amerika kıtasından haber verildiğini biliyoruz..Hatta Müslüman Tüccarların çok önceleri Amerika kıtasını ziyaret ettikleri de çok iyi biliniyor.Diyebiliriz ki Osmanlı’nın bilhassa coğrafya ile ilgili denizcileri böyle bir kıtanın varlığından haberdardı ancak çeşitli sebeplerle burayı ele geçirmeye gitmemişlerdi.

Zaten Kristof Kolomb da bu kıtayı tesâdüfen belki de tevafuken bulmuştu.Onun amacı Hindistan’a varabilmekti.Böylelikle zengin topraklara ulaşabilecekti.Hatta o ölümüne kadar bu kıtanın Amerika kıtası olduğunu bilmiyordu.Geldiği yerin Hindistan’ın batısı olduğunu sanıyordu.Hatta bu nedenle karşılaştıkları Kızılderilileri “İndians” yâni “Hintliler” olarak adlandırmışlardı.Daha sonra ise bu “İndians” tâbiri yerleşti ve Kızılderililer galat-ı meşhur ile “Hintliler” olarak anıldılar Anglo-Sakson dillerinde..

Belki de Kızılderililere konulan bu isim sömürgeci bir zihniyetin farklı bir şekilde tezâhüründen ibâretti.Hint-Avrupa menşeli kavimler olarak Kızılderililerin de Hint kökenli olduklarını onların ve de dünya insanlarının şuuraltlarına kazımak.O milletin fertlerini cismen yok ettikleri gibi gerçek kimliklerini de bir daha anılmamak üzere yok etmek.Gelecekte “kimdi bu yok olan kavim?” diye sorulduğunda “Hint kökenli bir kavimdi işte” diyebilmek..Karşılığında “vay be Amerika’nın yerlileri de Âri ırktanmış” dedirtebilmek..Bu bahsettiğim tez belki de çok aşırı bir komplo teorisi olarak algılanabilir ama olaylara bize gösterildiği şekildeymişler gibi bakmak da her zaman için çok doğru sonuçlar vermiyor.İnanç dışı konularda biraz sorgu, biraz şüphe gerçeği bulmaya yakınlaştırıyor insanı.

Başlıktaki soruma döneyim tekrar onu biraz daha açarak.Amerika’yı İspanyollar değil de Osmanlılar, dolayısıyla da Türkler keşfetseydi değişen bir şey olur muydu acaba?

Bunun cevabını bulabilmek için Osmanlı’nın egemenliği altında yaşayan milletlerin, halkların durumlarına bakmak gerekir.1396 yılından Osmanlı egemenliğinde kalan Sırplar bilindiği gibi 1878’de bağımsızlıklarına kavuştular.Hatta Osmanlı bu bölgeleri keyfinden de ele geçirmiş değildi.Osmanlı’yı haritadan silmek isteyen Macar Kralı Sigismund komutasındaki Haçlı Ordularına karşı koymaktı isteği.Tabii ki bu savunma başarılı olunca bir taşla iki kuş vurulmuş oldu.Sonuçta Bulgaristan ve Sırbistan gibi ülkeler Osmanlı Hâkimiyetine geçtiler.Osmanlı fethettiği bölgelerde sevinç gösterileriyle karşılandı.Yine Osmanlı, hiçbir soykırım yapmadı Sırplara.Onları kendi ırklarıyla, dilleriyle ve dinleriyle kabul etti.Sırpları asimile etmeye çalışmadı.Onun amacı sevgi ve hoşgörüyle bu gibi toplumları kendine bağlayabilmekti.Bu amaçla Kervansaraylar, Medereseler, Hanlar, Köprüler, Hamamlar, yollar inşa eyledi fethettiği yerlere.

Şunu söyleyebiliriz ki Osmanlı Müslüman kavimleri bile asimle etmeye çalışmamıştır.Onları olduğu gibi kabul etmiş, o halklardan sadece “Devlete” itaat beklemiştir.Tabii ki kendi isteğiyle Müslümanlaşanlar hatta Türkleşenler olmuştur ama bu baskının, zulmün değil sevginin başarısıdır.Soykırım yapıp bir milleti yok etme kolaycılığı varken, egemenliği altındaki halkları kendi değerleriyle birlikte yaşatıp, onları kendi devletinin sancağı altında, kendi davasına hizmet ettirme becerisini gösterebilmiştir Osmanlı.Tabii ki o bunu yaparken dini bir sorumluluk da hissediyordu.Ehl-i kitap olan kavimler “Zımmi” idiler.Onların İslam hukukunda ayrı birer hukukları, ayrı mahkemeleri vardı.Onların ibadetlerine, kiliselerine karışılmazdı.Bu İslâm’ın kendi özünde var olan bir özellikti zâten.İşte Osmanlı bu özellikten de faydalanmasını bildi.Bu da hükümranlığı altındaki o kavimlere yaradı elbette.Meselâ Sırbistan, 500 yıla yakın benliğini, dinini, dilini kaybetmeden yaşayabildi.Bu sadece ve sadece Osmanlı Devletinin hoşgörüsü sâyesinde oldu.Tabii Osmanlı Devleti hoşgörü gösterdiği bazı milletlerden hak ettiği karşılığı alamadı.Hatta yer yer ihânetler de gördü.Bu da ayrı bir gerçek.

Bu örnekler elbette arttırılabilir..Bulgarlar, Macarlar, Hırvatlar, Rumlar, Araplar hatta Yahudiler ve daha pek çok kavim dillerini, dinlerini ve benliklerini koruyarak Osmanlı Devletinde özgürce yaşadılar.Yaşadıkları yerler ellerinden alınmadı, onlara ne soykırım, ne de başka bir zulüm yapılmadı.Onlar doğdukları topraklardan uzaklaştırılmadan, köleleştirilmeden, aşağılanmadan özgürce yaşadılar.Hatta bazı Balkan ülkelerinde kendilerine kimlik bile verilmeyerek, Çingene denilerek aşağılanan Romanlar, en rahat ve huzurlu şekilde Osmanlı topraklarında göçebe yaşamlarını sürdürmüşlerdi.Osmanlı, onları insan yerine koymuştu. Osmanlı terminolojisindeki kulluk İnsan olmayı ifâde ediyordu.Allah’ın bütün kulları hatta bütün mahlukları saygıyı, sevgiyi hak ediyordu.Osmanlı’nın bu hoşgörüsüne karşılık vermekte gecikmeyen Romanlar kısa bir süre içinde Müslümanlaşmışlar ve pek çoğu da Türkleşmişlerdi.Bugün Balkanların pek çok Kasabasında göz yaşları eşliğinde Türkçe şarkı plaklarını, kasetlerini dinleyen, eski şaşaalı, itibarlı dönemlerini özlemle yâd eden diğer halkların yanında Romanlar da epey bir yekun tutar.Zaten hangi kökenden olursa olsun, Balkanlarda, Kafkaslarda zulme uğrayan milletlerin Anavatan diyerek göçtükleri son nokta ise hep Türkiye olmuştur.Bu da şâyan-ı dikkat bir hadisedir.

Yine bilindiği gibi İspanyollar Müslüman gemicilerin de yardımıyla Amerika’yı keşfettikleri ve Kızılderililere karşı soykırım hazırlıklarının başladığı sırada Osmanlı, Müslüman Araplarla birlikte soykırıma uğrayan başka bir halkı; İspanya Yahudilerini kurtarma telaşı içindeydi.İşte bu noktada Osmanlı Amerika’yı fethetseydi ne yapardı? sorusunun cevabı zihninizde daha da şekilleniyordur sanırım.Amerika’yı bir sömürge yapmak amacıyla ele geçiren İspanyolların ve ileriki yıllarda da Portekizlilerin, İngilizlerin Kızılderili halka nasıl davrandıklarının ip uçlarını dindar bir İspanyol’un şu sözlerinden yakalamaya çalışalım:
“1523'de papaz Motolinia Meksika’daki izlenimlerini şöyle anlatıyor: "Kızılderililerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. Eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Kızılderililer işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvani bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı…Kızılderililerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Kızılderili kadınlar sıra halinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu. Bir hakim de, İspanyol sömürgecilerin su kıtlığında bahçe ve tarlalarını Kızılderililerin kanları ile sulamaları talebinde bulunmuştu. Bütün bu gerçekler pek çok tarihçi tarafından dile getirilmiş gerçeklerdir.( Muhammed Mertek, 70 Milyon İnsanın Yası, Zaman, 25 Ocak 1992)
Başta sorduğumuz o sorunun cevabını şimdi verebiliriz.Hem de büyük bir gönül rahatlığıyla yapabiliriz bunu.Eğer Osmanlı Devleti Amerika’yı keşfetseydi veyahut da fethetseydi yukarıda sayılan zulümlerin hiçbirini uygulamayacaktı.Çok kısa bir süre içerisinde 70 milyonluk Kızılderili nüfusunun %98’ini yok etmek gibi zulmü Osmanlı asla yapamazdı.Hatta Osmanlı’nın böyle bir zulmü yapabileceğini onun en azılı düşmanları bile savunamazdı.Zira Osmanlı en azılı düşmanlarına bile kucak açmıştı engin hoşgörüsüyle.Az önce verdiğimiz bazı örnekler de bunun en canlı ispatı.Ne mi olurdu Osmanlı 1492’de Amerika’yı fethetseydi?Hayal gücümüzle o günlere gidelim ve görelim ne olacağını hep birlikte.
Bayezid-i Veli (Evliya Yıldırım Beyazıt) bembeyaz atıyla Kaptan-ı Derya Hersekzâde Ahmet Paşa’nın kaptanlığındaki filikasından iniyor tüm heybetiyle..Yanında Vezir-i Âzam Koca Davut Paşa öbür yanında da Şeyhülislam Molla Gürani de el pençe divan bir vaziyette bekliyorlar.Yıldırım Bayezid bir Yeniçeri’nin yanık sesiyle okuduğu “İnne fetehna” ayeti eşliğinde atından iniyor.Huşu içerisinde secdeye kapanıyor ve ellerini göğe açarak Allah’a şükrediyor..İlk emrini veriyor:
-Bu memleketin bir adı var mıdır tez araştırıla.Ve bu bilad o isimle anıla.Halkı bize saldırmadıkça emandadırlar, bu da bu biladın halkına ilan edile.İlay-ı kelimatullah davasına halal gelmemesi için, kadınlara, çocuklara, din adamlarına ve ihtiyarlara zinhar dokunulmaya.Onlara asla zulmedilmeye.
Bu sözlerin söylendiği sırada Kızılderili Şefi Konuşan Kartal çıkar gelir diğer savaşçı Apaçilerle birlikte.Bu gelenler kimlerdir diye merak etmektedir Veli Pâdişah. “Bunlar da bizim gibi birer insanmış, Allah’ın kullarıymış” diye geçirir içinden.Kızılderili Şefi Konuşan Kartal gülen gözlerle karşılar konuklarını.Zira Kızılderili geleneğinde de misafir önemlidir.Misâfirler Kutsal Ruh tarafından gönderilmişlerdir çünkü.İki lider sözlerle ifade edilemeyen ancak bakışlarla ve yürekle ifade edilebilen bir dille konuşurlar kendi aralarında.Osmanlı Padişahı, Kızılderilileri yerlerinden sürmeyecek, onların yaşamlarına, dillerine, kültürlerine müdahele etmeyecektir.Kızılderililerin de bu kıtaya yerleşecek Müslüman Türklerin yaşamlarına, dillerine ve kültürlerine müdâhele etmeyeceğinden emindir.
Hatta ileride bu yeni kıtayı ziyarete gidecek olan Evliya Çelebi Seyahatnâmesinin Kızulderilistan bölümünde onlar hakkında şunları yazacaktır:
“Apaçustan denilen diyar oldukça kalabalıktır.Burası yüzlerce şehirden oluşan bir memlekettir.Sultan Bâyezid’in ilk adım attığı şehir Şehr-i Bâyezid olarak anılır.Bu şehirde 100 civarında Câmii, 10 Medrese, 30 köprü, 15 Hamam, 10 adet kervansaray bulunmaktadır.Apaçüstan halkı tarımla ve hayvancılıkla uğraşmaktadır.Derya kıyusunda yaşanlaru balıkçıluk da ederler.Şehir insanı Apaçuce ve Türkçe konuşmaktadır.Bu beldenin Apaçu olarak da anılan milleti bizim Tatar Türkmenlerine benzerdür.Türkmen olma ihtimallerü kavidür.Lakin dilleri biraz başkacadur.Şehrin ekseriyeti müselmandır.Apaçu denilen kavmin bir kısmı Şaman dinine berdevamdır.Lâkin bunlar Mukaddes Ruh diye tesmiye ettükleri tek Allah’a iman ederler.Yâni haniftirler.Öldükten sonra dirilmeye de inanurlar.Geceleri ateşin başında davul çalarak, raks iderek Allah’a dua ederler.Fakat onlar da Hz.Muhammed’e, Kur’an’a hürmetkârdırlar.Bu Şâmanilerin de pek çoğu Cuma vakitlerinde Câmiye giderler.İhtimaldir ki çok yakında onlar da diğer Kızuldereli kavmi gibi tam bir Müslüman olalar.”
Ve sene 2007 olduğunda Kızılderilistan Başkanı Ali Koşanarslan Bağdatta’dır..Onun bütün dünya insanlarına hitaben söylediği şu anlamlı sözler dünya televizyonlarından canlı olarak yayınlanır:
“Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir! Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Allah'ınız bizimkinden başka bir İlah değil! Aynı Kutsal Ruh’un yaratıklarıyız.Bu nedenle Osmanlı’nın da yaptığı gibi barışı, sevgiyi, kültürümüzü ve öz medeniyetimizi tüm dünyaya yaymalıyız.”