İslâm ve Türk Devlet geleneğinin bir unsuru sayılan şûrâ ve şûrâ benzeri Meclisler, Osmanlılar tarafından da oluşturuldu. Osmanlı yöneticileri yaşanılan bunalımları bu yöntemle aşmaya çalıştılar. Mütareke döneminde ilk saltanat şûrâsı, İzmir’in işgali, bu işgalin toplumda yarattığı infiali ve ülkenin parçalanmaktan kurtarılması gibi yaşamsal konuları görüşmek üzere toplandı. İkincisi ise, Sevr Barış Antlaşması’nın kabul edilmesi, ya da edilmemesi sorununu tartışmak üzere oluşturuldu. Aslında ikincisi, iktidarın daha önce verdiği kararı geniş bir kitleye onaylattırmak için gerçekleştirildi. Anayasa ile çerçevesi çizilen meşruti sistemde dayanağı olmayan bu tür çözümler, yönetici elitin sorumluluğunu hafifletmediği gibi ülkenin kurtarılmasına da katkıda bulunmadı. Elbette halkla beraber çözümün aranması gerekirdi.




I- Birinci Saltanat Şûrâsının Toplanması (26 Mayıs 1919)

A- Şûrâ Kavramı ve İslâm-Türk Devletlerinde Şûrâ

İslâmî devlet anlayışında önemli bir yer tutan şûrâ; bir konu hakkında doğruyu bulmak ve adaleti gerçekleştirmek amacıyla düşüncelerin belirli bir disiplin içerisinde tartışılması, doğrunun araştırılması ve sonunda doğru ya da doğruya en yakın olduğu kabul edilen bir karara varılması, varılan bu kararın da uygulamaya konulması biçiminde tanımlanabilir.1

Meşrûiyetini Kuran-ı Kerim’den2, Hz. Muhammed’in sünnetinden ve Dört Halife’nin uygulamalarından alan şûrâ, İslâm Devleti’nin kurulmasıyla birlikte başvurulan bir yöntem oldu. Özellikle Hz. Muhammed ve O’ndan sonra gelen Dört Halife döneminde kamuoyunu ilgilendiren, ancak, hüküm bulunmayan konularda, gerekli görüş alış-verişinde bulunmak üzere şûrâya başvurulduğuna ve şûrânın İslâm Devleti’nin yönetim biçiminin temel özelliği haline getirildiğine ilişkin pek çok örnek vardır3.

İslâmiyet öncesi Türk Devlet geleneğinde de, hükümdarın karşılaştığı sorunlara çözüm bulabilmek amacıyla, ülkesinde yaşayan ileri gelen, bilgili ve deneyimli kişilerden oluşan meclislerden yararlandığı bilinmektedir4.

Büyük oranda İslâm ve Türk geleneği üzerine inşâ edilen Osmanlı Devleti’nde de Divan-ı Hümayun XVII. yüzyılın ortalarından itibaren etkinliğini yitirince, ortaya çıkan boşluk, meşveret meclislerince giderilmeye çalışıldı5. İsim farklı olmakla birlikte, bu meclislerin İslâm siyasi tarihindeki şûrâ ile Orta Asya Türk Devletleri’ndeki meclislere benzerlik gösterdiği ve hatta oraya dayandığı açıktır.

Meşveret meclisleri padişah iradesiyle toplanırdı ve bu irade de kimlerin davetli olduğu ve hangi konuların tartışılacağı belirtilirdi. Divan-ı Hümayun üyeleri, çeşitli dînî cemaatlerin temsilcileri, asker-sivil üst düzey bürokratlar, emekliler, bilgi ve deneyimleriyle tanınan kişiler çağrılırdı6. Bu meclisler, başlangıçta, savaşlara ilişkin alınacak önlemlerin geniş bir platformda tartışılmasını sağlamak üzere oluşturuldu. Osmanlı düşünce tarihinde saygın bir yeri olan Katip Çelebi’nin de belirttiği gibi, bu meclisler, savaş zamanlarında askeri taktiklerden anlayan kimselerin görüşlerinin alınması doğrultusunda işlev gördü7. Daha sonraki dönemlerde de devletin ileri gelenlerinin ülkenin diğer belli başlı sorunlarına çözüm bulmak amacıyla katıldıkları toplantılara dönüştürüldü8. Nitekim III. Selim, 14 Mayıs 1789’da tahta çıktıktan bir ay kadar sonra, devletin geri kalma nedenlerinin araştırılmasını sağlamak, bulunan nedenlere çözümler üretilmesini amaçlamak ve bu yönde tartışmalar başlatmak için meşveret meclisinin yeniden toplanmasını sağladı. Toplanan meclise, devletin ileri gelen bürokratları, kadıları, müderrisleri ve bazı komutanlar katıldı9. III. Selim’in, meşveret meclisinin toplanmasına öncülük ederek farklı görüşlerin gündeme getirilmesine olanak sağlaması, Osmanlı reform geleneğini niteliksel olarak değiştirdi. Bu dönemle birlikte reformlar geri dönülemez bir biçim aldı. Nitekim, Anayasa Hukukçusu H. N. Kubalı, meşveret meclisinin, padişahın mutlak egemenliğinin sınırlanmasına ve meşrutiyet rejiminin kurulmasına zemin hazırlayan bir hareket olduğunu öne sürmektedir10.

Osmanlı modernleşme tarihinde Dâr-ı Şûrâ-yı Askeri (1836), Dâr-ı Şûrâ-yı Bab-ı Âli (1838), Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye (1838) ve Meclis-i Âlî-i Tanzimat (1854) gibi merkez meclislerinin oluşturulmasıyla meşveret meclisinin önemini kaybettiği ve daha ender toplandığı görülmektedir. Uzun bir aradan sonra, I. Meşrutiyet’in ilanı hazırlıkları sırasında 16 Temmuz 1876’da Kanun-ı Esâsî hakkında ortak bir görüş belirlemek üzere geniş katılımlı bir toplantı düzenlendi. Ardından da 26 Eylül 1876’da Balkan Sorunu’nu tartışmak ve bir devlet politikası oluşturmak için yeniden aynı özelliklere sahip bir meclisin oluşturulmasına gidildi11.

Siyasi otorite, demokrasi alanında önemli mesafelerin alındığı ve çeşitli taleplerin siyasi alana taşınabildiği bir dönem olan II. Meşrutiyet yıllarında, Meclis-i Mebusan’ın açık bulunmadığı bir sırada, Balkan Savaşı’nda alınan ağır yenilginin yarattığı sarsıntının görüşülmesi ve yapılacak barışın esaslarının tespit edilmesi için meşveret meclisi geleneğine başvurmaktan kaçınmadı12. Hiç kuşkusuz bu meclisin de hiçbir bağlayıcılığı yoktu.

Bütün bu deneyimler, Osmanlı tarihinde özellikle 19. yüzyıl başlarında oluşturulan merkez meclislerine ve aynı yüzyılın sonlarında geçilen meşruti sisteme rağmen, şûrâ geleneğinin devam ettirildiğini göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir dönemde de, yaşanan parlamenter sistem deneyimi bir kenara itilerek bu gelenek tekrar canlandırılmıştır. Oysa son ikisini diğerlerinden ayıran temel nokta, bir ulusun var olmak ya da var olmamak durumunun görüşülmesidir.

B- Birinci Saltanat Şûrâsının Toplanması (26 Mayıs 1919)

1- Toplanma Nedenleri

Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi’nden sonra bir yandan emperyalist devletlerin işgallerine uğrarken, diğer yandan da merkez ve taşrada büyük bir otorite boşluğuyla karşı karşıya kalmıştı. Nitekim Padişah Vahidettin’in Meclis-i Mebusan’ı 21 Aralık 1918’de dağıtarak üstü kapalı bir şekilde “mutlakiyetçi karşı ihtilal”13 hareketini gerçekleştirmesi, çeşitli talep ve çözüm önerilerinin siyasal platforma taşınmasını güçleştirmişti. Ayrıca, Mütareke’den sonra kurulan hükümetlerin işlevsizliği, devlet kurumlarının yetmezliği, bir kısım aydınların aymazlığı ve İtilâf Devletleri’nin baskıları devleti büyük bir bunalıma sürüklemişti.

Ülkeye egemen olan bu siyasal kaos nedeniyle başkentte çeşitli girişimlerde bulunulmaya başlandı. Meclis-i Âyan Başkanı Ahmet Rıza, 28 Ocak 1919’da Meclis-i Âyan’da çeşitli siyasal parti temsilcilerinin katıldığı bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda, Osmanlı yönetiminin iç ve dış sorunlar nedeniyle zor durumda olduğu belirtildi. Devletin sürüklenmekte olduğu felaketlerden kurtarılması gerektiği üzerinde duruldu14. Bununla birlikte Ahmet Rıza, 29 Ocak 1919’da ikinci bir girişimde daha bulunarak Meclis-i Âyan’ı özel bir toplantıya çağırdı. Bu tarihî ve özel toplantıda, Âyan üyeleri, “hükûmetin uyuşukluğunu, kabinede tasfiye ve Padişah’a gereken uyarmaları yapmak üzere” bir saltanat şûrâsının toplanması önerisini tartıştılar15. Ancak, gerek Padişah Vahidettin ve çevresi, gerekse bir kısım basın, saltanat şûrâsının Kanun-ı Esâsî’ye uygun olmadığını, bu mecliste herkesin ayrı ayrı fikirler söyleyeceğini ve hükümetin bağımsızlığının kalmayacağını ileri sürerek, bu önerinin önünü kesmeye çalıştılar16. Özellikle Hürriyet ve İtilâf Partisi’nin lider kadrosu bu girişime itiraz etti. Meclis-i Âyan üyesi bulunan Aristidi, Esseyit Abdülkadir, Eşşerif Nasır, Azeryan ve Damat Ferit Paşa da bir beyanname yayınlayarak girişime ilişkin hoşnutsuzluklarını ifade ettiler17. Fakat Osmanlı Devleti’nin uluslararası platformda durumumun giderek kötüleşmesi ve özellikle de İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar tarafından işgal edilmesi18, bu işgale karşı ülkenin çeşitli yerlerinde geniş katılımlı mitingler düzenlenmesi, her şeyin yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koydu. Yunan birliklerinin İzmir’de karaya çıkar çıkmaz ortalığı kan ve ateşe boğarak ilerlemesi, bir çok subay, gazeteci ve halktan insanları süngü ve dipçik darbeleriyle öldürmesi, ülkede ulusal heyecanı doruk noktasına çıkarmıştı.

İzmir’in işgalinin yarattığı sarsıntı ve öteden beri ülkede süregelen siyasal bunalımın derinleşmesi üzerine Damat Ferit Paşa, 16 Mayıs 1919’da istifa etmek zorunda kaldı. Ancak üç gün sonra tekrar sadrazamlığa getirildi19. Yeni hükümete sandalyesiz nazır olarak milliyetçiliğe bir ölçüde açık ve dürüstlükleriyle tanınan bazı devlet adamları (Ahmet İzzet Paşa, Ali Rıza Paşa, Tevfik Paşa, Abdurrahman Şeref Efendi gibi) alınmışsa da, aslında II. Damat Ferit Paşa Hükûmeti, Hürriyet ve İtilâf Partisi üyelerinin etkin olduğu bir yapıya sahipti20. Nitekim bazı İstanbul gazetelerinde yeni hükümetle ilgili olarak çok çarpıcı yorumlar yapıldı. Açık ifadelerle İngiltere mandası istenildi. Sabah Gazetesi’nde bu zamanda böylesine büyük mesuliyeti kabul etmenin her yiğidin harcı olmadığı, Damat Ferit Paşa ve arkadaşlarının vatanı tehlikede gördüklerinden dolayı böylesine büyük bir azim göstermek zorunda kaldıkları yazıldı. Bazı gazetelerde yer alan yazılarda da açıkça II. Damat Ferit Paşa Hükûmeti’nin temel işlevinin, İngiltere mandasının kabul edilmesi yönünde çaba harcaması gerektiği belirtildi. Sait Molla’nın yayınladığı Türkçe İstanbul Gazetesi’nde, “memleketimizin hal ve istikbalini kurtaracak yegâne çare İngiliz himayesidir. Millet zaman geçirmeden hükûmetten bu himayeyi istemelidir” yorumuna yer verildi21. Hükûmetin kurulmasını izleyen birkaç gün içinde de Refiî Cevat, Alemdar’da kaleme aldığı iki başyazıda çok net bir şekilde İngiliz mandası talebinde bulundu. Yazar, Hindistan’da İngilizlerin sorunları çok pragmatik yöntemlerle çözdüğünü, bu nedenle Hintlilerin İngilizleri sevdiğini, bütün dünyanın İngiliz adaletine hayran olduğunu öne sürerek, karşımızda böyle bir yardımcı kuvvet olsun ki, bütün kuvvetimizle ‘hak isteriz!’ diye bağırabilelim, değerlendirmesini yaptı22. Refiî Cevat, ikinci başyazısında ise tam bir teslimiyet ruhu içinde, Türklerin kendi güçleri ile adam olamayacağını, İngilizlerin mutlaka Türklerin elinden tutması gerektiğini ifade ederek içinde bulunduğu yılgınlığı açığa çıkardı”23.