Son dönem tarihimizde pek çok efsanevi şahsiyet vardır: Onların Osmanlı’yı ayakta tutabilmek için katlanmadıkları fedakârlık, göze almadıkları tehlike yoktur. Hepsinin “Biz ölsek de ümmet-i Muhammed (sas) yaşasın” idi. Çoğu hayatları boyunca belki bir gün bile kendi keyifleri için enerji tüketmedi. Hep âli dâvâlar için koşturdular: Zenci Musa ve arkadaşları gibi. Onlar feragat ve fedakârlıklarıyla bu milletin vicdanı oldular.
Mehmed Âkif Ersoy’a “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa; Omzundan arşa yükseldi nebi İsa (as)” dedirten Zenci Musa, tüm gönüllerde başköşede ağırlanmaya layık bir kahramandır. Aslen Sudanlı olan Zenci Musa, Girit’te dünyaya gelmiş. Kahire’de yaşayan ve tam bir Osmanlı hayranı olan dedesi, Zenci Musa’yı, İslam’ı iyi öğrenmesi ve Osmanlı’yı yakından tanıması için yanına alıyor ve büyük ihtimam gösteriyor. Türk mahallesinde büyüyen Zenci Musa Türkçeyi çok iyi öğreniyor. Trablusgarp’ta Türk subaylar ve Şeyh Sunusi’nin önderliğinde İtalyanlara karşı verilen mücadeleye katılan Zenci Musa, buradan sonra artık Osmanlı Devleti için nerede tehlike baş gösterdiyse bütün heybetiyle orada biten kahraman bir asker olmuştur.

AYDINLAR VE KAHRAMANLAR…

Zenci Musa, Trablusgarp’tan Balkan Savaşı’na, Çanakkale’den Kudüs’e, Yemen’den İstiklal Harbi’ne kadar yangın neredeyse oraya koşmuş, bu millet için canla başla mücadele etmiş bir yiğitler serdârıdır. Zenci Musa’yı bize tanıtan, onu yazmayı, onun yaptıklarını, bizlere aktarmayı en mukaddes bir görev bilen tarihçi yazar sayın Mehmed Niyazi Özdemir beydir. O, büyük işlerin ancak büyük himmet sahibi insanların gayretiyle başarılabileceğini çok iyi bildiği için, bize sunulan kronolojik kalıplara itibar etmemiş, tarihimizin arka planına ve yapıcılarına ışık tutarak ufkumuzu genişletmeye çalışmıştır. Sergiledikleri fedakârlıklarla tarihimizin yapıcısı olmuş insanlara haklarını teslim etmek, onlara düşünce dünyamızda layık oldukları yeri vermek hepimizin görevidir. Biz nefsimize hoş gelecek bir neticesi yoksa iki adımlık yere gitmeye üşenirken, nerede tehlike varsa oraya koşan her ânı ölümle burun buruna yaşamaktan çekinmeyen insanları tanımamak büyük bir eksikliktir.

Mehmed Niyazi Bey’in büyük gayretleri olmasa, yakın tarihimizin ve İstiklâl Harbi’mizin sayısız ve isimsiz kahramanlarından olan Zenci Musa’yı, Mamaka Mustafa’yı, Mihrali Bey’i, Üsküplü Osman’ı, Uşaklı Mehmed Baba’yı, Oğuz Amca’yı tanıyamayacaktık. Bundan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, Türkiye’nin aydınları artık genel konular üzerinde, yüzlerce defa tekrarlanmış, yazılıp çizilmiş genel yorumlar üretmek yerine, her biri toplumumuzun ayrı bir meselesi olan özel konulardan geneli ilgilendiren yorumlar çıkarmalı ve bu üretimlerle düşünce dünyamızı zenginleştirmelidirler.

Bugün bu toprakların üstünde nefes alabiliyorsak bunu fedâkâr ecdadımıza borçluyuz. Bu topraklardaki geleceğimiz, “borçlu” olduğumuz insanlar hakkındaki bilgilenme seviyemize bağlıdır. Onlar “Ocağımız sönmesin!” diye kendilerini ateşlere atmışlardır. Mesela, Refik Özdek’in “Ocağımız Sönmesin” isimli romanı, Osmanlı-Rus savaşı neticesinde Kırım’dan göç etmek zorunda kalan ve gidebileceği tek adres “Ak Topraklar” olan insanların çileli yolculuğunu anlatır. Ruslar hâkim olunca terk edilen ocakların korları muhafaza edilmiş, yeni ocaklar bu korların ateşiyle kurulmuştur. Bize düşen, bu korun ateşini ruhumuzda, gönlümüzde taşımak ve muhafaza etmektir. Ocağımızın sönmemesi gönül ateşinin devamlılığına bağlıdır.

CEPHEDEN CEPHEYE KOŞAN ADAM

Zenci Musa, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye koşarken komutanı Eşref Bey’den (Sencer Kuşçubaşı) yeni görevlerinin Yemen’deki Yedinci Ordu’ya altın götürmek olduğunu öğrendi. 43 kişi değişik kılıklarla yolculuk yaparak Medine’ye vardılar. 300 bin altını Yedinci Ordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa’ya teslim etmeleri gerekiyordu. 43 kişi iki gruba ayrılarak yola çıktı. Fakat 1200 yıl önce Peygamber Efendimiz’in de harp ettiği Cembele mevkiinde 2500 kişilik bir Bedevi-İngiliz kuvveti tarafından kıstırıldılar. Eşref Bey’in başında bulunduğu grup ellerinden gelen her şeyi yaparak 1 gün 1 gecelik bir savaş verdi. Sonunda Eşref Bey esir alınıp Lawrence’in karşısına çıkarıldı; fakat Zenci Musa bu hengâmede grubuyla birlikte altınları kaçırmayı başardı. 12 Ocak 1917′de gerçekleşen bu savaş London Times gazetesinde sekiz sütun üzerine manşetten verilmişti.

İNGİLİZLERDEN KAÇIRILAN ALTINLAR

300 bin altını Yemen’de Tevfik Paşa’ya teslim etmeyi başaran Zenci Musa, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Anadolu’da gerçekleştirilecek Milli Mücadele’ye destek vermek amacıyla İstanbul’a gelir. Beyazıt Camisi’nde bir ikindi namazı çıkışında kendisini gören Ali Sait Paşa onun zor durumda olduğunu anlar ve ona şöyle der “Musa, emeklilik için bir dilekçe ver. Ben de tasdik edeyim, sana emekli maaşı bağlasınlar.”

GENERAL’İN TEKLİFİNE DE RED!

Fakat Zenci Musa ona şu ibret dolu cevabı verir: “Paşam, ben bu fakir milletten emekli maaşı alamam.” Bu cevaptan sonra Ali Sait Paşa, Zenci Musa’dan habersiz İstanbul hamallar kahyası Ferit Bey’e giderek kendisini birkaç gün sonra Zenci Musa ile birlikte ziyaret edeceğini söyler. Ferit Bey’den istediği, bu ziyaret esnasında Zenci Musa’ya bir iş teklifinde bulunmasıdır.

Bir araya geldiklerinde Ferit Bey, Zenci Musa’ya Karaköy gümrüğünde kahyalık yapması için teklifte bulunur. Bu teklif karşısında Zenci Musa, yine mükemmel seciyesinin yansıdığı bir cevap verir: “Ben kahyalık yapmam, onu yaşlı bir Müslüman’a verin. Orada hamallık varsa yaparım.” Ve Zenci Musa, o büyük kahraman artık gümrükte hamallık yapmaya başlar.

“BU İŞ DAHA BİTMEDİ…”

İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, İstanbul’da Galata gümrüğünü gezdiği sırada, kendisine “İşte 300 bin altını Yemen’e kaçıran Zenci Musa bu!” denildiğinde hemen onun yanına gider ve şöyle der: “Eğer bizimle çalışırsan seni altına boğarım.” Zenci Musa’nın bu sözlere karşı verdiği cevap, bir kişinin değil; haysiyetin, asliyetin, şahsiyetin ve bin yıldır İslam medeniyetine bayraktarlık yapmış bir milletin cevabı idi: “Her teklif herkese yapılmaz. Bu sözleriniz beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî; bir bayrağım var, ay-yıldızlı bayrak; bir kumandanım var, Eşref Bey. Bu iş daha bitmedi, sizinle mücadelemiz devam edecek…” Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki “anlamak” fiili mana yükünü, ancak 2,5 milyon şehitle, 2,5 milyon hayatın sönüşüyle bitirilmiş Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde, işgal edilmiş bir İstanbul’da, “Bu iş daha bitmedi” diye düşünebilen ve bunu işgalcilerin en yüksek rütbelisinin yüzüne ifade edebilen bir adamı anlayabilirsek devam ettirecektir. İşte o Zenci Musa, gündüz Galata gümrüğünde hamallık yapıp, gece Milli Mücadele için Anadolu’ya silah kaçırırken vereme yakalanıyor. Ali Sait Paşa’nın bütün ısrarına rağmen bir sanatoryuma yatmayı kabul etmeyen Zenci Musa, bavulunu alıp Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne gidiyor. Zenci Musa veremden kurtulamayarak kısa süre sonra burada vefat ettiğinde, bavulundan bir Osmanlı haritası, Eşref Bey’in resmi ve kefen bezi çıkıyor.

Ey Zenci Musa, gittiğin yerlerde seninle yan yana yürümek vardı, vuruştuğunda omuz omuza, konuştuğunda gönül gönüle olmak vardı. Senin gibi “tek başına bir millet” olan ecdâdımızı fatihalarla yâd ediyoruz. Ruhlarınız şâd olsun

Alıntı