Şam’da yapılan röportajda konuşulan çok mahrem anılar ve sırlar da ilk kez ‘Vahdeddin’in son günleri’ adlı bu kitapta yayınlandı. İşte Vahdeddin’in en yakınındaki adamın ağzından sürgündeki son günler...
Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdeddin, hiçbir dönemde olmadığı kadar, hatta yaşadığı yıllardan bile çok daha fazla gündemde... Son yıllarda hayatıyla ve sürgün yıllarıyla ilgili kitapların, araştırmaların, ortaya çıkan yeni belgelerin, ‘Hain miydi değil miydi?’ tartışmalarının ardı arkası kesilmiyor.
Tam da bu arada Yağmur Yayınları’ndan yeni bir kitap çıktı. Kitabın adı, ’Vahdeddin’in Son Günleri.’ Kitabı özel kılan ise 18 yaşındayken saraya giren ve tam 40 yıl Vahdeddin’in yanından hiç ayrılmayan emektar Tütüncübaşı Kayserili Şükrü’nün hatıratından oluşması. Tütüncübaşı Şükrü’nün anıları ilk kez, 1978’de vefat eden gazeteci-yazar Feridun Kandemir tarafından 1956 yılında Yirminci Asır Dergisi’nde yayınlanmıştı. Tütüncübaşı Şükrü, Vahdeddin’le birlikte ülkeyi terk ettiği için vatandaşlıktan çıkarılmış, Türkiye’yi girişi yasaklanmıştı. Kandemir de bu görüşmeyi Şam’daki Sultan Selim Tekkesi’nde gerçekleştirmişti. İşte bu röportajdan 51 yıl sonra Feridun Kandemir’in adıyla yayınlanan; Tahsin Yıldırım tarafından yayına hazırlanan kitap, özellikle Sultan Vahdeddin’in Malaya gemisiyle İstanbul’dan kaçtıktan sonraki günlerine ışık tutuyor, ilginç olaylara yer veriyor.
Padişahı gece ben soyar sabah ben giydirirdim
Son günlerini Sultan Selim Tekkesi’nde misafir olarak geçiren Tütüncübaşı Şükrü sözlerine şöyle başlıyor: “Sultan Vahdeddin’in yanında benim kadar uzun kalmış başka emektarı bulunmadığı için tamamıyla mahrem-i esrarı olmuştum. Bana uzun yılların tecrübesiyle son derece itimat eder, benden hiçbir sırrını saklamazdı. Gizlice kullandığı konyağını bile bana aldırır, aşklarını bana açar, politika işlerine beni vasıta kılar, hülasa bütün hususi işlerini bana gördürürdü. Onu her gece ben soyar, her sabah ben giydirirdim. Kahvesini ben pişirir, sigarasını ben hazırlardım. Hele Anadolu’daki Milli kuvvetlerin zaferiyle vaziyeti müşkülleştiği günlerde yakınlığını iyice artırmıştı.”
Hayatımız tehlikede Şükrü, gidiyoruz
Tütüncübaşı Şükrü, İstanbul’dan ayrılacaklarını Vahdeddin’den öğrendiğini ve çok üzüldüğünü söylüyor: “...Çok sinirliydi. Kahvesini götürdüm. Her zamanki gibi bir kenarda durdum. Yaklaşmamı işaret etti. ’Vaziyetin vahametini biliyorsun, burada artık hayatımız tehlikede... Ben gidiyorum. Sakın kimseye bir şey söyleme. Sen de beraber geleceksin. Hazırlan’dedi. Boynumu büktüm, başımı eğdim, dışarı çıktım. Niçin gittiğimiz malum, fakat nereye gidiyorduk? Beni tekrar huzuruna çağırdığında yarın sabah şafakla beraber saraydan ayrılacağımızı, bu durumu aileme bile söylememem gerektiğini tembihledi. Bir zarf verip, ’Bunu bir bahane ile evine bırak’ dedi. Zarfın içinde 150 lira vardı. Parayı Beşiktaş’taki evime bıraktım. ’Acaba ortadan kaybolsam mı?’ diye düşündüm ama 40 yılın bağlılığı beni sadakate sevk etti .”
İstanbul’dan ayrıldığı gün 60 tane sigara içti
Ertesi sabah Vahdeddin, hizmetkarlarıyla birlikte sarayın bahçesindeydi. İngiliz komutan Harington eşliğinde daha gün ışımadan otomobillere binip Tophane’ye doğru yol aldılar. Rıhtımda bekleyen İngiliz istimbotuna binip, açıkta demirli olan İngiliz zırhlısı Malaya’ya bindiler. Tütüncübaşı Şükrü gemiye binmelerine rağmen nereye gideceklerini bilmiyordu: “Meraktan çatlayacaktım. Sultan bu halimi sezmiş olacak ki, ’Mukadderat’ diye mırıldandı. ’Mukadderat Şükrü... Malta’ya gidiyoruz. Öyle icap etti. Oradan sonra bakalım kısmet nereye ise. Sen şimdi çantaları aç, gecelikleri çıkar. Sonra geminin mutfağını bul. Kahvemle yine sen meşgul ol.’ Dediğini yaptım. O gün altmıştan fazla sigara, sekiz fincan kahve içti. Mukadderattan başka da laf etmedi.”
‘Halife Abdülmecit zaten sersemin biri’
Vahdeddin ve beraberindekiler yolculuğun 4. günü Malta’ya varmışlardı. Bir dönem ittihatçıların sürgün edildiği dağlık, taşlık, yeşilliksiz adayı Vahdeddin hiç sevmemişti. Bir de aşk acısı çekiyordu. Özellikle üç zevcesinden biri olan Nimet Kadınefendi’ye sırılsıklam aşıktı ve onun hasretini çekiyordu. Tütüncübaşı Şükrü 37 gün kaldıkları Malta’da Vahdeddin’in hep dört duvar arasında olduğunu, dışarıya çıkmadığını söylüyor: “Çok bunalmıştı. Sürekli bana konyak aldırıyordu, sabahtan akşama kadar onunla avunmaya çalışıyordu. Nimet Kadıefendi’yi özleyişi artıyor, ıstırabı büyüyordu. İstanbul’dan hiç haber alamıyordu. Merak içindeydi. Özellikle ömründe hiç sevmediği halife Abdülmecit Efendi’ye diş biliyordu. ’Bizim budala, demek saltanatsız halifeliği kabul etti. Zaten sersemin biridir. Buna da razı oldu. Yani tekke şeyhi olacak, ona bu kadarı da çoktur ya... Ben onun yüzünü ilk gördüğümden beri divanenin biri olduğunu söylemez miydim?’ diyordu.
Otel parasında indirim isteyecekti, utandı vazgeçti
Vahdeddin, Malta’dayken Hicaz Kralı Melik Hüseyin’den bir davet aldı. Bu davete çok sevinen devrik sultanın seyahatleri başlıyordu. Ancak bu seyahatler yorucu oluyordu. Melik Hüseyin’in ağırladığı Vahdeddin daha sonra Mısır’a oradan da Avrupa’ya geçti. Tütüncübaşı Şükrü yaptıkları bu uzun seyahatlerle ilgili Vahdeddin’in, “Hz. Musa’ya döndük... O da bizim gibi yurdundan çıkmış, diyar diyar dolaşmıştı” dediğini unutamadığını söylüyor. Vahdeddin Avrupa’da ilk günlerini Cenova’da geçirmişti. Onu rıhtımda bekleyenler arasında Damat Ferit de bulunuyordu. Vahdeddin ve beraberindekiler Cenova’daki Miramar Oteli’ne yerleşmişlerdi. Ancak Cenova Vahdeddin için fazla gürültülü ve kalabalıktı. San Remo’da uygun bir villa bulunmuştu. 6 gün otelde kaldıktan sonra Vahdeddin hesabı istedi.Şükrü Efendi o günü şöyle anlatıyor: “Otelde Türkçe bilen bir Ermeni garson yardımıyla otel direktöründen hesabı istedik. Hazırladıkları hesap pusulasını alıp Vahdeddin’e getirdim. Şöyle bir baktı, gözlüğünü düzelterek bir daha baktı. ’Şükrü bu ne böyle’diye sinirlendi. ’Bu adamlar bizi soymak istiyorlar. Yabancıyız anladık ama, göz göre göre de soyulmak reva mı? Altı günde 120 lira! Çok.. Bir yanlışlık olmasın...’ dedi. ’Ama efendimiz biz de kaç kişiyiz maaşallah’ deyince, önce ’Sen bir bak, indirim yaptırabilir misin?’ diye sordu; sonra vazgeçti: ’Ayıp olur değil mi? Osmanlı padişahı cimri imiş, pazarlığa kalkıyor derler. Olmaz, olmaz. Vazgeç, al götür parayı...”
Vahdeddin, Malta’dan özellikle İtalya’ya sık sık seyahatlere çıkıyordu. San Remo günlerinde zaman zaman misafirleri de oluyordu. Onu ziyaret edenlerden biri Meşrutiyet döneminin önemli simalarından olan Gümülcineli İsmail idi: ” Romanya’dan padişahı ziyarete gelmişti. Hali perişandı. Onun bu halini görür görmez Vahdeddin’i kafese koymaya geldiğini anladım. Fakat Vahdeddin onu iltifatlarla karşıladı. Gümülcineli İsmail üç kez daha padişahı ziyaret etmişti. Başbaşa verip konuşuyorlardı. Günler sonra Vahdeddin’e önemli bir mektup gelmişti. Mektubu gönderen Gümülcineli İsmail’di. Ancak içinden benim namıma da yazılmış bir mektup vardı. Bana, ’Rica ederim, Zat-ı Şahane’ye yazdığım mektubu evvela sen dikkatlice oku. Meşreplerine uygun bulursan verirsin. Bir de mektubumu sakin ve neşeli bir anında taktim et’diye yazmıştı. Mektupta şu satırlar vardı: ’Dahiliye Nazırı Mehmet Ali ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yle görüştüm. Uzun müzakerelerden sonra her ikisinin de en kısa zamanda Suriye, oradan da Türkiye’ye gitmeleri aramızda kararlaştırıldı. Şark vilayetlerinde faaliyete geçerek gizlice çalışacak olan bu arkadaşlar, mümkün olan her şeyi yaparak orada Zat-ı Şahaneleri namına bir hükümet tesis edeceklerdir. Teferruatıyla tespit edilen bu hareketin bir an evvel tahakkuk edebilmesi için icabeden zaruri masraflarda aramızda hesaplandı. Acele olarak 500 İngiliz lirasına ihtiyaç vardır. Bu parayı ya banka havalesiyle yazılı adrese gönderiniz ya da buyurunuz bizzat San Remo’ya geleyim.’Hey Gümülcineli hey! Tahminimde beni yanıltmamıştı. İlk mektupta 500 İngiliz lirası çekmenin yolunu arıyordu. Mektubu Vahdeddin’e verince ilk tepkisi, ’500 lirayı nereden bulayım?’oldu. Yüreğime su serpilmişti. ’Topu topu üç beş liramız kaldı’diyordu. Ancak ben red cevabını Gümülcineli’ye yazarken o Avni Paşa’yı yanına çağırmış ve 500 altın lirayı vererek derhal Trieste’ye gidip Gümülcineli’ye teslim etmesini buyurmuş. Ertesi günü bunu haber alınca beynimden vurulmuşa döndüm.
Bu palavralara nasıl kandı hâlâ şaşarım
Mektuptan sonra San Remo’daki konakta ilginç günler yaşanmaya başlamıştı: “İki gün sonra Trieste’den dönen Avni Paşa ile birlikte eski Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’le Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de teşrif buyurdular. Gümülcineli de parayı alınca teşkilat yapmak üzere (!) Romanya’ya gitmiş. Yeni gelenler Vahdeddin’le baş başa vererek müzakerelere giriştiler. Bir müddet sonra Gümülcineli de geldi. Projeler, planlar, programlar ortaya serilmiş, bir yandan Şark vilayetlerinde hazırlanan ayaklanmaların, diğer yandan da İstanbul’da alınan tertibatın vereceği neticeler ballandırıla ballandırıla anlatılarak Vahdeddin tavlanıp duruyordu. Vahdeddin’in mazileri kendisince de malum olan bu mahlukların palavralarına nasıl inandığına hala şaşarım.”
KİMDİR: Sigarasını sarıp kahvesini yapardı
TütüncübaŞI Kayserili Şükrü, 18 yaşında Saray’a girmiş; 40 yıl boyunca Vahdeddin’e hizmet etmişti. Görevi gereği padişahın sigarasıyla, kahvesiyle ilgilenir; daima yakınında bulunurdu. Tütüncübaşı Şükrü, Vahdeddin öldükten sonra beş parasız bir şekilde San Remo’dan Şam’a gitmiş; Sultan Selim Tekkesi’nin misafirhanesinde kalmaya başlamıştı.
‘İstanbul’dan gelen delikanlı hem eşini hem kızını ayarttı’
TÜtÜncÜbaŞI Şükrü San Remo’daki villada yaşanan gizli bir aşkın ortaya çıktığını ve bu durumun Vahdeddin’i çok kötü etkilediğini anlatıyor: “Seccadebaşı İbrahim Efendi rahatsızlanmıştı. Hepimizi üzen bu durumda ne yapabileceğimizi düşünürken İstanbul’daki akrabasına bir mektup yazdım. Çok geçmeden biri geldi. Yakışıklı, gürbüz ve zarif bir delikanlıydı. İstanbul’da serbest yaşamış, ele avuca sığmaz bir gençti. Vahdeddin bunun da villada kalmasına izin verdi. İbrahim Efendi kendine gelmişti ancak bu kez de bu delikanlı kendinden geçmişti. Dışarıda İtalyan kızları sürü sürü dolaşırken o villadan bir tarafa gitmiyordu. Bir gün karşıma gelip oturdu. ’Şükrü Bey, Ben Nesrin’i seviyorum. Nesrin’i de Nimet Sultanı da İstanbul’a kaçıracağım’ dedi.
İtalya’dan kovdurmak istedi
’Nasıl olur’ dedim. ‘Nimet Sultan efendimizden ayrılmaz. Nesrin de ondan ayrılmadığına göre gönlünün ferman dinlemesi gerek.’ Ama ısrar etti. ‘Nimet Sultan da gelecek’ dedi. Meğer bu delikanlı bir yandan Nesrin’le yakınlaşırken, ondan habersiz Nimet Sultan’la da mektuplaşıyormuş. Vahdeddin de mektupları bulmuş. İş adam akıllı sarpa sarmıştı. Delikanlı hem Nesrin’in hem de Nimet Sultan’ın gönlüne iyice girmiş. Vahdeddin bu yüzden beni suçluyordu. ’Yazıklar olsun sana... Bu adamı sen musallat ettin başımıza’ diyordu. Vahdeddin derhal bu delikanlının İtalya’dan çıkartılmasını istedi. Fakat İtalyanlar sadece ’Osmanlı padişahının emniyeti bakımından o villada oturmanızı mahzurlu görüyoruz’ demişler. Vahdeddin saray terbiyesi ve skandaldan korktuğu için İtalyanlar’a ’Peki’ dedi.”
En çok, elmaslarla süslü Kuran’ı almadığına yandı
Vahdeddİn’İn yanındaki çantaların birinde 3 bin lira vardı. Daha ilk gün Tütüncübaşı Şükrü’ye paraları göstermişti. Vahdeddin, ’Emniyetteyiz ama ne olur ne olmaz sen de ihtiyatlı ve dikkatli bulun’ dediği zaman Tütüncübaşı Şükrü’nün tepkisi şöyle olmuştu: “Birdenbire boşta bulunup, ’Hepsi bu kadar mı efendimiz?’ dedim. Benim bu halim hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi. ’Merak etme Şükrü’ dedi, ’20 bin İngiliz lirası da Londra Bankasında var.’
Başka yok mu Efendimiz?
Daha ne olsun canım?
Kalabalığız da Efendimiz..
İdare ederiz... Allah Kerim.
Bir de Kuran-ı Kerim vardı Efendimiz... O da
çantada mı?
Hangi Kuran’ı Kerim’den bahsediyorsun?
Hani Hz. Osman’ın yazısı...
Tütüncübaşı Şükrü, Vahdeddin’in bu hatırlatışa öfkelendiğini söylüyor: ”Meğer bahsettiğim bu çok kıymetli Kuran’ı Kerim’i beraberinde götürmeyi akıl edememiş. Buna ömrünün sonuna kadar yandı. Hz. Osman’ın bizzat kendi el yazması olan bu Kuran’ı Kerim’i, İstanbul’dan ayrılışımızdan bir müddet evvel, Topkapı Sarayı’ndan getirtmiş, odasında yatağının başucuna koymuştu. Fevkalade nefis cildi bile nadide taşlar, elmaslarla süslüydü. 50 bin lira kıymet biçilmişti. Biz, bunu mutlaka çantasına koyduğunu tahmin etmiştik. Meğer iade etmiş...

Damat Ferit’in sır çantaları ne oldu?

Vahdeddin’in San Remo günlerinde Damat Ferit’in hastalık haberi gelmişti. Paris’te yaşayan Damat Ferit’in Vahdeddin’e gönderdiği zarfta söyleyeceği ve vereceği şeyler olduğu yazıyor; Vahdeddin’den emin bir adamını göndermesini rica ediyordu. Vahdeddin Tütüncübaşı Şükrü’yü hemen Paris’e yollamıştı:
“Paşa’nın yanına vardığımızda gördük ki, Paşa’nın beti benzi uçmuştu. ’Beni Şükrü Bey’le yalnız bırakın’ dedi. Başbaşa kaldığımızda, ’Ben ölüyorum’ dedi. ’Doktorlar gizliyor ama bir doktor ısrarlarım sonunda söyledi. Mide kanseriyim. Son nefesimin yaklaştığını hissediyorum. İnşallah Efendimiz yakında iade-i saltanat ederler.
İyi çalışılırsa bundan eminim. (...) Salon yabancılarına kapılmasın. En büyük kabahatim etrafımdaki insanları layıkiyle tanıyamayışımdır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ndan olan birtakım abuk sabuk herifleri, alelacayip hacıları, hocaları, şeyhleri bir daha yanına yaklaştırmasın. Başımıza ne geldiyse hep onlardan geldi... Bunları not et Şükrü...Üç bankada param var. Bu bankaları kendileri de bilirler.
Nem varsa, Sultan Efendimizindir. Bankalardaki paraları da o alacaktır. Her ne pahasına olursa olsun Mediha Sultan’ı (eşini) Sami’nin (üyev oğlu) tahakkümü altında terk etmesin.” Damat Ferit yatağından zorlukla doğrulup Tütüncübaşı Şükrü’ye iki çantayı gösterdi: “Bak görüyorsun, orada iki çanta var. Emri hak vaki olursa bu çantaları alıp Efendimize teslim edeceksin. Anahtarları da Mediha Sultanda’dır. Haberi var, sana verecektir. Bu çantalarda çok mühim vesikalar ve mahrem evrak mevcuttur. Bunların Efendimiz’den başkalarının eline geçmesini istemiyorum. Bu nedenle San Remo’ya dönme, ölümümü bekle...”

Vahdeddin, Ferit’in ölümüne acımadı ama kaybolan
çantalar için çok kızdı

Damat Ferit, Tütüncübaşı Şükrü’ye vasiyetini tekrarladıktan iki hafta sonra mide kanserinden öldü. Vahdeddin, Ferit’in ölümüne acımadı. Tütüncübaşı Şükrü ise sır dolu iki çantayı Vahdeddin’e getirememişti

Bu vasiyeti Damat Ferit birkaç kez daha Tütüncübaşı Şükrü’ye tekrarladı. 2 hafta sonra Damat Ferit ölmüştü. Artık yapılacak son bir görev vardı. O da sır dolu çantaları almak: “Mezarlıktan dönüşte, evvela Meliha Sultan’dan anahtarları aldım. Fakat çantaları alamadım. Sami Bey, vasiyet filan dinlemiyordu, ’Acelen ne, elem keder içindeyiz’ diyor çantaları vermiyordu.
Sonunda ’Ben adama madama çanta vermem’ dedi. ’Beyfendi adama, madama değil Padişah’a verilecek’ deyince büsbütün alevlendi, ’Padişah da adam değil mi? dedi. Efendimize telefon edip durumu bildirdim. O da telefonla Sami Bey’den çantaları istedi ancak Sami Bey hiddetle telefonu kapatıvermiş. Efendimiz akşam üzeri aradı, ’Bu adamla konuşulmaz. çantaları bırak, gel!’ dedi. Dönünce Damat Ferit’in anlattıklarını sordu. Vahdeddin eskiden Damat Ferit’i çok severdi, ancak son zamanlarda sıdkı sıyrılmıştı, soğumuştu. Hatta kaç kere ’Bu heriflerin yüzünü görmek istemiyorum’ dediğini işitmiştim.
Başına gelen bütün felaketlerin sorumlusu olarak Damat Ferit Paşayı ve Konyalı Zeynelabidin Hoca’yı gösteriyordu. ’Beni aldatan işte bu hokkabazlardır’ diye ikisinden de nefret ederdi. Ölümüne pek acımamıştı. Çantaları getiremiyişime hayıflanıyordu. ’Yazıklar olsun sana... Adam iki çantayı bir yolunu bulup getiremez mi? Nerede kaldı senin Kayserililiğin?’ diye bana çıkışıyordu. Damat Ferit’in sözlerine çok kızmıştı. ’Söylediği sözlere bak. Ecnebilere kapılmamalı imiş. Ya kendisi? Sadrazam olacak adam mıydı? Benim en büyük hatam ona kapılmamdır. Kapılmamalı idim. Baksana ecnebileri ancak öbür dünyaya göç ederken fark ediyor.”

AÇIKLAYAMADAN ÖLDÜ

Damat Ferit, öleceğini biliyordu. Doktorlar bir şey söylemese de sona yaklaştığını anladı. Mide kanseriydi. Ölmeden iki hafta önce Vahdeddin’e yazdığı mektupta sırlarını açıklamaya karar vermişti.

‘Ölürsem, buralarda bırakmayın’ dedi...

Vahdeddin’in son bayramıydı. San Remo’da beş parasız borç içinde öldü. “Bana bir hal olursa buralarda bırakmayın” vasiyeti üzerine borç bulunup cenazesi Şam’a gönderildi ve gömüldü

Bu Vahdeddin’in son bayramı olmuştu. Daha fazlasına ömrü vefa etmedi. Tütüncübaşı Şükrü 16 Mayıs 1926 akşamı deniz kıyısından yorgun bir şekilde villaya döndüğünde ölüm haberini almış: “Herkes ’Efendimiz gitti!’diye ah ü figan ediyordu. Meğer o akşam için ahçıbaşıya itina ile hazırlattığı baklavadan bir lokma dahi almaya vakit bulamadan olduğu yere yığılıp, göçüp gitmiş...
Sağlığında ’Bana bir hal olursa buralarda bırakmayın’ diye vasiyet ettiği için cenazesinin Şam’a götürülmesi kararı verildi. Bunun içinde naaşı ilaçlandı. Ancak naaşı oralara kadar götürecek parayı nereden bulacaktık? Vahdettin borçtan başka bir şey bırakmamıştı. Yardım edebilme ihtimali olanların listesini çıkarttık. (...) Artık kredi ve itibar namına bir şey kalmadığından veresiyenin adı dahi anılamıyordu. Muhtelif alacaklıların resmen müracaatları üzerine İtalyan hükümeti villadaki eşyaları tespit ettirip bir odaya tıktırmış, kilitletip mühürletmişti. (...) Cenaze günlerdir bekliyordu.
Nihayet 16. gün Abdülmecit Efendi kendini gösterdi, Nis’den oğlu Ömer Faruk Efendi ile Sultan Reşad’ın ikinci mabeyincisi Reşid Beyi San Remo’ya gönderdi. Bunlar hemen işe el koydular. İcap eden masrafları görerek cenazeyi trenle Trieste’ye oradan da vapurla Beyrut’a ve Şam’a gönderme meselesini hallettiler. Cenazenin trene konmak üzere villadan çıkarılacağı gün alacaklıların yol keseceklerine dair bir rivayet duyulmuştu. Bu sebeple, bu işi kimseye haber vermeden, sessiz sedasız yapmaya karar verdik.”

San Remo’daki Ramazan’da oruç tutmadı

Tütüncübaşı Şükrü Avrupa’daki ilk Ramazanı San Remo’da idrak ettiklerini söylüyor:
“İlk Ramazanımız Mekke’de geçmişti. O zaman Vahdeddin tam manasıyla orucunu muntazaman tutmuş, beş vakit namazını ve teravihi hiç kaçırmamış, tesbihini bile elinden düşürmemişti. Fakat San Remo’da, Ramazanı bilmemezlikten geldi. Ne oruç, ne teravih hiçbir şeye aldırmadı. Hatta bayramı bile sessizce geçirmek istedi. Bayramda, her zaman olduğu gibi giyinip kuşanıp tebrik ile elini öpmeğe gittiğimiz vakit bayağı sinirlenmişti: ’Bu gavur memleketlerinde bayramın manası yok. İnşallah vatana dönüşümüzde bayram yaparız. Haydi gidin, istirahat edin!’ diye hepimizi savarak, şaşırtmıştı.”

Seccadesine bile haciz geldi

Kimseye haber verilmeyince de tabii, cenaze alayına İtalyan hükümetinden ferdi vahit iştira etmedi. O gün cenaze arabası önünde, merhumun oğlu şehzade Ertuğrul ile damadı şehzade Ömer Faruk veliaht, Reşit, Sami, Zeki beylerle Avni Paşa, berberbaşı esvapçıbaşı, haremağaları, aşçılar, bahçıvanlar, cümbür cemaat arkada yola çıktık. Yolda görenler sadece adetleri veçhile şapkalarını çıkararak, başların eğerek selamlıyorlardı, kimin nesi olduğunu bilmiyorlardı. Böylece istasyona vardık. Tabutu arabadan alarak hazırlanmış olan vagona yerleştirdik. Tren kalktı. Gitti. Villa Manolya harman yerine dönüp boşalırken, bir mezat olmuştu.

Borçları için mezat

Vahdeddin’in alacaklıları tarafından mühürletilip muhafaza ettirildiğini evvelce anlatmış olduğum metro katibi İtalyan hükümetinin müsadesiyle, borçları ödenmek üzere mezada çıkarılmıştı. O gün villa İstanbul’daki Sandal Bedestenine döndü. Halılar, seccadeler, sırmalı elbiseler, kılıçlar ve en sonra da altı tabanca ile Vahdeddin’i bir müddet evvel sıkışıp kıymetli taşların sattığı- ihsanlar, hülasa papurama varıncaya kadar nesi var nesi yok ise hepsi ortaya döküldü. Mezat işini Vahdeddin’in veresesi namına Sultan Aziz’in damatlarından Şerif Paşa idare ediyordu

ilginç kısımlara var. Selametle