1. #1
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    Osmanlı Devleti’ni incelerken, tarihçiler kendi bakış açılarına göre yorumlar yapmaktadırlar. Yapılan yorumlar farklı görüşler içersede herkesce kabullenilmiş doğrulara da rastlanılmaktadır. Rumeli’ye geçişte izlenen yöntemler, Balkanlarda özellikle ilerleme döneminde uygulanan politikalar, kuruluş ve ilerleme dönemlerinin tımar sistemi ortak doğru,şehzadelerin eyaletlere gönderilip tecrübe kazanmalarından yoksun bırakılması, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’ın uyguladığı taktik veya devlet işlerine saray kadınlarının müdahalesi gibi konular da farklı tarihçilerin yanlış nitelemesini yaptığı unsurladır.Ancak tarih biliminin güzelliğinden olsa gerek, hem Türk hem de dünya tarihi öyle şahsiyetler veya olaylar ortaya çıkarmıştır ki bunların sonuçları iyi - kötü diye nitelendirilemez.Bu tip kişilerin icraatları ölümlerinden çok sonra bile tartışılırken bir olay karşısında takındığı tavır yıllar sonra bile eleştirilere maruz kalabilir. Gerçektende tarih bu yüzden güzeldir.Yılların öncesi x’li y’li denklemlere sığdırılamaz vr formülleştirilerek kişilere ezberletilemez.Bazı defterler kapanır unutulur ancak gün gelir yeni yaşanmışcasına tartışılmaya devam edilir.İşte Osmanlı sultanlarından İkinci Abdülhamid bu tip bir tarihi şahsiyettir.



    10 Mart 1918’de Abdülhamid vefat ettiğinde tahtan indirileli yaklaşık dokuz yıl olmuştu. Osmanlı Devleti’nin en süre tahttan kalan hükümdarlarından biriydi.Bu uzun yıllar dünyada ve Osmanlı’da birçok değişmeler meydana gelirken Yıldız Sarayı’ndan devleti yöneten padişah geçmişten geleceğe bir köprü konumundaydı. Tahta çıktı ve meşrutiyeti ilk kez ilan etti, tartışıldı. Meclisi tatil ederken , işleri sarayından tek başına yürütürken , istibdad diye nitelendirilen rejimini yıllarca uygularken hep tartışıldı.Daha sonra rejim değişikliği ile tahtına veda ederken tartışılmaya devam ediyordu.Bir anlamda sürgüne gönderildi, savaşlar nedeni ile geri döndü, Birinci Dünya Savaşı yıllarını İstanbul’da geçirdi ama hakkında ki tartışmalar henüz son bulmamıştı. Üstelik ölümünün yüzüncü yıllarına doğru yaklaşırgünümüzde bir gazete sayfasında, bir akademik dergide veya bir açık oturumda Abdülha mid isminin temel konuyu teşkil etmesi bizleri hiç şaşırtmıyor.”Kızıl Sultan mı , Ulu Ha- kan mı ?” soruları hala cevabını bulamazken her iki görüşünde ateşli savunucuları yıllar yıllar öncesinde olduğu gibi tartışmalarını sürdürüyorlar.Üstelik görüş sahiplerince ortaya konulan portreler bir anlamda zıtlığın en güzel örneğini veriyor.Bir dergide ilerici , ilme önem veren,hayırsever,fakir fukara dostu olarak nitelenen cennetmekan Abdülhamid Han; başka bir kitabın sayfasında pintiğiyle,yobazlığıyla,teknolojiden korkmasıyla eleştirilip devlet toprağını satmak için rüşvet isteyen biri haline getirilebiliyor.[1] Bir yanda Türk

    edebiyatının en önemli kalemlerinden Necip Fazıl Kısakürek , Abdülhamid hakkında,onu yücelten kitabıyla[2] eleştirilere uğrarken diğer yanda Türk tarih biliminin en değerli isimlerinden İsmail Hakkı Uzunçarşılı yine Abdülhamid ile ilgili görüşleri nedeni ile iftiracı olarak nitelendiriliyor.[3]

    Abdülhamid hakkında ki sayısız ve birbirleri ile zıtlıklar içeren görüşlerin varlığı O’nun dönemini hangi açıdan ele alırsak alalım büyük zorluklara yol açmaktadır. İç siyasette meydana gelen gelişmeler, döneminin ekonomik yapısı veya eğitim sistemi , hangisini konu edinirsek edinelim bu tip tartışmalar araştırmalarda önemli bir engel teşkil ediyor. Tabiki bu döneminin dış politikası içinde geçerli bir durum.Meydana gelen olaylar,ve alışılmamış bir hızla yaşanan değişimler dönemin önemli özelliklerinden.Ancak bu dönemde Abdülhamid tarafından alınmış bir karar farklı kaynakların kendi doğruları ile anatılıyor.Bu ise olaylar arasında bir bütünlüğün sağlanıp alışılagelen sebep-sonuç ilişkilerinin kurulmasını engelliyor. Bu nedenle bu çalışmanın önemli bölümlerinde; farklı kaynaklardan ortaya konulmuş ortak fikirlerden yararlanılmaya özen gösterilmiştir.Ortak görüşlerin bulunmadığı zamansa olay; karşıt görüşlerin fikirleri ile aydınlatılmaya çalışılmış, kimilerince doğru, kimilerince yanlış olarak nitelendirilen unsurlar elden geldiğince birlikte verilmiştir.Bu yapılırken de zaman zaman Abdülhamid’in kendi veya çocuklarının hatıralarına da başvurulmuştur.Kullanılan kaynaklar çalışmanın sonunda belirtilmiş, kitapların yanısıra kullanılan makalelerin yayınlandığı dergiler ve internet siteleri yine bu kaynakça içerisinde yer almıştır.

    Tarihin kendine has güzelliklerinin, hazırlanmada en büyük zorluklara sebep olduğu bu çalışmanın, gerek tarih bilimi gerekse diğer alanlarda yapılacak diğer çalışmalara güzel bir başlangıç teşkil etmesi dileğiyle..

    Kadir Dede




    BİRİNCİ BÖLÜM

    ABDÜLHAMİD’İN TAHTA ÇIKMASIYLA YAŞANAN
    DIŞ GELİŞMELER



    II. ABDÜLHAMİD TAHTA ÇIKMADAN ÖNCEKİ GENEL DURUM

    VE ABDÜLHAMİD’İN TAHTA ÇIKIŞI:





    Osmanlı İmparatorluğu; 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında Avrupa devletlerinin dostluğunu kazanmış, 1856 Paris Andlaşması ile de, Avrupa devletleri arasına katılmıştı.Böylece görünüşte de olsa, .dış politika alanında güçlü duruma gelmişti.Ancak 1870’lere gelindiğinde dostu olan Avrupa devletleri arasında karışıklıklar başlamış ve Sedan Savaşı’nın Avrupalı güçler dengesinde meydana getirdiği değişiklikler Osmanlı İmparatorluğu üzerinde de önemli etkilere neden olmuştu.



    Özellikle Kırım Harbi sonrasında ortaya çıkan durumu içine sindiremeyen Rusya, Paris Andlaşması’nın şartlarından kurtulmak için fırsat kolluyordu.Sedan Savaşı sonrasında aradığı fırsatı bularak bu konuda faaliyetlerde bulundu ve çeşitli devletlere gönderdiği notalarla bu andlaşmanın Karadeniz ile ilgili kendisini bağlayan hükümlerine uymayacağını bildirdi. Ortamın gerginleşmesi üzerine, Bismarck’ın Londra’da bir konferans düzenlenip barış yolu ile bir çözüm yolu bulunması yönündeki teklifi diğer devletlerce de kabul gördü. Tek başına kalan Osmanlı Devleti de mecburen bu öneriyi kabul etti.17 Ocak 1871’de Osmanlı Devleti, İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya’nın katılımıyla konferans toplandı ve devletlerarası görüşmelerle 13 Mart 1871 de Rus isteklerine uygun olarak Karadeniz’in yeni statüsünü belirleyen bir andlaşma imzalandı.[4] Sonuçta Rusya’nın Karadeniz’de silahlanabilmesi kabul edilirken, Karadeniz kıyılarının yeniden Rus tehlikesine maruz kalması olasılığı ortaya çıkıyordu.Paris’te kurulan denge Londra’da alınan bu kararlarla yerinden oynamaya başlıyordu.



    1871 Londra Andlaşması; Osmanlı Deleti’nin 1870’lere kadar dış politikasında dayandığına rağmen sürdürdüğü İngiltere-Fransa-Rusya İngiltere ve Fransa ‘ya olan güvenini kaybetmesine neden olurken verdiği tavizlere arasında denge siyaseti önemli bir darbe alıyordu. 1875 lere gelindiğinde; bir yandan iç ve dış olaylar devleti tehlikeli bir yola sürüklerken diğer yandan maliyedeki bozukluklar gün geçtikçe artıyordu.Ayrıca Rus kışkırtasıyla Balkanlar başta Hersek olmak üzere büyük bir karışıklık içindeydiler. Çok geçmeden Hersek’te bütün Balkanları ayaklandıracak olan ayaklanma başlarken, bu isyan sonucu bunalım 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’na giden sürecin başlangıç noktasını oluşturuyordu.



    Hersek’te başlayan isyan kısa sürede yayılıp bütün Balkanları tehdit eden bir hale geldi. Ayrıca Avrupalı büyük devletlerin bölgedeki çıkarları ve kışkırtmaları da olayların gelişmesinde etkili oldu.Böylece Hersek’te başlayan isyan bir anda çözümlenmesi zor bir

    bunalım halini alıyordu. Andraşi Notası ve Berlin Memorandumu gibi çözüm önerileri problemi ortadan kaldırmazken 1876’ da siyasi bağımsızlıklarını kazanmak isteyen Bulgarların ayaklanması işleri iyice arapsaçına döndürüyordu.



    Osmanlı Devleti’nin özellikle Balkan bunalımı ile içine düştüğü siyasi çıkmazlar, ekonomik ve mali sorunlarla birleşerek kamuoyunda Abdülaziz ve hükümetine karşı büyüyen bir tepki doğurmuştu.Bu dönemde Sadrazam Mahmut Nedim Paşa aleyhinde Rus yanlısı tavırları nedeni ile söylentiler çıkarken İstanbul’da güvenliğin iyice bozumasıyla halk silahlanıyordu.11 Mayıs 1876’da medrese öğrencilerinin ayaklanması Abdülaziz’i köşeye sıkıştırmıştı.Sadrazamı azledip yerine sadrazamlığa Mehmed Rüştü Paşa’yı getirirken , Hüseyin Avni ve Mithat Paşa gibi isimler hükümete giriyordu.Ancak hükümetin padişaha, padişahın hükümete güveni yoktu.Ayrıca Mithat Paşa, Avrupa devletlerinin Osmanlı içişlerine karışmalarını önlemenin ve devletin kurtuluşunun yolu olarak bir anayasanın ilan edilmesi gerektiği görüşündeydi.Üstelik bu görüşe sahip Genç Osmanlılar da özellikle yurtdışında bu yönde çalışmalarda bulunuyorlardı.Ancak anayasa ve Abdülaziz’i bir araya getirmek mümkün değildi.Bu nedenle Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından 30 Mayıs 1876’da Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V. Murat geçirildi.Bu taht değişikliği üzerinden çok geçmeden Murat’ın akıl hastası olduğu ortaya çıktı. Mevcut şartlar ve o dönemde gelişen çeşitli olaylar Murat’ın hastalığının daha fazla ilerlemesine sebep olurken devlet adamlarında bunalımlı bu dönemde Murat’ın daha fazla tahtta kalamayacağı görüşü ağırlık kazandı. Böylece 31 Ağustos 1876’da V.Murat tahttan indirildi ve yerine kardeşi Abdülhamid Osmanlı padişahı oldu...




    ABDÜLHAMİD’İN KİŞİLİĞİ



    Abdülhamid Dönemi dış politikasına geçmeden önce, kısa bir şekilde Abdülhamid’in kişiliğinden bahsetmek yararlı olacaktır.Kuşkusuz 33 yıllık saltanatı süresince kişiliği devlet dış politikasının belirlenmesinde önemli bir yere sahiptir.



    Abdülhamid; Osmanlı’da özellikle Abdülmecid döneminde ivme kazanan değişim sürecinin başlarında doğmuş , büyümüş ve kendisi de bu süreçte rol oynamıştır.Kırım Savaşı’na, Islahat Fermanına, Avrupa’dan ilk kez borç alınmasına, Dolmabahçe Sarayı gibi maliyeyi yıkan masraflar yapılmasına, yapılan yurt dışı gezisine daha şehzadeyken şahid olmuştu. Harem içindeki çekişmelerin içinde yaşamış, bu dönemde az konuşup çok dinleyerek gözlemlerde bulunmuştur.Annesi ve babasının ölümleri nedeni ile evhamlı,çocukluğunda aile sevgisi göremediğinden insanlara karşı çekingen ve ihtiyatlı,diğer birçok şehzadelerde görüldüğü gibi ancak biraz daha fazka öldürme psikozuyla kuşkucu, saray içi dedikodularının etkisiyle her söylenileni dinlemeye hazır, yapacaklarını kendi başına gerçekleştirip çevreye güvenilmeyeceğine inanan ve devrimciliğin nükseden bir hastalık olduğuna inanan ve devrime bir kez katılana güvenilemeyeceğine inanmış bir kişiliğe sahipti.



    Bunun yanında çok dindar olduğu ve çeşitli tarikatlerle ilişki içinde olduğu bilinmkteydi.İslam dinine karşı duyduğu güçlü inanç tahta çıktığında uygulayacağı devlet politikasında etkili olmuştur.Bunun yanısıra yabancı basını sürekli takip ederek dış güçlerin amaç ve yöntemleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmıştır.[5]



    Abdülhamid’in denge politikası ile ilgili aşağıdaki örnekle bu bölüme noktayı koyabiliriz:

    Padişah Abdülaziz ile Veliahd Murat arasında bir taht konusunda bir çekişme başgöster- mişti.Olayın çıkış nedeni Abdülaziz’in tahta çıkış sırasında bir değişiklik yaparak,kendi- sinden sonra yeğeni Murat yerine oğlu Yusuf İzzettin’i geçirmek istemesidir.”İçten içe süren bu olaya Abdülhamid açısından bakarsak, çok hassas bir denge oyunu sürdürmesine şaşırmamamız gerekir.Aziz sultandı ve ikinci sırada olmasına rağmen karşı çıkış yapması akılla bağdaşmazdı.Kuşksuz hakkını savunmak öncelikle Murat’a düşüyordu.Yalnız Murat’ tehlikeli oyunlarına karışmak da varolan tüm haklarını yitirmek sonucunu doğurabilirdi.

    Diğer yandan Abdülhamid, ağabeyi kenara itildiği anda kendisinin de hakkını yitireceğini biliyordu.Dolayısıyla körü körüne Aziz’e sadakat göstermeside çıkarıyla bağdaşmazdı. Sonuçta Abdülhamid’i fazla ön plana çıkmadan ne amcasından ne de ağabeyinden kopmadan varlığını unutturmayacak bir denge oyunu içerisinde görüyoruz.Sarayın içindeki kadınların kavgaları da hesaplanırsa, bu dengeyi yürütmenin ne denli güç olduğu kolaylıkla anlaşılır.Böylece elinde olmadan bir sırat köprüsü canbazlığı yürütmesi gerek- mişti.Abdülhamid’in o dönemden, ne Aziz’i yıkmaya çalışır ne de Murat’ı oyunlarından engeller bir tutumda görünmeden sıyrılabilmesi, daha sonra uluslararası politikada göstereceği canbazlıklar için kuşkusuz ilk başarılı deneyim olmuştur.[6] “





    TERSANE KONFERANSI VE SAVAŞA GİDEN YOL:



    Hersek ve Bulgar isyanlarından sonra, Osmanlı Devleti emareti altında olan Sırbistan ve Karadağ, Rusya ve Avusturya’nın kışkırtmaları ile Bab-ı Ali’ye ültimatom vermişlerdi.Sırp ordusunun başına Rus genarali Çernayev getirilmekle kalmıyor, ayrıca Rusya ve Avusturya savaşın sonucunda oluşabilecek durumlara ilişkin alternatifler belirliyorlardı.Osmanlı’nın galip gelmesi halinde mevcut durumun korunmasının, Osmanlı’nın savaşta başarısız olması halinde de Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da bir paylaşım yapılmasının hazırlıkları içindeydiler. Hedefler arasında Osmanlı’yı tamanen Balkanlardan çıkarmakta vardı.Ancak Osmanlı ordusunun Aleknisaç’ta zafer elde edip, Belgrad yolunu açmaları üzerine Rusya müdahale etti ve Karadağ ve Sırbistanla mütareke yapılmasını istedi.Osmanlı arkasında İngiliz desteğini bulamayacağını anlayınca çaresiz Rus isteklerine boyun eğdi.Ancak Rusya’nın Bosna-Hersek’te özerklik ve Bulgaristan’da ıslahat gibi istekleri İngiltere’de tepkilere sebep oldu.Balkan Bunalımına ve uzantısı olarak “Doğu Sorununu” Rusyanın tek başına çözümlemeye kalkması İngiliz çıkarlarına uymuyordu.Her ne kadar Osmanlı’ya destek verme isteğinde bulunulmasa da, güç dengesinde Rusya lehine kaymalar olabileceği ihtimali, İngilizlerin konuya el atmasını gerektirdi.Bu yüzden İngiltere, Balkan sorunlarının uluslarası bir konferansta çözümlenmesini önerdi .Osmanlı Devletini ilerleyen süreçte zor günler bekliyordu...



    Tarihler 23 Aralık 1876’yı gösterdiğinde Haliç Tersanesi’nin Denizcilik Bakanlığı binasında konferans toplandı.Görünüşte; İngilizler tarafından Rusya lehine bozulan dengeyi tekrar sağlama amacı taşıyan ve Balkanlarda süregelen bunalımları ortadan kaldıracak çözüm yollarını bulmaya çalışacak olan Tersane Konferansı aslında Avrupalıların Bab-ı Ali’den bişeyler koparabilme konusunda çabalarıydı.Mevcut sınırlar içerisinde yer alan azınlık unsurlarını korumaya yönelik olan önergeler aslında bu azınlıkları Osmanlı’dan koparıp kendi devletlerine bağlamaya yönelikti.Osmanlı Devleti ise karşı hamlelerin hazırlığı içindeydi Padişah değişikliği ile anayasa ve meşrutiyetin önündeki engelleri ortadan kaldırmış olan Mithat Paşa, kurulacak olan meclisle azınlıkların kendilerini temsil etme hakkına sahip olacaklarını ve bununda Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın içişlerine karışmalarını önleyeceği görüşündeydi.Bu amaçla konferansın başladığı sıralarda Sultan II. Abdülhamid’in meşrutiyeti ilan ettiğini müjdeleyen top sesleri, konferans salonunda da duyuldu.Bunun üzerine Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın “Bu sesler artık bizim de meşrutiyete geçtiğimizi müjdeliyor.Artık azınlık meselesi diye bir problemimi kalmamıştır.Bu nedenle de konferansın de- vamı lüzumsuzdur” şeklindeki açıklaması Avrupalı Devletlerde aynı ortak tepkiye sebep olmuştu:”Çocuk oyuncağı[7]”



    Osmanlı’nın Avrupa’ya karşı giriştiği hamle herhangi bir etki yapmamıştı.Konferans,

    meşrutiyet hiç ilan edilmemiş gibi devam etti.Osmanlı’nın kendisine yardım etmesini beklediği İngiltere, öneri ve davranışları ile tam aksi yönde hareket etmiş, Fransa ise herhangi bir varlık gösterememişti.Sunulan şartlar; tıpkı Rusya ve Avusturya’nın savaş öncesinde planladıkları gibi Sırbistanla savaş öncesindeki düzene geri dönülmesi, Karadağ’a bir miktar toprak verilmesi, yapılan ıslahat programına göre Bulgaristan’ın ikiye bölünmesi, mahkemelerde yargıç atamalarında değişiklikler ve diğer dillerinde serbest olması, vergi ve askerlikle ilgili esaslarda Osmanlı aleyhine değişiklikler içermekteydi.Artık Paris Andlaşması ile bir Avrupa devleti olarak kabul edilen Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki varlığı kendi aleyhindeki birçok şartı kabul etmesine bağlanıyordu.Bu öneriler devletin şeref ve haysiyetine birer darbe oldukları gerekçesi ile reddedildi. Kimi kaynaklar da Abdülhamid tarafından, kimi kaynaklarda ise Mithat Paşa’nın ve Meclis-i Mebusanın tavrı ile bu karar alınmıştır.



    Konferansın dağılmasıyla ufukta savaş bulutları görülmeye başlamıştı. Abdülhamid, konferans sonucunda oluşan durumu da bahane ederek Kanun-i Esasi’nin kendisine 113. mad- de ile tanımış olduğu yetkiyi kullandı ve Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek, onu İtalya’ya sürdü.Bu olay Osmanlı politik yaşamında birçok değişikliğin başlangıcı olarak gös-terilebilir.



    Tersane Konferansı kararlarının Osmanlı Devleti tarafından red edilmesi, tarihi süreçte kendisini Ortadoksluğun ve Slav ırkının savunucusu olarak gören Rusya’da savaş için ge-rekli temasların başlamasına sebep oldu.Kırım Harbi sırasında yalnız kalarak büyük yara alan Ruslari bu kez savaşı başlatmadan kendileri için gerekli desteği sağlamaya çalışıyorlardı.Bu amaçla Avrupalı devletlerce hazırlanan Londra Protokolü, Osmanlı Devletine sunuldu.Osmanlı, Rusya ve Karadağ şartlarını hafifletmesine rağmen bunlarıda kabul etmedi. Bu sırada Mithat Paşa’nın sürgünde olması, hükümetin başında da Abdülhamid’in bizzat getirdiği ve güvendiği Rüstem Paşa’nın bulunması, her ne kadar Abdülhamid’i savaşın çıkışından soyutlamak isteyen tarihçiler varsa da, bunu pek mümkün kılmamaktadırAzınlıklarında temsil edildiği Mebusan Meclisi’nde savaş taraftarı söylemler, Abdülhamid’i tamamen olaylardan uzak kılmaz. Sonuç itibarıyla oluşan durumun kaynağını kim teşkil ederse etsin 24 Nisan 1876 tarihinde Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #2
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    93 HARBİ VE SONRASI GELİŞMELER:



    Londra Protokolü’nü kabul etmeyen Osmanlı Devleti, Ruslar tarafından barış karşıtı olarak nitelendirilirken, takındıkları tutumla ister istemez Rusya’nın ekmeğine yağ sürmüş oluyordu.Rusya diğer devletlerin de tarafsız olacaklarını bildirmeleriyle tek başına Osmanlı Devleti’ne savaş açarken bazı komutanların savaşa karşı olmalarına rağmen konferans kararlarının reddi ile devlet için savaş kaçınılmaz bir hal almıştı.



    Konferans ve Londra Protokolü kararlarının reddedilmesinin sebepleri halen tartışılırken red kararının alınmasında kimin etkili olduğu sorusuna farklı yanıtlar verilmektedir.Mithat Paşa’nın görev sürecinde aldığı kararların sürgüne gitmesinden sonra da etkili olduğu görüşüyle birlikte Meclisi Mebusan’ın bu kararları aldığı görüşülerinin karşısında[8] sonuçta son sözün hep Abdülhamid’de olduğu ve mevcut durumda da onun etkili olduğu yönünde görüşler de vardı.[9] Yukarıda da belirttiğimiz gibi sebep kim olursa olsun ok yaydan çıkmıştı ve devlet Rusya ile 1886-1887 yılları boyunca sürecek ve 93 Harbi olarakta anılacak olan savaşın içine girmişti.



    Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da süren savaşta; Balkanlarda Gazi Osman Paşa, Anadolu’da da Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordular başarılar gösterselerde sonucu değiştirememişlerdir. Ordu içindeki komutanların çekişmeleri, en güvenilir komutanların bile yaptıkları taktiksel hatalar, ayrıca İstanbul’dan yönetilmeye kalkışılması; Rus ordusunun Yeşilköy önlerine gelmesi sonucunu doğurmuştur[10].Savaş sonrasında da meclis Abdülha- mid tarafından tatil edilerek, Kanun-i Esasi yürürlükten kaldırıldı.Devletin aldığı bu ağır yenilgi beraberinde çok ağır koşullar içeren Ayastafanos Andlaşması’nı getirdi.Andlaşmanın koşullarına bakarsak:

    *Osmanlı Devleti; Karadağ, Sırbistan ve Romanya’nın bağımsızlığını ve topraklarını genişletmesini kabul edecekti.Bu doğrultuda Sırbistan Niş’i, Romanya Beserabya’yı Rusya

    ya vermesi karşılığında Dobruca’yı alacaktı.Karadağ da Adriyatik Denizi’ne kadar genişleyecekti.

    *Bulgaristan, Tuna’dan Ege Denizi’ne Karadeniz’den Arnavutluğa olan alanı kapsayacak biçimde Osmanlı Devletine bağlı, özerk bir prenslik haline gelecekti.Bulgaristan Prensi; büyük devletlerin hanedanlarına mensup olmayacak şekilde, halk tarafından serbestçe seçilecek ve büyük devletlerin uygun görmesi halinde Osmanlı tarafından bu seçim onaylanacaktı.

    *Bosna-Hersek’ te Rusya ve Avusturya’nın kontrolünde ıslahat yapılacaktı.

    *Osmanlı Devleti, 1868 de Girit’e verdiği özerklik koşullarını dikkatle uygulayacaktı.

    *Bab-ı Ali, Doğu’da Ermenilerin bulunduğu yerlerde gereken ıslahatları yapacaktı.

    *Osmanlı Devleti, savaş tazminatı olarak Balkanlarda bir kısım toprak ile Ardahan, Kars,

    Batum ve Beyazıt’ı Rusya’ya verecekti.



    Bu andlaşma ile Rusya, Slavcılık politikasında bir anlamda büyük bir zafer kazanıyordu. Osmanlı Devleti’ni parçalarken Doğu Anadolu ve Balkanlara yerleşebilme olanağına sahip oluyordu.Osmanlı Devleti, Karadağ, Sırbistan ve Romanya’yı kaybetmesinin yanısıra özerk bir Bulgar Prensliğini kabul etmekle hem Rumeli’de topraklarının ikiye bölünmesini hem de Bosna-Hersek’te ki ıslahatların Rusya ve Avusturya’nın kontrolüne vererek etkisini kaybetmesini çaresizce kabul ediyordu.Doğu’da da önemli toprakları Rusya’ya bırakıyordu.Ermeni adı ilk kez uluslarası bir andlaşmada yer alırken günümüzde de devam eden Ermeni sorununun temelleri bu andlaşma ile atılıyordu.



    Rusya sağladığı avantajları ile Bulgaristan vasıtasıyla Ege Denizi’ne çıkıyor, I.Petro döneminden beri sağlamaya çalıştığı sıcak denizlere inme politikasını bir ölçüde başarmış oluyordu.Batum, Kars, Ardahan ve Beyazıt’ı ele geçirerek de, Fırat ve Dicle nehirlerine dolayısıyla Basra Körfezine yaklaşmış bulunuyordu.Ege ve Adriyatik vasıtasıyla Boğazlar ve Akdeniz’i, Basra yoluyla da Hindistan ve Hint Okyanusunu tehdit eder bir konuma kavuşuyordu.Islahat koşulları ile de Doğu Anadolu, Girit, Teselya, Bosna-Hersek ve Arnavutluk üzerinde söz sahibi oluyordu.



    Osmanlı Devleti’nin tarihindeki en ağır yenilgilerden birini aldığı bu savaş sırasında diğer Avrupalı devletler tarafsızlıklarını korumuşlardı.Ancak Ayastafanos Andlaşmasının ortaya çıkardığı koşullar diğer devletlerde memnuniyetsizlikler yarattı ve bunların yüksek sesle dile getirilmesine sebep oldu.Bu andlaşma ile uzun süredir Avrupayı meşgul eden “Doğu Sorunu”nu Rusya’nın tek başına çözmeye kalkması, 1856 Paris Andlaşması ile kurulan dengeyi artık tamamiyle bozmuştu.Bağımsızlıklarına kavuşan Balkan Devletleri gerek aldıkları toprak, gerekse de yapılan sınır düzenlemelerinden memnun değillerdi. Bunların yanısıra andlaşmaya asıl tepkilerin kaynağı İngiltere ve Avusturya’ydı.



    Avusturya’nın hedef ve çıkarları ile Rusya’nın hedef ve çıkarları Osmanlı toprakları üzerinde çatışmakla birlikte Ayastafanos ile Rusya bu bölgede bir üstünlük elde ediyordu.Rus-ya, Avusturya’nın hedefleri üzerinde Slavcılık politikasıyla etkili olurken, yeni sınır düzenlemeleri ile de artık doğrudan etkili ve tehlikeli olabilecek bir konuma gelmişti.Oluşan bu çift yönlü Rus etkisi Avusturya’yı endişeye düşürmüştü.



    İngiltere, Rus ordusunun Plevne’de başarılı olup ilerlemeye geçmesinden itibaren endişelenmeye başlamıştı.Andlaşmanın getirdikleri ise endişelerini çoğaltmıştı.Rusya’nın Ege Denizi’ne ve Basra Körfezi’ne doğru uzanması İngiltere için olumlu sayılacak gelişmeler değildi.Bu, Akdeniz ve Hindistan’da ki, yani doğu ticareti ve sömürgelerindeki üstünlüğü için tehlikeler arzetmekteydi.Bu gibi faktörlerde andlaşmanın sonuçlarından endişe duyan

    devletleri biraraya getirerek -ki bunların arasına Bismarck’ın Almanya’sı da eklenmiştir,

    “Doğu Sorunu”nu yeniden gözden geçirmek ve Ayastafanos’un ilgili maddelerinde düzenlemeler yapmak için bir konferans toplamaya yöneltti.Karşısındaki birleşik güçlere karşı koyamayacağını anlayan savaş yorgunu Rusya bu öneriyi kabul etmek zorunda kaldı.


    BERLİN KONGRESİ



    Osmanlı Devleti, Ayastafanos’un kendisene kaybettirdikleri sonrası kendi durumunun görüşüleceği bu konferansa çok büyük ümit bağlamıştı.Çünkü orada Avrupalı devletlerin çatışan çıkarları, kaybedilenlerin geri kazanılmasında önemli rol oynayabilirdi.Fakat yalnız bir Osmanlı’nın konferansda kendi haklarını müdafa edebilmesi pek olası gözükmemekteydi.



    Bu sırada İngiltere Akdeniz’de ve Hindistan yolu üzerindeki çıkarlarını koruyabilmek adına Kıbrıs’a büyük önem vermeye başlamıştı.Çünkü Kıbrıs Adası’nda yer alacak İngiliz kuvvetleri devletlerinin çıkarlarını, ticari faaliyetlerini ve tabiki Hindistan’ı koruyabilecekti.Bu nedenle de iki taraf arasında görüşmeler başladı.Abdülhamid’in uluslar arası ilişkilerde uyguladığı politikalara önemli bir örnek eden bu sürecin sonunda Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ın yönetimini, toprak mülkiyeti kendinde kalmak şartıyla, İngiltere’nin kendisine Berlin Kongresinde yapacağı yardımlar karşılığında geçici olarak devrediyordu.4 Haziran 1878 tarihindeki bu devrediş ilerleyen süreçte Kıbrıs’ın tamamen kaybedilmesine yol açacaktı.



    13 Haziran ile 13 Temmuz tarihleri arasında Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, İtalya ve Avusturya “Berlin Kongresi”nde biraraya geldiler.Altı büyük devlet kongreye verdikleri önemi belirtircesine üst düzey yetkilileri katılımda bulunmuşlardı. Kongre Başkanı Bismarck’ca “1856 Paris Andlaşması ve 1871 Londra Sözleşmesi ile kurulmuş olan, ancak Ayastafanos Andlaşması ile bozulmuş olan Avrupa dengesini yeniden düzenlemek ve Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu barış ortamını yeniden kurmak”olarak gösterilen kongrenin amacının başladığı andan itibaren Osmanlı Devleti’nin Ayastafanos Andlaşması ile uğradığı kayıpları gidermek veya hafifletmek değil Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını uzlaştırmak olduğu anlaşılıyordu [11].Kongre süresince her büyük devlet kendi çıkarlarını elde etmeye çalışmışlardı.Almanya; Avrupa’da kendisine biraz daha üstün bir durum kazandırmak, kendisine gerekli olan Avrupa barışını sürdürmek bu arada Rusya’yı Doğu Avrupa ve Balkanlardan uzak tutabilmek, Fransa’nın dikkatini kendi üzerinden çekmek için, onu Osmanlı Afrikası’na yöneltmek çabası içindeydi.



    Kongrede İngiltere’nin tutum ve önerileri ise bu kongreye bel bağlamış Osmanlı Devleti için tam bir hayal kırıklığı olmuştu.Sırf bu kongrede kendisine destek olması için Kıbrıs’ı geçici(!) olarak İngiltere’ye devreden Osmanlı Devleti, umduğu desteği bir yana bırakın, Bosna-Hersek’in Avusturya’ya terki, Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ıslahat yapılması gibi önerilerle çıkarlarının baltalıandığını görüyordu.Ayrıca Yunan delegelerin kongrede konuşmasını sağlayarak Yunanlıların toprak isteklerini desteklediler.Bundaki temel amaç; Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da ve Osmanlı Devleti’nin bütünü üzerinde insiyatifi Rusların elinden alabilmekti.Osmanlı, öncesinde çeşitli faaliyetlerde bulunsa da kendi üzerinde ki pazarlıkların tartışıldığı bir kongrede yine yalnız kalıyordu.Tartışmalı bir ay sonunda 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Andlaşması başlıca şu maddeleri içeriyordu:



    *Bulgaristan üçe ayrılacaktı.Birinci bölge Osmanlı egemenliği altında özerk bir Bulgar Prensliği olacak, ikinci bölge Balkanların güneyinde, Doğu Rumeli adında doğrudan Osmanlı Devleti’ne bağlı büyük devletlerce kabul edilmiş Hristiyan bir vali yönetiminde bir eyalet olacak, üçüncü bölge ise Makedonya olup ıslahat yapmak şartıyla Osmanlı Devleti’ne bırakılacaktı.

    *Osmanlı Devleti, Girit Adasında 1868’de uygulamaya başladığı özekliği genişletecek ve bu konuda diğer devletlere bilgi verecekti.

    *Yunanistan’a bir miktar toprak verilecekti.

    *Bosna-Hersek, Osmanlı Devletine bağlı kalacak ancak Avusturyaca işgal edilip yönetile-

    cekti.

    *Karadağ, sınırları yeniden çizilerek bağımsız bir devlet olacaktı.

    *Sırbistan, bağımsız olacak ve Niş’i de alarak sınırlarını genişletecekti.

    *Romanya,bağımsız olacak,Beserabya’yı Rusya’ya verip, karşılığında Dobruca’yı alacaktı.

    *Tuna Nehri, savaş gemilerine kapalı olmak kaydıyla ticaret yapan gemilere açık olacak ve

    devletlerarası bir komisyonca yönetilecekti..

    *Ardahan,Batum ve Kars Rusya’ya verilecek, Rusya’da Eleşkirt ve Beyazıt’ı Osmanlıya iade edcekti.

    *Osmanlı Devleti, Katur’u İran’a verecekti.

    *Ermenilerin bulunduğu doğu illerinde ıslahat yapılacaktı.



    Berlin Kongresi ile bozulan denge yerine Avrupa’da yeni bir güçler dengesi kurulmuştu. Yeni denge;büyük devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarlarının uyuşturulması oranında ve onun topraklarının paylaşılmasıyla meydana gelmişti.[12]Kongre Osmanlı topraklarının paylaşılma pazarlıklarının yapıldığı bir toplantıya dönüşmüş, 1856 Paris Andlaşması ile bütünlüğüne saygı gösterilen Osmanlı toprakları ortada yer alan pasta haline gelmişti.1856’lar da en büyük savunucusu olduğu bu görüşten cayan İngiltere, Berlin Andlaşmasının imzalandığı günlerde Kıbrıs’a yerleşmişti.Bu tarihlere kadar varlığının çıkarlarına yarar sağladığı büyük devletlere yaslanmış bir şekilde varlığını sürüren Osmanlı Devleti Berlin Kongeresi sonrasında denize düştüğünde sarılacak bir yılan bulamama tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu.Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ta egemenliği sözde kalan, birçok toprağında ıslahat yapacağını vaad ederek sürekli bir Avrupa denetimine maruz olacak, Yunanistan’ın andlaşmaya girmesi ile de gelecekte bunların yayılmacı siyasetlerine ortam hazırlayacak bir devletin geleceği bir anlamda; saltanata gelir gelmez, kendini bu karmakarışık olaylar içerisinde bulan Abdülhamid’in ellerine ve uygulayacağı politikalara bağlı oluyordu.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  3. #3
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    BERLİN KONGRESİ SONRASINDA OLUŞAN YENİ DÜZEN

    VE ABDÜLHAMİD’İN DIŞ POLİTİKALARI





    SAVAŞ SONRASINDA OSMANLI DIŞ POLİTİKASINDA

    GÖRÜLEN DEĞİŞMELER:



    İkinci Abdülhamid’in tahta çıktığı dönemde, kendinden önce başlamış olan ve onun döneminde iyice tırmanan olaylar, gerek O’nun, gerekse etrafındaki kişi ve kurumların (ki bu kurumların içine Meclis-i Mebusan da dahildir) Avrupalı devletlerle ilişkileri sonucu, 93 Harbi dediğimiz 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkmasına vesile olmuştur (ki Ruslarbaşından beri savaş taraftarı olarak gösterilebilir).Savaşın kaybedilişi ve ardından gelen Ayastafanos Andlaşması ve Berlin Kongresi, kaybedilen toprakların yanısıra önceki dönemin dış politikaları açısından da önemli sonuçlara neden olmuştur.



    Büyük devletlerin Hristiyan tebaa lehine istedikleri reform faaliyetlerini yerine getiripbu devletlere ekonomik tavizler vererek Osmanlı’yı Avrupa dengesinin bir parçası haline getirmeye yönelik Tanzimat Dönemi dış politikası, 1856 Paris Andlaşması ile başarıda zirveye ulaşmış gözükmesine rağmen Berlin Kongresi kararları ile artık iflasını ilan ediyordu. Geçmişte Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunmasının en önemli taraftarı olan İngilte-re’nin Tersane Konferansı ve Berlin Kongresi’nde destek vaadi ile Kıbrıs’a yeleşmesine rağmen takındığı tavırlar artık bu politikanın herhangi bir şekilde yürütülemeyeceğinin kanıtıydı.Yapılan pazarlıklarda, terazinin dengesini sağlayabilmek için birkaç tavizle kefeye yerleştirilecek bir İngiltere yoktu artık.



    Bu hareketli süreçte Mithat Paşa’nın Abdülhamid tarafından sürgün edilmesinin önemli bir nokta olduğundan bahsetmiştik.İlerleyen zamanda Kanun-i Esasi rafa kaldırılırken meclis tatil ediliyor ve Tersane Konferansı’nın başlangıcında top sesleri ile müjdelenen meşrutiyet yerini tekrar Abdülhamid yönetiminde bir mutlakiyete bırakıyordu.Ayrıca Abdülhamid’in kişiliğinden ve kafasında ki düşüncelerden kaynaklanan tek elden yönetime geçiş Osmanlı bürokrasisinde de önemli değişiklere neden oluyordu.Hariciye Nezareti, dış politikanın belirlenişinde oynadığı önemi kaybederken rolü; Bab-ı Ali gibi Yıldız Sarayındaki Sultan ve onun danışmanlarınca belirlenen politikaların uygulayıcısı haline geliyordu.



    1856’da Osmanlı Devleti topraklarının Avrupalı devletlerin güvencesi altına alınışı, 1876 ve sonrası dönemde toprak kaybını önlememişti.Bunun yanısıra yaşanan fiili toprak kayıpları dışında büyük devletlerin faaliyet ve istekleri doğrultusunda verilen muhtariyetler, Osmanlı hakimiyeti altında yeni yaratılan devletler, Osmanlı toprağı sayılmasına rağmen Mısır gibi yönetiminin başkalarınca sağlandığı yerler korunan bir toprak bütünlüğünden uzaklaşıldığının göstergesiydi.



    Tanzimat Döneminde Osmanlı yanlısı tavırlar içinde bulunan başta İngilizler olmak üzere batı kamuoyu, Hersek İsyanı ve Bulgaristan olayları ile taraf değiştiriyordu.Artık katledilen Hristiyanlara ilişkin haberlerle birlikte Osmanlı Devleti’nin karşısında bir Avrupa kamuoyu vardı.



    Artık Avrupa’da ortaya çıkan Almanya gerçeği mevcut hesapların değiştirilmesinde çok önemli nedenlerden biri olarak ön plana çıkmaktadır.İngiltere ve Fransa’nın karşısında artık sadece Rusya yoktur.Rusya karşı bir tampon olarak kullanılan ve elde edilen ıslahat vaadleri ve ekonomik imtiyazlar karşılığında yaşatılan bir Osmanlı Devleti’nin statüsü de Almanya’nın ortaya çıkışı ile değişiklik göstermeye mecburdur.



    a)Osmanlı-İngiliz İlişkileri:

    1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı bahsettiğimiz gibi İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği politikada bir dönüm noktası olmuştur.Rus ilerleyişinin Osmanlı bütünlüğünü sağlamada zorluklar oluşturacağına dair oluşan kanının yanısıra İngiltere’nin iç politikasında meydana gelen gelişmelerde bu politika değişikliğinin sebeplerini oluşturuyordu.Muhalefetteki Liberal Parti, Osmanlı toprak bütünlüğünün sağlanmasının hem zor hem de gereksiz olduğu görüşündeydi.93 Harbi’nin sonuçları ve muhalefet baskısı önemli bir yaptırım gücüydü.1880’de Gladstone’nin iktidara gelişide değişimin netlik kazanmasını sağlıyordu. Rusya’nın güneye sarkmasının ve Fransa’nın Ortadoğu’ya yerleşmesinin önlenmesi için yeni bir strateji belirlenmişti.Buna göre bir yandan bölgede İngiltere tarafından kontrol edilebilecek Yunanistan gibi devletler desteklenirken, diğer yandan Ermenistan gibi yeni devletlerin kuruluşu desteklenip Hindistan yolunun güvenliği açısından stratejik noktalar güvenlik altına alınacaktı.[13]



    Abdülhamid açısından duruma bakıldığında; Abdülhamid’in başlangıçta İngiltere’ye karşı uyuşma yanlısı olduğunu görürüz.Fakat Kıbrıs’ı rüşvet vermesine karşılık, Londra hükümetinin Berlin Kongresi’de Bosna-Hersek’in Avusturya’ya verilmesini önermesini hazmedememeşti[14].Abdülhamid hatayı, İngiltere’nin herşeyi Hindistan açısından değerlendirdiğini göz önüne almayarak yapmıştır.Nitekim 1882’ye gelindiğinde İngiltere’nin uyguladığı politika doğrultusunda, Mısır’ı ordularıyla işgal etmesi Abdülhamid’i bu konuda tamamen hayal kırıklığına uğratyordu.Mısır’ın geri alınması için yapılan görüşmeler tarafların birbirlerine duydukları güvensizlikler nedeni ile sonuç vermiyordu.

    b)Osmanlı’nın Fransa ve Rusya ile İlişkileri:

    881 yılında Tunus’un Fransa tarafından işgali Abdülhamid tarafından resmen kabul edilmiş görünmesede, onun Fransaya karşı İngiltere’ye oranla daha yumuşak bir politika sürdürdüğü görülüyordu.Bunda İngiliz ticaret yatırımlarında ki azalışa karşın Fransızlarınkin de olan artışın ve Osmanlı Bankası’nın Fransız hissedarların hakim olduğu bir kuruluş haline gelmesinin etkili olduğunu söyleyebiliriz.Ayrıca Fransa’nın İngiltere’nin Mısır’a yerleşmesine karşı oluşu ona, Abdülhamid’in gözünde daha fazla artı puan kazandırmaktaydı.



    Abdülhamid’in,Çarlığın güneye inme amacından ve Ermenileri kışkırtma yönteminden asla vazgeçmeyeceğini bilerek, Rusya ile başabaş kalmış olmanın bilinciyle ona karşı açık bir düşmanlık göstermeyişi ilgi çekicidir.Rusya; savaş tazminatı ve Doğu Anadolu’da yapılacak olan reformlar gibi önemli silahlara sahipken, Abdülhamid kendisi gibi otokrat olan Çarla birebir ilişkiler içine girerek daha kolay anlaşmasa sağlayabileceği görüşündeydi.



    c)Osmanlı-Almanya İlişkileri:

    Çok çeşitli sebeplerden ötürü kaybedilen topraklara rağmen devlet ayakta tutulmaya çalışılıyor ve bu amaçla da devlet dış politik oyunlar arasında bir denge sağlamaya çalışıyordu. Ülke yönetimi Avrupalı devletler arasındaki uyum ya da uyumsuzluklar üzerinde şekillenmekteydi.Dünyadaki siyasal yaşantıdaki değişiklik ve dalgalanmalar Osmanlı’nın hangi büyük ve sömürgeci devlete dayanacağı konusunda çeşitli şartları ortaya çıkarırken mevcut koşullar Osmanlı Devleti’nin karşısına bir dayanak olarak Almanya’yı çıkarmıştı. Kısacası Almanya, Osmanlı Devleti’ne terazinin boş kalan kefesini doldurabilme şansını sağlamıştı. Bismarck Dönemi Almanya’sının temel politikası, olası bir Fransız saldırısını önlemek üzerine kuruluydu.Bu nedenle Fransa’yı yalnız bırakmaya uğraşıyor ve gerek Rusya gerekse Avusturya’yı bu doğrultuda tutmaya çalışıyordu.Rusya’yı karşı safha geçirmemek içinde Osmanlı Devleti’ne mesafeli davranıyordu.Ancak bu dönemde Abdülhamid’in isteği üzerine Alman subaylar Osmanlı ordusunun eğitiminde görev yapmış ve iki devlet arasındaki ilişkilerin gelişiminde rol oynamışlardı.Yine bu dönemde, Bismarck’ın etkisi ile Osmanlı Devleti Avusturya’ya ılımlı davranmış ve Abdülhamid arazi kayıplarına rağmen Almanya’ya ile bağları geliştirebilmek için arada bulunan Avusturya ile iyi geçinmeye çalışmıştır.

    II. Wilhelm Döneminde ise Almanya politikasında meydana gelen genel değişimden Osmanlı da nasibini almış ve iki devlet arasındaki ilişkiler başta demiryolları olmak üzere, çeşitli yollarla değişim ve gelişim göstermiştir.Özellikle Bağdat Demiryolları konusunu

    biraz daha genişletmek Osmanlı-Alman ilişkilerini anlamada yararlı olacaktır:

    -Bsimarck Sonrası Dönem ve Bağdat Demiryolları:

    II. Wilhelm’in imparator olması Almanya’nın dış politikasında önemli bir dönüşüm meydana getirmiştir.Yaşanan bu dönüşümün nedeni;geçen süreyle kendini hissettiren pazar

    ve hammadde sorunudur.Bunun çözümü konusunda Bismarck’ın politikasını tamemen reddeden Wilhelm, Weltpolitik denilen yayılmacı bir politika izlemeye başlamıştır.Ancak

    Almanya kapitalist bir devlet olarak tarih sahnesine çok geç çıkmıştı ve bu da sömürgeleştirebileceği alanların azaldığı ve donanmasının yetersizliği nedeni ile deniz aşırı faaliyetlerde bulunamayacağı gerçeği ile yüzyüze gelmesi sonucunu doğurdu.

    Bu şekilde klasik bir sömürgeci politika izleyemeyecek olan Almanya alternatif olarak barışçı bir yayılma politikası sürdürmeye çalışmış, bu da Osmanlı Devleti’ni Almanya gö-zünde önemli bir hale getirmiştir. Bismarck döneminde salt askeri alanda kalan iki devlet arasında ilişkiler Wilhelm ile birlikte Almanların Anadolu’da inşaa ettikleri demiryollarınında etkisiyle aradaki yakınlaşmanın hızla ekonomik ve politik düzeye yansıdığıgörülür.[15]

    Almanya’nın Osmanlı toprakları üzerindeki demiryolu faaliyetleri, İzmit-Ankara imtiyazının elde edilmesi ile başlar. Bu arada 1896 yılında Eskişehir-Konya demiryolunun tamamlanmasından sonra büyük devletlerde Konya’dan Bağdat’a kadar uzanan demiryolu yapım hakkını elde etme çabası başlamıştı.1898 de II.Wilhelm’in İstanbul’a gelişi demiryolları konusunda da etkili olmuş sonuç itibarıyla Bağdat’a gidecek olan demiryolu hattının yapım hakkı prensipte Almanya’ya veriliyordu.Resmi olarak Osmanlı Devleti ile Almanların “Anadolu Demiryolu Kumpanyası” arasında 5 Mart 1903 de andlaşma sağlandı.

    Almanya yapılan andlaşma ile Berlin-İstanbul-Bağdat Demiryolu ile ülkesini Anadolu üzerinden Basra’ya bağlayan ve Ortadoğu’da yani Dicle-Fırat Nehirleri ve Basra Körfezi çevresinde etkili olacak bir olanağa kavuşmanın temellerini atıyordu.Bu da Hint Okyanusuna çıkacak bir yayılmanın başlangıcıydı.

    Bağdat Demiryolu bu örnekteki gibi, büyük devletlerin arakarındaki rekabet ve çatışmalardan dolayı , teknik ve ulaşım konusundan çok siyasi bir olay şekline dönüşmüştü.Demiryolu inşaaatının ilerleyip Basra Körfezi’ne doğru yaklaşması Almanya’nın Ortadoğu’ya iyice sokulmasına ve diğe Avrupalı devletlerin çıkarlarını etkilemesine yol açıyordu.Demiryolu projesi, ekonomik niteliği geri planda kalarak; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı Devleti hakkında yıkıcı bir politika izlemelerine sebep olan bir sorun halini aldı.

    Bu arada demiryoları için verilen imtiyazların karakteri, eleştiriye maruz kalabilecek niteliktedir.Şöyle ki; devletin farklı yerlerinde,farklı devletlere verilen imtiyazların Osmanlının çöküş nedenleri arasında gösterilmesine rastlanılmaktadır.[16] Benzer uygulamalarla emperyalistlere devlet topraklarının peşkeş çekildiği ve Batılı devletlerin çıkarları doğrultusunda diledikleri gibi cirit attıkları savunulmuştur.Gerçektende imtiyaz sahalarında yapılan andlaşmalar gereği yer altı ve yerüstü kaynaklarında bilgi sahibi olabiliyorlar hatta bunu ve o bölgedeki gayrimüslüm unsurları çıkarları doğrultusunda kullanabilme imkanına sahip oluyorlardı.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  4. #4
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Osmanlı halkı üzerinde demiryolu faaliyetlerinin etkisi konusunda sözü Bernard Lewis’e bırakıp, onun Avrupa ve Asya’da Osmanlı demiryollarını karşılaştırmasına değinerek bu bahsi kapatabiliriz:

    “1885’ten itibaren, çoğu yabancı imtiyaz sahipleri tarafından, hummalı bir demiryolu yapımı Türkiye’nin demiryollarını birkaç yüz milden birkaç bin mile çıkardı.Fakat bu hatların önemi hakkında sadece uzunluğuna göre bir yargıda bulunulamaz.12 Ağustos 1888’de Viyana’dan İstanbul’a doğru ilk defa tren hareket ettiği zaman, Türkiye’yi batıdan ayıran ve yıkılmakta olan duvarda yeni bir gedik açıldı.Bu gedik durmaksızın genişledi. Bundan böyle İstanbul ve Avrupa devletleri başkentleri arasında doğrudan demiryolu hizmeti vardı.Yeni hat üzerinde yolcu sayısı gün geçtikçe arttı ve <Doğu Ekspresi> diye tanınan bu özel uluslararsı trenin hizmete konmasıyla bu artış daha da hızlandı.Trenin adıonu yapan ve işleten Avrupalıların görüş noktasını yansıtır.Fakat Türklerin bütün bir yeni kuşağı için o Avrupa Ekspresi idi.İstanbul’da ki Sirkeci Garı’da hürriyete ve modernliğe açılan dış sofa..




    Şam’ı Medine’ye bağlayan Hicaz Demiryolu’da karşı yöndeki bir hareketin timsali oldu.

    1900 de başlayan bu hat bütün dünyadaki müslümanların yardımıyla ödendi ve Sultan’ın Panislamik politikasında önemli rol oynadı. [17]

    d)Osmanlı-Balkan Devletleri İlişkileri:

    Balkan Devletleri ile olan ilişkiler büyük devletlerin kontrolü altında ve bunların çıkarlarına uygun olarak yürümüştür.Bulgaristan ve Yunanistan’a toprak olarak verilen ödünler hayli sorun yaratmış, bu ikisinin bazen Avrupa devletlerinin desteğini alarak bazen de onları da aşarak yapmaya kalkıştıkları oldu bittiler Abdülhamid’i zor durumlara sokmuştur. Yunanistan’la olan ilişkiler açısından 1897’de yapılan savaşı örnek olarak verebiliriz:



    1881’de varılan andlaşma ile Berlin sonrasında Osmanlı-Yunan sınırı belirlenmiş ancak Megolo İdeacı Yunanlılar mevcut durumla yetinmeyip sınır ihlal ederek topraklarını genişletmeye çalışmışlardı.1896’daki sınır geçme girişimleri püskürtülmekle birlikte Girit

    İsyanının başlamısı üzerine büyük devletlerin karşı çıkmasına rağmen adaya çıkartma yapmışlardır.Mısır ve Doğu Rumeli sorunlarından sonra bir kez daha hareketsiz kalmanın nüfuzunu sarsacağını düşünen Abdülhamid,56 saat süren müzakereler sonunda Yunanistan’a savaş açmıştır. Osmanlı Devleti yapılan savaşın ardından büyük bir askeri başarı Kazanmuş ancak büyük devletlerin arabuluculukları ile yapılan İstanbul Barış Andlaşması ile savaştan sağlamak istediklerini gerçekleştirememiştir.Berlin Andlaşmasının ardından diplomatik yollarla savaştan sağlamak istediklerini gerçekleştirememiştir.Berlin Andlaşmasının ardından diplomatik yollarla Yunanistan’a terketmek zorunda kalıp bu savaşla ele geçirdiği Teselya’ya yı bile geri alamamıştır.Ayrıca savaşın bir nedeni olan Girit meselesi’ne etkili bir çözün yolu getirilememiştir.Bununla beraber savaş,son dönemde Osmanlı Devleti’nin azalan itibarını çoğaltmıştır.Savaş sırasında Almanya’nın izlediği politika ve Osmanlı ordusunun Almanlarca düzenlennmesi, devlet üzerindeki Alman nüfuzunu gittikçe arttırmıştır.Bu da Berlin Kongresi ile başlayan Osmanlı dış politikasındaki değişimin bir halkasını oluşturmuştur.Uzun bir müddet sonra Osmanlı Devleti’nin bir savaştan zaferle ayrılması büyük sevinç yaratmış, sömürge altındaki müslünman toplumlarda bile kutlamalara neden olmuştur.Ayrıca savaş karşıtı olarak gösterilen Abdülhamid, bu zaferin ardından nüfuzunu arttırmanşansına sahip olmuştur.







    ABDÜLHAMİD İLE ÖZDEŞLEŞEN BİR POLİTİKA:

    PANİSLAMİZM



    İkinci Abdülhamid politikasını kendinden önceki Tanzimat politikasından ayıran en önemli unsurların başında panislamizm gösterilmektedir[18].Mevcut şartlarda artık batının desteği kaybedilmişti.Onların desteğini sağlamak için yapılan reformlar sonuç vermemiş,

    kaybedilen topraklarla nüfustaki dağılımın müslümanlar lehine değişimi ve Abdülhamid’in dindar kişiliği devlette İslama yönelik faaliyetlere dönülmesine sebep olmuştu.Ortada her geçen gün farklı unsurları nedeni ile dağılmakta olan bir devlet vardı.Milliyetçilik akımları,

    dinsel ve etnik farklılıklar devletten kopuşu oluştururken, devletin eski tebaaları, Avrupalı güçlerin elinde Osmanlıya karşı bir silah haline gelebiliyordu.Bunu önlemeye yönelik politikalar Panosmanlıcılık adı altında toplanabilir.Ancak bu politikanın başarısızlığı Abdülhamid dönemine gelindiğinde kabul edilmeye başlanmıştır.Panislam ; bu dönemde yeni bir politik uygulamadır.Genel olarak uygulanan denge politikası terkedilmemekle birlikte, en az onun kadar ağırlıklı olmak üzere İslami unsurları ön plana çıkaran bir politika uygulanmaya başlamıştır.[19]Amacıyla, yöntemiyle diğer pan’cı politikalardan da farklılıklar göstermektedir.



    Bir Panislam politikasının uygulanabilmesi için buna öncülük edecek bir merkezi otoriteye ihtiyaç duyulur.İslam dünyasını biraraya toplamak gerekliyken bunların her yerde liderleri halifeye itaatleri sağlanmalıdır.Bu Abdülhamid tarafından bir ölçüde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır ancak bu politikanın kendine özgü özellikleri vardır.



    Uygulanan politikalar; devlette Hristiyan unsura güvenilemeyeceği için müslüman unsur-lara yönelikti.Bu tür faaliyetlere Arap eyaletlerine siyasal ve iktisadi açıdan verilen öncelik bu tür yerlere yapılan atamalarda kaliteli memurların tercih edilmesi, devlet yatırım ve olanaklarından yine buralara daha fazla pay ayrılması gibi faaliyetler dahil edilmektedir.[20] Fakat burada Arap unsurlarına İngilizlerce enjekte edilen milliyetçilik fikirlerini engellemk söz konusudur.Ayrıca yine bu tür faaliyetler tamamen kendi sınırları içindeki müslümanlara yöneliktir.



    Panislam politikasınından bahsederken bir isme dikkat edilmesi gerekir: Cemaleddin Afgani.Yazdığı makeleler, çıkarttığı dergi ve kitaplarla Panislam fikri hususunda görüşler ortaya koymaktaydı.Sürekli tekrarladığı ana tema; Avrupa saldırısıyla eş zamanlı olarak müslümanların mobilizasyonunun ve zorba kurallara karşı koymanın gerekliliğiydi.Avrupa güçlerinin fizik üstünlüğüne ancak ve ancak İslam dünyasının birleşerek karşı koyabileceği görüşündeydi[21].Buradan da ruhani ve politik bir lider öncülüğünde müslüman toplumların birliği düşüncesi de panislam düşüncesinin temelini oluşturur.

    Abdülhamid ise daha farklı görüş ve eylemlere sahipti.İslam toplumlarının özelliklerini ve emperyalizmin güçlerini karşılaştırarak sonucu tehlikeli eylemler yerine , bir eylem potansiyeli halinde durmanın rolünü oynamıştır.[22] Bu davranış, onun diğer konularda olduğu gibi uzun uzadıya ihtimal hesapları yaparak karara varma yöntemine de uygundu.Afgani’nin tüm müslümanları tek bir hükümdar altında toplama fikrine Abdülhamid’in kabullenmesini bekleyemeyiz. İncelendiğinde de Afgani’nin görüşlerine uygun bir panislam siyasetini Osmanlında pratiğe dönüştürmek çok zor ve riskliydi.Şöyleki yerel çıkarların son derece ön planda olduğu İslam toplumlarını biraraya getirebilmek, çok güçlü bir devlet söz konusu olmadıkça imkansızdır.Osmanlı ise bunu sağlayabilecek güçten çok uzaktadır.Bu yönde izleyeceği siyaset sömürgecilerin işine gelmeyecek,onlar da Osmanlı’nın sonunu getirebileceklerdir.



    Bu uzak ve gerçekleştirilmesi zor amaç yerine mevcut amaçlar Abdülhamid siyasetinin can alıcı noktasını oluşturmaktadır.Uygulanan panislamizm içeride kullanılmaya yönelikti. Abdülhamid tüm dünya müslümanlarının halifesi olmakla birlikte bunların hepsini kendi tarafında birleştiremeyeceğini kendi de biliyordu.Yapmaya çalıştığı devletin sınırları içindeki müslümanları halife temasıyla seferber edebilmekti.Yani kullandığı halifelik bir tür milliyetçilik virüsüne karşı panzehirdi.Nitekim bu virüsün İngiltere tarafından ortaya çıkarıldığından bahsetmiştik.1876 ların başlarından itibaren Halifeliğin Osmanlılar tarafından zorla alındığı ve halifeliğin tekrar Araplara geçmesi yönünde propagandalar başlamıştı bile.



    Abdülhamid bu gibi iddialar karşısında ,tüm müslümanların halifesi olduğunu ısrarla savunmak zorunda kalmıştır.Kendisini sadece Osmanlı müslümanlarının değil aynı zamanda tabiyetinde bulunmayanlarında halifesi olarak sunmak ve müslümanların ruhani lideri olmasının sağlayacağı otorite ile devletinin ekonomik ve askeri alandaki güçsüzlüğünü dengelemeye çalışacaktır.Herhangi bir dış politikanın tesbitinde çok önemli yeri olan istihbarat ve değerlendirme gibi işlerde tek değerlendirme ve karar organı konumuna kendisini koyuyordu.[23] Resmi hareket olarak Çin’de, Hindistan’da, Kuzey Afrika’da, Japonya da veya başka yerlerde konsolosluklar açmakla yetiniliyor ama Halifenin propa-gandası asıl olarak Avrupalı güçlerin müdahalesinden çekinilmesinin de etkisiye gizli kapaklı yollarla oluyordu.Panislam düşüncesinde Sultan’ın temel yaklaşımlarının desteklenmesi için diplomat veya askeri görevliler değil, mollalar ya da müsliman din adamları seçiliyordu.[24]Bunun yanında Ertuğrul gemisinin Japonya’ya yaptığı ziyaret müslümanların birbirlerine ve dolayısıyla liderleri Abdülhamid’e duydukları sevgiyi göstermeleri bakımından önemli bir örnektir.[25]



    Pan islamla ilgili olarak gerçekleştirilen en önemli olayaladan biri Hicaz Demiryolları projesidir. Avrupa sermayesi ve tekniği alınmadan, dünyadaki tüm müslümanlardan para toplanarak sermayesine katkı sağlandığı bu proje; Avrupalıların yaptığından 3 kat daha hızlı ilerlemiş,ayrıca dayanıklılık bakımından da onları geride bırakabilmiştir.Bu başarı başta İngiltere olmak üzere müslüman sömürgelerini elinden alabilecek bir panislam siyasetine karşı duyulan korkuyu arttırmıştır.



    Sonuç olarak;panislamizm Avrupa devletlerinin Asya’dan Afrika’ya kadar ki yayılmasını önlemek, hristiyanlığa karşı müslüman kitleleri halife etrafında toplamaya yarayan bir savunma sistemidir.Ancak kaybedecek çok fazla şeyleri olan batılılar an küçük bir riski göze almaksızın bu politikaya karşı mücedele etmeyi göze almışlardı.Abdülhamid’in elindeki koz ona geçmişinden kalan Halifelik mirasıdır ve o bunu işine geldiğinde gizli, işine geldiğinde ise açıkça kullanarak denge oyununda kendi varlığını sürdürmeye çalımıştır.Pan islam politikasının kendinden bir şey götürmeyeceğini bile Almanya bunu desteklemiş,Doğu gezisinde II.Wilhelm bizzat Halife Abdülhamid’in propagandasını yapmıştır.[26]sonuçta uzun hükümdarlığı sırasında Abdülhamid denge oyunlarında koz olarak pan-islamıda sürmüştür.







    SONUÇ



    Abdülhamid Dönemindeki dış politikanın elden gelindiğince anlatılmaya çalışıldığı bu çalışmanın sonunda sözü o her zaman tartışılan, doğrusuna yanlış, yanlışına doğru denilen Abdülhamid’e vermek belki de en doğrusu olacaktır.Saltanatı süresince uyguladığı dış politikasınının bir özeti anılarında yer almaktadır:



    “İngilizlerle çatışmaya düştüğümüz günlerde, Almanya bize dostluk elini uzatmaya başladı.Girit ihtilafında doğrudan doğruya bizi destekledi ve öteki büyük devletlerden ayrıldı.Yunan Savaşında ordumuzun başarısı Almanların gözünü açmıştı. Kayzer, Fransız,İngiliz, Rus ittifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını vermek için, Almanlara yaklaştım.Aslında ikimizinde düşünceleri başka başkaydı.Bu hengame içinde Wilhelm İstanbul’a geldi.Tantanalı bir karşılama hazırladım.

    Kayzer de tantanalı nutuklar söylüyor, misafirperverliğimizi övüyor, ve dünya yüzünde dağınık yaşayan üç yüz milyon müslümanın dostu olduğunu söylemekten çekinmiyordu.[27]”



    “Apaçık görüyordum ki , Avrupa’nın büyük devletleri, kendi aralarında dünyayı bölümeye çımışlardı.Bölüşülecekler arasında Osmanlı mülkü de vardı.Ben bu kuvvetlerin önünde tek başıma duramazdım.Gücümüz yetmezdi.Yapabileceğim tek şey,aralarındaki rekabetten yararlanıp,her birine daha büyük lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.Yine açıkça görüyordum ki,Almanya’nın kurulmasıyla bozulan Avrupa dengesi,

    eninde sonunda büyük devletleri birbirine düşürecekti.Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp, öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim.Bunun ne zaman olacağı belli

    değildi, ama bana uzakta görünmüyordu.



    Benim Avrupa devletleri ile bir başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya’da birçok ahaliyi idareleri altına almış büyük devletlerde benim hilafet silahımdan korkuyorlardı.Bu yüzden Osmanlının işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben <beklediğim güne> kadar bu silahı hududlarım dışında kullanmamalıydım.Hilafet kuvvetimi, memleketimin huzuru ve birliği için kullanmaya , dışarıdaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya karar verdi....”[28]



    Abdülhamid kendi politikalarının özetini yaptığı hatıra defteriyle bazı olayları gözler önüne seriyordu.Gerçekten zorda olsa Osmanlı devletinin varlığını bir denge oyunu ile sürdürebilmişti.Kendi düşünceleri ve eylemleleri ile oturduğu oyun masasında, elinden geldiğine çok koz kullanarak zaman devleti muhafaza etmeye öalışıyordu.Bunu yapmadaki ustalığı övgüye değer olmakla birlikte o dönem İngiltere-Fransa-Rusya-Almanya arasındaki dengeler bu tarz bir politika sürdürülebilmesi için çok uygundu.Netice itibarıyla kendi etrafında oluşturduğu,Abdülhamid merkezli yönetimle devletin yaşam süresini uzatabilirken , uygulamaları günümüzde de etki ve yankılarını sürdürmektedir.















    [2] Necip F. KısakürekUlu Hakan Abdülhamid Han ,Büyük Doğu Yayınları , İstanbul
    [3] Ömer Faruk Yılmaz ; Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul 2000,s.88
    [4] Kemal Baltalı, 1856-1871 Yılları Arasında Karadeniz’in Tarafsızlığı Sorunu, Ankara 1973
    [5] Cuma Dergisi, Haziran 2002 , sayı 24 , s.5
    [6] Orhan Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, İstanbul 2002, s. 42-43
    [7] Murat Bardakçı,<Tekkede yazıldı sonra çöpe atıldı>,members.fortunecity.com/bilgistan/tarih/tekkede.
    [8] Ömer Faruk Yılmaz, a.g.e , s.38-39,56-57
    [9] Sina Akşin (yayın yönt.), Türkiye Tarihi- Osmanlı Devleti 1600-1908, İstanbul 1997, c 3 s.159
    [10] Savaş sırasındaki yanlışlar için;Dr.İlhan Yerlikaya, <Yıdız’ın Hatası ve Devlet-i Aliyye ve Rusya Muharebesi>, Tarih ve Toplum, Ekim 1992, sayı 106, s.46-56
    [11] Rifat Üçarol, Siyasi Tarih, İstanbul 2000, s.353-354
    [12] Rifat Üçarol , a.g.e, s.356
    [13] Faruk Söylemezoğlu, Uluslararası Poltika ve Dış Politika Analizi,İstanbul 1989, s.259-260
    [14] Orhan Koloğlu, a.g.e, s 278-279
    [15] Demiryolları temelinde Osmanlı-Alman ilişkilerinin gelişimi için; Murat Özyüksel, Osmanlı- Alman İlişkilerinin Gelişimi Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İstanbul 1988
    [16] Ali Bulaç, <II.Abdülhamid Devri Osmanlı-İslam Toplumu>,Düşünce,Eylül 1976, s.29
    [17] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 2000, s. 182-183
    [18] Francois Georgeon, <II.Abdülhamid ve İslam>, Tarih ve Toplum, Nisan 1993, sayı 112, s.47
    [19] Dr. Cezmi Eraslan, II.Abdülhamid ve İslam Birliği, İstanbul 1992, s.28
    [20] Francois Georgeon, a.g.m., s.49
    [21] Jacob M. Landau, Pan-İslam Politikaları, İstanbul 2001,s 31
    [22] Orhan Koloğlu, a.g.e, s.214
    [23] Dr. Cezmi Eraslan, a.g.e, s 180
    [24] Jacob M. Landou, a.g.e , s.60
    [25] Ertuğrul Gemisi’nin yolculuğu ve faaliyetleri için; Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han, s. 294-298
    [26] Orhan Koloğlu, a.g.e. ,s.282-283
    [27] İsmet Bozdağ, Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri,İstanbul 1985, s.79
    [28] İsmet Bozdağ, a.g.e. , s.72-73
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

Benzer Konular

  1. atatürk dönemi dış politika
    Konu Sahibi vanli tarihci Forum Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası Konu Tarama Testleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 25.Ekim.2010, 22:08
  2. atatürk dönemi dış politika
    Konu Sahibi vanli tarihci Forum Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası Konu Tarama Testleri
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 23.Ekim.2010, 21:41
  3. atatürk dönemi dış politika
    Konu Sahibi vanli tarihci Forum Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası Sunuları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 20.Ekim.2010, 18:29
  4. Atatürk Dönemi Ekonomik Politika
    Konu Sahibi adana Forum Türk İnkılabı Araştırmalar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 10.Mayıs.2008, 23:00
  5. Atatürk Dönemi Dış Politika
    Konu Sahibi ilteriş Forum Kpss, Öğretmen Seçme,Kariyer ve İdarecilik Sınavları Tarih Ders Notları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 29.Nisan.2007, 12:05

Bu Konu için Etiketler

Giriş