Osmanlı Devleti’ni incelerken, tarihçiler kendi bakış açılarına göre yorumlar yapmaktadırlar. Yapılan yorumlar farklı görüşler içersede herkesce kabullenilmiş doğrulara da rastlanılmaktadır. Rumeli’ye geçişte izlenen yöntemler, Balkanlarda özellikle ilerleme döneminde uygulanan politikalar, kuruluş ve ilerleme dönemlerinin tımar sistemi ortak doğru,şehzadelerin eyaletlere gönderilip tecrübe kazanmalarından yoksun bırakılması, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’ın uyguladığı taktik veya devlet işlerine saray kadınlarının müdahalesi gibi konular da farklı tarihçilerin yanlış nitelemesini yaptığı unsurladır.Ancak tarih biliminin güzelliğinden olsa gerek, hem Türk hem de dünya tarihi öyle şahsiyetler veya olaylar ortaya çıkarmıştır ki bunların sonuçları iyi - kötü diye nitelendirilemez.Bu tip kişilerin icraatları ölümlerinden çok sonra bile tartışılırken bir olay karşısında takındığı tavır yıllar sonra bile eleştirilere maruz kalabilir. Gerçektende tarih bu yüzden güzeldir.Yılların öncesi x’li y’li denklemlere sığdırılamaz vr formülleştirilerek kişilere ezberletilemez.Bazı defterler kapanır unutulur ancak gün gelir yeni yaşanmışcasına tartışılmaya devam edilir.İşte Osmanlı sultanlarından İkinci Abdülhamid bu tip bir tarihi şahsiyettir.



10 Mart 1918’de Abdülhamid vefat ettiğinde tahtan indirileli yaklaşık dokuz yıl olmuştu. Osmanlı Devleti’nin en süre tahttan kalan hükümdarlarından biriydi.Bu uzun yıllar dünyada ve Osmanlı’da birçok değişmeler meydana gelirken Yıldız Sarayı’ndan devleti yöneten padişah geçmişten geleceğe bir köprü konumundaydı. Tahta çıktı ve meşrutiyeti ilk kez ilan etti, tartışıldı. Meclisi tatil ederken , işleri sarayından tek başına yürütürken , istibdad diye nitelendirilen rejimini yıllarca uygularken hep tartışıldı.Daha sonra rejim değişikliği ile tahtına veda ederken tartışılmaya devam ediyordu.Bir anlamda sürgüne gönderildi, savaşlar nedeni ile geri döndü, Birinci Dünya Savaşı yıllarını İstanbul’da geçirdi ama hakkında ki tartışmalar henüz son bulmamıştı. Üstelik ölümünün yüzüncü yıllarına doğru yaklaşırgünümüzde bir gazete sayfasında, bir akademik dergide veya bir açık oturumda Abdülha mid isminin temel konuyu teşkil etmesi bizleri hiç şaşırtmıyor.”Kızıl Sultan mı , Ulu Ha- kan mı ?” soruları hala cevabını bulamazken her iki görüşünde ateşli savunucuları yıllar yıllar öncesinde olduğu gibi tartışmalarını sürdürüyorlar.Üstelik görüş sahiplerince ortaya konulan portreler bir anlamda zıtlığın en güzel örneğini veriyor.Bir dergide ilerici , ilme önem veren,hayırsever,fakir fukara dostu olarak nitelenen cennetmekan Abdülhamid Han; başka bir kitabın sayfasında pintiğiyle,yobazlığıyla,teknolojiden korkmasıyla eleştirilip devlet toprağını satmak için rüşvet isteyen biri haline getirilebiliyor.[1] Bir yanda Türk

edebiyatının en önemli kalemlerinden Necip Fazıl Kısakürek , Abdülhamid hakkında,onu yücelten kitabıyla[2] eleştirilere uğrarken diğer yanda Türk tarih biliminin en değerli isimlerinden İsmail Hakkı Uzunçarşılı yine Abdülhamid ile ilgili görüşleri nedeni ile iftiracı olarak nitelendiriliyor.[3]

Abdülhamid hakkında ki sayısız ve birbirleri ile zıtlıklar içeren görüşlerin varlığı O’nun dönemini hangi açıdan ele alırsak alalım büyük zorluklara yol açmaktadır. İç siyasette meydana gelen gelişmeler, döneminin ekonomik yapısı veya eğitim sistemi , hangisini konu edinirsek edinelim bu tip tartışmalar araştırmalarda önemli bir engel teşkil ediyor. Tabiki bu döneminin dış politikası içinde geçerli bir durum.Meydana gelen olaylar,ve alışılmamış bir hızla yaşanan değişimler dönemin önemli özelliklerinden.Ancak bu dönemde Abdülhamid tarafından alınmış bir karar farklı kaynakların kendi doğruları ile anatılıyor.Bu ise olaylar arasında bir bütünlüğün sağlanıp alışılagelen sebep-sonuç ilişkilerinin kurulmasını engelliyor. Bu nedenle bu çalışmanın önemli bölümlerinde; farklı kaynaklardan ortaya konulmuş ortak fikirlerden yararlanılmaya özen gösterilmiştir.Ortak görüşlerin bulunmadığı zamansa olay; karşıt görüşlerin fikirleri ile aydınlatılmaya çalışılmış, kimilerince doğru, kimilerince yanlış olarak nitelendirilen unsurlar elden geldiğince birlikte verilmiştir.Bu yapılırken de zaman zaman Abdülhamid’in kendi veya çocuklarının hatıralarına da başvurulmuştur.Kullanılan kaynaklar çalışmanın sonunda belirtilmiş, kitapların yanısıra kullanılan makalelerin yayınlandığı dergiler ve internet siteleri yine bu kaynakça içerisinde yer almıştır.

Tarihin kendine has güzelliklerinin, hazırlanmada en büyük zorluklara sebep olduğu bu çalışmanın, gerek tarih bilimi gerekse diğer alanlarda yapılacak diğer çalışmalara güzel bir başlangıç teşkil etmesi dileğiyle..

Kadir Dede




BİRİNCİ BÖLÜM

ABDÜLHAMİD’İN TAHTA ÇIKMASIYLA YAŞANAN
DIŞ GELİŞMELER



II. ABDÜLHAMİD TAHTA ÇIKMADAN ÖNCEKİ GENEL DURUM

VE ABDÜLHAMİD’İN TAHTA ÇIKIŞI:





Osmanlı İmparatorluğu; 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında Avrupa devletlerinin dostluğunu kazanmış, 1856 Paris Andlaşması ile de, Avrupa devletleri arasına katılmıştı.Böylece görünüşte de olsa, .dış politika alanında güçlü duruma gelmişti.Ancak 1870’lere gelindiğinde dostu olan Avrupa devletleri arasında karışıklıklar başlamış ve Sedan Savaşı’nın Avrupalı güçler dengesinde meydana getirdiği değişiklikler Osmanlı İmparatorluğu üzerinde de önemli etkilere neden olmuştu.



Özellikle Kırım Harbi sonrasında ortaya çıkan durumu içine sindiremeyen Rusya, Paris Andlaşması’nın şartlarından kurtulmak için fırsat kolluyordu.Sedan Savaşı sonrasında aradığı fırsatı bularak bu konuda faaliyetlerde bulundu ve çeşitli devletlere gönderdiği notalarla bu andlaşmanın Karadeniz ile ilgili kendisini bağlayan hükümlerine uymayacağını bildirdi. Ortamın gerginleşmesi üzerine, Bismarck’ın Londra’da bir konferans düzenlenip barış yolu ile bir çözüm yolu bulunması yönündeki teklifi diğer devletlerce de kabul gördü. Tek başına kalan Osmanlı Devleti de mecburen bu öneriyi kabul etti.17 Ocak 1871’de Osmanlı Devleti, İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya’nın katılımıyla konferans toplandı ve devletlerarası görüşmelerle 13 Mart 1871 de Rus isteklerine uygun olarak Karadeniz’in yeni statüsünü belirleyen bir andlaşma imzalandı.[4] Sonuçta Rusya’nın Karadeniz’de silahlanabilmesi kabul edilirken, Karadeniz kıyılarının yeniden Rus tehlikesine maruz kalması olasılığı ortaya çıkıyordu.Paris’te kurulan denge Londra’da alınan bu kararlarla yerinden oynamaya başlıyordu.



1871 Londra Andlaşması; Osmanlı Deleti’nin 1870’lere kadar dış politikasında dayandığına rağmen sürdürdüğü İngiltere-Fransa-Rusya İngiltere ve Fransa ‘ya olan güvenini kaybetmesine neden olurken verdiği tavizlere arasında denge siyaseti önemli bir darbe alıyordu. 1875 lere gelindiğinde; bir yandan iç ve dış olaylar devleti tehlikeli bir yola sürüklerken diğer yandan maliyedeki bozukluklar gün geçtikçe artıyordu.Ayrıca Rus kışkırtasıyla Balkanlar başta Hersek olmak üzere büyük bir karışıklık içindeydiler. Çok geçmeden Hersek’te bütün Balkanları ayaklandıracak olan ayaklanma başlarken, bu isyan sonucu bunalım 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’na giden sürecin başlangıç noktasını oluşturuyordu.



Hersek’te başlayan isyan kısa sürede yayılıp bütün Balkanları tehdit eden bir hale geldi. Ayrıca Avrupalı büyük devletlerin bölgedeki çıkarları ve kışkırtmaları da olayların gelişmesinde etkili oldu.Böylece Hersek’te başlayan isyan bir anda çözümlenmesi zor bir

bunalım halini alıyordu. Andraşi Notası ve Berlin Memorandumu gibi çözüm önerileri problemi ortadan kaldırmazken 1876’ da siyasi bağımsızlıklarını kazanmak isteyen Bulgarların ayaklanması işleri iyice arapsaçına döndürüyordu.



Osmanlı Devleti’nin özellikle Balkan bunalımı ile içine düştüğü siyasi çıkmazlar, ekonomik ve mali sorunlarla birleşerek kamuoyunda Abdülaziz ve hükümetine karşı büyüyen bir tepki doğurmuştu.Bu dönemde Sadrazam Mahmut Nedim Paşa aleyhinde Rus yanlısı tavırları nedeni ile söylentiler çıkarken İstanbul’da güvenliğin iyice bozumasıyla halk silahlanıyordu.11 Mayıs 1876’da medrese öğrencilerinin ayaklanması Abdülaziz’i köşeye sıkıştırmıştı.Sadrazamı azledip yerine sadrazamlığa Mehmed Rüştü Paşa’yı getirirken , Hüseyin Avni ve Mithat Paşa gibi isimler hükümete giriyordu.Ancak hükümetin padişaha, padişahın hükümete güveni yoktu.Ayrıca Mithat Paşa, Avrupa devletlerinin Osmanlı içişlerine karışmalarını önlemenin ve devletin kurtuluşunun yolu olarak bir anayasanın ilan edilmesi gerektiği görüşündeydi.Üstelik bu görüşe sahip Genç Osmanlılar da özellikle yurtdışında bu yönde çalışmalarda bulunuyorlardı.Ancak anayasa ve Abdülaziz’i bir araya getirmek mümkün değildi.Bu nedenle Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından 30 Mayıs 1876’da Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V. Murat geçirildi.Bu taht değişikliği üzerinden çok geçmeden Murat’ın akıl hastası olduğu ortaya çıktı. Mevcut şartlar ve o dönemde gelişen çeşitli olaylar Murat’ın hastalığının daha fazla ilerlemesine sebep olurken devlet adamlarında bunalımlı bu dönemde Murat’ın daha fazla tahtta kalamayacağı görüşü ağırlık kazandı. Böylece 31 Ağustos 1876’da V.Murat tahttan indirildi ve yerine kardeşi Abdülhamid Osmanlı padişahı oldu...




ABDÜLHAMİD’İN KİŞİLİĞİ



Abdülhamid Dönemi dış politikasına geçmeden önce, kısa bir şekilde Abdülhamid’in kişiliğinden bahsetmek yararlı olacaktır.Kuşkusuz 33 yıllık saltanatı süresince kişiliği devlet dış politikasının belirlenmesinde önemli bir yere sahiptir.



Abdülhamid; Osmanlı’da özellikle Abdülmecid döneminde ivme kazanan değişim sürecinin başlarında doğmuş , büyümüş ve kendisi de bu süreçte rol oynamıştır.Kırım Savaşı’na, Islahat Fermanına, Avrupa’dan ilk kez borç alınmasına, Dolmabahçe Sarayı gibi maliyeyi yıkan masraflar yapılmasına, yapılan yurt dışı gezisine daha şehzadeyken şahid olmuştu. Harem içindeki çekişmelerin içinde yaşamış, bu dönemde az konuşup çok dinleyerek gözlemlerde bulunmuştur.Annesi ve babasının ölümleri nedeni ile evhamlı,çocukluğunda aile sevgisi göremediğinden insanlara karşı çekingen ve ihtiyatlı,diğer birçok şehzadelerde görüldüğü gibi ancak biraz daha fazka öldürme psikozuyla kuşkucu, saray içi dedikodularının etkisiyle her söylenileni dinlemeye hazır, yapacaklarını kendi başına gerçekleştirip çevreye güvenilmeyeceğine inanan ve devrimciliğin nükseden bir hastalık olduğuna inanan ve devrime bir kez katılana güvenilemeyeceğine inanmış bir kişiliğe sahipti.



Bunun yanında çok dindar olduğu ve çeşitli tarikatlerle ilişki içinde olduğu bilinmkteydi.İslam dinine karşı duyduğu güçlü inanç tahta çıktığında uygulayacağı devlet politikasında etkili olmuştur.Bunun yanısıra yabancı basını sürekli takip ederek dış güçlerin amaç ve yöntemleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmıştır.[5]



Abdülhamid’in denge politikası ile ilgili aşağıdaki örnekle bu bölüme noktayı koyabiliriz:

Padişah Abdülaziz ile Veliahd Murat arasında bir taht konusunda bir çekişme başgöster- mişti.Olayın çıkış nedeni Abdülaziz’in tahta çıkış sırasında bir değişiklik yaparak,kendi- sinden sonra yeğeni Murat yerine oğlu Yusuf İzzettin’i geçirmek istemesidir.”İçten içe süren bu olaya Abdülhamid açısından bakarsak, çok hassas bir denge oyunu sürdürmesine şaşırmamamız gerekir.Aziz sultandı ve ikinci sırada olmasına rağmen karşı çıkış yapması akılla bağdaşmazdı.Kuşksuz hakkını savunmak öncelikle Murat’a düşüyordu.Yalnız Murat’ tehlikeli oyunlarına karışmak da varolan tüm haklarını yitirmek sonucunu doğurabilirdi.

Diğer yandan Abdülhamid, ağabeyi kenara itildiği anda kendisinin de hakkını yitireceğini biliyordu.Dolayısıyla körü körüne Aziz’e sadakat göstermeside çıkarıyla bağdaşmazdı. Sonuçta Abdülhamid’i fazla ön plana çıkmadan ne amcasından ne de ağabeyinden kopmadan varlığını unutturmayacak bir denge oyunu içerisinde görüyoruz.Sarayın içindeki kadınların kavgaları da hesaplanırsa, bu dengeyi yürütmenin ne denli güç olduğu kolaylıkla anlaşılır.Böylece elinde olmadan bir sırat köprüsü canbazlığı yürütmesi gerek- mişti.Abdülhamid’in o dönemden, ne Aziz’i yıkmaya çalışır ne de Murat’ı oyunlarından engeller bir tutumda görünmeden sıyrılabilmesi, daha sonra uluslararası politikada göstereceği canbazlıklar için kuşkusuz ilk başarılı deneyim olmuştur.[6] “





TERSANE KONFERANSI VE SAVAŞA GİDEN YOL:



Hersek ve Bulgar isyanlarından sonra, Osmanlı Devleti emareti altında olan Sırbistan ve Karadağ, Rusya ve Avusturya’nın kışkırtmaları ile Bab-ı Ali’ye ültimatom vermişlerdi.Sırp ordusunun başına Rus genarali Çernayev getirilmekle kalmıyor, ayrıca Rusya ve Avusturya savaşın sonucunda oluşabilecek durumlara ilişkin alternatifler belirliyorlardı.Osmanlı’nın galip gelmesi halinde mevcut durumun korunmasının, Osmanlı’nın savaşta başarısız olması halinde de Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da bir paylaşım yapılmasının hazırlıkları içindeydiler. Hedefler arasında Osmanlı’yı tamanen Balkanlardan çıkarmakta vardı.Ancak Osmanlı ordusunun Aleknisaç’ta zafer elde edip, Belgrad yolunu açmaları üzerine Rusya müdahale etti ve Karadağ ve Sırbistanla mütareke yapılmasını istedi.Osmanlı arkasında İngiliz desteğini bulamayacağını anlayınca çaresiz Rus isteklerine boyun eğdi.Ancak Rusya’nın Bosna-Hersek’te özerklik ve Bulgaristan’da ıslahat gibi istekleri İngiltere’de tepkilere sebep oldu.Balkan Bunalımına ve uzantısı olarak “Doğu Sorununu” Rusyanın tek başına çözümlemeye kalkması İngiliz çıkarlarına uymuyordu.Her ne kadar Osmanlı’ya destek verme isteğinde bulunulmasa da, güç dengesinde Rusya lehine kaymalar olabileceği ihtimali, İngilizlerin konuya el atmasını gerektirdi.Bu yüzden İngiltere, Balkan sorunlarının uluslarası bir konferansta çözümlenmesini önerdi .Osmanlı Devletini ilerleyen süreçte zor günler bekliyordu...



Tarihler 23 Aralık 1876’yı gösterdiğinde Haliç Tersanesi’nin Denizcilik Bakanlığı binasında konferans toplandı.Görünüşte; İngilizler tarafından Rusya lehine bozulan dengeyi tekrar sağlama amacı taşıyan ve Balkanlarda süregelen bunalımları ortadan kaldıracak çözüm yollarını bulmaya çalışacak olan Tersane Konferansı aslında Avrupalıların Bab-ı Ali’den bişeyler koparabilme konusunda çabalarıydı.Mevcut sınırlar içerisinde yer alan azınlık unsurlarını korumaya yönelik olan önergeler aslında bu azınlıkları Osmanlı’dan koparıp kendi devletlerine bağlamaya yönelikti.Osmanlı Devleti ise karşı hamlelerin hazırlığı içindeydi Padişah değişikliği ile anayasa ve meşrutiyetin önündeki engelleri ortadan kaldırmış olan Mithat Paşa, kurulacak olan meclisle azınlıkların kendilerini temsil etme hakkına sahip olacaklarını ve bununda Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın içişlerine karışmalarını önleyeceği görüşündeydi.Bu amaçla konferansın başladığı sıralarda Sultan II. Abdülhamid’in meşrutiyeti ilan ettiğini müjdeleyen top sesleri, konferans salonunda da duyuldu.Bunun üzerine Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın “Bu sesler artık bizim de meşrutiyete geçtiğimizi müjdeliyor.Artık azınlık meselesi diye bir problemimi kalmamıştır.Bu nedenle de konferansın de- vamı lüzumsuzdur” şeklindeki açıklaması Avrupalı Devletlerde aynı ortak tepkiye sebep olmuştu:”Çocuk oyuncağı[7]”



Osmanlı’nın Avrupa’ya karşı giriştiği hamle herhangi bir etki yapmamıştı.Konferans,

meşrutiyet hiç ilan edilmemiş gibi devam etti.Osmanlı’nın kendisine yardım etmesini beklediği İngiltere, öneri ve davranışları ile tam aksi yönde hareket etmiş, Fransa ise herhangi bir varlık gösterememişti.Sunulan şartlar; tıpkı Rusya ve Avusturya’nın savaş öncesinde planladıkları gibi Sırbistanla savaş öncesindeki düzene geri dönülmesi, Karadağ’a bir miktar toprak verilmesi, yapılan ıslahat programına göre Bulgaristan’ın ikiye bölünmesi, mahkemelerde yargıç atamalarında değişiklikler ve diğer dillerinde serbest olması, vergi ve askerlikle ilgili esaslarda Osmanlı aleyhine değişiklikler içermekteydi.Artık Paris Andlaşması ile bir Avrupa devleti olarak kabul edilen Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki varlığı kendi aleyhindeki birçok şartı kabul etmesine bağlanıyordu.Bu öneriler devletin şeref ve haysiyetine birer darbe oldukları gerekçesi ile reddedildi. Kimi kaynaklar da Abdülhamid tarafından, kimi kaynaklarda ise Mithat Paşa’nın ve Meclis-i Mebusanın tavrı ile bu karar alınmıştır.



Konferansın dağılmasıyla ufukta savaş bulutları görülmeye başlamıştı. Abdülhamid, konferans sonucunda oluşan durumu da bahane ederek Kanun-i Esasi’nin kendisine 113. mad- de ile tanımış olduğu yetkiyi kullandı ve Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek, onu İtalya’ya sürdü.Bu olay Osmanlı politik yaşamında birçok değişikliğin başlangıcı olarak gös-terilebilir.



Tersane Konferansı kararlarının Osmanlı Devleti tarafından red edilmesi, tarihi süreçte kendisini Ortadoksluğun ve Slav ırkının savunucusu olarak gören Rusya’da savaş için ge-rekli temasların başlamasına sebep oldu.Kırım Harbi sırasında yalnız kalarak büyük yara alan Ruslari bu kez savaşı başlatmadan kendileri için gerekli desteği sağlamaya çalışıyorlardı.Bu amaçla Avrupalı devletlerce hazırlanan Londra Protokolü, Osmanlı Devletine sunuldu.Osmanlı, Rusya ve Karadağ şartlarını hafifletmesine rağmen bunlarıda kabul etmedi. Bu sırada Mithat Paşa’nın sürgünde olması, hükümetin başında da Abdülhamid’in bizzat getirdiği ve güvendiği Rüstem Paşa’nın bulunması, her ne kadar Abdülhamid’i savaşın çıkışından soyutlamak isteyen tarihçiler varsa da, bunu pek mümkün kılmamaktadırAzınlıklarında temsil edildiği Mebusan Meclisi’nde savaş taraftarı söylemler, Abdülhamid’i tamamen olaylardan uzak kılmaz. Sonuç itibarıyla oluşan durumun kaynağını kim teşkil ederse etsin 24 Nisan 1876 tarihinde Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti.