Çırağan Sarayı Olayı (II.Abdülhamid'i Tahttan İndirme Hareketi)

Osmanlı'nın son ikiyüz senesinde ortaya çıkan ve gelişen hemen bütün olayların içinde İngiliz oyunları yatar. 1876-77 Türk-Rus Savaşı sonlarında İstanbul önlerine gönderdikleri donanma dış görünüşüyle Yeşilköy'e gelen Rus ordularının İstanbul'a girmekten alıkoymak içindi. Oysa asıl maksat Abdülhamid'i tehdit ederek, fırsattan istifade Kıbrıs adamıza el koymak arzusu, esas maksatları idi. Bunun için de önce tarihlere İngiliz Sait Paşa diye geçen sadrazamı ikna ederek Padişahı yola getirmek istediler. Bunda tam başarıya ulaşamadılar. Bu defa Londra'da bulunduğu sıralarda İngiliz istihbaratının en güçlü elemanlarına çok güzel bir İngiliz kızını dost edindirdikleri Alu Suavi'yi, bu dostu ile beraber İstanbul'a gönderdiler. Gerekli talimat verilmiş ve düğmeye basılmıştı. Sultan Abdülaziz'in İngiltere'ye ziyareti sırasında Londra Mason Locasına kaydedilen, daha sonraki Padişah Beşinci Murad, Çırağan Sarayı'nda göz hapsinde bulunuyordu. Ali Suavi'nin ve beraberinde gelen İngiliz Madamın bütün vazifesi, yola gelmeyen İkinci Abdülhamid'i tahtından indirerek, Beşinci Murad'ı tahta geçirmekti. Nitekim, bu maksatla kurulan Klaantis Galyeri / Aziz Bey Komitesi de bu maksatla Çırağan Sarayı'na su yollarından girerek, birkaç kere V. Murad ile görüşmüşlerdi. 93 Savaşı ile beraber İstanbul'a dolan Rumelili muhacirler, para ile kandırılarak bu işe alet edilmişlerdir. Sonuçta İngilizler her ne kadar mason V. Murad'ı tahta çıkaramadılar ise de, Kıbrıs'ı Padişahı da yola getirerek işgal ettiler. Şimdi olayın teferruatına geçelim.

Tarihimizde 'Çırağan Sarayı Olayı' diye geçen baskın şöyle cereyan etmişti:

Filibeli Ahmet Paşa'nın başında bulunduğu ve çoğunluğu göçmenlerden meydana gelen 500-600 kişilik bir kalabalık Çırağan Sarayı'nın yakınındaki Mecidiye Camii önünden hareketle saraya vardılar. Ali Suavi de ayrı bir grupla Kuzguncuk'tan bir mavnayla gelerek sarayın rıhtımına çıktı. Ali Suavi adamlarıyla rıhtım üzerindeki nöbetçilere, Ahmet Paşa da sarayın Paşa Dairesi ile Serdap Köşkü'nde bulunan muhafızlara saldırarak silâhlarını ellerinden aldılar. Ali Suavi, Murad'ın bulunduğu daireye geçerek önünde saygıyla eğildi ve kendisini padişah ilân edeceğini bildirdi. Ama bu sırada olay duyulmuş ve Beşiktaş Muhafızı Yedi-Sekiz Hasan Paşa ile Binbaşı Bekir Bey, kuvvetleriyle Çırağan Sarayı'na yetişmişlerdi. Hasan Paşa, Murad'ı büyük salona yasak kelimeürmekte olan Ali Suavi'yi başına vurduğu bir sopayla cansız yere serdi. Binbaşı Bekir Bey de askerleriyle göçmenleri saraydan dışarı atmakta güçlük çekmedi.

Beşinci Sultan Murad'ın validesi Nakşi Dil Kadınefendi, son derecede muhteristi. Oğlu Sultan Murad'ın, üç ay ve üç gün süren kısa bir saltanat devrinden sonra hal'olunarak Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi, Sultan Mecid'in bu sevgili kadınını son derece müteessir etmişti.
Sultan Aziz devrinde veliaht bulunan Sultan Murat, meşrutiyetperverliği ve medenîliği nispetinde de sefihti. Aldığı aylığı beş on gün zarfında içki sofralarında samimî dostlarıyla yiyip içerek tüketirdi. Ondan sonra validesi Nakşi Dil Kadınefendi Sultan Aziz'in validesine gider, ağlayıp sızlayarak para isterdi.

Zevci Sultan Mecit zamanında bol bir refah içinde yaşamış olan bu kadın, artık bu para için ricadan bıkıp usanmış, oğlunun bir an evvel saltanata kavuşmasını beklemeye başlamıştı. Vakıa bu bekleme pek uzun sürmemişti. İsraf ve istibdat ile itham edilen Sultan Aziz hal'edilmiş, Osmanlı tahtına da Sultan Murad getirilmişti. Fakat bütün hayatı, talihsizliklerle geçmiş olan Beşinci Sultan Murad'ın birdenbire parlamış olan bu ikbal yıldızı dokuz günden fazla devam etmemiş, hal'edildikten sonra Çırağan Sarayı'nın bir dairesine hapsedilmiş olan amcası Sultan Aziz'in esrarlı bir surette öldüğünü haber alan bu genç ve yeni hükümdar şuurunu kaybedivermişti.

Sultan Murad, gerek yerli ve gerek ecnebi doktorlar tarafından büyük bir dikkatle tedavi edilmişti. Fakat üç ay devam eden bu tedavi hiçbir netice vermemiş, o da amcası gibi hal'olunarak Çırağan Sarayı'nın harem dairesine hapsedilmişti.

Çok tabiidir ki, mecnun hükümdar uğradığı bu feci âkıbetten haberdar değildi. Lâkin validesi Nakşi Dil Kadınefendi, bu vaziyetten son derece müteessirdi. Çünkü senelerce beklediği ikbal ve saltanat mevkiinden üç ay zarfında düşüvermek, bu haris kadına çok acı gelmişti. Nakşi Dil, son derecede zeki ve becerikli idi. İkbal mevkiini kaybetmesinden mütevellit ilk sersemlik geçer geçmez, oğlunu tekrar saltanat mevkiine getirmek için teşebbüslere girişti. Onsekiz seneden beri Sultan Aziz'in israf ve istibdadından bıkmış olan halkın münevver zümresi de, çok hürriyetperver görünen Sultan Murad'a karşı bir temayül göstermektelerdi. Nakşi Dil, bu cereyandan istifade etmek istiyordu. Oğlunun tamamıyla iyileştiğine ve vekâleten Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Hamid'in, saltanatı gasp ettiğine dair Şehzade Kemalettin, Şehzade Süleyman Efendilerle Seniha Sultan'a ve Damat Mahmut Paşa'ya haberler gönderdi. Bunlar, Sultan Murad'ın en yakın akrabaları ve şahsi dostları idi. Hiç şüphesiz ki hanedan arasında, Sultan Murad lehinde propagandalara girişeceklerdi.

Nakşi Dil bununla kalmadı. Kendisine sadık olan adamları vasıtasıyla, halk arasında da propagandalar yaptırmaya başladı. Ve az zamanda Sultan Murad'ın tekrar tahta çıkarılması için birçok taraftar kazandı. Bunların en başında, bilhassa Ali Suavi vardı. Ali Suavi, sarıklı idi. Medresede tahsil etmişti. Lâkin zekâ ve istidadı dolayısıyla bu tahsil ile iktifa etmemiş, Fransızca ve biraz da İngilizce öğrenmiş, malûmatını genişletmişti. Fakat son derecede haristi. İlk zamanlarda rüştiye mekteplerinde muallimlik etmiş, camilerde vaazlar vermişti. Aynı zamanda 'Muhbir' isminde bir gazetede muharrirdi. Gazetede Mısır meselesini kurcalamaya başlamıştı. Hükümet, Ali Suavi'nin bu neşriyatını hoş görmemişti. Gazetesi kapatılacak, kendisi de tevkif edilecekti. Lâkin Suavi bunu haber alır almaz 'Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin ileri gelenleriyle Avrupa'ya kaçtı. Ve orada daha şiddetli neşriyata devama başladı. Aziz'in halinden sonra da meşrutiyet aleyhinde yazılar yazmak suretiyle bir zemin hazırlayarak İstanbul'a geldi. Sultan Hamid'e intisab etti. 'Mektebi Sultani'ye müdür yapıldı. Lâkin muvazenesizce hareketleri hoşa gitmedi, azledildi. Bundan dolayı da Sultan Hamid'e karşı kinlendi.
Sultan Murad'ın lehinde propagandalar başlar başlamaz, Ali Suavi gizlice harekete geçti. Kendisi vaktiyle Filibe'de rüştiye hocalığı ettiği için, o aralık İstanbul'da mühim bir yekûn teşkil eden Rumeli muhacirleriyle münasebete girişti. Çırağan Sarayı'nı basarak Sultan Murad tekrar tahta çıkarıldığı takdirde, işlerin düzeleceğine ve kendilerine büyük menfaatler temin edileceğine muhacirleri ikna etti. Bunlardan yetmiş kişiyi bir mavnaya bindirdi. Kendisi de muhacir kıyafetine girdi. Ansızın, Çırağan Sarayı'nın rıhtımına yanaşarak, 'Çırağan Vakası' denilen kanlı hâdiseyi vukua getirdi.

Bu hâdise esnasında, Çırağan Sarayı'nda bulunmuş olan saraylıların anlattıklarına göre, bu mühim vaka şu suretle cereyan etmişti:
O sırada, Çırağan Sarayı'nın bir kısmı tamir olunuyordu ve bu iş için de, yirmibeş kadar usta ve ırgat çalışıyordu. 1878 senesi Mayıs ayının 20. pazartesi günü idi. Sultan Murad'ın mahpus bulunduğu harem dairesinde kalfalar, sabahtan beri yıkadıkları çamaşırı bitirmişlerdi. Bahçeye çıkıp, asmak üzerelerdi. Öğle vakti yaklaşmıştı. Kalfalar, Sultan Murad'ın yemeğini mutfaktan alarak onun odasına çıkarmışlardı. İşte tam o sırada, sarayın rıhtımına bir mavna yanaşmış, içindekiler karaya atlamışlardı. Bunun üzerine muhafız zaptiyelerle, karaya atlayanlar arasında bir boğuşma başlamıştı.

Kadınlar şaşırmışlardı:
- Eyvah!.. Saray basıldı. diye feryat ediyorlar, oradan oraya koşuyorlardı.
O sırada, alt kattaki sofada birkaç muhacir belirmişti. Bunları idare eden karışık sakallı ve perişan sarıklı bir adam:
- Korkmayın kadınlar! Fenalık için gelmedik. Sultan Murad Efendimiz nerede? diye seslendi. :
Harem ağaları da ortaya atılmışlardı. Gelenlerin önlerine gerilerek:
- Kimsiniz? Ne istiyorsunuz? diye bağırıyorlardı.
Sultan Murad, bu gürültüyü işitmişti. Ne olduğunu öğrenmek için, merdiven başına gelmişti. Heyecandan rengi sapsarı kesilerek tiril tiril titreyen validesi Nakşi Dil Kadınefendi de yanında idi.
Aşağıda gürültü gittikçe büyüyordu. Muhacir kalabalığı, korkunç bir kitle halinde alt kattaki sofaya doluyor:
- Sultan Murad, çok yaşa!.. sesleri, her tarafta akisler husule getiriyordu.
Nakşi Dil artık işi anlamış, yüzü gülmeye başlamıştı. Tam o sırada, o seyrek ve karışık sakallı adam, süratle merdivenlerden çıkarak Sultan Murad'ın ayaklarına kapanmış:
- Sultanım! Size biat etmeye geldik. diye bağırmıştı.
Bu, Ali Suavi idi. Onu gölge gibi takip eden bir adam daha vardı ki o da, Sırplı dönmelerden Nişli Salih idi. Ali Suavi'nin sözleri üzerine, Sultan Murad'ın yüzünde bir tebessüm belirdi:
- Biraderi ne yaptınız? dedi.
Ali Suavi bu mühim suale:
- Efendimiz! Ona henüz bir şey yapmadık. Evvelâ, zâtı şahanenize biat edeceğiz. Sonra da onu tahttan indireceğiz. diye cevap verdi.

Merdiven başında bu muhavere cereyan ederken, merdivenin altında Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa belirdi. Yanında bulunan tüfekli bir zaptiye neferi ile orada bekledi. Sultan Murad'a, alt kattaki büyük salonda biat edilecekti. Ali Suavi, Sultan Murad'ın koluna girerek onu yavaş yavaş merdivenlerden indirmeye başlamıştı. Hasan Paşa, Sultan Murad önünden geçinceye kadar bulunduğu yerde hareketsiz kaldı. Fakat tam Ali Suavi geçerken elindeki sopayı şahlandırdı ve başına indirdiği şiddetli bir darbe ile Suavi'yi kanlar içinde yere yuvarladı.

Sarayın basılması civardaki karakollara aksetmiş, derhal asker yetişmişti. Şimdi muhacirlerle askerler arasında şiddetli bir müsademe cereyan ediyordu. Bu müsademe esnasında muhacirlerden yirmiiki kişi kanlar içinde yerlere serildi. Sultan Murad da, Ali Suavi'nin bir sopa darbesiyle öldüğünü görür görmez, merdivenden yukarıya çıkarken baldırından yaralanmıştı.

Nihayet, 'Çırağan Vakası' diye tarihe mal edilen bu baskın, Sultan Hamid kuvvetlerinin galebesiyle neticelenmişti. Fakat bu neticeyi alıncaya kadar da Sultan Hamid bir hayli korku ve heyecan geçirmişti.

Onbeş, yirmi dakikadan fazla sürmeyen bu vakayı müteakip Yıldız Sarayı'ndan derhal bir tahkik heyeti geldi. Bu heyet, Sultan Hamid'in kayınbiraderi Hüseyin Paşa, Başmabeyinci Nafiz Paşa, Mızıkai Hümayun Kumandanı Necip Paşa ile Sultan Hamid'in başkadını Nazik Eda'nın biraderi Kâzım Paşa'dan mürekkepti.

Tahkikat başladı. O seyrek ve karışık sakallı, perişan sarıklı yerde yatan adamın üstü başı arandı. İç pantolonunun kemerinde, lâtin harfleriyle işlenmiş 'A.S.' markaları derhal göze çarptı. Tahkikat biraz daha ilerleyince, Ali Suavi'nin, muhacir kıyafetine girerek bu kanlı hareketi vukua getirmiş olduğu anlaşıldı.

Fakat, bu tahkik heyeti gelmeden evvel, hiç kimsenin nazarı dikkatini celbetmeyen bir hâdise cereyan etmişti. Hasan Paşa, bir sopa darbesiyle Ali Suavi'yi öldürdükten sonra, onun cebinden fırlayan bir cüzdanı almış, bunu derhal kendi cebine indirmişti. Vaka hitam bulduktan sonra Hasan Paşa, cüzdanın muhteviyatını merak etti. Açıp baktığı zaman, orta kıtada sarımtırak bir kâğıt üzerine yazılmış olan birkaç satır yazı ile altında birkaç mühür görünce buna ehemmiyet verdi.

Hasan Paşa, okuyup yazmak bilmezdi. Bu kâğıdı güvendiği bir adama gösterdi. O adam evvelâ mühürlere bakarak:
- Baştaki mühür, Damat Mahmud Paşa Hazretlerinin... der demez, Hasan Paşa o kâğıdın ehemmiyetini bir kat daha takdir etti.
Ortalık tamamiyle sükûnet kesbettikten sonra, Hasan Paşa Yıldız Sarayı'na celbedildi. Derhal teşekkül etmiş olan bir heyet tarafından isticvaptan geçirildi ve vakayı olduğu gibi naklettikten sonra:
- Ali Suavi yere düşerken koynundan şu cüzdan fırlamıştı. diyerek, cebindeki cüzdanı çıkarıp heyetin reisi olan Damat Mahmud Paşa'ya verdi.
Damat Mahmud Paşa cüzdanı açıp baktı. İçindeki kâğıdı görür görmez fena halde şaşırdı.
- İsabet ettin de bu cüzdanı bana verdin Paşa. Derhal zâtı şahaneye takdim edeyim. diye yerinden fırladı ve başka bir odaya daldı.
Bu suretle de, Çırağan Sarayı'nda yapılan hareketin başında bulunan Ali Suavi'nin, kimlerden cesaret alarak o kanlı maceraya atıldığını ifşa edecek olan en mühim bir vesika da ortadan kalktı.

Bu hâdiseye vâkıf olanlardan bazıları, bu kâğıdın Damat Mahmud Paşa ile Şehzade Kemalettin ve Süleyman Efendiler tarafından verilmiş olduğunu iddia etmişler ve bu senet münderecatının da: 'Hakanı sabık Murad Efendi'nin iclâsı takdirinde, şeyhülislâmlık makamının Ali Suavi Efendi'ye tevcihi, tarafımızdan tefekkül edilmiştir.' satırlarından ibaret olduğunu rivayet eylemişlerdir.

Buna çok ihtimal verilebilir. Çünkü vesikalarla sabittir ki Ali Suavi, Çırağan vakasından bir müddet evvel Yıldız Sarayı'nın en sadık ziyaretçilerindendi ve bilhassa Damat Mahmud Paşa'ya intisab etmişti.

Filhakika gerek Damat Mahmud Paşa ve gerek o iki şehzade, Sultan Murad'ın en yakın akrabalarından ve şahsi dostlarındandı. Bunların Ali Suavi'yi Sultan Murad'ı tahta çıkarmak için teşebbüslere sevk ederken ona böyle bir senet vermiş olmaları muhtemeldir.

Günün Adamı Ali Suavi

Resmî okullarda ve cami derslerinde okuyarak yetişti; Bursa, Simav ve Filibe'de öğretmenlik yaptı. Sofya ve Filibe'de devlet memurluklarında bulundu. İstanbul'da Filip Efendi'nin çıkardığı 'Muhbir' gazetesine yazı yazdı, vaazları ile büyük şöhret kazandı. Mısır Valisi İsmail Paşa hakkındaki bir yazısı üzerine, gazete kapatıldı ve Suavi Kastamonu'ya sürüldü. Mustafa Fazıl Paşa'nın daveti üzerine Paris'e kaçtı. Namık Kemal ve Ziya Paşa ile beraber Londra'da Muhbir'i çıkarmaya başladı. Gazetenin başına 'Muhbir, doğru söylemek yasak olmayan bir memleket bulur, yine çıkar' cümlesini koydu. Mizacı birlikte çalışmaya imkân vermeyen Ali Suavi, Genç Türklerin kararlaştırdıkları hedeflerin dışında yayın yaptı. Arkadaşları kendisinden ayrılınca Paris'te Ulûm (İlimler) gazetesini çıkardı. Paris'in Almanlar tarafından kuşatılması üzerine Lyon'da 'Muvakkaten Ulûm Müşterilerine' adı ile gazetesini yayımlamaya devam etti.

Mustafa Fazıl Paşa, Abdülaziz'le anlaşarak İstanbul'a döndükten sonra, onu maksada ihanetle itham eden Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa'ya da cephe aldı. Abdülhamid tahta geçtikten sonra İstanbul'a döndü ve Padişahın Avrupa yayınlarını Türkçe'ye çevirtmek için kendi başkanlığında kurdurduğu 'Tercüme Heyeti'ne girdi. Namık Kemal ve Ziya Paşa, Ali Suavi'nin bulunmasına itiraz ettiklerinden heyet de aynı gün dağıtıldı. Saraya yakın olduğu bu günlerde, Galatasaray Sultanîsi Müdürlüğü'nde bulundu. Camilerdeki vaazları dikkati çekmeye devam etti. Galatasaray Müdürlüğü'nden atıldığı gibi, göz hapsinde de tutuldu. Çırağan Vakası'nın hazırlayıcısı olan Ali Suavi, Beşinci Murad'ı tekrar tahta çıkarmak için beş-altıyüz kişiyle saraya hücum ettiğinde, Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından sopa ile öldürüldü. Hayatı hakkındaki bilgi dağınık ve bazı devreleri karanlıktır.

Halkın dili ve halkın mantığıyla konuşur, camilerde kendisini kabul ettirirdi. Klasik tahsil görmeden hoca olan, bir Hıristiyan kadınla evlenen, din âlimliği iddiasındayken şapka giyen, daima ön safta bulunmak isteyen, övülmeyi seven, gerekli bulunca yalandan çekinmeyen bir adamdı. Eserinden çok, karakteri ile izah edilmesi gerekir. Hayatı gibi fikirleri de maceralıdır. Laikliği savunur, hilâfetin aleyhindedir. İslâm camiasında böyle bir ruhanî makamın bulunmadığını söyler. Kuran'ın tercüme edilebileceğine kanidir. Suavi'nin bu fikirleri, Cemaleddin Efganî tarafından geliştirilecek ve ondan da ilk Türkçülere geçecektir. Türk tarihi hakkındaki fikirleri önemlidir. Ulûm gazetesindeki 'Türk' makalesinde, Türk tarihinin bir zafer ve istilâlar zincirinden ibaret olmadığını söyler. Türk dili ve Türklerin İslâm felsefesine yaptıkları hizmetler üzerinde durur. Arap ve Fars gramerinin Türkçe içinde kullanılmasına ilk itiraz eden odur. Türkçe'ye Osmanlıca denmesine de Osmanlıca'nın bir politika tabiri olduğunu söyleyerek itiraz eder.
Yazdığını bizzat söylediği eserlerinin çoğu bugün mevcut değildir.

Alıntıdır.