1. #11

    Üyelik tarihi
    28.Eylül.2008
    Yaş
    31
    Mesajlar
    30

    Hocam iyi bi araştırma olmuş. Birkaç bilgide ben paylaşmak isterim :
    Altta yazanları kısaca özetlemek isterim Osmanlı da her padişah zamnındakı orgutler özellikleri işlevleri hangi padişah ne yapmş,önemli işler için kurulan önemli teşkilatlar:
    Konu uzun olduğu için okumaya başlamadan bir not: Bilerek uzun konu ve cok sayıda başlık aldım ki isteyen istediği bölümü okusun umarım faydalı olmuşumdur. SAYGILAR.......................................... ... Sıkışık ama okumaktan zevk alacağınıza eminim

    1. XIV.-XVI. Yüzyıllar (1301-1599):

    a. Osman Gazi ve Orhan Bey, Murad Hüdâvendigâr, II. Murad, Fatih Sultan Mehmed:

    301’de, Osman Bey’in (?- 1324) liderliğinde Bizans’a karşı kazanılan Koyun-Hisar (Bapheus) Savaşı ile büyük bir zafer kazanan Türkler, Anadolu’nun kuzey batısında kurulmuş olan beyliklerini kısa zamanda genişletip, beylikten devlete geçecekler, Asya, Avrupa ve Afrika’da yeni topraklar fethederek cihânşümûl Osmanlı İmparatorluğu’nu kuracaklardır. Osmanlılarda istihbarat ve espiyonaj (ajanlık) faaliyetleri, uç beyliğinin kuruluşu döneminde
    (1298-1301) başlamıştır. Bu faaliyetlerden, günümüzdeki modern anlamda belirli bir merkezden idare edilen faaliyetler anlaşılmamalıdır.

    Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Gazi, çevresindeki Bizans tekfurlarına karşı istihbarat ve espiyonaj faaliyeti yürütmüştür. Onun, İnegöl tekfuruna karşı giriştiği hareket esnasında ve oğlu Orhan Bey (1324-1362) zamanında Konur kalesinin fethi münasebeti ile Martolos adı verilen ajanların ve habercilerin kullanıldığı bilinmektedir.

    Murad Hüdâvendigâr’da (1362-1389), Balkanlardaki fetihleri sırasında, Venedik tüccarları vasıtası ile Avrupa kamuoyunu yoklamakta, krallar ve onların siyasetleri ile muhtemel Haçlı tehlikeleri hakkında haberler almaktaydı.

    - OSMANLILARDA İSTİHBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR) Erdal İLTER* Dr., Tarihçi-Yazar.
    ‘Bu makale, kaynaklara dayal› olarak genifl flekilde haz›rlanan ve kitap olarak basılacak olan ‘Türk İstihbarat Tarihi’ adlı çalışmamın belirli bir bölümünün dipnotsuz özetidir (E.İ.).

    Avrasya Dosyası, İstihbarat Özel, Yaz 2002, Cilt: 8, Sayı: 2, ss. 233-254. 234 ERDAL İLTER / OSMANLILARDA İSTİHBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)


    1402’de Yıldırım Bayezid (1389-1402) ile Timur arasında cereyan eden Ankara Savaşı’nda darbe yiyen Osmanlılar kısa zamanda toparlanarak yurt için de ve dışında istihbarat faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Yurt dışı faaliyetler genellikle, başta Bizans olmak üzere Macaristan, Sırp Krallığı ve Venedik Cumhuriyeti ile Papalığa karşı Hıristiyan Martolos ve Voynuk kullanılarak yapılmış, Anadolu birliğini sağlamak için beyliklere, özellikle Karamanoğulları’na karşı dil (esir) alıp, durumu öğrenmek için ajanlar kullanılmıştır.

    Türkçe “dil” tabiri, diğer anlamları yanında, düşmandan bilgi almak üzere tutulan esirler hakkında kullanılan bir tabirdir. Osmanlı kaynaklarında
    geçen “dil almak, dil getirmek” gibi tâbirlerde “dil”, “esir” anlamında kullanılmaktadır. Akıncılara da bu “diller” kılavuzluk yaparlardı. “Diller” in bir kısmı Tımarlı Sipahîler tarafından yakalanırdı ve “dil” getirmeyen Sipahînin yükselmesi mümkün değildi.

    Böylece, Osmanlılar merkezî sisteme yönelen iç ve dış tehditlerden mümkün olduğu kadar ayrıntılı bir şekilde haberdar olmaya çalışıyorlardı. II. Kosova Savaşı (1448) arifesinde, Osmanlı Sultanı II. Murad (1421-1444; 1446-1451), Doğan adlı bir Martolostan düşmanın durumu hakkında bilgi edinmesini istemiştir. Fatih Sultan Mehmed’in (1444-1446; l451-1481), sarayına davet ettiği İtalyan sanatkârlardan da zaman zaman ülkeleri hakkında istihbarat amacıyla yararlandığı bilinmektedir.

    1461’de Rimini’den, Mateo di Pasti bir tavsiye mektubu ile “de re Militari” adlı kitabı Fatih’e takdim etmek üzere yola çıkmış, ancak vapuru Girit’te Kandiye’ye geldiğinde yakalanıp casusluk suçu ile hapse atılmıştır. Fatih Mehmed’in İtalya’da sahip olduğu haber alma ağı, çeşitli İtalyan devletlerinin en yüksek çevrelerine kadar nüfuz etmek imkânı bulmuştur. Fatih, İstanbul’a yerleşmiş Türk tüccarlarından da faydalanmakta idi. Başkalarının elde edemeyecekleri haber ve bilgileri toplayacak durumda olan tüccarlar her zaman iyi karşılanan kişiler olmuşlardır.

    b. Martolos Teşkilâtı:

    Martolos teşkilâtı, XV-XIX. yüzyıllar arasında Balkanlarda faaliyette bulunan, genel olarak gayr-i Müslim topluluklardan meydana gelen bir Osmanlı askerî teşkilâtı idi. Bu teşkilâtın ilk zamanlardaki durumu bilinmemektedir. Martolosların, Osmanlıların kuruluş döneminde ajan ve haberci olarak kullanıldıkları anlaşılmaktadır. Fatih Sultan Mehmed ve AVRASYA DOSYASI 235

    Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemlerinde Martolosların önemi çok artmıştır. Bunlar genellikle hudut, kale askeri ve akıncı sayılmaktadırlar. Fatih devrinde Macaristan’a yapılan akınlardan birinde, gerçekte Müslüman, fakat görünüşte Hıristiyan, 40 Martolos haberci olarak kullanılmıştır. Kanuni döneminde Batıya yapılan seferlerde Martoloslardan geniş ölçüde yararlanılmış ve daha çok haber alma işlerinde görevlendirilmişlerdir. Martolosların
    görevlerinden biri de, Osmanlılar ile savaşmayı göze alan devletin halkı arasına karışarak, onlara Osmanlıların gücünü ve üstünlüğünü anlatarak morallerini bozmak ve genel güvenliği sarsmaktı. Martolos teşkilâtı, bunların çok ileri giden taşkınlıkları sebebi ile III. Ahmed (1703-1730) tarafından lâğvedilmiş, fakat sınırlı bir şekilde de olsa XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir.

    c. Voynuk Teşkilâtı:

    Voynuk teşkilâtı ise, I. Murad Hüdâvendigâr zamanında, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa tarafından kurulmuştur. Voynuklar, Türk fethinden önce Balkanlarda yaşayan toplumların içinde küçük asilzâde sınıfını oluşturmaktaydılar. 1545 tarihli bir kanunnâmede Voynukların, uç bölgelerine gidip ajanlık yaptıkları ve düşmanın durumu hakkında bilgi topladıkları bildirilmekte ve buna karşılık bütün vergilerden muaf oldukları belirtilmektedir. Voynuklar, tımar tasarrufunda bulunmaları yasak olmakla birlikte, ender de olsa tımar sahibi olmuşlardır. Voynuk teşkilâtı, Sultan II Süleyman’ın (1687-1691) saltanatının sonlarında 1691 yılında ilga olunmuş, fakat 1693 yılında yeniden ihdas edilmiş ve 1878 yılına kadar devam etmiştir. Bazı Voynuklara tımar tevcih edilmiş olması, Osmanlıların istihbarat ve espiyonaj konuları üzerindeki hassasiyetlerini göstermesi bakımından dikkate şayandır.

    ç. II. Bayezid ve Cem Sultan:

    Osmanlılar, imparatorluğun yükseliş döneminde, özellikle yurt dışı istihbarat faaliyetlerinde sıkıntı çekmemişlerdir. XVI. yüzyılın ortalarından itibaren, İstanbul’da daimi elçilikler kurarak istihbaratı kurumlaştıran Batılı devletlerde, Osmanlıların daimi elçi bulundurmamış olmaları bir eksiklik olarak gösterilirse de, onlar çok iyi haber Osmanlılar, imparatorluğun yükseliş döneminde, özellikle yurt dışı istihbarat faaliyetlerinde sıkıntı çekmemişlerdir.
    236 ERDAL İLTER / OSMANLILARDA İSTİHBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)

    Haber toplayan espiyonaj elemanları yanında, yabancı elçiler marifeti ile de değerli bilgiler toplamışlardır. Ayrıca, Venedik, Milano, Floransa, Raguza
    ve Sırbistan zaman zaman Osmanlılara güvenilir haberler yetiştirmekte yararlı olmuşlardır.

    Osmanlıların Anadolu’da ve Avrupa’da güçlenip genişlemeleri, Batıda biri Papalık, diğeri krallıklar tarafından yürütülen iki büyük istihbarat teşkilâtının gelişmesine yol açmıştır. Papa, bir taraftan Avrupa devletlerini Osmanlılara karşı birleşmeye çağırırken, diğer taraftan ajanlar aracılığı ile bütün kiliseleri ve kralları Türklere karşı kışkırtıyordu. Bu amaçla, İstanbul’da bulunan Ortodoks Kilisesi ile Vatikan arasında gizli haberleşmeler yapılıyordu. XV. yüzyılda espiyonaj faaliyetlerinin en büyüklerinden birine, Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Cem Sultan sebep olmuştur. Fatih’in ölümünden (1481) sonra tahta geçme konusunda II. Bayezid (1481-1512) ile Cem arasında geçen taht kavgaları, Cem’in Roma’ya gidişi ve Papanın eline düşmesi, Roma, Venedik ve İstanbul arasında yıllarca süren espiyonaj (ajanlık) ve çıkar oyunlarına yol açmıştır.

    Cem Sultan’ın İstanbul ile ilişkilerinin kesilmediği bilinmektedir. Nitekim, Cem’in kurtarılması için kıyafet değiştirerek İstanbul’a gelen Cem’in nişancısı Sa’di, Roma’ya döneceği sırada öldürülmüştür. Bu arada II. Bayezid de, Avrupa’da olup bitenleri daha yakından öğrenmek için Kapıcıbaşı Mustafa Bey’i Roma’ya göndermişti. Diğer taraftan, Türklere karşı duyduğu hisler hiç de dostça olmamakla beraber, menfaatına uygun hareket etmeyen Hıristiyan krallarının tutumu karşısında, Papa VIII. lnnocent’in yerine geçen Papa VI. Aleksandr, Avrupa’nın Türkler hakkındaki düşüncelerini çeşitli yollarla II. Bayezid’e bildirmeye başlamıştı. Nicolo Simo adlı bir piskopos da, padişaha yazdığı bir mektupta, Hıristiyan krallarının yapmakta oldukları savaş hazırlıkları hakkında değerli bilgiler vermekte ve Fransa Kralının Osmanlı topraklarına saldırmak niyetinde olduğunu belirtmekte idi.

    d. Yavuz Sultan Selim ve Pîrî Mehmed Paşa:

    Osmanlı devletinde yurt içinde ve dışında istihbarat ve espiyonaj hizmetlerine en fazla önem veren Padişah Yavuz Sultan Selim (1512-1520) olmuştur. Fevkalâde şartlar içinde tahta çıkan Sultan Selim, imparatorluğu demir bir pençe ile tutmuş bir otokrattı. Bütün gücünü Doğu işleri üzerinde toplamak için Avrupa’daki komşuları ile özellikle Macaristan ile uzayıp giden barış müzakerelerine girişti. Safevî Hükümdarı Şah İsmail’e karşı sefere çıkmadan önce, onun Osmanlı devletini yıkmak için Anadolu’da faaliyet yürüten ajanlarını ve gandistlerini bertaraf ettirdi. Yavuz Selim döneminde kuvvetli bir istihbarat teşkilâtı kurulması fikri, Sadrazam Piri Mehmed Paşa (?-1532) tarafından ortaya atılmıştır. 0, istihbaratın bir devlet için son derece önemli olduğunu bilen bir devlet adamıydı. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ile mutlak surette hesaplaşmak azminde idi. Pîrî Mehmed Paşa’nın Yavuz Selim’e tavsiyesi, düşman hakkında haber toplayıp, alınan bilgiler doğrultusunda strateji belirlenmesi olmuştur. Böylece, düşmanın nerede gizlendiği ve ne yapmak niyetinde olduğu ajanlar vasıtasıyla öğrenilmiştir. Pîrî Mehmed Paşanın, Yavuz Selim’e verdiği fikirler doğrultusunda istihbarat teşkilâtı kurulmuş, düşmanın ordusu hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgi toplanmıştır. Yavuz Selim’in ajanı Şeyim Ahmed’in, Şahın huzuruna çıkarak ona Yavuz’un kuvvetleri hakkında yanıltıcı bilgiler vermesi dikkate şayandır. Burada, Yavuz Selim’in düşmana karşı “Yanıltma Operasyonu” tatbik ettiğine şahit olunmaktadır.

    Yurt dışında, bir yerin alınmasından önce, o topraklar hakkında istihbarat faaliyetinde bulunmak ve savaş sırasında düşmanın genel durumu hakkında haber almak için elemanların düşman tarafına gönderilmesine, Yavuz Selim zamanında, Pîrî Mehmed Paşanın sadrazamlığı sırasında başlanmıştır. Mesela, Saint-Jean şövalyelerinin idaresinde bulunan Rodos adasında bir Türk haber alma ağı (ajan şebekesi) kurulmuş, şövalyelerin itimadını kazanmak için din değiştirerek Hıristiyan olan bir Yahudi hekim bu örgütün başına getirilmiştir.

    e. Kanuni Sultan Süleyman ve Sonrası:

    Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) da Rodos şövalyeleri arasında ajanlarının bulunduğu bilinmektedir. Bunların en ünlüsü, Saint-Jean Teşkilâtı’nın en büyük reislerinden “Grand-Croix” pâyesini haiz Don Andrea d’Amaral adındaki şövalyedir. İşte, 1522 yılında Rodos adasının Osmanlılar tarafından kuşatılması günlerinde, Yahudi hekim ile Don Andrea d’Amaral, Türkler ile haberleşmeyi sürdürmüşler, adada olup bitenleri günü gününe rapor etmişlerdir. Yahudi hekim, bir taraftan diğer ajanlar ile teması temin ediyor, diğer taraftan da adanın müdafaa vaziyeti hakkındaki raporlarını oklara bağlayarak Türk ordusuna atıyordu; ancak 14 Eylül 1522 Pazar günü yine raporunu ok ile atarken yakalanarak öldürülmüştür. Don Andrea d’ Amaral da, aynı akıbete
    uğramıştır. Türklere kalenin müdafaa plânlarını vermekle suçlanan Amaral, önce şövalyelikten atılmış, sonra da idam edilmiştir. Rodos adasında kurulan Osmanlı haber alma ağında esir Türk kadınlarının da görev yaptıkları görülmektedir. Bunlar da kuşatma sırasında, şehrin muhtelif yerlerinde yangınlar çıkarmışlardır. 238 ERDAL İLTER / OSMANLILARDA İSTİHBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)

    Osmanlılar, Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’na karşı Macaristan’a yaptıkları seferlerde düşman hakkında istihbarat yapmak için “kılavuz” da kullanıyorlardı; çünkü bunlar, geçitleri ve bataklıkların geçilecek yerlerini biliyorlardı. Bir Macar kaynağında, Türklerin ve Macarların kullandıkları kılavuzların dönme olduğundan bahsedilmektedir. O devrin ünlü kılavuzları arasında Palajtay Lörincz, Kürtössy Gergely ve Simon Peter’in adları sayılmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da Zigetvar Seferi’ndeki kılavuzu, Macar uçlarında uzun zaman hizmet görmüş olan Balazshazy Marton adlı bir Sırptı. 1561’de uç bölgesinde bulunan Macar Komutan Ormanyi Jozsa, sarayına yazdığı bir mektupta, Hıristiyan köylülerin Osmanlılara yakınlık gösterdiklerini ve onlara ajanlık yaptıklarını bildirmektedir. Bu sebeple, Macaristan Kralı Ferdinand (1527-1564)’ın yeter sayıda ajanı olmadığı için Macar müşavirler krala durmadan, Türkler gibi fazla sayıda ajan bulundurmasını tavsiye ediyorlardı. Bu cümleden olarak, 1550 yılları başından itibaren Almanlar, Budin Beylerbeyleri’nin Alman İmparatoru ile Macarca mektuplaşmaları sağlayan Macar katiplerinden faydalanma yolunu seçmişlerdi. Budin Paşaları, bu kâtiplerin, duydukları haberleri gizlice Macarlara bildirdiklerinden habersizdiler. Macarlar bu kâtipleri hediyelere boğarlardı. Mesela, Eğri kalesinin piskoposu Verançiç, Rüstem Paşanın kâtibinin bir çalar cep saati hayal ettiğini duyduğu zaman, kendi saatini hediye olarak göndermişti. Bu kâtibin asıl adı Scherer Mark’tı, fakat Müslümanlığı kabul ederek, Hidayet adını almış, Rüstem Paşa’nın kızıyla evlenmiş ve sonraları Ağa rütbesini almıştı. Hidayet’in gizlice verdiği haberler, özellikle 1560 yılının kışında, Rüstem Paşa, Yeniçeri birliklerinin süratle ve dinlenmiş olarak hücum mahalline nakledilebilmeleri için, 90 araba yaptırdığı zaman değer kazandı. Hidayet Ağa, 1562’de bir çatışma sırasında esir düşüp serbest bırakılınca, Macarlara daha da minnettar kalmıştı. Daha sonraları XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Almanlar her yıl İstanbul’daki büyükelçiliklerine birkaç Avusturyalı ve İtalyan genç göndererek, onların Türkçeyi ve Türkçe okuyup yazmayı öğrenmelerini sağlamışlar ve bunların bir kısmını istihbarat faaliyetlerinde kullanmışlardır. 1591 yılında, Alman-Avusturya İmparatoru II. Rudolf’un (1576-1612), Osmanlılar ile barışı 8 yıl daha uzatmak ve yükümlü olduğu yıllık vergiyi ödemek üzere Viyana’dan Istanbul’a gönderdiği fevkalâde elçilik heyetinde bulunan Baron Wenceslaw Wratislaw, 1597 yılında Linz’de Latince olarak yayınlanan anılarında, İstanbul’daki Alman elçisinin gizli istihbarat çalışmalarında bulunduğunu belirterek, Elçi Von Kregwitz’in rüşvet karşılığında saraydan, yüksek rütbeli devlet
    memurlarından bilgiler sızdırdığını ve bunları kendi imparatoruna ulaştırmaya çalıştığını, ordunun gücü, savaş plânları, ilk hedefler gibi devlet sırlarını elçiye ulaştıranların arasında Sultan III. Mehmed’in (1595-1603) annesi Safiye Sultanın da bulunduğunu, Sadrazam Sinan Paşanın ise kendisini sadaret makamına getiren Safiye Sultandan ve sarayı karşısına almaktan çekindiği için, ortaya çıkardığı Alman elçisinin gizli haber alma çalışmalarını örtbas ettiğini anlatmaktadır. 1626’dan sonra Almanlar, Budin, Belgrad, Sofya ve İstanbul’da birer diplomat istihbaratçı bulundurmaya başlamışlardır.

    Osmanlıların Tata kalesinin zaptında ajanlardan faydalandığı bilinmektedir. Diğer devletlerde olduğu gibi, Osmanlıların da hulûl operasyonları
    çerçevesinde, imparatorlukların toplantılarındaki müzakerelerden haber almak için oldukça yüksek seviyedeki kimseleri de istihbarat hizmetinde istihdam ettikleri görülmektedir. Osmanlılarda istihbarat elemanlarının uzun bin süre yurt dışındaki ülkelere gönderilmesine Yavuz Sultan Selim devrinde başlandığına yukarıda temas edilmişti. Buna dair bir örnek de, Sicilyalı Mehmed Ağa’nın faaliyetleri gösterilebilir. Kaptan-ı Derya Küçük Ali Paşanın adamlarından Sicilyalı Mehmed Ağa, Titus Moldariensis Clericus adı ile 40 yıla yakın Fransa kralının sarayında Osmanlı ajanı olarak görev yapmış, Avrupa devletleri ve özellikle o devrin en büyük rakip devleti Avusturya hakkında İstanbul’a muntazam bilgi göndermiştir. Kanunî ve oğlu II. Selim (1566-1574) devirlerinde, devlete istihbarat hizmetinde bulunan bir kişi de Yasef Nasi idi. Portekiz doğumlu olan ve ailesi engizisyonun baskısı sonucunda dininden dönerek Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda bırakılmış olan Yasef Nasi, Osmanlı devleti hizmetine girmeden önce, para-banka işlemleri ve deniz ticaret şirketleri sayesinde büyük servet sahibi olmuştu. Avrupa’nın siyasi çevrelerinde sözü geçen bir kişiydi. 1554 yılında İstanbul’a yerleşen Yasef Nasi, tekrardan dinine dönerek Osmanlı devletinin hizmetine girdi. o, şirketleri ve Avrupa’da iken kurmuş olduğu ilişkiler sayesinde devlete, Avrupa ülkelerinin malî ve ekonomik durumları, yöneticilerinin zayıf ve güçlü tarafları, askerî örgütler ve savaş yöntemlerine ait bilgileri temin etmekte idi. Avrupa’nın hemen hemen her sarayında olup bitenleri kendisine rapor eden adamları vardı. Yasef Nasi’nin bu çalışmaları nedeniyle, Venedik elçisi onun yalnız Venedik için değil, bütün Hıristiyan dünyası için tehlikeli ve zararlı olduğunu rapor etmişti.

    Kıbrıs Seferi’nden hemen önce Venedik tersanesinin barut deposunun 13 Eylül 1570 tarihinde havaya uçurulmasını Osmanlı İstihbarat Teşkilâtı’nın gerçekleştirdiği belirtilmektedir ki, bazı kaynaklar bunu Yasef Nasi’nin yaptırdığını öne sürmektedirler.

    XVI. yüzyıl ikinci yarısının ünlü tarihçisi Gelibolulu Mustafa Âli de (1541-1600) 1587 yılında yazdığı ve Osmanlı Padişahı III. Murad’a (1574-1595) sunduğu siyasetnâme niteliği taşıyan “Mevâ’ıdü’n-Nefâis fî Kavâ' ıdi’l-Mecâlis” adlı eserinde, padişahların ülkenin ve halkın durumunu yakınen takip edebilmeleri ve halkın huzurunu sağlayabilmeleri için ajan kullanmaları gerektiğine işaret etmekte ve ajanların ise gizlice kontrol altında tutulmalarını tavsiye etmektedir.

    f. Ulak Teşkilâtı ve Menzilhâneler:

    Osmanlılar da, haberleşme ve posta hizmetlerine eskiden beri önem vermişlerdir. Tarihin her döneminde, ekonomik, sosyal ve askerî bakımlardan yollar hep birinci derecede önemi haiz olmuştur. Zira orduların bir yerden bir yere sevki ve merkez ile diğer idarî birimler arasında haberleşmenin temini devletler için önem taşımıştır. Özellikle haberleşmede, haberin çabuk ve seri şekilde yerine ulaştırılması düşüncesi, insanları yeni muhabere usulleri geliştirmeye itmiştir. Nitekim başlangıçtan beri bu yolda ateş kuleleri, koşucular, güvercinler ve haberci atlılar kullanılmıştır. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Mısır Memlük devletlerinde “Berid”, Moğollar ve İlhanlılarda “Yam”, Safeviler’de “Çaparhâne” gibi adlar altında zikredilen haberleşmeyi (istihbarat) sağlayabilmek amacıyla kurulan teşkilâta, Osmanlılarda “Menzil” adı verilmektedir. İşte, haberleşme bu teşkilâtın bünyesinde bulunan ve “Ulak” adı verilen kişiler tarafından yürütülmekte idi. Başka bir ifadeyle, haberleşme teşkilâtı Ulak-Menzilhâne ikilisinden oluşuyordu. Haber ve emirlerin götürülüp getirilmesinde kullanılan Ulaklar, namuslu kişiler arasından seçilirdi. Ulak tâbiri, Osmanlılarda sonraları “Tatar” şeklinde kullanılmıştır. Bu Osmanlı haberleşme teşkilâtında, Kanunî devrinde Sadrazam Lütfi Paşa (1539-1541) tarafından esaslı bir şekilde ıslahat yapılmış ve ülke çapında Menziller kurulmuştur. Lütfi Paşa, Âsafnâme’sinin “Savaş Tedbirlerini Açıklar” başlıklı bölümünde de, ajanlara dikkat çekmekte, Yavuz Sultan Selim’in Diyarbakır’ın
    fethine giderken, Şah İsmail tarafından otağ önüne gönderilmiş birkaç ajanın, padişahın çadırını geceleyin ateşe vermek ve padişah dışarı çıkarsa, hançer ile vurmak niyetiyle geldiklerini, ancak yakalandıklarını belirtmekte ve bu sebeple sefer sırasında padişahın otağı önünde bir bölük ağasının beklemesini tavsiye etmektedir. Ulak Teşkilatı’nda daha çok Kırım Tatarları kullanılmıştır. Ulakların Çoğu Osmanlı devleti yararına çalışan özel görevli ajanlardır. 1649 tarihine kadar, Divân-ı Hümayun’da hazırlanan ve çıkan padişah hükümlerinin tarih sırası ile yer aldığı Mühimme Defterleri'nde, padişahların Anadolu ve Rumeli beylerbeyinden sınır ülkeleri hakkında istihbarat ve espiyonaj faaliyetlerine ağırlık vermeleri konusunda hükümler bulunmaktadır. Bu hükümlerde, ajanlar vasıtası ile sınır ülkeleri ve orduları ile hareket tarzları hakkında bilgi toplanması ve saraya bildirilmesi emredilmektedir.

    2. XVII. Yüzyıl (1601-1699)

    a. Duraklama, “Kitâb-i Müstetâb" ve “Telhisü’l-Beyân fi Kavânin-i Âl-i Osman”:

    Osmanlı İmparatorluğu, kendine özgü bir devlet düzeni sayesinde, XVI. yüzyılda Yakın Doğu ve Balkanların sahibi durumuna gelmişti; ancak XVII. yüzyılın başlarından itibaren imparatorluk bunalımlı bir döneme girmiş, devletin zaafını, hükümdar ve yönetici kadronun yetersizliğini, kanun düzeninin işlemez durumunu yakından görenlerin sayıları daha da artmıştır. Böylece, XVII. yüzyılda ıslahat ihtiyaç ve eğilimleri belirmiş, dönemin düşünürleri ve devlet yönetiminde deneyimli olanlar çareler aramaya başlamışlardır. Eskiden beri bilinen, Orta Doğu ve İslâm dünyasında çokça başvurulan bir usûl kullanılarak, bazı devlet adamları, padişahlara ve sorumluluk taşıyan görevlilere, karşılaşılan problemlerin çözümünü gösteren risâleler, lâyihalar sunmaya başlamışlardır. Siyasetnâme, nasihatnâme ve kanûnnâme türüne sokulan bu raporlar, ortaya çıkan bozuklukların nedenlerini göstererek, genellikle Kanunî dönemi şartlarına dönülmesini tavsiye etmektedirler. Bu nasihatnâmelerde padişahların istihbarata da önem vermeleri tavsiye edilmekte, düşmandan haber almanın önemi üzerinde durulmakta ve örnekler verilmektedir. Yazarı bilinmeyen (anonim), ancak Padişah II. Osman’a (1618-1622) sunulduğu belirtilen “Kitâb-i Müstetâb”ta (Güzel-Hoş Kitap), özellikle idareci tabakanın, kul ve tımar sistemlerinin ve Osmanlı toplum düzeninin esasını teşkil eden ilkelerin nasıl çözülmeye uğradığı açık ve müşahhas bir ifade ile ortaya konulmakta, mevcut bozuklukların nasıl düzeltilebileceği gösterilmektedir. Müellif, nasihatnâmesinin 23. bâbında, durumu hikâye etmekte, ihtiyar ve güngörmüşlere önem verilmesi gerektiğini bildirerek, haber almaya değinmekte ve deneyimli olanların sözlerinin dinlenmesini istemektedir. Başka bir ifadeyle, istihbarat faaliyetlerinin usta-çırak ilişkisi ile orantılı olarak, başarılı olacağına dikkat çekildiği görülmektedir. “...bir zamanda iki padişah biri birine mukabil olmuşlar, bir pâdişâh âkil imiş, bir câsûs göndermiş ki yâr ol leşkeri gör, hep taze yiğitler midir, yohsa içlerinde ihtiyar kişiler dahi var mıdır deyü. Ol câsûs varub gelmiş pâdişâha. Cevâb virmiş ki taze yiğitleri dahi çok, eski ihtiyârları 242 ERDAL ‹LTER / OSMANLILARDA ‹ST‹HBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)
    dahi çok dimiş. Hemân ki pâdişâh bu sözü işitdikte leşkerine cevâb
    virıniş ki siz onlarla mukabil olımazsız, zira hep tâze yiğitlersiz, ahvâle
    muttali değülsüz, delükanlularsız, anlar bize gâlübdür deyü mukabil
    olmamışlar.”
    Hezarfen Hüseyin Efendi (1600-1676) de, 1675 yılına doğru meydana
    getirmiş olduğu “Telhisü’l-Beyân ffi Kavânin-i Al-i Osman”
    (Osmanlı Kanunlarının Özet Açıklamaları) adlı kanunnâmesinin IX.
    Bâb’ında yer alan “Ahvâl-i Tecessüs ve Câsüsân” (Tedkik-Tahkik
    Durumları ve Casuslar) başlıklı bölümünde, Fatih Sultan Mehmed ve
    Sadrazam Mahmud Paşanın ajanlarının memleketi dolaşıp köşe bucakta
    gizlenmiş olan akıllı kişileri araştırmaya dikkat ettiklerini belirtip eski
    dönemlere atıfta bulunarak, Padişahların gizli ve özel ajanlar kullanmaları
    gerektiğini böylece vezinler, ulemâ ve ümerâ hakkında, ayrıca
    başkent ile ülkenin diğer şehirlerindeki halkın durumundan bilgi sahibi
    olabileceklerini tavsiye etmektedir. Hezarfen Hüseyin Efendi, serhad
    boylarının korunması konusunda da önemli tavsiyelerde bulunmaktadır.
    Ona göre, düşmanın ne düşündüğü hakkında bilgi sahibi olmak
    ve serhad boylarında çıkabilecek bir ayaklanmayı önlemek için, serhad
    bölgeleri, ajanlar kullanılmak suretiyle devamlı kontrol altında tutulmalıdır.
    XVII. yüzyılda Osmanlı devletine tercüman, hekim, elçi olarak gelen,
    saraya giren ve padişahlarla yakın ilişki kuran Ermeni, Yahudi ve Rum
    gibi gayr-i Müslimlerin yanı sıra, Arap, Gürcü, Tatar, Arnavut ve Boşnak
    gibi Müslüman olan ya da devşirme olarak yetişen kimselerin de zaman
    zaman ajanlık yaptıkları, bir takım cinayetlere yol açtıkları, hatta II.
    Viyana Kuşatması’nda (1683) devlete karşı yıkıcı faaliyetlerde bulundukları
    bilinmektedir. Bunların en önemlisi, Merzifonlu Kara Mustafa
    Paşa ile Tatarlar arasında cereyan eden olaydır. Kırım Tatarları arasına
    karışan düşman ajanları, Mustafa Paşanın zaferden sonra yağmaya izin
    vermeyeceği şâyiasını yayarak, onların savaşma şevklerini kırmışlar ve
    Osmanlı ordusunun mağlûbiyetine sebep olmuşlardır. Bu hadisede,
    düşman ajanlarının yıkıcı psikolojik harekâtına şahit olunmaktadır.
    b. Osmanlı-Fransız İş Birliği ve Venedik’e Karşı İstihbarat:
    XVII. yüzyılda istihbarat faaliyetleri, bir taraftan da, Osmanlı devletine
    dost devletler ve bazı kişisel çıkarları karşılığı tutulan ajanlar
    tarafından yapılıyordu. 1677 yılında İstanbul’a gelen Fransız Elçisi
    Nuvantel, kendi devleti ile savaş halinde bulunan Avusturya’ya karşı
    Osmanlıların da savaşa girmesi için çalışmış ve Venedikli mühendis
    Borozzi’nin kendisine verdiği Raab ve Komoron kalesinin planlarını
    Sadrazam Kara Mustafa Paşaya teslim etmişti. 1688 Haziranında
    AVRASYA DOSYASI 243
    Venediklilerin Eğriboz adasını almak için yaptıkları saldırıda, ada
    muhafızı Çelebi İbrahim Paşa, ada hakkında bilgi toplamak için
    Venedik Amirali Morozini tarafından adaya gönderilen Atinalı papazı
    teşkilâtıyla birlikte yakalatmış ve kendisinden Venedik kuvvetleri
    hakkında bilgi almıştı. Yine bu savaş sırasında, Çelebi İbrahim Paşa,
    Morozini’nin yanında kâtiplik yapan bir Rum çocuğunun babası
    vasıtasıyla, Venedik ordusu ve harekât plânları hakkında bilgi almış ve
    ona bol para vermişti. Ayrıca, Venedikliler arasına ajan göndermek ve
    dil (esir) yakalamak suretiyle düşmana ait bilgi ediniliyordu. Böylece,
    Venediklilerin yapacağı taarruz ve kuvvetlerinin miktarı öğrenilmiş,düşman yenilgiye uğratılmıştı. devamıda var sığmadı
    işte link:http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster...&kat1=15&kat2=
    daha detaylı bilgiler içerdiğine inanıyorum ben sadece buldum yazmış falan değilim matsak paylaşım olsun!

  2. #12

    Üyelik tarihi
    28.Eylül.2008
    Yaş
    31
    Mesajlar
    30

    g3. XVIII. Yüzyıl (1701-1799)
    a. Gerileme ve “Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l Ümerâ":
    XVIII. yüzyıl, imparatorluğun çeşitli biçimlerde tehdide uğradığı yüzyıldır. Bu yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde, teknik ve kültürel alanda kendini göstermeye başlayan etkinin yanı sıra, askerî ve diplomatik alanda olduğu kadar iktisadî alanda da, büyük Avrupa devletlerinin saldırısının gerçekten başladığı bir yüzyıl olmuştur. Askerî alanda, Ruslar ve Avusturyalılar, imparatorluğun sınırlarında bir geriye çekilişe yol açan kesin zaferler kazanırlarken, Fransızlar, İngilizler ile Hollandalılar da, Venediklilerin artık sınırlı bir rol oynadıkları iktisadî alanda nüfuzlarını artırmışlardır. Ayrıca bu devletler, imparatorluktaki bazı azınlıkları destekleyen, daha sonraları siyasi desteğe dönüşecek olan sosyal nitelikte baskıda bulunmaya başlamışlardır.Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinde istihbarata artık gereken
    önemin verilmeyişinin de büyük rolünün olduğu bilinmektedir. XVIII. yüzyılda da, dönemin siyaset bilimcileri bu hususa dikkat çekmişlerdir.Nitekim, Defterdar Sarı Mehmed Paşa, 1714-1717 yılları arasında kaleme aldığı “Nesâyihü’l-Vüze râ ve’l Ümerâ” (Vezirlere ve Emirlere Nasihatler) adlı eserinin 6. bölümünde: “Düşmanın hallerini bilmek de çok önemlidir.Düşman halleri bilinmemekle ve inceden inceye araştırma ve bilgi alınmamakla nice devlet berbat olmuştur. Her bir sınırdan düşman içine gizli ajanlar gönderilip yavaş yavaş din düşmanlarının niteliklerinden haberdar olmaya çalışılmalıdır. Hangi tarafa sefer yapılacaksa gidilecek yere yakın olan düzeni düzgün sınırda bulunan iş
    görmüş yaşlı başlı ve o bölgenin durumunu bilen kimseleri araştırıp buldurarak her biriyle danışıp görüşmek ve düşman durumundan nasıl haber alınır ve ne yolda hareket gerekir ve bunun yolları nelerdir, bunları
    birçok kereler danıştıktan sonra sefer işlerinin gereğine uygun olduğu görülüp gururdan ve kendini beğenmişlikten son derece çekinen melidir.
    ERDAL İLTER / OSMANLILARDA İSTİHBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR
    Ajan hususunda son derece ileri görüş ve ihtiyat lâzımdır. İki ajanı, birbirleriyle buluşturup birbirinin haberini öğrenmemeleri gerektir. Ajanhaberini başkalarına söylemeyip bizzat kendilerinden almak gerektir.Başka kimseyi aracı yapmayalar.Sevindirici haberle gelen ajan ile üzücü haberle gelen ajana aynıbağış yapılıp, korku veren haber yüzünden incitilmemesi lâzımdır ki ajanlar haberin doğrusunu ve gerçeğini söylemeden korkmayalar.”
    tavsiyesinde bulunmaktadır.
    b. Denizde ve Lehistan’da İstihbarat, Çeşme Faciası:
    XVIII. yüzyılda Osmanlılar deniz istihbaratına daha da önem vermeye başlamışlardır. Çeşitli limanlardan yola çıkacak gemilere nelerin yüklendiği ve nerelere gidecekleri gemi reislerinden öğreniliyordu. Daha önceleri, daha çok devşirme ve dönme olan Osmanlı ajanları, bu yüzyılda Türkler arasından da yetişmeye başladı. XVIII. yüzyılın ortalarında,
    Osmanlıların Lehistan (Polonya)’da geniş bir haber alma ağı(ajan şebekesi) bulunuyordu. Osmanlılar bu faaliyetlerde, Buğdan Voyvodası’nın ajanlarından yararlanıyorlardı; ancak bu ajanlardan bir kısmı ikili ajandı. Mesela, Osmanlı gizli haber servisinde çalışan ve bir yandan da Fransa hesabına ajanlık yapan Konstantin Stamati adındaki
    Yunanlı böyle birisiydi. Konstantin Stamati, Fransa Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir raporunda, Buğdan Voyvodası’nın Yaş ve Bükreş’teki kançelaryalarının önemini belirtiyor, padişahın bütün siyasî haberleri bu kançelaryalar yolu ile aldığını belirterek, Fransa’nın Buğdan ve Eflâk’da konsolosluklar kurma zorunluluğunu tavsiye ediyordu.1737 Temmuzunda Bosna Valisi Hekimoğlu Ali Paşa, Bosna üzerine yürüyen Avusturya ordusunun durumunu, taarruz hazırlığını ve plânlarını
    ajanlar vasıtasıyla öğrenmiş, aldığı tedbirler ile düşman ordusunu büyük bir mağlûbiyete uğratmıştı. 1770 yılında da iki Rus filosunun Baltık denizinden hareket ederek Cebelitarık Boğazı’ndan Osmanlı sularına gelmekte olduğu Fransa hükümeti tarafından Osmanlı hükümetine bildirilmiş ise de, Osmanlı devlet adamları, Rusların Akdeniz’de bin istinat noktası olmadığını söyleyerek, verilen haberin doğruluğuna inanmamışlar, hatta haberi verenleri safsatacı ve mugalâtacı olarak suçlamışlardı. Bu sebeple, Rus donanmasına karşı tedbir almamışlar; neticede 8 Ekim 1770 tarihinde Çeşme’de Osmanlı donanmasının yok edilmesine neden olmuşlardır.
    XVIII. yüzyılda Osmanlılar deniz istihbaratına daha da önem vermeye başlamışlardır. AVRASYA DOSYASI 245

    c. İkâmet Elçilikleri:
    XVIII. yüzyıl sonlarında, Osmanlı devletinde ayrı bir haberkaynağının daha ortaya çıktığı görülmektedir: İkâmet Elçilikleri.
    Osmanlı Devleti, kuruluşundan III. Selim (1789-1807) devrine gelinceye kadar İslâm ve Hıristiyan devletler nezdine zaman zaman “Fevkalâde Elçiler” göndermiştir. Genel olanak, cülûs tebriki, ihtilâflı bir meselenin çözümü, savaş ilanı, barış yapılması ve dostluk teklifi gibi hususlarda gönderilen bu elçiler, gittikleri yerlerde pek az kalırlar
    ve görevleri sona erince hemen geri dönerlerdi. Bunların çoğu, gittikleri ülkelerde dikkatlerini çeken olayları ve edindikleri intibaları sefaretnâmeler hâlinde kaleme almışlardır; ancak bu elçiler, siyasi faaliyetlerini devlet sırrı saydıkları için sefaretnâmelerinde bu hususlardan hiç bahsetmemişler, daha çok teşrifat meselelerine önem vermişlerdir.
    Bu yüzyılın sonlarına kadar, Doğu’da sınır eyaletleri valileri, Kuzeyde
    Kırım Hanları, Batı’da özellikle Eflâk ve Buğdan Voyvodaları, Osmanlı hâkimiyetini tanıyan Dubrovnik Cumhuriyeti ile Endel Krallığı da istihbarat temini ile görevlendirilmişlerdi. Ayrıca Osmanlı devleti, Avrupa devletlerinin siyasî durumlarını, Divân-ı Hümâyun tercümanı yolu ile öğrenirdi.Fenerli Hıristiyan Rum beylerinden olan tercümanlar, İstanbul’daki
    yabancı devletler elçilerinin tercümanları ile devamlı temasta bulununlar ve bu tercümanlar, bazen para ve hediye karşılığında,bildikleri haberleri onlara naklederlerdi. 21 Ocak 1772 tarihinde Reisül-Küttâb olan Abdürrezzak Bahir Efendi bir raporunda, yabancı elçilik tercümanları ve devlet sırları hakkında şunları yazmaktadır:“Yabancı devlet elçilerinin hizmetlerinde bulunan tercümanların çoğu reaya çocukları olup, bunlar genellikle ileri gelen büyük devlet
    memurlarıyla dostluklar kurmaktan, dolayısıyla hekimlik bahanesi ve başka sebeplerle onların konaklarına girip çıkmadan geri kalmazlar.
    Özellikle, yabancı asıllı pek çok hekim İstanbul’da büyük devletadamlarına sırtlarını dayayıp geçinirler ve konuklarına girerek onların bütün sırlarını öğrenip bildirirler. Yabancı elçilerden birisi devletimize olmayacak bir teklifte bulunsa, bu teklif kabul edilmese ve terslense,elçi hemen tercümanlarına ve kendi milletinden olan hekimlere, aslı
    faslı yok bir alay uydurma şeyler öğretir, onlar da gittikleri konaklarda bu sözleri dallandırıp budaklandırarak dürüst hareket ediyorlarmış gibi kulakları tırmalayarak sözleri çevrelerine yayarlar, işittirirler. Bizimkiler ise, bu yabancı devletin durumunu bilmediklerinden şöyle olacakmış,bir mesele çıkacakmış diye, bu uydurmaları söz konusu edip yavaş yavaş padişahın kulağını doldururlar ve onlar bunu, istediklerinin gerçekleşmesinde bir yol olarak tuttuklarından başka, aynı kanallarla Allah bilir ya, devletin sırlarından çoğunu da elde ederler.”Osmanlı devletindeki Divân-ı Hümâyun tercümanlarının bazıları devlet sırlarına vakıf olarak, yabancı devletlere ajanlık ediyorlardı.Bunlardan tespit edilenler ölümle cezalandırılır ise de birçoğu bilinmezdi.Osmanlı devletinde, devlet aleyhine çalışmanın cezası çok ağır olmuştur. Meselâ, Rum tercümanların içinde İstanbul’un fethinden beri tercümanlık yapmış olan İskerletzâde ailesinden Aleksandr 15 yıldan fazla divanda bulunup, kendisine itimat gösterilmesine rağmen, 18 Eylül 1740 tarihinde Avusturya ve Rusya ile Belgrad’da imzalanan barış
    antlaşması esnasında devlet sırlarını karşı tarafa söyleyerek ajanlık yaptığı gibi, Avusturya ve Rusya murahhasları tarafından söylenen hususları gizlemek, Avusturya ile Belgrad’da imzalanan barış antlaşmasının bazı yerlerini ve sözlerini değiştirmesinin, sınırların tespiti esnasında anlaşılması üzerine idam edilmiştir. Yine, 20 yıla yakın tersane
    tercümanlığı yapan Konstantin de yabancı devletlere ajanlık yapmıştır.
    XVIII. yüzyılın sonlarında, özellikle Fransız İhtilâli ile ortaya çıkan düşünce akımları, Avrupa güçler dengesini bozmuştur. Osmanlı devleti, artık tek başına düşmanları ile başa çıkamaz duruma gelmişti. Bu
    durum, III. Selim’i bir denge politikası takip etmeye zorlamıştı. Bu sebeple,Avrupa’da olup bitenleri takip etmek üzere 1792 yılında dost devletler nezdine birer “İkamet Elçisi” (Daimî Elçi) göndermeyi uygun bulmuştur. Onu, “İkamet Elçilikleri” (Daimî Elçilikler) açmaya zorlayan sebepler arasında, Osmanlı istihbaratının yetersizliğini, Rum olan Eflâk
    ve Buğdan beyleri ile Divân-ı Hümâyun tercümanlarının özellikle Rus nüfuzu altında bulunmalarını, bu sebeple Babıâli’nin ve padişahın kendilerine olan güvenin sarsılmış bulunmasını sayabiliriz. İkamet Elçileri, Avrupa’da üç yıl kalacaklar, bu sürenin sonunda yurda dönünceyerlerine başkaları gidecekti. Bunlar beraberlerinde, Rum tercümanlardan başka, Sır Kâtibi (Baş Kâtip) ve Maiyyet Memuru (Sefaret Ataşesi veya Kâtibi) sıfatıyla Müslüman görevliler de götüreceklerdi. 1793 yılından itibaren İngiltere, Fransa, Prusya ve Avusturya’ya İkamet Elçileri tayin edilmiştir.Böylece, Osmanlı devletinde istihbarat temininde yeni bir dönem açılmış oluyordu.1797 yılında Viyana’ya İkamet Elçisi olarak tayin edilen İbrahim AfifEfendinin ilk faaliyeti, Napoleon Bonaparte’ın Avusturya ile 17 Ekim1797 tarihinde imzaladığı Campo-Formio Barış Antlaşması’nı Bâbıâli’ye
    bildirmesi olmuştur. İbrahim Afif Efendi, İstanbul’da Fransa hesabınagizli faaliyetlerde bulunan İspanya maslahatgüzarı Bouligny’nin görevinden uzaklaştırılmasında da aracılıkyapmıştır.
    246ERDAL‹LTER/OSMANLILARDA‹ST‹HBARAT .XX.YÜZYILLAR)
    XVIII. yüzyılda, elçilere “onurlu bir ajan” gözüyle bakılmaktaydı.Elçilere düşen en önemli görev, bulundukları ülkeler hakkında mümkün olduğu kadar fazla bilgi toplayabilmeleriydi. Bu yüzyılda, elçilerin hırsızlık ve ajanlık yapmaları ve rüşvet almaları da olağan karşılanmaktaydı .4. XIX.-XX. Yüzyıllar (1801-1918)
    a. İkamet Elçiliklerinin Yeniden Açılması:
    Osmanlı devletinde İkamet Elçiliklerinin diplomatik çalışmaları beklenildiği ölçüde verimli olmamıştır. Başarısızlığın sebepleri, seçilen şahısların çoğunun siyasî tecrübelerinin bulunmaması ve yabancı dil bilmemeleri sebebiyle çoğu ajan olan Rum tercümanlardan faydalanmalarıdır.Bu yüzden, en gizli sırlar yabancı devletlerin Hariciye
    nazırlıklarına sızıyor ve Osmanlı elçileri faaliyetlerinde teşebbüs imkânlarını kaybediyorlardı. Nitekim,Londra, Viyana ve Berlin Elçilikleri, 1800 yılından itibaren maslâhatgüzarlar ile yürütülmüştür. Avrupa’nın belli başlı devlet merkezlerindeki Daimi Elçilikler,Rum maslâhatgüzaların kasten yanlış bilgi vermelerinin anlaşılması üzerine Padişah II. Mahmud (1808-
    1839) tarafından 1821 yılında geçici olarak kapatılmıştır. Bununla birlikte,İkamet Elçilikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşmasında
    etkili olmuştur. Bu sayede, Bâbıâli, devletler arası diplomasi usullerini ve elçiliklerde görevli Müslüman memurlar da yabancı dil öğrenmişlerdir. II. Mahmud’un saltanatının son yıllarında, 1834 yılında İkamet Elçilikleri yeniden kurulduğu zaman, hiç şüphesiz 40 yıl önceIII. Selim’in giriştiği tecrübeden faydalanılmış ve bu yeni teşebbüs
    günümüze kadar aralıksız devam etmiştir.XIX. yüzyılda ayrılıkçı hareketlerin başlamasıyla birlikte “Tebdil”
    gezenlerin sayısı da artmıştır. “Tebdil Gezmek”, yani bir hüviyete bürünerek bilgi toplamak çok eski zamanlardan beri görülmektedir.“Tebdil”, ajan anlamında kullanılan bir tâbirdi. Tebdil ajanları, bütün imparatorluk sathında yaptıkları inceleme ve araştırma seyahatleri sonunda hazırladıkları raporları merkeze gönderirlerdi.
    b. Sultan Abdülmecid ve Cinivis Efendi:
    Osmanlı devletinde Kontr Espiyonaj (Espiyonaja Karşı Koyma)çalışmalarının da tek merkezden yürütülmediği bilinmekle beraber,AVRASYA DOSYASI 247
    XVIII. yüzyılda,elçilere “onurlu bir ajan” gözüylebakılmaktaydı.Ortaya çıkan şüpheler karşısında gereken tedbirlerin alınmasına merkezin önem verdiği görülmektedir. Bir belgede, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
    yabancı ajanların karışıklık çıkardıklarına işaret edilmekte ve bunların önlenmesine dair Reis-ül-Küttâbın dikkati çekilmektedir.Yabancı ajanların faaliyetlerinin yoğunlaştığı XIX. yüzyıl ortalarında,Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Stratford Canning’in Sadrazam Mustafa Reşid Paşaya telkinleriyle,
    Balkanlardaki muhtemel ayaklanmaları gözlemek amacıyla Fransız gizli polis teşkilâtı örnek alınarak modern tarzda gizli bir
    teşkilâtın kurulduğu ve başına da Rum asıllı Cinivis Efendinin getirildiği,ancak bu teşkilâttan beklenen faydanın sağlanamadığı, önce kapatıldığı, bilâhare Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde 1863
    yılında tekrar açıldığı, bu defa da teşkilâtın başına büyük sayıda bir Katolik Ermeni grubunun girişimiyle ve bazı başka nedenlerle Baron C... adlı birinin getirildiği, bunun da ülke aleyhine faaliyette bulunduğu
    ve bu sebeple görevine son verildiği, II. Abdülhamid’in (1876-1909)özel doktoru Rum asıllı Mavroyani Paşa tarafından iddia edilmektedir.Mavroyani Paşa, Fransa’da imzasız olarak yayınlanan “Türk Gizli
    Polisi” adlı kitabında, Osmanlı devletinde gizli polisin nasıl kurulduğunu anlatmaktadır. Bu imzasız 52 sayfalık kitabın Mavroyani Paşaya ait olduğu, Istanbul’daki Fransız Hastahanesi eski Baş Cerrahı Dr. Edmond Lady tarafından 7 Kasım 1900 tarihinde Fransa Millî Kütüphanesi Müdürü’ne yazılan mektupta belirtilmekte ve Mavroyani
    Paşanın bu kitabı II. Abdülhamid’in isteği üzerine yazdığını iddia etmektedir.Abdülhamid’in bir hatt-ı hümâyunu ile Eflâk Voyvodası olarak tayin edilen Mavroyani Paşa, bilâhare bir tertiple idam edilmiştir.Mavroyani Paşa da acaba saraya yerleştirilmiş bir ikili ajan mıydı?
    c. II. Abdülhamid ve Yıldız İstihbarat Teşkilâtı (1880-1908)
    XIX. yüzyılın sonlarına doğru devlet istihbaratı geliştirilmiş, ancaközel çıkarlara hizmet alan bir araç hâline getirilmiştir. II. Abdülhamid devrinde, yaşanan iç ve dış olaylar, Abdülhamid’i Yıldız İstihbarat Teşkilâtını kurmaya sevk etmiştir. Bir rivayete göre, II. Abdülhamid bu azametli istihbarat teşkilâtını bir Alman uzmanın yardımı ile kurmuştur.
    Hatırâtında bu teşkilâta neden lüzum gördüğünü şöyle anlatmaktadır:
    “Padişah, tebaasının ne düşündüğünü, ne gibi şikayetleri olduğunu bir taraftan kendi valilerinden, kadılarından hükümet marifetiyle haberdar olur, bir taraftan da memâlikin (memleketin) etraf-ı erbaasından
    (dört bucağından), oralara yayılmış tekkelerin şeyhlerinden,dervişlerinden malûmat (haberler) toplar, buna göre memleketi idare(248 ERDAL ‹LTER / OSMANLILARDA ‹ST‹HBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)eder. Ceddim Sultan Mahmud (II. Mahmud), bunlara seyyah (gezginci) dervişleri de ilâve ederek istihbaratı tevsi etmişti (genişletmişti).
    Ben tahta çıktığım zaman vaziyet (durum) böyleydi ve böyle devam ediyordu.
    Bir gün Londra Sefiri Musurus Paşadan, eski Sadrazam ve Serasker Hüseyin Avni Paşanın İngilizlerden para aldığını öğrendim. Padişah namına (adına) devleti idare eden bir Sadrazam kendi devletine ihanetediyor ise, istihbaratı da elbette ki mantığına uygun geldiği şekilde Saraya bildirirdi. Şüpheye düştüm, müteessir oldum. İşte bu günlerde
    Mahmud (Celâleddin) Paşa bana geldi ve Jön Türkler’den bazıları hakkında malumat (haberler) getirdi. Bu haberler mühimdi. Kendisine bunları nasıl öğrendiğini sordum. Hususi (özel) bir İstihbarat Teşkilâtı kurmuş, bazı eşhasın (kimselerin) yakınlarını para ile elde etmişti. Bu kimseler, görüp işittiklerini haber veriyorlar, o da bunları ehemmiyetlerine
    (önemlerine) göre kıymetlendiriyordu.İsterse kardeşimin kocası olsun, devletin bir parçasının devletten
    gizli bir istihbarat kurması doğru olamazdı. Kendisine bu teşkilâtı hemen bana devretmesini ve ba-de-mâ (bundan sonra) bu işlerle uğraşmamasını söyledim. Teşkilâtı bana devretti; ama, bundan çok
    muğber oldu (alındı).Yabancı devletler kendi âmâline (emellerine) hizmet edecek kimseleri ve zirve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma merbüt (bağlı) bir
    İstihbarat Teşkilâtı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın
    jurnalcılık dedikleri teşkilât budur.”II. Abdülhamid, kendisinin kurduğu ve yönettiği istihbarat teşkilâtına, esas itibarıyla vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları halde devlete ihanet edenleri tanımak ve izlemek için ihtiyaç olduğunu
    da belirtmektedir.Yıldız İstihbarat Teşkilâtı’nda II. Abdülhamid’in şahsen güvenini kazanmış olan kişiler iş başına getirilmişti. Ajanlar içinde her rütbeden ve her seviyeden isim yapmış veya yapmamış kimseler vardı. Teşkilâtta
    generaller, amiraller, valiler, hâkimler, profesörler, doktorlar, öğretmenler,gazeteciler ve başka meslek sahipleri olmak üzere 990 ajanın yer aldığı ve 23 ajan merkezinin bulunduğu görülmektedir. Resmi ajanların dikkatlerini en çok teksif ettikleri şahıslar sadrazamlardı.Abdülhamid’in saltanatının ikinci yarısında ajan korkusundan, insanlar
    üçüncü bir kişinin bulunduğu yerlerde konuşamaz hâle gelmişler ve Avrupa’ya kaçanların sayısı artmıştır. II. Abdülhamid, istihbarat teşkilâtını genel ve askeri istihbaratın aleyhine olarak geliştirmiştir.
    AVRASYA DOSYASI 249
    Teşkilâtın ordu üzerinde de son derece etkinliği bulunmaktaydı. Onun,teşkilât kadrosundan beklediği aslında, kendi tahtına yönelik komploları ortaya çıkarmaktı. Abdülhamid’in bu yolda yürüttüğü operasyonlar,sadece imparatorluğun dört bir yanında yapılmamış, Avrupa’da kendisine karşı gruplaşanların bulunduğu Paris, Londra, Brüksel, Cenevre ve
    Kahire gibi şehirleri de kapsamıştır. Yıldız İstihbarat Teşkilâtı, iç istihbarat faaliyetlerindeki başarılarının yanında, Balkanlardaki azınlık isyanlarında da önemli başarılar sağlayarak en gizli örgütlerin içine de
    sızabilmiştir. İngiliz gizli servisinin ajanı olan Türkolog Prof. Arminius Vambery, aynı zamanda II. Abdülhamid’in İngiltere nezdindeki ajanıydı.İmparatorluğu 30 yıl istibdatla yöneten Abdülhamid’in sevmediği üç okul vardı: Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye. Bu üç okul sıkı bir takip ve teftişe rağmen hürriyet ve meşrutiyet fikirlerini yaymaktaydı. Özellikle
    Makedonya’daki genç subaylar arasında ittihatçılık fikri taraftartoplamıştı. Nitekim, istibdadı yıkan topluluk da buradan çıkacaktır.Abdülhamid’e karşı Paris’te Jön Türkler tarafından 1889’da kurulan İttihad ve Terâkkî Cemiyeti, 1906’da Selânik'te 3. Ordu subaylarının kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile 1907’de birleşecek, böylece asker-sivil karışımı ortaya çıkan örgüt, Abdülhamid’den 1877’de ortadan kaldırılan anayasanın yürürlüğe konmasını isteyecekti.
    Yönetime karşı Makedonya’da başlatılan hareket sonunda, 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet ilân edilecek, istibdat rejimine son verilecektir.İttihad ve Terâkkî, ihtilâlden hemen sonra saray çevresindeki grubu
    ve istihbarat teşkilâtını ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir.Meşrûtiyet'in ilânından bir hafta sonra, Meclis-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu)’nın teşkilâtın kaldırılması ile ilgili 29 Temmuz 1908 tarihli mazbatası (kararnâmesi) paralelinde, 30 Temmuz 1908 tarihinde açıklanan iradeye uygun olarak Yıldız İstihbarat Teşkilâtı’nın faaliyetine son verilmiştir.
    31 Mart 1909 tarihinde İstanbul’da patlak veren irtica hareketinin baş sorumlusu olarak görülen II. Abdülhamid, Meclis-i Umumi-i Milli'nin Kararnâmesi gereği 27 Nisan 1909 tarihinde tahttan indirilerek yerineV. Mehmed Reşad (1909-1918) geçirildi. Abdülhamid’in hallinden sonra Yıldız İstihbarat Teşkilâtı’na ait olan yüzbinlerce rapor (jurnal)
    saraydan alınarak, ittihad ve Terâkkî’nin önde gelenlerinin teklif ve kararları doğrultusunda Harbiye Nezareti’nin avlusunda yakılmıştır.İttihad ve Terakki artık eskisinden daha güçlü bir duruma geçmiştir.Giderek hükümeti doğrudan ele alacak, Ekim 1909’da siyasi parti haline gelecek, altı aylık kısa bir dönem (17 Temmuz 1912-23 Ocak
    1913) hariç, Birinci Dünya Savaşı’nın (1914-1918) sonuna kadar iktidardakalacaktır.
    250 ERDAL ‹LTER / OSMANLILARDA ‹ST‹HBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)
    ç. Enver Paşa ve Teşkilât-ı Mahsûsa (1913-1918):
    XIX. yüzyıl sonlarında, Osmanlı devletine karşı ayrılıkçı hareketlerin yoğunluk kazanması ve isyanların genişlemesi, istihbarat ve espiyonaj çabalarını da artırmıştır. Büyük devletlerin istihbarat servislerinin kozmopolit olan İstanbul ve İzmir gibi şehirlerde faaliyet göstermeleri,Arap yarımadası gibi gerek coğrafi konumu ve gerekse dinî farklılıklar
    gösteren yerlerden daha kolay olmuştur. Yabancı servis ajanları mühendis, arkeolog, böcek koleksiyoncuları, kuş meraklıları ve tüccar kisvesi altında istihbarat faaliyetlerini yürütüyorlardı.Balkan Savaşı’nın (1912-1913) sonuna kadar, Osmanlı devletinde geniş olarak istihbarat yapan gizli bir teşkilâta rastlanılmamaktadır.Balkan Savaşı’nın getirdiği kötü sonuçlardan sonra, Osmanlı İmparatorluğu gibi üç kıtaya hükmetmiş, çeşitli ırk ve mezhepte çeşitli milletleri
    idare etmiş bir devlet için gizli modern bir istihbarat teşkilâtına mutlak surette ihtiyaç olduğu artık anlaşılmıştır. İngilizlerin meşhur“Intelligence Service”i gibi, Osmanlı devletinin de çeşitli ülkelerde propaganda yapmak, Osmanlı sınırları dışında kalan veya bu sınırların dışına çıkma tehlikesi taşıyan Türk ve Müslümanlar’ın ağırlıkta olduğu
    bölgelerde örgütlenmek, bilgi toplamak (istihbarat), askerî sırlar ele geçirmek, düşmana karşı gerilla mücadelesini örgütlemek, ordunun görevini kolaylaştırmak, Panislâmizm ve Pantürkizm ideolojilerini gerçekleştirmek gibi bin takım meselelerin hâllini isteyen bir istihbarat teşkilatına sahip olma zaruretini düşünen Enver Paşa olmuştur. İşte bu
    amaçla Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından kurulan istihbarat teşkilâtına “Teşkilât-ı Mahsûsa” veya “Umûr-u Şarkiyye Dairesi” adı verilmiştir.Teşkilât-ı Mahsûsanın kuruluşu ile ilgili çeşitli tarihler verilmektedir.ATASE arşiv belgelerine göre yapılan bir çalışmada, teşkilâtın 30 Kasım1913 tarihinde resmî olarak kurulduğu anlaşılmaktadır. Teşkilâtın ilk
    Başkanının Kurmay Binbaşı (bilahare Yarbay) Süleyman Askeri Bey (30Kasım 1913-14 Nisan 1915), ikinci Başkanının Ali Bey Başhampa (24Mayıs 1915-31 Ekim 1918) ve son başkanının da Hüsamettin (Ertürk)Bey (5 Aralık 1918-?) olduğu bilinmektedir.Teşkilat-ı Mahsûsa, Avrupa tarzında bir örgüttü. Teşkilât, nev-i şahsına münhasır bir kuruluş olarak karşımıza çıkmaktadır. Örgüt,direkt olarak Osmanlı Harbiye Nezareti’ne bağlı idi ve üyelerinin
    ifadelerine göre, özel bir şifresi bulunmuyordu.Teşkilâtın genel merkezi, Tercüme ve Telif Şubesi; Hindistan, Mısır,
    Afganistan, Arabistan Şubesi; Şark Şubesi, Rumeli Şubesi, Afrikay-ı Şarkî ve Afrikay-ı Garbî Sevkiyat, Umur-u Tanzimiyye, Muamehit-ı Zatiye,
    AVRASYA DOSYASI 251
    Kurye Şubesi; Evrak ve Dosya Şubesi ile Muhasebe Şubesi olmak üzere 7 Şube’den ve bu şubelere bağlı olan 21 masadan meydana gelmişti.Bu masaların başında genellikle yedek subaylar, Teğmen, Üsteğmen ve
    yüzbaşılar bulunmaktaydı. En yüksek rütbeli subay, yarbay rütbesinde bulunuyordu. Teşkilâtın kadroları ise, istihbarat tecrübesinden yoksun sivil ve askerî şahıslardan oluşuyordu.Teşkilât-ı Mahsûsa tarafından, özellikle Kafkasya ve Yakın Doğu’da görev yapan ve gerilla tipi bir çalışma yöntemini benimsemiş küçük askerî birlikler (Müfrezeler), çeteler ve taburlar kurulmuştur. Orta Doğu’daki eylemlerin içerisinde dikkati çekenler, propaganda yapmak
    üzere Bingazi’ye gönderilen Bingazi Milletvekili Yusuf Şetvan Bey ile Şeyh Esseyid Şerif Ahmed Es-Sünusî’nin bir Alman denizaltısı ile İstanbul’a kaçırılması ve İngiliz ajanı Lawrens’e karşı girişilen hareketlerdi.
    Kafkasya bölgesi, Orta Asya seferlerinin atlama tahtası olarak Teşkilât-ı Mahsûsa’yı fazlasıyla ilgilendirmiştir. Kafkasya seferleri Trabzon’dan yönetilmiştir. Trabzon, Hopa ve Artvin kıyılarından Kafkasya içlerine denizden ajanlar sokularak, Rusların askerî durumu öğrenildiği gibi, buralarda eylemler yapılarak, Osmanlı ordusu oraya
    girdiği zaman yardımcı olacak geniş bir teşkilât kurulmuştur.Teşkilâtın Orta Asya’ya yönelik faaliyetlerinin en önemlisi, Rauf(Orbay) Bey ile Ömer Naci Beyin gerçekleştirdikleri Iran seferidir. Rauf Bey, İran üzerinden Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanarak buralarda İngilizlere karşı karışıklık çıkartma görevini üstlenmiştir. Ancak, bu
    grubun harekâtı Almanlar tarafından engellenmiş, Rauf Beye geri dönme emri verilmiştir. Rauf Beyin geri dönerken İran’da bıraktığı müfreze Afganistan’a girmiş, bazı elemanları Hindistan’a giderek
    buralarda küçük çaplı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Meselâ,Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Selim Sami Bey, İngiltere’ye karşı İslâm Birliği adına şiddetli bir propaganda kampanyası başlatmak, eğer mümkün olursa bu kampanyayı Orta Asya’da Ruslar’a karşı da yürütmek ve ayaklanmalar çıkarmak için Hindistan’a gittiler. Bunlar
    Bombay’a gitmek üzere yolda iken, Birinci Dünya Savaşı başladı. Enver Paşadan emir alan Kuşçubaşı Eşref hemen İstanbul’a döndü. Selim Sami ve dört arkadaşı Hindistan’da kalarak göreve başladılar, daha
    sonra da Türkistan’a gittiler. Kuşçubaşı Eşref de, bilâhare teşkilâtın Arabistan’daki bölge sorumluluğuna getirilmiştir.
    Ömer Naci Bey kumandasındaki gönüllü birlikleri ise, 12 ocak 1915 tarihinde Tebriz’e girmişler ve Ahraz’a ulaşarak petrol boru hatlarını tahrip etmişlerdir.Teşkilât-ı Mahsûsa’nın Makedonya ve Trakya bölgelerinde de
    Sırplara ve Yunanlılara karşı istihbarî nitelikli faaliyetleri ve önemli
    252 ERDAL ‹LTER / OSMANLILARDA ‹ST‹HBARAT (XIV.-XX. YÜZYILLAR)
    eylemleri olmuştur. Teşkilâtın kurucuları arasında yer alan subaylar tarafından 1913 yılında Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve Kuşçubaşı Eşref Beyin Şubat 1915’de Mısır’da kanal bölgesindeki
    eylemleri, kayda değerdir.Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu için 30Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile resmen sona erdi. Özellikle İngilizlerin, Afrika’da ve Orta Doğu’da kendilerine karşı
    şiddetli bir mücadele yürüten Teşkilât-ı Mahsûsa’yı cezalandıracakları beklenen bir durumdu. Bu sebeple, onlardan önce harekete geçerek Teşkilâtı en az zarara uğramasını sağlayacak biçimde yeniden örgütlemek gerekiyordu. Işte, İttihad ve Terâkkî hükümetinin ileri gelenleri mütareke görüşmelerinin yapıldığı günlerde Teşkilât-ı Mahsûsa’nın
    geleceği hakkında kararlar almayı kararlaştırmışlardı. Mütareke’den az sonra, 5 Aralık 1918 tarihinde teşkilâtın başına getirilecek olan Hüsamettin (Ertürk) Bey, İttihad ve Terâkkî’nin üst düzey yöneticilerinin İstanbul’u terk etmelerinden birkaç gün önce Enver Paşanın Kuruçeşme’deki yalısında gerçekleştiğini belirttiği bir görüşmede,Enver Paşanın konuya ilişkin talimatını şöyle nakletmektedir:“Şimdiye kadar vekâleten bakmakta olduğun Teşkilat-ı Mahsûsa’ya
    bundan sonra riyâset edeceksiniz. . . Teşkilât-ı Mahsûsayı resmen lağvedeceksiniz, fakat hakikatte bu teşkilât asla ortadan kalkmayacaktır...Teşkilât-ı Mahsûsanın bundan sonraki ismi ‘Umum Alem-i İslam İhtilâl Teşkilâtı’ olacaktır. Muhaberelerimiz hep bu titr üzerine cereyan edecektir. Siz Türkiye’de bu teşkilâtın İstanbul Şubesi
    Reisisiniz. O’nu kuran benim, sizi seçen benim, yakında bu teşkilâtın heyet-i merkeziyesi Berlin’ de toplanacaktır.”
    Enver Paşanın Hüsamettin (Ertürk) Beye adını verdiği yeni örgütün yurt içinde herhangi bir çalışması olmadı. Enver Paşa ve arkadaşlarının bir Alman denizaltısı ile yurt dışına çıkmalarına müteakip, Bahriye Nâzırı Müşir Izzet Paşanın isteği doğrultusunda Teşkilât-ı Mahsüsa,Hüsamettin (Ertürk) Bey tarafından tasfiye edildi; ancak, teşkilâtın
    depolarındaki silâhlar ve cephane saklanarak, Anadolu’ya sevki içinçareler aranmaya başlanmıştı.
    siteye gitmek için linki yukarıda verdim saygılar.

  3. #13

    Üyelik tarihi
    23.Mart.2009
    Mesajlar
    2

    Türklerin ilk Gizli teşkilatı Börü Budun


    Türklerin ilk Gizli teşkilatı Börü Budun gerçekten varmı yoksa efsanemi. Bu teşkilat yapılanması hala devam ediyormu.İşte çarpıçı bilgiler.



    İslamiyet öncesi dönemde, hakanların ve şamanların kurmuş olduğu bu örgüt faaliyetlerine çin ve komşu ülkelerde çeşitli ajanlık ve örgütlenmeler ile başlamıştı. Selçuklu ve Osmanlıda da varlığını sürdürdüğünü sandığımız bu örgütün bu gün bile var olduğuna dair söylentiler vardır. Üzerindeki renklerin ve temanın göktürklerle bire bir örtüşmesi ilginçtir. Mistik güçleri olduğu düşünülen şamanların, bu güne kadar ki sırlarını ve Türk Dünyasının gerçek tarihine sahip olduğu söylenmektedir.

    Börü budun göktürk hakanı Vezir Bilge Tonyukuk tarafından, İlteriş yani Kutluk Kağanın emriyle tahmini olarak 680 de kuruldu. Karşı ordular ve milletler hakkında çeşitli ajanlar kullanarak bilgi toplamak ve sabote etmek gibi işler için kullanıldı. Toplamda 50 kişiye yakın oldukları söylenmekte. Henüz hükümdarlığını ilan etmemiş olan ve devlet kurma hazırlığında olan İlteriş kağan, Başta vezir Bilge Tonyukuk olmak üzere onyedi arkadaşı ile bir birlik oluşturmaya karar verdiğinde ortaya ilk teşkilat olarak börü budun çıktı. Daha sonra ise 2. Göktürk devleti zamanı başladı.

    Aşına soyunun bir dişi kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler, Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır. Ancak kurttan-türeme geleneğinin, Asya Hunları arasında da mevcut olması ve kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı (Bozkurt Destanı'nın aslı) rivayetinin Hunlarda görülmesi, Gök-Türklerin Hunlara nispetini ortaya koymaktadır. Aşına ailesinin, yalnız bir erkek çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu rivayetini, Tsü-kü (aslında Asya Hun devletinde bir unvan) adlı Hun ailesine mensup Meng-sün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun Devletinin, 439'da Tabgaçlar tarafından yıkılması hadisesine bağlamak mümkündür. Sui-shu'ya (Çin yıllığı, 581-618) göre, bu Hun devletinde idareyi elinde tutan Tsü-kü (Chü-ch'ü)'ler imha edildiği zaman, A-shih-na (Aşına) kolu, 500 ailelik bir kütle halinde, Kan-su bölgesinden göçerek, Juan-juanlara sığınmışlardı. Gök-Türklerin nüvesini teşkil ettiği belirtilen ve Meng-sün'ün oğlu An-çu ve sonra torunu Şu'nun öldürülmesi üzerine önce Hsi-hai'da iken sonra Altaylar'a nüfuz eden bu kütle, Chü-ch'üler (Tsü-kü) yolu ile de Asya Hunlarına bağlanmaktadır ve hatta, bu kısa göç hareketini idare eden Aşına soyunun, Güney Hun tanhuları yolu ile Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi, altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.

    Kurt başlı sancak bu kurulmuş olan börü budun için bir gelenek ve simge halini de almıştır. Belki de dünyanın en eski istihbarat ve haber alma teşkilatı olmuştur. Büyük Selçuk İmparatorluğunun kurulması Börü Budun üyesi olan subaşı Dukak'a verilen emir ile oğlu zeki ve etkileyici konuşmaları ile tanınan Selçuk Bey'in budun emrine alınması sonucu gerekli Türk Kavimlerinin desteği sağlanarak baş olması sonucunda gerçekleştirilmişti. Sık sık devletler ile iç içe olmasına rağmen, devletlerden bağımsız olarak göktürk örf, adet ve geleneklerine bağlı olduğu bilinen börü budun, Büyük selçukluya kadar islamlaşmış olmasına rağmen derin göktanrı ve şaman inancının etkilerini, büyülerini, ayinlerini ve geleneklerini sürdürmüştü. Anadolu selçuklu ve büyük selçuklunun ayrılmasının kararında en büyük etkinin yine Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olarak anadolu içlerini fetihle görevlendirilmiş, Anadoluya girişi ise börü budun tarafından istihbarat ağıyla donatılmış ve bizans ordusunda moral bozucu etkenler oluşturulmuş şekilde teslim alan Sultan Muhammed Alparslan sağlamıştır. Alâeddin Keykubad zamanında devlet işlerinde etkili olduğu söylenen Börü Budun teşkilatı bir çok dergah şeyhi, yönetici ve padişahın da üye bulunduğu gizli tarikatlar kurarak genişlemeye devam etmiştir. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, teşkilatın isteğinin dışında büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti. Böylece börü budun anadolu selçuklulardaki gücünü kaybetmeye başladığını anlayınca teşkilat gizlendi.

    Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uc merkezleri olarak yükselip Gazi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu uc bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya'ya hakim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların varisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu'da Aydınoğulları, devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma gücüne sahip bulunuyordu.Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazalarıyla hayranlık uyandırması, şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu'sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sahip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğuları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri, kendi hesabına yayılma mücadelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt'te kurulan Osmanlı Beyliği en mütevazı bir durumda bulunuyordu.

    Ertuğrul Gazi, tahminen doksan yaşında olduğu halde, 1288'de vefat ettiğinde, Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevazı bir toprak parçasına sahipti. Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla, Kayı boyundan olduğu için, Osman Bey börü budun yardımıyla hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey bu teşkilatın desteği ve yol göstermesi ile, Bizans'la mücadele etti. Bu sayede, 1288'de Selçuklu sultanının gönderdiği hakimiyet alâmetlerini alan Osman Gazi, böylece kendi nüfuz bölgesini ve oradaki reayayı (halkı) Bizans'a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp ( gök börü ), Akçakoca ( gök börü ) , Aykut Alp, Abdurrahman Gazi gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gazi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl ve Bilecik'i zaptetti. Bilecik'in fethi ve Osman Bey'in beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçukluları'nca Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyanı neticesinde Sultan III. Alaaddin Keykubad'ın kaçması hemen hemen aynı tarihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devleti'nin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gazi, bağımsızlığını (istiklâlini) ilan etti (27 Ocak 1300).

    Osman gazi sahip olduğu mükkemmel istihbarat ağı sayesinde, gerek gizli ahilik ve yesevilik gibi tarikatların desteğini de alarak, önceden pisikolojik olarak muhasara ettiği bizans kalelerini tek tek ele geçirdi. efke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gazi, askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gazi'yi getirdi (1320). Osman Gazi, Bundan sonra ölümüne kadar, teşkilât meseleleriyle meşgul oldu.

    Börü budun daha önceden kurmuş olduğu gizli örgütler ve tarikatları anadolu Türklüğünün geleceği olarak gördüğü genç osmanlılara yardım amacıyla harekete geçirdi. Edebâli, Dâvûd-ı Kayserî, Dursun Fakih gibi büyükler, Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar.

    Ertuğrul Gazi'nin, oğlu Osman Gazi'ye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, üç mislinden daha fazla büyüyerek 16000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gazi ise, babasından devraldığı devletini, altı kat daha büyüterek, 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihayet, Murad-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında, devletini beş misli daha büyüterek, 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gayesini de çizmişti.

    Gerçekten de, bir aşiretten, cihangir bir imparatorluğa giden yolda, neler yapıldığı incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim Fransız tarihçisi Grengur da " Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir " demektedir.

    Kendisini Cengiz'in mirasçısı olarak gören ve Cengiz imparatorluğu topraklarının tamamına hâkim bir İslam devleti kurmak isteyen Timur Han, Altınordu Hanlığı gibi, Ankara civarında 20 Temmuz 1402'de, Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu'yu tekrar parçaladı. Ancak Timur han istenmeyen bu savaşı kaznmış olsa da, politik sebeplerle börü budunun desteklediği bu Türk devletini yıkma girişiminden dolayı cezalandırıldı. Ancak Timur han'da börü budun'a üye olup emirlerini oradan alsa da amacının bu devleti yıkmak olmadığını beyan etmişti.

    Tarihçiler Timur'un kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını da hatırlatırlar. Yıldırım Bayezid'le savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti, bir süre bocalamış ve bir fetret devri geçirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hatta bütün tarihçiler, Timur Han'ın son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım Bayezid Han'ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar.

    Ama o, kendi devrine kadar, Bilge Kağan'dan başka hiçbir Türk hükümdarın göstermediği bir anlayışla, gurur kaynağını şu sözlerle belirtmiştir:

    "Biz ki Melik-i Turan, Emîr-i Türkistan'ız,
    Biz ki Türk oğlu Türk'üz;
    Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!..."

    Timur Han, 19 Mart 1405 günü vefat etti. Son sözü "Lâ ilâhe illallah" oldu. Cenazesini mumyalayarak Semerkant'a götürdüler. Sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye, torununun yanına gömüldü.

    Ancak Anadolu'da Türklüğün yayılması ve cihan Türk imparatorluğu kurmakla görevlendirilmiş olan bir Türk Devletine karşı savaşmış olan Timur devleti yok edilmeye mahkum edilmişti çoktan.

    Bu arada Osmanlı'da "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır" diyen Fatih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere, sistemli bir teşebbüse girişti.

    Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği müjde, 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) tarihe karışıyordu. Sistemli çalışmalar, pisikolojik yıldırma, vur kaç taktikleri ve güçlü istihbarat ağı Mehmet'e yardımcı olmuş, Türlük dünyasının dört bir yanından gelen bilim adamları ve alimler Fatih olmasının temellerini atmışlardı.


    "Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyayı kutuptan kutba kadar katedebilir." (Vandal)

    "Seleflerinin gayretleri sayesinde, Sultan Süleyman öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyanın bütün diğer ordularından dört asır ilerideydi... Her Türk askeri, yalnız başına, seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi." (Benoist Mechin)

    "Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makine halinde harekete geçiyordu." (Henri Hauser )

    Türk ordusu mükemmel yapısı, milliyetçi tavrı ve börü budun gibi bir istihbarat ağıyla gitmeden yıllarca öncesinden sefer yapılacak yerler hakkında bilgi sahibi oluyor ve gittikleri yeri feth etmeden gelmiyorlardı.

    Ancak börü budunun karşı olduğu bir tavır Osmanlı Türk ordusu içine yerleşen Devşirme yöntemiydi. Börü budunun tavsiyesi ile kurulmuş olan Akıncılar bu yüzden gözden düşmeye başladılar.

    Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çıkacaktır.

    Akıncılardan bin kişinin komutanına binbaşı, yüz askerin komutanına yüzbaşı ve on neferinkine de onbaşı denilirdi. Bunların hepsinin üstünde de akıncı beyi denilen akıncı kumandanı vardı ve buna akıncı sancak beyi de denilirdi. Bu beyler, börü budun yönetimindeki söz sahibi ( gök börü ) tarafından seçilir ve soylu Türk Ailelerinden gelmelerine dikkat edilirdi.

    Akıncılarla beraber Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teşkil ediyordu. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlılar da akıncılar gibi gözünü budaktan sakınmıyorlardı.

    Gerçekten bu sınıfa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asır "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayı halk arasında "deli" olarak meşhur olmuştu. İri yarı ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birliği, ocaklarını Hz. Ömer'e kadar dayandırırlar. Fevkalade cesaret, atılganlık ve korkunç kıyafetleri ile düşmana dehşet veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sınf askerî birliğin parolası"yazılan gelir başa" şeklinde idi. Böyle bir anlayış ve şuura sahip oldukları için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.

    Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akıncıların bütün silahlan vardı. Bunların her elli-altmış kişisi "bayrak" adı ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibaşı" adında bir subayın komutasında idi. Birkaç delibaşının askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçeşme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayın komutasına havale edilmişlerdi.

    XVI. asırlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden başka Bosnak, Sırp ve Hırvat gibi Müslüman olmuş cengaverlerden meydana gelmişti. Bunlar, tamamıyle Rumeli halkından oldukları için orada bulunurlardı.Devlette, zaaf belirtilerinin görüldüğü devşirmelerin arttığı XVIII. asırdan itibaren bu askerî birlik de önemini kaybetti. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması ile bunlar da ne yazık ki lagv edildi.

    Devşirme Kanunu, bilhassa 17. yüzyılın başından itibaren, Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muayeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır. Bu durum, Yeniçeri Ocağına, devşirme efradının alınmasından vazgeçilmesine yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl başlarında, yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında, devşirme usulü börü budunun baskısı sonucu kesin olarak bırakılmıştır.

    --Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminde sayıları giderek artan "batı tarzında eğitimveren kurumlar"dan yetişen Osmanlı aydınları, batı fikirlerinden ve özellikle Fransız düşüncesinden önemli ölçüde etkilendiler. Derinlemesine bir felsefî gelenek oluşturmasa bile, Osmanlı aydınları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren "hürriyet, adalet, eşitlik, toplumsaldayanışma, parlamento" gibi kavramları fikir kategorileri arasına yerleştirmeye başladı. Bu tartışmaların ve Tanzimat'la birlikte yeşermeye başlayan "yasalara dayalı devlet" fikrinin etkisiyle, Osmanlı siyasal hayatında "sistemin değiştirilmesine yönelik" ilk örgütlenmeler de başlamış oldu. Bu örgütlenmelerden ilki "Genç Osmanlılar Hareketi"dir.

    1865 yılında kurulan "Genç Osmanlılar Cemiyeti" cemiyeti, 1867'ye kadar daha çok, taraftar toplama ve fikirlerini yayma çabası içinde oldu. Bu çabaların en büyük destekçilerinden bir de Gizli Türk Örgütü Börü Budun oldu.

    Örgütün, 1876'da, yaptığı bir saray darbesi sonucu Sultan Abdülaziz tahttan uzaklaştırıldı ve meşrutiyet yanlısı olan V. Murat padişah oldu. Meşrutiyet yanlısı Osmanlı yüksek bürokrasisi ile bu aydınlar arasındaki yakınlaşma sonucunda bu aydınların önemli bir bölümü ülkeye döndü. Bir "Kanun-ı Esasi Encümeni" kuruldu. Asabı, hükümdarlık yapacak kadar güçlü olmayan V. Murad tahttan ayrıldı ve yerine meşrutiyeti ilân edeceğine söz veren II. Abdülhamid geçti

    Hazırlanan Anayasa 23 Aralık 1876'da ilân edildi ve ilk Türk parlamentosu 1877 yılının ilk aylarında toplandı. 1876'da Osmanlı ülkesinin pek çok bölgesinden İstanbul'a gelen "mebuslar", birbirlerinin farklılıklarını ilk defa bu parlamentoda gayet açık olarak gördüler. Zaten bu ilk "meşrutiyet" de pek uzun ömürlü olmadı. 1877 yılında Rusya ile patlak veren savaş, Osmanlı ordusunun ağır mağlubiyeti ve Ayastefanos Antlaşması ile son bulunca, Padişah II. Abdülhamid, savaş kışkırtıcılığıyla suçladığı meclisi tatil etti ve Kanun-ı Esasi'yi askıya aldı. 1878'den 1908'e kadar devam edecek olan kendi kişisel egemenliğine dayalı bir yönetim oluşturdu.

    Sultan, ülke içinde denetimi sağlamanın ve sürdürebilmenin yol ve haberleşme ağı ile ilgili olduğunu düşündüğü için ciddi bir demiryolu ve telgraf ağı oluşturmak üzere yoğun bir çaba gösterdi, bunda da başarılı olduğu söylenebilir. İşte bu dönemden sonra Börü Budun örgütü teknoloji ile ilk karşılaşmasını sağlamıştı. II. Abdulhamit her ne kadar Meşrutiyete karşı bir kişi gibi görünse de Saray içerisinde çok güçlü olan Örgüt yüzünden çok fazla bir etkinlik sağlayamıyordu.

    Öte yandan, hükümdarın kurduğu katı ve baskıcı yönetim içeride örgütün desteklediği geniş bir aydın muhalefetini yaygın hale getirdi. 1890'lı yıllardan başlayarak, önce Askeri Tıbbiye'de oluşturulan "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" bu muhalefet hareketinin odağı haline geldi. O kadar ki Denilebilir ki ; sözkonusu eğitim kurumlarında okuyan öğrenciler arasında "İttihatçılık" neredeyse doğal bir olgu haline gelmişti.

    Ahmet Rıza Bey'in ( börü ) öncülüğündeki "Osmanlı Terakki veİttihat Cemiyeti" ile Prens Sebahattin'in öncülüğündeki "Âdem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-ü Şahsi Cemiyeti" Ahmet Rıza Bey'in öncülüğündeki Cemiyet, yurt içinde özellikle Selanik'te örgütlenmiş olan ve daha çok küçük rütbeli subay ve memurların oluşturduğu "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" arasında yapılan görüşmeler sonucunda 1906 yılında birleşme kararı alındı ve "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" adı altında güçlü bir muhalefet örgütü ortaya çıkmış oldu. Bu örgütün, 1908 yılı başlarından itibaren yürüttüğü yoğun çalışmalar sonucunda II. Abdülhamid, 24 Temmuz 1908'de Meşrutiyeti yeniden ilânederek Kanun-ı Esasi'yi yürürlüğe koydu.

    Artık örgüt resmi bir kanaldan Osmanlıya sözünü geçirebilecek bir yapıya kavuşmuştu. İttihat ve Terakki partisindeki güçlü isimlerin büyük bir kısmı örgüt adına çalışıyordu. Ancak zaman içerisinde şahsi çıkarlarını öne çıkaranlar oldu.

    Meşrûtiyetin îlânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddîn Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i Merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihat ve Terakkiden bekledikleri iltifâtı göremediler. İttihat ve Terakki ile tamâmen irtibâtı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül'de Ahrâr Fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhâlefetin sesi hâline gelen Ahrâr Fırkası, İttihat ve Terakkinin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdat meydana gelebileceği konusunu işledi. İdârî ve siyâsî mesûliyetten uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışmasını, hükûmeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti. Bu teşkilata savaş açmak anlamına geliyordu.

    İttihat ve Terakkiye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhâlefet şiddetlendirildi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr Fırkası, Meclis dışında Serbestî Gazetesi ile muhâlefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makâleler yayınladı. Siyâsî rakiplerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihatçılar, Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi'yi Sirkeci Postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi'nin cenâze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyân etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti ve yayın organı olan Volkan Gazetesi de, İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihat ve Terakkinin Pâdişâha ve hilâfet makâmına karşı olan sevimsiz hareketleri de, sağduyu sâhibi Müslüman ahâlide nefret uyandırdı

    Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indiren, Trablusgarb'ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kânunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Bâbıâlî Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idâre eden, Sarıkamış fâciâsında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Sûriye'de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ Harbi müddetince Anadolu'da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan'da, Talat Paşa Berlin'de, Cemâl Paşa da Tiflis'te, Ermenilere teslim edilerek onlar tarafından öldürüldüler. Teşkilatın amaç ve istekleri doğrultusunda hareket etmelerinin sonuçları acı çıktı.

    Aslında cemiyet; kuruluş, teşkilâtlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyeti yöneten genel merkez üyesi yedi kişinin kimlikleri, Meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların törenlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemîn kurulu) önünde yemin ederlerdi.

    Cemiyete giren üye, teşkilâtın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedâya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden, ihanet eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu ölümle cezâlandırırlardı.

  4. #14

    Üyelik tarihi
    01.Nisan.2010
    Yaş
    37
    Mesajlar
    1

    MRB BEN SİTEYE BU KONUYA OLAN İLGİM VESİLESİYLE ÜYE OLDUM.ÖNCELİKLE PAYLAŞIMINIZ İÇİN TEŞEKKÜREDERİM.FAKAT BU DEVAMIDA VAR DEDİĞİNİZ VE LİNK KOYDUĞUNUZ KISMA ULAŞAMADIM SİZDE VARSA EĞER BU KISMI BANA MAİL OLARAK YOLLAYABİLİRSENİZ ÇOK MUTLU OLURUM.ÇOK MERAK ETTİM LİNK AÇILMADI Bİ TÜRLÜ.

  5. #15
    ilteriş - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    16.Nisan.2007
    Yaş
    47
    Mesajlar
    6,777

    Merhaba "aysim"

    2 ricam olacak sizden;
    - Lütfen mesajlarınızı büyük harfle yazmayınız.
    - Sitede mail adresinizi vermeyiniz. (Mailinizi sildim.)

    İlgili dosya elinde olan arkadaşımız varsa buradan yayınlayacaktır.

    Bu arada linkin yönlendiği asam 2009 yılında faaliyetlerine son vermiş, o sebeple link çalışmıyor.
    YAZILI KAĞIDI HAZIRLAMAK NE KADAR ZAMANINIZI ALIYOR? Soru Bankamızı ziyaret etmek için tıklayınız.
    DOSYA İNDİRMEKTE SIKINTI MI YAŞIYORSUNUZ?
    FORUMA DESTEK OLMAK MI İSTİYORSUNUZ?
    ALTIN ÜYE OLUN.
    AYRINTILI BİLGİ İÇİN TIKLAYINIZ.


    Ölmek yenilmek değil yüceltmektir şanını

  6. #16

    Üyelik tarihi
    03.Ocak.2010
    Yaş
    33
    Mesajlar
    10

    Alıntı YuSuFiSL@M Nickli Üyeden Alıntı
    II Abdülhamid'in haber alma örgütünü unutmamak lazım. Muazzam işler başarmış belkide tarihimizin en başarılı istihbarat örgütüdür. Teşkilat-ı mahsusa ise muhtemelen II. Abdülhamid'in hafiyye'sini örnek alınarak kurulmuş bir teşkilat olmalıdır.
    kesinlikle sana katılıyorum şimdiki ABD istihbaratı ne kadar güçlü ise osmanlı döneminin en güçlü istibaratı 2.ABDULHAMİT HAN zamanında idi
    örnek: ingilizler doğu karadenizden gemi ile doğuya (erminlere,rumlara) silah veriyor işte 2.abdulhamit de ermenileri ölüdürmüştü falan olay çıkmıştı ingiliz konsoluğu padişahımızın karşısına geçmiş konuşuyor haklı gibi sonra padişahımız diyor ki: şu günde şu saatte şu miktarda silah indirdiniz
    israilin filistini isteyip fırat ve dicle arasındaki taopraklara hakim olmak istediklerini de biliyordu

  7. #17

    Üyelik tarihi
    04.Nisan.2010
    Yaş
    59
    Mesajlar
    1

    Türk istahbaratı konusunda bugüne kadar ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır. Mevcut yayınlar ise genelde derleme tarzında eserlerdir. Kurtuluş Savaşı istihblaratı konusunda lokal çalışmalar yapıldı. Dr. Hamit Pehlivanlı'nın Askeri Polis Teşkilatı buna örnektir. Ayrıca Dr. Zekeriya TÜRKMEN, İngiliz Kemal, Ahmet Esat Tomruk Milli Mücadele Dönemi Hatıraları adlı eserinin giriş kısmında bu konuda bilgi bulunabilir. İyi çalışmalar.. Tarık Zeki

Sayfa 2 Toplam 2 Sayfadan Birinci 12

Benzer Konular

  1. Gün Görmemiş Şehzadeler (Sen Ne Biliyorsun?)
    Konu Sahibi ilteriş Forum Sen Ne Biliyorsun?
    Cevap: 5
    Son Mesaj : 26.Haziran.2016, 11:48
  2. Ynt: Türk İstihbarat Tarihi (Sen Ne Biliyorsun?)
    Konu Sahibi ilteriş Forum Çöp Kutusuu
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 07.Haziran.2009, 00:57
  3. Ynt: Türk İstihbarat Tarihi (Sen Ne Biliyorsun?)
    Konu Sahibi junuorRAL Forum Çöp Kutusuu
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 03.Kasım.2008, 19:56
  4. Bölüm Kuralları (Sen Ne Biliyorsun?)
    Konu Sahibi ilteriş Forum Sen Ne Biliyorsun?
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 06.Eylül.2007, 23:25
  5. Abdülhamid Han'ın İstihbarat Gücü
    Konu Sahibi Vanlı65 Forum II. Abdülhamid
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 16.Haziran.2007, 00:16

Bu Konu için Etiketler

Giriş

Giriş