II. Abdülhamid'in İngiliz Siyaseti

Talha UĞURLUEL

19. yy’ın sonlarında İngiltere’de yapılan seçimlerde Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlülüğünün korunmasından yana olan Muhafazakâr Parti iktidardan düşmüş, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını arzulayan, Gladstone’un başkanlığını yürüttüğü Liberal Parti başa geçmiştir. İngilizlerin genel politikası olan Hindistan yollarını koruma maksadıyla, başta Mısır olmak üzere, bütün Ortadoğu’yu hakimiyetine almak isteyen Gladstone; “Türkler Avrupa’yı bütün silâh ve ağırlıkları ile birlikte terketmeden Şark Meselesi halledilemez” diyordu.(1) Osmanlı Devleti’ne karşı Ermeniler'i alabildiğine kışkırtan Gladstone’un İngiliz Müstemleke Nazırı iken Lordlar Kamara’sında söyledikleri ise, İngilizlerin üzerimizdeki ince hesaplarını açıkca ortaya koymaktadır. O gün Gladstone eline Kur'ân–ı Kerim'i alarak kabinedekilere göstermiş ve; “Eğer bu kitabı Türklerin elinden alamazsak onları asla yenemeyiz.” demiştir.

1807’de Mısır’a yerleşme gayretleri neticesiz kalan İngiltere, M. Ali Paşa’nın 1830'lu yıllarda yeni bir devlet kurmasına engel olmuştu. Süveyş Kanalı’nı açma çalışmaları Hindistan yollarının güvenliği noktasında İngiltere’yi iyice telaşlandırmış, bunun üzerine İngiltere buranın hakimiyetini ele geçirmek için ince bir siyaset gütmüştü. Olayı E. M. Earle şöyle anlatıyor:

“Önce Mısır’ı İngiliz kapitalistleri borç vererek aşırı bir mâlî yük altına sokmuşlardı. Sonra İngiliz işadamları ve kapitalistler, borçlarının meydana getirdiği korku ve eziklikten istifade ederek bir sürü imtiyaz koparıp, ülkeye yerleşmeye başlamışlardı. Sonunda öyle bir gün gelmişti ki, Mısır mâliyesi İngiliz ve Fransızlar'ın sözünden çıkmaz olmuş, Avrupalı diplomatların verdiği akıl, Hidiv’in emirlerinden daha geçerli hale gelmişti. Ayrıca el altından, askerî feth ve işgale mazeret teşkil edecek, karışıklık, ayaklanma ihtimalleri bulunduruluyordu.” (2)

Hidiv İsmail Paşa’nın Süveyş Kanalı tahvillerini 1875’de İngiltere’ye 100 milyona satması, 1876’da vadesi dolan borçları ödemeye ancak yetmiştir. 1877’de ödemesi gereken borçları üç ay ertelediğini söylediğinde alacaklı devletler faizlerin ödenmesi için bir iflas sandığı kurdular.
Tasarrufa giden Hidiv, ordudan 2.500 Mısırlı subayın işine son verdi. Bunun üzerine ayaklanmalar çıktı. Arabi Paşa'nın; “Mısır Mısırlılarındır.” sloganı ile başlattığı yabancı aleyhtarlığı sonucu Avrupalı memurların azli başladı. Bunu fırsat bilen İngiliz ve Fransız donanmaları İskenderiye’ye geldiler. İstanbul Hükümeti; meselenin müzakere yoluyla çözülmesini istediyse de Mısır’ı almayı kafasına koymuş olan İngiltere, Fransa’nın Tunus’u, İtalya’nın da Trablusgarb’ı işgal düşüncesinden güç alarak 11 Temmuz 1882’de Mısır’ı işgal etti. Bu işgal İngiliz–Osmanlı siyasî ilişkilerini derinden etkileyecekti.

II. Abdülhamid konuyla alâkalı olarak İngiliz dostu Wambery’ ye şöyle söylüyordu:
“Mısır hadisesi dururken ve iyi ilişkilere girmek istediğim hükümet bu davranışı ile bütün İslâm dünyasında ve halkımın önünde benim gururumu kırmış iken nasıl yaparım? Ben bu şekilde aşağılanmayı kabul edemem, etmeyeceğim de! Bildiğiniz gibi bir anlaşmaya varabilmek için öylesine çalıştık, fakat İngilizlerin şartları ülkemin geleceği için tehlikeli ve benim İslam Halifesi ve Osmanlıların İmparatoru olarak prestijimi o derece zedeleyici idi ki, bu şartları hiçbir şekilde tasdik edemezdim. Her iki tarafın da bazı hataları olduğunu kabul ediyorum. İngiltere'nin sömürgeci çıkarlarının Süveyş Kanalı'ndan serbest geçişi gerektirdiğini de biliyorum. Ama bu hükümranlık haklarım benden alınmadıkça ve devletimin menfaati, hakları emniyet altına alınmadıkca kanunen hâkimiyetimde olan bir mülkün geçici de olsa yabancı işgaline terk edilmesine izin veremem.” (3)

Osmanlı Hükümeti'nin Mısır’ın boşaltılması için İngiltere’ye verdiği notalar İngilizler'in geçiştirme ve diplomasi oyunları sebebiyle neticesiz kaldı. Fakat II. Abdülhamid’in keskin zekâsı ve ileri görüşlülüğü İngiltere’yi ne Mısır’da, ne de diğer sömürgelerinde rahat bırakmayacaktı.
“İngilizler'in bu faaliyetine mâni olmak isteyen padişah, Mısır’da ve Sudan’da propaganda yaptırmak için büyük paralar sarfediyordu. Ayrıca da Sina Yarımadası'nda ve İran Körfezi'nde bulunan Osmanlı Garnizonlarını takviye ediyordu. Elhasıl Abdülhamid bir kısmı tehlikeli, bir kısmı asab bozucu olmak üzere ne yapabiliyorsa, hepsini Büyük Biritanya aleyhine kullanmaktan çekinmiyordu.” (4)

“Padişah Abdülhamid sayesinde Batı âlemi, bilhassa Dışişleri teşkilatları; Halifeye, İslâm âleminin Papası gözüyle bakıyorlardı. Onun bu sıfatla kullanabileceği nüfuzdan çekiniyorlar, hattâ korkuyorlardı.”(5)

“Sultan II. Abdülhamid sadece kendi devletinde değil, bütün dünyada da en büyük birliktelik ortak paydası, İslâm’ı uyandırmak için var kuvvetiyle çalışmaktadır. Afganistan’daki ayaklanmaları ve karışıklıkları bir kenara bırakalım,1881 yılı Ağustos ve Eylül aylarında Tunus’daki ihtilâl, aynı tarihte Güney Cezayir’de patlayan isyan, Mısır’daki millî ayaklanma hep onun eseridir.” (6)

Tarih tekerrür etmeye devam ediyordu. Dün Rusya, bugün ABD Afganistan’a nasıl girdiyse, o günlerde de İngiltere Afganistan’ın işgaline başlamıştı. Fakat o dönemde hassas dengeleri çok iyi takip eden, duyarlı ve tesirli bir padişah onların oyunlarını bozacaktı. II. Abdülhamid bu bölgelerde Osmanlı nüfuzunu kuvvetlendirme ve yabancıların tesirlerini kırma maksadıyla Şirvanizade Ahmet Hulusi’yi Afganistan’a, Ferik Paşa’yıda Çin’e gönderdi.

Hacca giden Müslümanlar'ın arasına karışan II. Abdülhamid’in adamları, bu halkı Müslüman olan ve sömürgeleştirilmeye çalışılan ülkelere sızıyor ve insanları şuurlandırıyorlardı. Bu konuda İngiliz casusu Wambery, Budapeşte’den Sir Thomas’ı şöyle uyarıyordu;

“Hindistan Hükümeti, Mekke’den Asya’ya dönen Hind, Afgan ve Orta Asyalı hacılar arasına sızmış padişahın ajanlarına dikkat etmeli, onları göz altında tutmalıdır. Bunlar halifenin bizzat kendisi tarafından görevlendirilmiş olup, bütün talimatları padişahın mabeyincilerinden almışlardır. Abdülhamid’in Pan–İslâm siyasetinin bütün İslâm dünyasının en ücra köşesine kadar nasıl nüfuz ettiğini görmenin beni oldukca şaşırttığını itiraf etmeliyim. Kuzey Afrika’da Şeyh Sunusi, Afganistan’da Kabil Başmollası, Orta Asya’da Buhara Kadısı ve Hindistan, Cava ve Çin dinî liderleri padişahın emrindedirler. İslâm Birliği fikrinin hiçbir zaman Abdülhamid’in saltanatındaki kadar güçlü olmadığını söylemekle şüphesiz ki mübalâğa etmiş olmam. İslâm Birliği'nin henüz oluşma safhasında olduğu tabiidir. Ne varki Mekke’deki merkezî otoritesi ile padişahın –eğer plânlarının uygulanmasına izin verilirse– şaşırtıcı neticeler alması mümkündür.” (7)

Osmanlı Devleti’nin hasta adam olarak görüldüğü bu kritik dönemde, denge politikasını en iyi oynayan kişi olan II. Abdülhamid, halifelik müessesesinden nasıl istifade ettiğini kendi ifadeleriyle şöyle anlatmaktadır;

“İngilizler Asya’da yüzelli milyon Müslüman'ı idareleri altında tutuyorlardı. Bu müslümanlar üzerinde hilafetin büyük nüfuzu vardı. Bunları bildiğim için, İngilizler'i kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya’daki Müslümanlar'ı hilafete mânen bağlamaya hususî itina gösteriyordum. Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’nin Rusya’daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yâdederim. Bunun İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan’daki umumî valileri, oradaki Müslümanlar'ın Osmanlı Devletiyle yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine, Osmanlılarla iyi geçinmelerini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimiz bir nebze kolaylaşmış oluyordu.” (8)
II. Abdülhamid’in bu politikasını kırmak isteyen İngilizler, Osmanlı halifesinin tesirini azaltmak için İslâm dünyası içinden başka bir halife seçtirme gayretlerine girdiler. Bu maksatla halkın arasına saldıkları, din adamı görünümlü ajanları ile yeni halife söylentileri yaymaya çalıştılar. Ayrıca Arapların ırkçılık damarlarını körükleyerek de bu parçalamayı hızlandırmayı sürdürdüler.
İngilizlerin bu sinsi faaliyetlerini sezen Sultan, Arap vilayetlerine özel statüler veriyor, Arap liderlerini taltif ediyordu. Bu topraklara yönelik yaptığı en mühim faaliyet ise hiç şüphesiz Hicaz Demiryolları Projesi'ydi. Bu proje tamamen bir Osmanlı teşebbüsü olup, Osmanlı mühendis ve teknisyenleri tarafından gerçekleştirilmiş, masrafların tamamı ise İslâm dünyasından toplanan yardımlardan karşılanmıştı. Hindistan, İran, Tunus, Cezayir, Fas, Türkistan, Sumatra, Java ve Malezya Müslümanları açılan yardım kampanyalarına katılmışlar, bilhassa Afganistan Sultanı Amir Han en büyük yardımı yapan şahıs olmuştu.

Hicaz Demiryolu Projesi'yle bu topraklarda Osmanlı nüfuzunun artacağı endişesine kapılan İngiltere, Osmanlı Devleti’nin açtığı demiryoluna yardım kampanyalarını engellemeye çalışmıştır. Bu baltalama hareketlerini Rüştü Paşa şöyle anlatır;
“Bu hat başladığı zaman İngilizler bizde, bu hattı inşa edebilecek kâbiliyeti göremeyerek, Hindistan’da ve Mısır’da yayınlanan gazeteleriyle Türklerin yardım bahanesiyle Müslümanları soymak için yeni bir tertipte bulunduklarını, Türklerde bu iktidarın olmadığını ve beyhude yere aldanıp para vermemelerini ilândan çekinmemişlerdir.” (9)

II. Abdülhamid’in denge siyaseti neticesinde, Osmanlı üzerinde paylaşma plânları kuran devletler, uzun yıllar bu emellerine ulaşamayacaklardı. Sadrazam Ferid Paşa bu politikayı şu sözlerle anlatır;
“Medenî adam dostunu düşmanını tefrik etmemeli, her ikisine de aynı muameleyi yapmalı. Zira düşmanlarına açıkca husumet göstermek akıl kârı değildir. Dostlara da fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez, biz daima İngiltere’nin dostu gözükeceğiz. Fakat onun hislerini, fikirlerini, siyasetini de bileceğiz.” (10)
Padişahın bu siyasetinin yabancılar da farkındaydı. Wambery bu politikayı şöyle anlatmaktadır;

“Padişah hâlen kesin tarafsızlık ilkesini sürdürmektedir. Herhangi bir Avrupa gücüne yaklaşıp, diğerlerinin düşmanlığını kazanmaktan çekinmektedir. Bu siyaseti doğrultusunda bütün elçiliklere mavi boncuk dağıtmakta, fakat hiçbir zaman onları hayalî darbelerle tehdid etmeyi de ihmal etmemektedir.” (11)

Çileli padişah 33 yıllık mücadelesinin sonunda iktidardan uzaklaştırılmış, bugün gözümüzün önünde uzanan bu bölük pörçük manzarayı oluşturmak için en önemli engellerden biri daha kaldırılmış ve devlet ehliyetsiz ellere kalmıştı. Devletin o dönemdeki hassas konumunu ve kurtarma çarelerini göremeyen basiretsiz idareler, onu yavaş yavaş yıkıma götürecekti. Ayrıca II. Abdülhamid’in kurmak için büyük çabalar harcadığı Pan–İslâmizm de ilgisizlikle ihmale uğrayacak, ortada kalan Müslüman topluluklar, bir bir yabancıların oltalarına takılıp, onların emellerine âdeta teslim olacaklardı.

Bugün her ne kadar O’nun hakkında bazı yanlış kanaatler varsa da, büyük hizmetlerini görüp takdir edenler hiç de az değildir. Hattâ kimi yabancılar onun bu gayretlerinin, Yeni Türk Devleti’nin tohumları olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yazımızı, Türkiye’de donanmayı ıslahla görevli İngiliz Amirali Sir Henry F. Woods’un hatıralarından bir alıntıyla bitiriyorum.
“Abdülhamid olmasaydı, ne bu satırların yazıldığı şu anda bu kadar geniş ve bağımsız bir Osmanlı Devleti, ne de ileride tarihçiler ve diğer devletler tarafından tanınacağına şüphe etmediğim Ankara Hükümeti bulunacaktı.”(12)

Dipnotlar

(1) Joan Hasliph, Bilinmeyen Taraflarıyla Abdülhamid, Çev: N. Kuruoğlu, İstanbul, s.101.
(2) Edvard Mead Earle, Bağdat Demiryolu Savaşı, Çev: K. Yargıcı, Milliyet Yay., İstanbul, 1972, s.224.
(3) Dr. Mim Kemal Öke, İngiliz Casusu, Prof.Arminius
(4) Hasliph, s.198.
(5) Charles Sherril, Bir Elçiden Gazi Mustafa Kemal, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1978, s.187.
(6) A. Debidour, Avrupa'nın Diplamatik Tarihi, c:2, İstanbul, 1961, s.542.
(7) Öke, s.109
(8) İ.Bozdağ, II. Abdülhamid'in Hatıra Defteri,Kervan Yay. İstanbul, 1975, s.75
(9) Rüştü Paşa, Akabe Meselesi, İstanbul, 1326, s.134
(10) S.Nafiz Tansu, Madalyonun Tersi, Gür Kitabevi, İstanbul, 1970, s.9
(11) Öke, s.85
(12) Henry F. Woods, Türkiye Anıları Çev: F. Çoker, Milliyet Yay., İstanbul 1976, s.116.