TURANCILIK ALGISINI BESLEYEN BİR OLAY: 1944 TÜRKÇÜLÜK OLAYLARI

İkbal VURUCU


Yaşayan Türkçü Reha O. TÜRKKAN’a

Giriş

Türk milliyetçiliğinin düşünce ve siyasal tarihteki belki de en talihsiz özelliği kendi gelişim sürecindeki olayları, kişileri, kurumları kendi zaviyesinden değerlendirmeme zaafıdır. Sadece Türk milliyetçiliği tarihi açısından değil, genel Türk düşüncesi açısında da çok özgün eylem ve düşünce biçimlerinin yer aldığı bu düşünce evreni, önemli ölçüde karşıtlarının egemenliğinde kaleme alınarak tarihe geçmiştir. Bu da tarihsel gerçeklerin yorumlanmasında büyük kırılmalara neden olmuştur. Türkçülük hareketinin çözümlenmesinde Marksist egemen yaklaşım Türk milliyetçiliğinin toplumsal tahayyülünü katı bir ideolojik bakış açısına esir etmiştir. Hakikatin tamamen karşıtlık derecesinde tahrifi de bu imgeyi beslemiştir. Böylece Türk Milliyetçiliği Türk düşünce tarihindeki önemi ve konumu tali konuma indirilmiştir.

Türk siyasal düşünce tarihinde eylem biçimi ve sonuçları bakımından bir ilk olan 1944 Türkçülük-Turancılık olayları da bahsettiğimiz zaafların hepsini kendinde barındıran bir özgün ve özgül vasfa mütealliktir. Türkiye tarihinde doğrudan sistemin hedef alındığı ilk muhalif toplumsal ve siyasal hareket olma özelliği taşıyan bu olay maalesef hak ettiği ve taşıdığı önem derecesinde araştırılmamıştır. Yapılmış bazı akademik çalışmaların da tamamen Marksist bir yargı ve hassasiyetle kaleme alınmasına mukabil esas muhatapları olan Türkçüler ise sadece birkaç hatıra yazmadan öteye bilimsel bir çalışmanın konusu kılmamışlardır. Türk siyasal düşünce tarihinde ve sosyal hareketler tarihinde önemli bir konumda bulunan 1944 Türkçülük olaylarının siyasi ve toplumsal etkileri kısaca değerlendirilecektir.

1944 olaylarının başlangıcı

Bu olayların temeli 1944 Nisanında Atsız’ın dönemin Başvekiline cumhuriyet tarihinin ilk açık mektuplarını yazmasıyla başlar. Atsız, Başbakan Saraçoğlu'nu “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir de.” sözleri bağlamında Türkçü olarak değerlendirerek Başbakana açık mektup yazar. Başbakana, Türkçü olduğunu söylemesine rağmen bu vasfını gösterecek bir iş alanına geçilmediğini belirtir ve bundan duydukları rahatsızlığı dile getirir. Açık mektubun amacı, “size, Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş hâline gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmak” olarak gösterilir.[1] Olumsuz bir tavır karşısında dergisinin kapatılmasını bekleyen Atsız bunun gerçekleşmemesini iyiye yorar ve ikinci mektubu yazar. Burada özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nda komünist kadrolaşmayı ve bunların amaçlarını anlatır.

Olayların Gelişim Süreci

Bu açık mektuplar Başbakan Saraçoğlu’nu değil Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i kaygılandırmış ve yazar Falih Rıfkı Atay ile birlikte Sabahattin Ali’yi teşvik ederek Atsız aleyhine dava açılmasını sağlamışlardır.[2] Bahse konu olan olaylar davanın ikinci celsesinde yani 3 Mayıs 1944’te başlamıştır. “3 Mayıs nümayişi” olarak adlandırılan vak’a Atsız’ın mahkemedeki konuşmasına müteakip gençlerden birinin “kahrolsun komünistler” şeklindeki bağrışı bütün kalabalık tarafından tekrarlanmış ve soncunda ise büyük bir kalabalık Ulus Meydanına doğru yürüyüşe geçmiştir. Bu protesto vakasında kayda değer olan husus tek parti döneminin sesiz, itaatkâr, tepkisiz bir toplumun ilk defa meydanlara inerek protestoda bulunması hiç görülmemiş böyle bir olayın etkisinin de geniş ve şiddetli olmasına sebep olmuştur.

Toplumsal muhalefet hareketlerine pek alışık olmayan polis bu olaya şiddetli bir yöntemle müdahalede bulunmuş ve pek çok gösterici genci göz altına almıştır. Olay Hasan Ali Yücel tarafından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir ihtilal girişimi olarak aktarılmıştır: “…milliyetçilerin harekete geçtiklerini, 3 Mayıs’daki olayların, bir darbe-i hükümetle iktidarı ele geçirmek üzere düzenlendiğini, kendisinin ve arkadaşlarının gayretiyle isyanın (!) bastırıldığını anlatmış” tır.[3]

“Irkçılık-Turancılık davası” resmen 18 Mayıs 1944 tarihli bir hükümet kararnamesiyle başlamış, uzun süren duruşmalardan sonra 31 Mayıs 1947’de sona ermiştir. İstanbul Sıkıyönetim Komutan’ının emriyle, önce kırktan fazla kişinin gözaltına alınıp sorgulanması ve sonra bunlardan yirmi üç kişi hakkında dava açılması, “yıkıcı bir ideoloji”yi yaymak ve bu ideolojinin siyasi amaçlarını gerçekleştirmek üzere yasa dışı örgüt kurmak iddiasına dayandırılmıştır. Burada dikkat edilmesi gerek husus sanıklara yönelik suçlamanın mahiyetinin siyasi aktörler ve yargı mensuplarınca ortak bir noktada kesişmesidir. Yani sanıkların bir komployla hükümeti devirerek, ırkçı ve Turancı ilkelere dayalı bir devlet kurmaya çalıştıkları yolundaki suçlama, ilkin, 18 Mayıs 1944 tarihli hükümet bildirisinde yer almıştır. Aynı suçlama ertesi gün, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı münasebetiyle yaptığı konuşmada da tekrar edilmiştir.[4] Bu siyasallaşmış hukuk yapısının otoriter sistemlerin bir niteliği olarak Avrupa’daki genel eğilimin bir yansımasını görmekteyiz. Yani yargı bağımsızlığı söz konusu değildir. Özdoğan, bir grup insanın tutuklanarak “Irkçılık-Turancılık Davası” adıyla açılan bir davada yargılanmasının siyasal öneminin, yalnızca suçlamanın niteliğinden kaynaklanmadığını belirtir. Ona göre, dönemin özgül siyasal koşulları, sorgulama, tutuklama, temyiz öncesi duruşmalar, temyiz ve temyiz sonrası duruşmalar, gibi çeşitli aşamalardan geçen dava sürecinin bütününe damgasını vurmuştur.[5]

Sorgu hukuk dışı uygulamalara sahne olmuştur. Milliyetçi camiada çokça kullanılan ve bir işkence biçimini ifade eden “tabutluk” ilk defa bu sorgulama döneminde duyulmuştur. Tabutluk tutuklulara uygulanan çok çeşitli işkencelerin bir türüdür.[6] 3 Mayıs tarihli gösterilerin ve 19 Mayıs Nutku'nun ardından toplanan milliyetçilerin davası, İstanbul 1 numaralı Örfi İdare mahkemesinde görüşülmeye başlanmıştır. Davada toplam 23 sanık yargılanmıştır.[7]

Sanıkların biyografik profilleri incelendiğinde ise çeşitli mesleklere, ekonomik statülere ve yaş gruplarına mensup kişilerden oluştuğu görülmektedir. Bu çeşitlilik Türkçülüğün toplumsal etkileme ve etkinlik alanlarının belirlenmesi açısından önemlidir.

Dönemin Sosyal, Siyasi ve Ekonomik Ortamı

Dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik yönden içinde bulunduğu durumun bir tasviri olayların gelişmesinde hangi etkenlerin belirleyici olduğu konusunda bir kanaat vermektedir.[8] Dünya siyasi konjonktürü açısından bir savaş dönemidir. Avrupa’da baş gösteren ve İkinci Dünya Savaşı olarak anılan savaş taraf olmayan ülkelerde dâhil bütün dünya ülkeleri üzerinde etkisini hissettirmektedir. Ülkede ağır bir istibdat vardır ve siyasi, hukuki ve kültürel boyutları olan pek çok yasak toplumsal yapıda egemenliğini sürdürmektedir. Basın ve bürokratlardan müteşekkil seçkinci sınıf, tek parti CHP’nin etkinliğini kullanarak toplumsal mühendisliğin bir örneğini sergilemektedir.[9] Eğitim, sağlık, siyasi, sosyal, kültürel haklarda büyük bir sıkıntı yaşanırken ekonomik alan halkın en yoksul olduğu bir dönemi görmektedir. Bu ortamda devlete yazılmış bir açık mektubun sistemin kurucu öğeleri de dâhil nasıl dönüştürme aracı konumuna getirildiğini anlayabiliriz. Sistemin odak noktalarında bulunan seçkinci sınıfın mensupları vasıtasıyla bir hakaret davası “ihtilal girişimi” mahiyetine büründürülebilmiştir.

Dış Etkenlerin Tesiri

Milli şef dönemiyle alakalı olarak yaptığı bir ayrıntılı çalışmada Koçak, “Türk hükümetinin, Mayıs ayında, iç politikada Turancı akıma karşı aldığı tutumda, Almanya ile ilişkilerin bir göstergesi sayılmalıdır”[10] demektedir. Koçak, kitabında konuyla ilgili önemli tespitlerde bulunur. Ona göre, “Sovyetler Birliği ile ilişkilerin canlandırılması ve bu ülke ile yeniden yakınlaşma sağlanması yolunda atılan önemli adımlar ve bu yöndeki girişimler ile, Moskova Radyosunun Türkiye’deki Nazi yandaşlarını suçlamasından ve ihbar listesini yayınlamasından hemen iki ay sonra, Mayıs ayında açılan Irkçılık-Turancılık davası arasında kurulması gereken doğrudan ilişki, bu dönemde iç ve dış politika öğelerinin birbirinden hemen hemen hiç ayrılamayacağının bir göstergesi” olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtir.[11]

Çeşitli kaynaklar, olayların başlaması ve seyri konusunda bu denli etki ve ses getirilmesini dış politika dinamiklerine bağlamakta hemfikirdirler. “Esasında 3 Mayıs olayları, II. Dünya Savaşı'nın seyri ile alâkalıdır ve dönemin hükûmetinin Almanlara karşı üstünlük kuran Ruslara Türkçüleri feda ederek bir siyasî rüşvet vermesi olayıdır. Türkiye Ruslara karşı, yalnızlık içinde karşı koymaya çalışmaktadır. 3 Mayıs 1944 duruşması o sırada tam aranılan fırsat olarak değerlendirilir. Türkçüler üzerinde şiddet uygulanarak Ruslar bir şekilde memnun edilmeye çalışılır… 19 Mayıs Nutku ile olayların büyümesine sebep olan İsmet İnönü'nün asıl amacı bütün dünyanın dikkatini Türkçülerin ve Turancıların nasıl ezildiklerine çekmek ve dış politikadaki çelişkili uygulamalarından dolayı ortaya çıkan hatalarını örtbas etme gayretinden ibarettir. İnönü'nün 1944 olayı karşısındaki tavrı ve sertliği ile Rusya'ya şirin görünebilme çabası içerisindeyken Rus yetkililerinin Türkçülerin ve Turancıların yargılanmalarını maskaraca bir oyun olarak görmeleri dönemin siyasî iktidarı adına büyük bir gaftır.”[12] Karpat dönemle ilgili, “Türk hükümeti de, bir süre zikzaklar çizen bir politika takip ettikten sonra, Turancılığı aktif olarak desteklemekten vazgeçince Almanya bu alandaki teşebbüslerine son verdi” diyerek “zikzak”lara dikkat çekmektedir.[13] Konuyla ilgili bir çalışması bulunan Özdoğan, “resmi çevrelerin ‘Irkçılık-Turancılık’ davasının başlangıcında takındıkları katı tutum ile, nihai beraat kararının gerekçesi arasındaki karşıtlık, büyük ölçüde, Türkiye’nin o sıralarda farklı siyasal koşulların etkisi altında bulunmasına bağlanabilir” demektedir.[14]

Lewis, varlık vergisinin tasfiyesini Alman etkisinin azalmasının belirtilerinden sayar. Bununla birlikte Lewis’e göre, 1944 Mayısında Ankara’da yapılan öğrenci gösterileri, “faşist ve ırkçı doktrinleri tutmak – ve daha ilginci olarak- rejimi ve anayasayı devirip Türkiye’yi Almanya’nın yanında savaşa sürükleyecek bir hükümet kurmayı tertiplemekle” itham edilen Panturanist grupların polis tarafından kovuşturulması ve 1944 Eylülünde yargılanıp mahkum edilmeleri, aşikar bir şekilde Sovyetler birliğini yatıştırma çabası idi.[15]

Cumhuriyet tarihinde gerçekleşmiş olan hukuki bir gelişme sonradan Turancılık ve önemli ölçüde milliyetçilik tahayyülünü beslemiştir. Olayın doğrudan Turancılıkla bir bağlantısı olmamasına rağmen dış siyasi gelişmelerin bir etkisi olarak böyle adlandırılması ve kavramlaştırılması tahakkuk etmiştir. Türkiye’deki Sovyet bağlantılı komünizm tehlikesine başvekile karşı yazılan bir açık mektup nedeniyle başlayan olaylar, siyasi iktidarın dış politikada bir manevra geliştirme vasıtası teşkil etmiş ve komünizm davası bir anda Turancılık-Irkçılık olarak adlandırılarak iç ve dış siyasi odaklara mesajlar verilmiştir.

Türkiye Devletinin Sisteminin Doğasındaki ilk Kırılma ve Dönüşüm

Atsız-Sabahattin Ali davası Atsız’ın dört ay hapis cezasına çarptırılmasıyla bitmiş ve cezası tecil edilmiştir. Fakat Atsız duruşmaya müteakip 3 Mayıs hadiseleri sebebiyle tevkif edilmiştir. Bunun devamında ülke sathında Milliyetçiler tutuklanmaya başlanmıştır. Hukuk dışı bütün eylemlerin görüldüğü tutuklamalarda milliyetçi dergileri alanlardan, mektup yazanlara kadar herkesi kapsamıştır.

Milli Şef İnönü’nün aynı yılın 19 Mayıs törenlerinde yaptığı Milliyetçilik aleyhtarı konuşma hukuk sistemine ve dava sürecine mütebariz bir etkisi görülmüştür.[16] Söz konusu nutuk, Türkiye Devletinin resmi ideolojinde ki değişen paradigmayı da göstermektedir. Çünkü bu nutuk, sistemin ideolojik mekanizmasının garantörü olan ve toplumun bütün katmanlarına etkisi gösterebilecek olan eğitim alanında özel bir okutma ve program teşkil edilmesine vesile olmuştur. Mesela, 19441945 ders yılının ilk gününde bu nutuk, ilkokulların son iki sınıfında öğrencilere okunup anlatılacak; ortaokullarda, liselerde, öğretmen okullarında, teknik öğretim kurumlarının ve köy enstitülerinin bütün sınıflarında okunacak ve izah edilecektir. Bu okulların sınıflarında özel uygulamalarda bu nutuk anlatılacak, çalışılacak vs.[17] Devletin ve sistemin sürekliliğinin göstergesi olan kurumların yeniden toplumsal üretimlerinin sağlandığı mekanizma olarak okul yani, eğitimde bu siyasi olayın işlenmesi bu ve sonraki nesil üzerinde olumsuzlandığı gibi sistemin bir “düşmanı”da böylece ortaya çıkmış oluyordu. Başka bir deyişle Osmanlının tasfiyesiyle birlikte yeni devletin kurucu ideolojisi kabul edilen Türk milliyetçiliği yargılanmış ve resmi ideolojiden ilk ciddi sapma ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de anti-komünist bir tavır ve hafızalarda yaşatılan güçlü bir Turancılık imgelemi bu tarihle sabitlenmiştir. Bu sebeple bu olayın tek bir sebebe ve tek bir sonuca müteallik nitelikte değil farklı işlevlere ve sonuçlara bağlanan boyutlarını değerlendirmeliyiz. Öncelikle belirlememiz gereken bazı özgün vasıflara sahiptir ki bunlar: Cumhuriyet tarihinde devlete karşı ilk açık mektuplar yayınlanmıştır[18]. Sisteme yönelik ilk protesto hareketleri baş göstermiştir. Sistemi koruma iddiasındaki seçkinci sosyal tabaka ilk defa fiili olarak temayüz etmiştir. Sistemin dost ve düşman kategorileri somutlaşmış, bu bağlamda Atatürk’le belirginleşen sistemin Türk milliyetçiliğine içkin vasfı büyük bir dönüşümün ilk kırılmalarını yaşamıştır.

Siyasal yapı içerisinde kendine eylem alanı bulamayan toplumsal hareketler bu alanı kendilerine kısıtlayan kişi, grup ve kurum yanında doğrudan bu aktörleri meşrulaştıran siyasi düzenin bizatihi kendisini hedef alırlar. Bu sebeple Türkçülük ve kısmen Türk milliyetçilikleri “devlet” ve “sistem” arasında işlevsel bir ayrıma giderek mücadele biçimlerini ve yöntemlerini oluşturmuşlardır. “Yaşasın- Kahrolsun” uranlarının karşılığının “devlet-düzen” olması bu köklü-radikal değişim taleplerinin membaını oluşturur.

Orhan Türkdoğan, 1944 olaylarını, Atatürk sonrası, “Türkleşme ve Türk’e dönme” akımının yolunun kesilmesi olarak değerlendirir. Stratejik makamları yeniden ele geçirmiş bulunan gelenekli Patrimonial Devşirme Tarzı yönetim, bunalımlı ortamda da yararlanarak, tarihsel konumunu ve rolünü almak suretiyle, dış Türkler sorununu ve milliyetçilik oluşumunu devre dışı bırakmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Türkdoğan, Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazandıklarından günden itibaren, yetkili makamların bu soydaşlarımıza aktif katılımcılıktan uzak, çekimser vaziyet alışlarında 40’lı yılların bilinç altı tepkilerinin derin izleri olduğunu belirtir. Ona göre günümüzde, Türk Cumhuriyetleri’nde istenilen düzeyde ekonomik, kültürel ve soydaşlık boyutunda etkileyici dinamik bir rol oynayamayışımızda bu kozmopolit aydın kadro ve yönetici tabakanın gelenekli bilinç altı kurgularını çok iyi düzenlemiş olmalarının payı yüksek olmuştur.[19]

Sonuç

Söz konusu bir devre adını veren vakıa Atsız’ın Türkçü Başbakan olarak tanımladığı Şükrü Saraçoğlu’na devletin önemli kademelerinde komünistlerin yer aldığı konusundaki açık mektubuyla başlamıştır. Doğrudan Turancılıkla siyasi, fikri bir bağlantısı söz konusu değildir. Fakat dönemin siyasi atmosferine çok aykırı bir durum cereyan etmiş ve büyük yankı uyandıran bir kalabalık mahkeme önünde toplanarak Atsız lehine gösteri yapmışlardır. Açık mektubun muhatapları için bu gösteri bir fırsat mahiyetinde görülerek bireysel sorunların sistemle örtüştürülmesi süreci yürütülmüş ve bunda da davanın sonuçları açısından başarı temin edilmiştir. Konumuz açısından bu olayda merkezi öneme sahip olan durum olayın “tanımlaması”ndadır. Açık mektupların amacı ve gönderildiği muhatabı tamamen arka planda “önemsiz” bir konumda iken; başka muhataplar ortaya çıkmış olay başlangıcından bambaşka bir veçheye bürünmüştür. İşte bu eksen kaymasının arkasında ki temel dinamik dış politik gelişmelerdir. Söz konusu bu dış politik gelişmeler iç politikada mevcut iktidarın en güçlü ve etkin muhalefeti olarak tezahür eden bir grubun tasfiye edilmeye ve itham edilmesiyle sonuçlanmıştır. Dış politikada ise beklenilen gelişmeler olmamış SSCB Türkiye’den kabul edilesi imkânsız taleplerde bulunmuştur.[20] Böylece Türkçüler vasıtasıyla Sovyetlere verilmek istenen mesaj amacına ulaşmamıştır. Yani, II. Dünya Savaşı sırasında gerek Almanya'nın başarısı ve gerekse Rusya'nın galibiyetlerine bağlı olarak gelişmeler, Türkiye’nin iç politika sahasında bürokrat-basın elitinin ana belirleyiciliğiyle yeniden şekillendirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bütün bunlardan da önemli bir sonuç, bu olay Türk milliyetçiliğinin toplumsal ve siyasi tahayyülde inşa ettiği olumsuz imgedir. Devletin ve sistemin kurucu ideolojisi olan milliyetçilik en ciddi kırılmasını bu tarihte yaşamış ve kendini sistemden ayrıştırarak bir mücadele süreci başlamıştır. Türk milliyetçiliğinin bir suç unsuru olarak 12 Eylül 1980 ihtilalinde Türk milliyetçilerine yöneltilmesi bu sürecin bir yansımasıdır.

[1] Bu açık mektuplar için bkz: Birinci mektup, (Maltepe, 20 Şubat 1944 Pazar), Orkun, 16 Şubat 1951, Sayı: 20; ikinci mektup, (Maltepe, 21 Mart 1944) Orkun, 2 Mart 1951, Sayı: 22, Makaleler -IV- içinde, s. 9-29
[2] Bkz: Mustafa Müftüoğlu, “Milli Şef Döneminde Çankaya’da Kabus (1944 Turancılık Davası)”, 2005, İstanbul: Başak yayınları, s. 51-52

[3] Mustafa Müftüoğlu, a.g.e., s. 61; Atsız’da bu nümayişi Nazi ihtilali şeklinde anlatanların başında Hasan Ali Yücel’in bulunduğunu belirttiği makalesi için bkz: “Sıfıra Cevap”, Kür Şad, Temmuz 1947, sayı: 4-5, Makaleler -II- içinde, 187-206.; Niyazi Berkes bu olayı “Irkçılık-Turancılık Komplosu” olarak niteler, bkz: “Unutulan Yıllar”, 1997, İstanbul, s. 283-284

[4] Günay Göksu Özdoğan, “’Turan’dan ‘Bozkurt’a, Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931–1946)” (çeviren: İsmail Kaplan), İstanbul: İletişim, 2001, s. 89.

[5] Günay Göksu Özdoğan, a.g.e., s. 91; Kemal H. Karpat, “Türk Demokrasi Tarihi”, İstanbul: Afa, 1996, s. 221.

[6] Bu işkenceler için bkz: Alparslan Türkeş, “1944 Milliyetçilik Olayı”, 1992; Mustafa Müftüoğlu, a.g.e., s. 92-125.

[7] Bu kişiler: İstanbul Tophane Askeri Hapishane'sinde bulunan asker sanıklar: Dr. Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever, Dr. Üsteğmen Fethi Tevetoğlu, Piyade Üsteğmen Alparslan Türkeş, Piyade Teğmen Nurullah Barıman, Topçu Asteğmen Zeki Özgür (Sofuoğlu), Ulaştırma Asteğmen Fazıl Hisarcıklı. Aynı cezaevinde bulunan sivil sanıklar: Nihâl Atsız (Edebiyat Öğretmeni), Hüseyin Namık Orkun (Tarih Öğretmeni), Nejdet Sancar (Edebiyat Öğretmeni), Saim Bayrak (Temyiz Mahkemesi Evrak Memuru), İsmet Rasim Tümtürk (İstanbul Belediyesi Murakıbı), Cihat Savaşfer (Y.Mühendis Mektebi Öğrencisi), Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil (Lise Öğrencisi), Cebbar Şenel (Adana Adliyesi'nde Hâkim Adayı). Sansaryan Han'da bulunan Emniyet Müdürlüğü hücrelerinde bulunan sivil sanıklar: Zeki Velidi Togan (Türk Tarihi Profesörü), Orhan Şaik Gökyay (Ankara Konservatuarı Direktörü), Hikmet Tanyu (İçişleri Bakanlığında Memur), Reha Oğuz Türkkan (İ.Ü. Doktora Öğrencisi), Hamza Sadi Özbek Aydın (Maliye Tahsilât Şefi), Cemal Oğuz Öcal (Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrencisi), Said Bilgiç (Ankara Adliyesi'nde Hâkim Adayı). Aynı davadan sanık olarak Mehmet Külâhlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti de bir süre tutuklu kalmışlardır. (Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları-Şahinlein Dansı, 1995, İstanbul: ABC, s. 41-42.).

[8] Dönemim sosyal, ekonomik, kültürel, temelleriyle ilgili bir çalışma için bkz: Kemal H. Karpat, “Türk Demokrasi Tarihi” 1996; ayrıca bkz: Günay Göksu Özdoğan, “’Turan’dan ‘Bozkurt’a, Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931–1946)” (çeviren: İsmail Kaplan), İstanbul: İletişim, 2001, s. 125–177.

[9] Falih Rıfkı Atay’ın gazetede ki ikazı ile Atsız’ın avukatı müvekkilinin rejim karşıtı olduğu gerekçesiyle savunmadan çekilmiştir. Bu durum seçkinci bir toplum mühendisliği eylemidir. Bir açık mektubun seçkinci grubu nasıl rahatsız ettiği bu olayın aleyhinde yazılan makalelerin büyük bir yekununda olması ve bunların sonradan kitap haline getirilerek “Türk İnkılap Enstitüsü” (“ırkçılık-turancılık” Ankara, 1944) tarafından basılması ilginçtir. Sonuçlanmamış bir hukuki olayın hakkında yazılanların bir devlet kurumu tarafından basılması seçkinlerin hangi destek mekanizmalarına sahip olduğunu göstermektedir.

[10] Cemil Koçak, “Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945)”, cilt: 2, İstanbul: İletişim, 1996, 1. Baskı, s. 247.

[11] Cemil Koçak, “Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945)”, cilt: 2, İstanbul: İletişim, 1996, 1. Baskı, s. 349.

[12] ulkuocaklari.org.tr/uh/1944/1944.htm; ayrıca bkz: Mustafa Müftüoğlu, “Milli Şef Döneminde Çankaya’da Kâbus (1944 Turancılık Davası)”, 2005, İstanbul: Başak yayınları, s. 86–88.

[13] Kemal H. Karpat, “Türk Demokrasi Tarihi” 1996, İstanbul: Afa, s. 219–220.

[14] Günay Göksu Özdoğan, “’Turan’dan ‘Bozkurt’a, Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931–1946)” (çeviren: İsmail Kaplan), İstanbul: İletişim, 2001, s. 93; bu davanın dış siyasetle ilişkisi konusunda daha geniş bilgilerin yer aldığı bir eser için bkz: Cemil Koçak, “ Türkiye’de Milli Şef Dönemi”, cilt 1, s. 660-686; cilt 2, s. 210-230.

[15] Bernard Lewis, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, (çeviren: Metin Kıratlı), Ankara: TTK, 7. Baskı, 1998, s. 300-301. Fakat “çaba boşa gitti. Buna ve Türk hükümetinin diğer adımlarına rağmen Sovyetler yatışmadı ve 1925’te imzalanmış olan ve yenilenmesi gereken Türk-Sovyet dostluk ve tarafsızlık anlaşmasını yenilemeyeceğini 19 Martta bildirdi. Bu hareketi toprak terki, üs ve boğazların statüsünü düzenleyen Motreux Sözleşmesinin değiştirilmesi konularında, bir dizi isteklerin öne sürülmesi izledi; bunların hepsini Türkiye bükülmez bir şekilde reddetti”, Lewis, a.g.e.,s. 301.

[16] Bkz: Alparslan Türkeş, a.g.e., ; Mustafa Müftüoğlu, a.g.e., s. 88-91

[17] Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Teşkilatına gönderdiği tamimle ilgili bkz: Mustafa Müftüoğlu, a.g.e., s. 90-91.

[18] Arslan Tekin, “Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları”, 2000, İstanbul: Okumuş Adam, s. 98

[19] Orhan Türkdoğan, “Ulus-Devlet Düşünürü: Ziya Gökalp”, İstanbul: IQ, 1. Baskı, 2005, s. 411-416

[20] Bkz: Kemal H. Karpat, a.g.e., s. 221; Günay Göksu Özdoğan, a.g.e., s. 92.