1. #1

    Üyelik tarihi
    22.Ağustos.2007
    Mesajlar
    342


    Eleştirel Çağrışımlar ve Öğrenme

    Prof.Dr.Mehmet A. KISAKÜREK ANKARA ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ FAKÜLTESİ*
    Prof.Dr.Sabri BÜYÜKDÜVENCİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL, TARİH ve COĞRAFYA FAKÜLTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ – SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK ANA BİLİM DALI*
    Doç.Dr.Nesrin KALE MUĞLA ÜNİVERSİTESİ FEN ve EDEBİYAT FAKÜLTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ*
    Doç.Dr.Yüksel ÖZDEN BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ NECATİBEY EĞİTİM FAKÜLTESİ*
    Dr.Semra Günay ERGÜN M.E.B. EĞİTİMİ ARAŞTIRMA ve GELİŞTİRME DAİRESİ BAŞKANLIĞI*

    MEHMET A. KISAKÜREK (Oturum Başkanı) – Değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu oturumda eleştirel düşünme ve öğrenme kavramı üzerinde duracağız. Konuşmacılarımızı tanıyorsunuz, tahmin ediyorum. Arkadaşlarımız öğrenmeye eleştirel düşünce açısından yaklaşacak. Her durumda, eğer, eleştirel bir şekilde öğrenme konusunu ele almazlarsa, sizin eleştiri hakkınız olduğunu da ifade etmek istiyorum.

    AB’de, gelecek vaat eden, 21’inci Yüzyılda gelecek vaat eden meslekler arasında, eğitim sayılıyor. Salondaki ilgi de bunun doğru bir projeksiyon olduğunu –sanıyorum- gösteriyor. Öğrenme konusu, gerçekten, son zamanlarda, üzerinde sıklıkla durulan ve çok ele alınan konuların başında geliyor. Özellikle de, çoklu zeka kuramlarının biraz daha moda olmasının sonucu olarak, eskiden özellikle öğretmen yetiştirme programlarında, öğretme süreçlerine büyük ağırlık verirken, günümüzde daha çok öğrenme süreçlerine ağırlık veren bir anlayışın giderek yerleşmeye başladığını görüyoruz.

    Niçin, buna ihtiyaç var; şunun için: Bilgide hızlı bir artış var, herkes söylüyor işte, çok kısa aralıklarda bile bilgi iki katına çıkıyor; çünkü, ARGE çalışmaları bütün sektörlerde olduğu gibi, eğitim sektöründe ve öğrenme sektöründe de büyük ölçüde mesafe kat etmiş durumda; dolayısıyla, bugün, kendimizin ve öğrencilerimizin nasıl öğrendikleri konusunda geçmişle kıyaslanmayacak kadar daha ayrıntılı bilgi ve tecrübeye sahibiz. İkinci konu, bilgideki artışa paralel olarak, kullanılabilir bilgideki artış da çok önemli noktaya ulaşmış durumda; çünkü, kullanılabilir bilgideki artış, özellikle, bu teknolojiler sayesinde hemen her öğrencinin, her öğrenme arzusu duyanın, parmaklarına kadar ulaşmış bulunuyor. Eskiden, eğer doğru bir şeyler öğrenmek istiyorsanız, doğru bir tecrübe kazanmak istiyorsanız, ne yapıyorduk, okullara gidiyorduk... bugün de öyle, okulların fonksiyonu değişmiş değil; ancak, bugün okul doğru bilgi ve tecrübelerin öğrenilmesi konusunda kaynaklardan sadece biri haline gelmiştir. Eskiden tek kaynaktı, şimdi kaynaklardan bir tanesi.

    Bazen, öyle ki, bizim gibi ekonomik koşulları zor olan ülkelerde, okul biraz da bu işlevi geriden götürmek durumunda; çünkü, günümüz teknolojilerine yeteri kadar yatırım yapamadığımız için, kaynaklarımızı artıramadığımız için, öğrencinin bilgiye, özellikle, ulaşımını sağlamada güçlüklerimiz olduğu için, okul biraz geriden bu işleri takip eder hale gelmiştir. Diğer konu, tabii, öğretmenlerimizdir. Özellikle, öğretmen yetiştirme programlarımızla ilgili ciddi eleştiriler bugün de yapılagelmektedir, beki bundan da önemlisi, mevcut öğretmenlerimizin kendilerini yenilemeleri için yeteri kadar kaynağımız bulunmamaktadır. Yine bunlar da büyük ölçüde, bildiğiniz gibi, ekonomik koşullar ve mentalite ile yakından ilgili gözükmektedir.

    Demek ki, okul, okula yöneltilen eleştiriler, bir bakıma haksız da değil; ama, şu var ki, bugün karşımıza gelen öğrenciler, öğrenme konusunda bizim bildiğimiz şeylerin, bizim öğrendiklerimizin benzerlerini veya daha yeni versiyonlarını, kendileri de öğrenerek sınıfa gelebilmektedirler. Onun için öğretmenler daha çok eleştirilebilmekte, onun için öğretmenlerin ne bildiği, ne bilmediği daha çok tartışılagelmektedir. Böyle bir ortamda, tabii, öğrenme olgusu çok önemli bir hale geliyor. Diğer taraftan, tabii, 1970’lerde başlayan yaşamboyu öğrenme veya yaşamboyu eğitim –o dönemdeki terminolojisiyle- kavramı üzerinde, başta uluslararası kuruluşlar, UNESCO, OECD gibi kuruluşlar durmakta idi. Bugün ise, bu kavramı değiştirmek zorunda kaldılar. Bugün, yaşamboyu öğrenme olarak ifade ediyorlar. Niçin bunu ifade ediyorlar, çünkü geçmişte insanların okur yazar olmasından tutunuz da, belli bir diploma veya derece alması konusunda kısıtlılıklar vardı; yani, eğitimde fırsat eşitliği, bugünkü kadar yaygın değildi, bugün de bu sorunlar önemli ölçüde devam ediyor; ama, insanlar eğer bugün bir şey öğrenmek istiyorlarsa, bunun için okula gitmek yerine veya okula alternatif gitmek yerine, okul yanında, doğru bilgiye, yeni bilgiye, güncel bilgiye ulaşmanın çeşitli yollarını biliyorlar. Bilgideki artış o kadar büyük boyutlarda ki, biz akademik anlamda öğrencilerimizi daha yetiştirip, mezun edinceye kadar, onlara öğrettiğimiz daha doğrusu doğru tecrübeler kazanmaları için ortaya koyduğumuz bir kısım tecrübelerimiz eskiyebilmektedir.
    Bir süre sonra, eğer meslek içerisinde insanlar kendilerini yenilemiyorlarsa, başka bir deyişle yaşamboyu öğrenmeyi bir prensip olarak benimsemişler veya benimsememişler ve bunu devam ettiremiyorlarsa, meslek içerisindeki yükselmelerinden tutunuz, mesleklerini icraya kadar birçok konuda güçlükle karşılaşabilmektedirler. Onun için bir kısım geçmişte doğru bildiklerimiz bile köklü olarak değişmektedir. Dolayısıyla, öğrenmemizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerekmektedir.

    Sizler, öğrencilerinizi mezun ediyorsunuz, mesleğin içerisinde 5-10 yıl gibi bir süre içerisinde sizin öğrettiğiniz bütün bilgi ve tecrübeler alaşağı edilebiliyor, kökten değişebiliyor. O zaman ne yapacaksınız, bu insanları herhalde tekrar eğitime tâbi tutmanız gerekecek. Onun için yine dikkatinizi çekmek isterim, özellikle yükseköğretim kurumlarında, batılı sistemlerde derece ve diplomaya yönelik programlar kadar, kısa süreli, kendisini bir bakıma yenileme eğitimlerinin giderek arttığını da yine bu çerçevede görüyoruz.

    Şu halde, bir insan, eğer çağdaş bir insan olarak yaşamak istiyorsa, hakikaten mesleğini aktüel bir şekilde yürütmek istiyorsa, hayatının kalan kısmında da öğrenmeye devam etmek zorundadır. Gerçekten bugün teknoloji çok büyük imkanlar sunuyor. Yaşı 50’leri geçmiş insanlar, akademik hayattaki arkadaşlarım, meslektaşlarım, eğer hatırlarlarsa, kendilerinin yüksek lisans ve doktora yaptığı dönemi ve ulaşabildikleri kaynakları; bugün ulaşabildiğimiz kaynaklarla bunların kıyaslanması dahi mümkün değildir. Bir bakıma, bizim o dönemde yaptığımız iş, bilgiye ulaşmak için hamallık kısmına büyük ölçüde zaman ayırmaktı. Bugün, bilgi önümüze geliyor. Dün akşam İnternette bir tarama yaptım, bir kelime yazdım ve 5 milyon 570 bin vuruş yaptı, çıktı olarak bilgisayar. Sanıyorum 3-4 saat inceledim. Buradan da anlaşılacağı üzere, bilgi kaynakları sonsuz. Sizler spesifik bir konuda derinleşmek istiyorsanız, öğrenmek istiyorsanız, bu neredeyse sonsuz diyebileceğimiz bir boyuta gelmiş olmaktadır.

    Öğrenme konusu işte bu kadar geniş, çetrefilli, felsefi yönü olan, eğitsel yönü olan, teknolojik yönü olan, psikolojik yönü olan, teknolojiyi yakından ilgilendiren bir çok boyutlu süreçtir.

    Bugün, burada, masa etrafındaki arkadaşlarım bu konuyu eleştirel bir yaklaşımla açıklığa kavuşturmaya çalışacaklardır ancak bu süre zarfında gerçekten açıklığa kavuşmanın çok zor olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla arkadaşlarımın işinin zor olduğunu kabul ediyorum.

    Sayın Sabri Büyükdüvenci, buyurun efendim.

    SABRİ BÜYÜKDÜVENCİ – Sayın Başkan, değerli konuklar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

    Sayın hocamız öğrenme konusunun çok popüler olduğuna vurgu yaptı. Bu toplantının da amacı bu popüler konuyu açmaktır. Aslında, ilginç olan şu galiba, yanılgıya da düşebiliyoruz. Bazen terimlerin ve kavramların büyüsel etkisine kapılıp, sorunlara da hemen çözüm bulduğumuzu düşünüyoruz, öyle bir yanılgıya düşüyoruz. Aslında, olayın özü değişmiyor. Değişen o kavramlara yüklediğimiz anlamlar, içerik değişiyor; yani, insanın öğrenme karşısında yapması gereken, vermesi gereken çaba değişmiyor. Bu konuyu, yani öğrenmeyi öne çıkarırken, öğretmeye bir tepki veriyoruz, öğretmeyi ikinci plana atıyoruz doğal olarak... Aslında, bu yeni bir olay değil. Platon bunu açıkça ortaya koymuştu. “Herhangi bir kimseye bir şey öğretmek, görmeyen göze görüş koymak gibidir” demiştir. Platon aslında öğretimi iptal etmiştir. Daha sonraki süreç içerisinde, bizler bugün yine Platon’un başka anlamda da olsa söylediği bu düşünceye gelmiş bulunuyoruz. Ben, niçin bu noktaya yeniden geldik, niçin ‘öğrenme’ yeniden önplana çıkarıldı, dünya ölçeğindeki kimi ya da bazı dönüşümleri ele alarak bunu açmaya çalışacağım.

    Öğrenme, bir tür olumsuzlamadır. Yani, bir şeyi öğrenebilmek için, ilgili diğerlerini olumsuzlamamız gerekiyor; yani değillememiz, yadsımamız, inkar etmemiz gerekiyor. Aslında, bilgideki ilerleme de böyle oluyor. Kalıplaşmış, dogmatik yapıların aşılmasının yolu da budur. Bilgideki ilerlemenin yolu da budur. Hep böyle olmuştur; eski yapılar olumsuzlanmadıkça hiçbir gelişme olmuyor. Daha doğrusu olumsuzlama süreciyle bizler öğreniyoruz. Ancak, olumsuzlama sürecinde kullandığımız araçlar, kavramlar, terimler, düşünme yöntemleri, alışkanlıklarımız, zaman içerisinde değişime uğramamışsa, bu kez, bunların olumsuzlanması söz konusu. İçinde bulunduğumuz çağda bunun gereğinin anlaşılmış olduğunu düşünüyorum. Her çağ bir öncekinin olumsuzlanmasının sonucudur.

    Klasik öğrenme kavramının olumsuzlanmasıyla öğrenmede de yeni ufuklar açıldı. Oluşturulan terim ve kavramlar bunun bir göstergesidir; bütünleştirilmiş öğrenme, öz-yönetmeli öğrenme, kendi kendine öğrenme, yöneltmeli öğrenme, katılımlı öğrenme, etkileşimli öğrenme ve öğrenmeyi öğrenme gibi.

    Konuşmamda, bu sözünü ettiğim olumsuzlama sürecinin gereği gibi işletilmediğinde, ortaya çıkan bunalımdan, krizden ya da kaostan söz ederek içinde bulunduğumuz çağda, eğitimde ve özelde öğrenmede gözlenen temel dönüşümleri ve nedenlerini tartışmaya açmak istiyorum.

    ‘Bunalım’ terimi bu çağa verilen çeşitli adlandırmalardan, isimlendirmelerden biri. ‘Kriz’ ve ‘kaos’ eşanlamlı olarak kullanılan diğer terimlerdir. Kuşkusuz, bir çağ bunalımda olabileceği gibi, bir toplum da, bir insan da bunalımda olabilir; bir kimlik bunalımı, bir otorite bunalımı, etik bir bunalım yaşadığımız da bir olgu. Kısaca, doğru ve hakikat bu çağda bunalımda.

    Yaygın ahlaksal normların işlev gördüğü toplumsal koşullar değişmiş ve sona ermiştir. Siyasal, toplumsal ve eğitimsel yeni bir yapılanma gereksinimi güçlü bir şekilde kendini dayatıyor. Doğumumuzdan bu yana gerçekleşen değişimler ve gelişmeler, doğumumuza değin ortaya çıkan gelişmelere neredeyse eşittir. Böylesi bir hızlı değişimle baş edebilmek için, tüm bu gelişmelerin arka planında yatan düşünce biçimlerinin, bilgi anlayışlarının irdelenmesi ve yakalanması gerektiğini düşünüyorum. Sözünü ettiğim bunalıma yol açtığını düşündüğüm önemli bir neden; çağda ya da toplumda eğitimde uygulanan, yürürlükte olan ilkelerin, normların, akıl yürütme biçimlerinin, alışkanlıkların, yaşamda ya da yaşamımızda ortaya çıkan yeni olgular ve olaylar karşısında yetersiz kalması, bunlara açıklama getirememesi, kısaca sorunlar karşısında çaresiz kalmasıdır...

    Bunalım bu yönüyle bir tür kargaşa durumu; yani, sahip olduğumuz ya da olunan, evren veya dünya tasarımlarının resimlerinin parçalanması ya da değişime uğramasıdır. Bir tür iletişim bozukluğu, şiddetin yaygınlaşmasıdır. Böyle bir durumda -bana göre- insan ya da toplum, özelde eğitim, kendini yeniden oluşturma, kurma, yapılandırma zorunluluğu ile karşı karşıya bulur. Bunalım anları aslında yeni bilinçlenmelerin ortaya çıktığı anlardır. Eğitimdeki bunalımdan da çıkışın onun yeniden kavramsallaştırılmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bir başka deyişle eğitimin kabul edilmiş varsayımlarını yeniden ele almak ve değerlendirmek gerekiyor.

    Eğitim yeniden nasıl kavramsallaştırılır? Bir ipucu olarak ileri sürebileceğim, her şeyi tekliğe ve birliğe indirgeyen, aynı kılmaya çalışan anlayıştan uzaklaşmak gerekliliğidir. Hep benzerden ve aynıdan yola çıkan bilgi kuramsal tekilcilik, üst anlatıların egemenliği ve bunlara ayak uyduramayan düşüncelerin etkisizleştirilmesi eğitimimizin görebildiğim en önemli sorunlarından biridir. İyi, doğru, gerçeklik, hep edilgin, boyun eğilen dokunulmaz veriler ya da tabular olarak düşünülegelmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da özerklikten ya da otonomiden yoksun ve hiyerarşiye saygılı bireyler ortaya çıkmıştır. Doğruya inanma yanlışı; ancak, yorumların doğruluğuna inanılarak aşılabilir diye düşünüyorum. Yeniden kavramsallaştırma sürecinde bunların dikkate alınması gerektiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çağda, yerel ve küresel, bireysel ve evrensel, geleneksel ile modern arasında bir gerilimin, bir uzlaşmazlığın bazen de kavgaların olduğu gözleniyor. İnsanlar, önlerindeki sorunlara hazır çözümler ve hızlı yanıtlar bekliyor; ancak çoğu sorun uzun vadeli, sabırlı ve kararlı stratejilerle aşılabilir.

    Sanırım, bu noktada eğitim politikaları önem kazanıyor. Eğitim için en önemli sorun ise bilgideki aşırı ve olağanüstü gelişme ve ilerleme karşısında insanın bunu özümleme yeteneği, kapasitesi arasındaki uçurumdur. Bu eğitimde bilgiye ulaşma yolları ve becerilerini geliştirme olanaklarını aramak biçiminde yansımasını buluyor. Bu toplantı da aslında bunu yapmayı amaçlıyor.

    Çağımızda, eğitimde neler değişiyor? dediğimizde ana hatlarıyla şunlar söylenebilir: Bilgideki artış ve bu bilginin evrensel ölçüde dolayıma girmiş olması ve gelişmiş iletişim teknolojileri eğitimi yeni arayışlara zorluyor. Bireyin ve içinde yaşadığı toplumsal yaşamın niteliğini geliştirmek için, artık öğrenme ortamları bir bütün olarak görülüyor. Eğitim yaratıcı bir süreç olarak algılanıyor. Bireyin tüm yaşamına yayılmış kapsamlı bir kavram. Eğitim ve yaş arasında yeni bir ilişki kuruluyor ve eğitim belirli bir dönemle sınırlanmıyor. Örneğin, sayın Kısakürek’in bahsettiği yaşamboyu eğitim kavramı kuşkusuz yeni bir kavram değil. Bu kavram 1970’li yıllarındır ve biz bunu 30 yıl sonra yeniden gündeme getiriyoruz. Bu bağlamda, Avrupa’da uygulamaların olduğunu da biliyoruz. Örneğin, Almanya’da 3’üncü yaş üniversiteleri herhangi bir nedenle eğitimi yakalama fırsatını kaçırmış kişilere yeniden eğitime dönme şansı veriyor. Örneğin, çocuğu nedeniyle eğitimine ara vermiş bir anneye ya da çalışma koşulları nedeniyle eğitim alamamış diğer bireylere, emeklilikten sonra yeniden okuma olanağı tanıyor. Bu nedenle eğitim sadece belirli yaş gruplarındaki çocuklara verilecek bir süreç olmaktan çıkmıştır ya da öğrenmeyi öğrenme derken, bunu okuldaki öğrenmeyle sınırlandırmamak gerekir.

    Eğitimsel potansiyeli olan her şey dikkate alınıyor. Okulun, öğretmenin geleneksel işlevleri yeni anlamlar kazanıyor. Bitiyor demiyorum burada; çünkü, öğrenme arzusu, isteği, zevki aşılamak, ‘nasıl öğrenileceğini öğrenmek’ becerilerini geliştirmek, entelektüel merak uyandırmak. Artık toplumda herkes hem öğretmen hem de öğrenci olmuştur. Eğitimin temel amacı; her insanın içinde taşıdığı gizli hazineyi açığa çıkarmaktır. Bu nedir; eleştiri gücüdür, imgelem gücüdür, fiziksel yetenektir, estetik yetidir, iletişim yeteneğidir, liderliktir ve benzeri şeylerdir.

    Eğitime yönelik iki talebin öne çıktığı gözleniyor. Birincisi, eğitim sürekli gelişen bilgi ve bilgi temelli bir uygarlığa uygun becerileri, etkili ve yaygın bir biçimde kazandırmak durumunda. Ayrıca, bu bilgi akışının insanları bunaltmamasının uygun yollarını da bulması gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında eğitime olan talebe, geleneksel cevaplar uygun düşmüyor. Her birey, yaşamı boyunca öğrenmeye eğilimli olmak ve bunu başarabilecek biçimde donanık olmak zorunda. Kuşkusuz eğitimciler hep böyle zorunlu terimlerle konuşuyor; ama felsefi açıdan bakıldığında insanların niçin öğrenmeye zorunlu olması gerektiği ayrı bir tartışma konusudur. Niçin ben hayatım boyunca öğrenmek zorunda kalayım diyebilir şahıs kendine. Bir fıkrada; çalışmayan birisine “Niye çalışmıyorsun?” demişler, o da “Böyle daha keyif alıyorum, daha rahat ediyorum. Çalışırsam ne olacak?” demiş, “Para kazanacaksın” dediklerinde, “Para kazanınca ne olacak?” o zaman “Daha rahat edeceksin” demişler, o da “Zaten ben rahat ediyorum” diye cevaplamış. Bu açıdan bakıldığında, ‘niçin öğrenme’ sorusu bence temel bir soru. Niçin öğrenmek zorundayım? Bu dışarıdan bir dayatma ile olamayacağına göre, içeriden gelecek bir istekle olacağına göre bu istek nasıl oluşturulabilir ve mümkün mü? Tekrar Platon’un sözüne geliyoruz, öğrenme isteği benden çıkmalı. Peki, bu istek sadece bana bağlı ise, bu isteğe müdahale etmek ne ölçüde mümkündür sorusu sanıyorum ayrıca üzerinde durulması gereken bir soru.

    Değişime ve gelişmelere uyum sağlamanın başka bir yolu görünmüyor çağımızda. Becerileri ve bilgileri sürekli geliştirmek, görüş ufkunu, vizyonu genişletmek, artık –her bireyin demeyeyim- çağımızın zorunlu bir yükümlülüğü olmuştur. Yaşamı birbirinden farklı dönemlere ayrılmış gören, geleneksel anlayış da değişmiştir. Okula ayrılmış çocukluk ve gençlik, bir diğeri yetişkinlik ve iş yaşamı ve emeklilik. Bu geleneksel bir anlayış. Bu çağımızın gerçeklerine uymuyor. Bugün hiç kimse, gençliğinde aldığı eğitimle tüm yaşamını sürdürebileceğini düşünemez. Hızlı değişimler bilgilerin sürekli güncelleştirilmesini gerekli kılıyor. Yaşamboyu öğrenme artık bir ideal olmaktan çıkmış gerçeklik kazanmıştır ve eğitimin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için 4 temel öğrenme çevresinde yeniden kavramsallaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Bunlara bilmeyi öğrenme, yapmayı öğrenme, birlikte yaşamayı öğrenme, olmayı öğrenme diyorum ve bunu çağımızın bir eğitim parolası olarak görüyorum. Bilmeyi öğrenmeden kastedilen kodlanmış bilgileri öğrenmekten çok bilgi araçlarının kendilerini öğrenmek, bilgiye giden yöntemlerin bilgisini kazanmak ve bilimle dost olmak. Çağdaş paradigmaların ve bilimsel gelişmelerin araçlarını, terim ve kavramlarını, kaynaklarını öğrenmek. Düşünme yetisini geliştirmek. Olaylar ve olgular üzerinde yoğunlaşmayı, konsantre olabilmeyi öğrenmek. Ezber öğrenileceklerde seçici olmayı öğrenmek, burada öne çıkıyor. Yapmayı öğrenmek daha çok mesleki eğitimle ilgili. Öğrenilenler uygulamaya nasıl sokulacak? Çağımızda gördüğümüz önemli olan şey şu; eğitimin nasıl gelişim göstereceği kestirilemeyen geleceğe, gelecekteki işlere, mesleklere nasıl uyumlu hale getirileceğidir. Bilgideki gelişmelerin yeni iş ve alanlar ortaya çıkaracak yeniliklere nasıl dönüştürüleceğidir. Yapmayı öğrenme, bu nedenle, geleneksel anlamın dışına çıkıyor; yani, bir kişinin açıkça belirlenmiş bir iş için hazırlanması değildir. Teknik gelişmeler, yeni üretim süreçlerinin gerektirdiği becerileri değiştiriyor. Fizik gücüne dayalı işler, daha zihinsel, entelektüel işlerle yer değiştiriyor. Tüm düzeylerde daha yüksek becerilere sahip insanlara talep artıyor. Bireyselliğin yerini ekip çalışması ya da proje grupları alıyor. İletişim yeteneği, başkalarıyla çalışmak, çatışmaları çözmek ve yönetmek becerileri giderek daha fazla önem kazanıyor. Bu niteliklerin nasıl kazandırılacağı üzerinde düşünmek gerekir.

    Eğitimin çağımızda temel sorunlarından biri de, birlikte yaşamayı öğrenmedir. Hele şiddetin yaygın olduğu günümüz dünyasında, ötekine, onun kültürüne, tinsel değerlerine saygıyı geliştirerek, çatışmaları engellemek ya da barışçıl biçimde çözmek, bunu olanaklı kılacak bir eğitim yapılandırmak acaba mümkün mü? Böyle bir sorun önünde görebildiğim temel bir engel, bugünkü yarışma ortamıdır. Ekonomik alanda, ulusların kendi içinde ve uluslararasında yarışmacı tutum ve bireysel başarıya öncelik verme eğilimi, bu sorunu güçlendiriyor. Belki de, işbirliğine dayalı çalışmaları desteklemek, ortak amaçların geliştirilmesi bu sorunu aşmada bir çözüm olabilir. Öğretmen-öğrenci ilişkilerinin geliştirilmesi etkili olabilir.

    Eğitim, her bireyin bütünsel gelişimini hedeflemelidir. Akıl ve beden, zeka, duyarlılık, estetik duygu, sorumluluk, tinsel değerler, bağımsız eleştirel düşünme, imgelem gücü, olmayı öğrenme, her bireyin kendi sorunlarını çözen, kendi kararlarını alan ve sorumluluklarına sahip çıkacak biçimde geliştirilmesidir.

    Sosyal ve ekonomik yenileşmelerin temel olduğu çağımızın değişim dünyasında, imgelem gücü ve yaratıcılık önem kazanmıştır. 21’inci Yüzyıl sözü edilen bu tür yetilere ve kişiliklere gereksinim duyuyor; ama her şeyin dışında temel inancımı söyleyerek sözlerimi bağlayayım.

    Eğitimde, mucizevi bir formül yoktur.

    Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum.

    Sayın Nesrin Kale; buyurun efendim.

    NESRİN KALE – Teşekkür ederim Sayın Başkan. Tüm konuklara sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

    Çağımız değişiminin gürüldeyen akıntısı içinde bilgi hortumuna kapılmış durumdayız. Çok hızlı değişimler olmakta.. kavramlarımız, değerlerimiz, sistemler, kurumlar değişime uğramaktadır. Giderek hızı artan bu rüzgar içinde özellikle istihdam alanlarında artık farklı donanımlı bir insan tanımına gereksinim duyulduğunu görüyoruz. O zaman özellikle bizim gibi kültürel, sosyal değişimi maalesef geç yakalamış ülkelerde, acilen öncelikle ‘nasıl bir insan’ sorusuyla birlikte ‘nasıl bir eğitim ve nasıl bir öğretim’ sorusunu da sormak bunlara alternatifli yanıtlar ve öneriler üretmek durumundayız.

    Bu önerileri oluştururken çerçevemizi oluşturması gereken çağımız insanında bulunması beklenen yetiler şunlardır; yeterince alan bilgisi, nitelikli okuma-yazma ve hesaplama, dinleme, sözlü mesajları algılayıp bunları yorumlayabilme. Konuşma, kavramları hedef gruba göre iletebilme. Yaratıcılık, problem çözme. Karar verme, bireylerle sağlıklı etkileşim, takım çalışması yapabilmek, liderlik, örgütleme ve en temelde de öğrenmeyi öğrenme.

    Öğrenmeyi öğrenme en temel, en genel anlamıyla aslında bilgilerimizi, ilkelerimizi yeni durumlara ve yeni şartlara uygulayabilmekten, uyarlayabilmekten başka bir şey olmayıp içeriği de aslında, düşünme süreçleriyle kotarılmış bir yetidir. Kısaca çağımız, bireylerin bilgiyi bulma, kullanma, yani uygulama ve bunlardan yeni bilgiler üretebilme yetilerine sahip olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle de artık en önemli kavramlarımızdan biri haline gelmiştir yaşam boyu öğrenim. Dolayısıyla istihdam alanlarıyla öğrenim olgusu ve eğitim kurumları arasındaki bağımlılık, bu anlamda giderek çok daha fazla artmaktadır.

    Öğrenmeye ama özellikle de düşünmeyi öğrenmeye verilen önemi ve değeri ilkçağda Sokrates’a kadar götürmek mümkün. Sokrates ilkçağda “Uyanınız ve düşünmeyi öğreniniz” diye söylemlerine başlar ve yaşadığı çağda, kişilere doğru düşünmesini ve düşünmeyle doğrudan bağlantılı olan doğru konuşmayı öğretmeye çalışmıştır. Platon, Sofistler ve Aristotales ile devam eden bu süreci, 18’inci Yüzyıla getirdiğimizde bu yüzyılda ortaya çıkan felsefe kuramlarında yoğun olarak bilgi, okul ve çevre bütünleşmesinin dolayısıyla öğrenen merkezli eğitimin vurgulandığını görmekteyiz.

    Bu kuramlar nedir: Natüralizm, pragmatizm, ütopiklerin görüşleri ve prograsivistlerle toplumsal yeniden yapılanmacılar ve varoluşçuluktur. Sözgelimi toplumsal yeniden yapılanmacılığın, bu konuda getirdiği düşünceleri çok önemli buluyorum. Bu kuram sosyal ve kültürel bir değişikliği bir toplumda yapabilecek zihniyetteki kişileri geleneksel eğitim sürecinin kotaramayacağını, çağdaş eğitimle biraz önce sıraladığımız yetilere sahip kılınacak kişiler eliyle ancak toplumsal reformların yapılabileceğini, toplumsal krizlerden çıkılabileceğini vurgulamaktadır, bu kurama göre yeni bir toplum tipine, moduna ancak bu insanlar eliyle girilebilecektir.

    19’uncu Yüzyıl sonundan itibaren –biliyorsunuz- bilgi teknolojileri furyasının başlaması ve bunun öğretimde yer almasıyla çok radikal projeler ortaya çıkmaya başlıyor ve bu kuramlar bilgi teknolojilerine dayalı öğretimin, olması gereken bir öğretimin de (radikal projelerin) öncülüğünü yapmışlardır aslında. Sözgelimi bunlardan birisi İllich olup, 1971 yılında yazdığı ‘Okulsuz Toplum’ adlı eserinde bilgi teknolojileriyle oluşturulacak, öğrenme ağlarıyla yapılacak bir öğretimin kurgusunu yapıp önemini vurgulayarak okula radikal bir seçenek getirmektedir. Daha sonra bundan daha radikal kuramların ortaya çıktığını görmekteyiz; bunlardan biri paternalist eğitim kuramı, diğeri libertalist eğitim kuramıdır. Bu kuramlarda yine okulun olmadığını görüyoruz okul devreden çıkıyor; bilgi teknolojileri ağırlıklı öğrenme ağlarından oluşturulmuş öğretim modelleri var bunlarda. Paternalistler biraz daha toplumcu, ulusçu. Bunlar daha standart bir öğretim yapılmasını, toplumsal bütünlüğün korunabilmesi için bilgisayarla öğrenme ağları ile standardize bir öğretimi gerekli görüyorlar. Libertalistler daha bireyci, bunlar artık standart öğretim modellerinden vazgeçilmesi gerektiğini, her bireyin kendi öğrenmesini kendisinin yönlendirmesi gerektiğini yani her bireyin bu öğrenme ağlarından kendi programını seçip, o program doğrultusunda öğrenmesi gerektiğini vurguluyorlar.

    Gördüğümüz gibi artık bilgi teknolojileri gündeme oturdu. Bilgi teknolojileri bazlı, bilgi teknolojileri temelli eğitim kuramlarının ortaya çıktığını görmekteyiz. Nasıl bir öğretim sorusu çok önemli, özellikle bu soruya getireceğimiz cevaplar, oluşturacağımız vizyon, öğretimin okulun amacına ilişkin geliştireceğimiz düşünceler çok önemli. En genel anlamda nasıl bir öğretim diye sorarsak; bu öğretimde öğrencilerin öncelikle problemler ve örnek olaylarla karşılaşmalarını, projelerle bilgi üretmelerini sıklıkla sağlamak durumundayız. Öğrencinin karmaşık problemlerin çözümüne katılıp kendisini bu öğretimin bir parçası hissetmesi çok önemli. Dün gençlerin konuşmalarından da zaten bu ortaya çıktı. Kendilerini o öğretimin bir parçası olarak görmek istiyor öğrenciler, dışından komutlar verilen kişiler olarak değil. Yine sorgulama yönteminin öğretilmesi, özellikle de teknolojik sistemlerin kullanılması ve öğretimin görsel işitsel ortamlarla zenginleştirilmesi ve değişik derslerde öğrendiklerini, bilgilerini bütünleştirmelerinin sağlanması. Bu da çok önemli; yani kopuk, parça parça bilgi öğretiminden ziyade, az öz bilgi, yani niteliği niceliğe yok ettirmeden, öğretimi nitelik kaybına uğrattırmadan alanlararası ilişkilendirme yaparak öğretim; çünkü niceliğe önem verdiğinizde bilgi sayısı da doğal olarak artmış oluyor oysa eğitim ve öğretimde bilgi öğretimi tamamen ikincil bir fonksiyondur, önemli olan öğrenciyi düşünce süreçlerinin içine sokmaktır, bunu yaparak, o öğretimin bir parçası haline getirmektir. Böylece de aslında belli ipuçları vererek, belli dozda bilgiler verip, bu bilgileri kendisinin inşa etmesini öğretmek ve sağlamaktır. Yine, bir öğrencinin çok güzel bir ifadesi vardı “Bize belli bilgiler, belli yöntemler öğretilsin, gerisi bana bırakılsın” diyor. Gençlerin ihtiyacı olan kadarını vermek çok önemli.

    Şimdi, mevcut eğitim sistemimize bir spot tutmak istiyorum, bizde ne yapılıyor? Daha doğrusu neler yapılamıyor? Aslında sözünü ettiğimiz pek çok düşünsel yetiyi kazandıramadığımız için, pek çok problem yaşıyoruz. Mevcut sistemimiz öğrencilerimizi maalesef, bu yetilerle donatmaktan fazlaca uzak. Bilgilere bakıyoruz, kopuk kopuk, konular arasında bağlantı olmadığı gibi, disiplinler arasında da bağlantı kurduramıyoruz. Problemlere dönük, uygulamaya dönük, yaşama dönük, projelere dönük bir eğitimi maalesef veremiyoruz. Görsel ve işitsel ortamlarla zenginleştiremiyoruz. Halbuki, uzmanların saptamasına göre, bilginin kalıcılığını yüzde 60 kadar artırmakta bu ortamlarda yapılan bir öğretim. Bilgisayar laboratuarları varsa bile bazı okullarda sadece levhasını görebiliyor öğrenciler. Muazzam uçurumlar olduğu bir gerçek. Dün de bu açık ve net bir şekilde çıktı gençlerin ifadesinde. Ayrıca adeta eğitimimizde iki farklı kutup; özel okullar ve devlet okulları kutuplarının oluştuğunu da görmekteyiz buna da çok acilen çözüm gelmesi gerekiyor. Okullarda laboratuvarlar varsa bile, işlevsel kılınamıyor; yani öğretimi verimli hale getirebilmek için işlevsel kılamıyoruz, kullanmasını bilmiyoruz, öğretmenlerimiz bu anlamda yönlendirmesini bilmiyor.

    İlköğretimden başlayacak olursak, taşıtlar konusuyla ilgili bir örnek seçtim. Bizim hayat bilgisindeki bir program taşıtları tanımayla ilgili ve bir de aynı konuya ilişkin Amerika’da uygulanan programa bakıyoruz kazandırılacak kavramlar aynı, hedefler aynı ancak yöntem tamamen farklı. Biz de, taşıtları tanımayla ilgili 14 tane hedef belirlenmiş. Bazıları şöyle: Kara taşıtlarının adlarını söyleme ve yazma. Hava taşıtlarının adlarını söyleme ve yazma. Sırayla hava taşıtlarını kullanan kişilerin isimlerini söyleme ve yazma, deniz taşıtlarını kullananların meslek adının kaptan olduğunu söyleme ve yazma. 14’üncüsü ise verilen taşıtlar için istenileni seçip gösterme gibi. Bu da çok basit bir uygulama tarzı. Şimdi, görüldüğü gibi programda ezberletilmek istenen parça parça bilgiler arasında bir bağlantı yok, bir kopukluk var. Ulaşım teknolojisinin gelişmesine ilişkin bir tarihçe yok. Tarihçe çok önemlidir, tarihsel kesitlerin verilmesi, o bilginin kaynağını göstermek açısından, öğrencinin bağlantılar kurması açısından da çok önemlidir, uygulama boyutu ise bulunmamakta.

    Amerika’da uygulanan programa baktığımızda; bütün bu taşıtların hepsi için geçerli olan belli tanımlamalar yapılmış. Ortak tanımlamaları çok özet olarak söylersek; birincisinde diyor ki, ulaştırma teknolojisi insanları, ürünleri, kaynakları, bir yerden diğer bir yere götürmek için birtakım araç ve bilgileri uygulayarak bir sistem meydana getirmektedir. Bakın, genele ilişkin bir tanımlama. İnsanlar karada, su yüzeyinde, suyun içinde, havanın içinde ve uzayda seyahat edebilirler... Tanımlamalar bu kadar. Sonra ulaştırma teknolojisinin gelişmesi var, tarihçesi var. Milattan önce kano ile başlayıp 1957’de uzay yolculuğuna kadar gelinen süreci tanıtmış ve dört, beş aşamalı uygulama boyutu var. Model yaptırma, araba, traktör, uçak modelleri yaptırma, ulaştırmada öncülük yapan girişimcilere ilişkin raporlar hazırlamak gibi; yani, öğrenciyi bu konunun içine, kendi gözleriyle, kendi kafasıyla girip, nüfus etmesini sağlayacak uygulamalar yani öğrenmenin içine katacak uygulamalar.

    İlköğretimin amacı bellidir; sosyalleştirme, okuma-yazma, hesaplama ve bazı kültürel kavramsal olguların verilmesi yoluyla genel bir donanım sağlama. Oysa, bizim temel eğitimimize bakıyoruz; her yıl birbirinin tekrarı olan ve ileride unutulacak veya değişecek bilgilerin bir yığmacısı haline getirilmiştir. Bilgiler ezberletilmeye çalışılmakta, amaç bu; yani, bilgilerin belletilmesi, akılda daha uzun süre kalmasını sağlamak, fakat bilgiler bir bütünsellik içinde verilmediği için ezberletme işinin de, maalesef başarısızlıkla sonuçlandığını görüyoruz. Bunun en önemli göstergesi, bence, 2002-2003 eğitim-öğretim yılında yapılan Anadolu Lisesi ve Fen Liselerine Giriş Sınavında hiçbir soruya doğru cevap veremeyen, sıfır puan alan öğrencilerinin sayısıdır, 600 000 adaydan 40 000 öğrenci sıfır puan almıştır ve bu sayı her yıl kademeli olarak dev adımlarla artmaktadır. Bir önceki yıl sıfır puan alanların sayısı 2 773 iken bu sayı bu sene 40 000 olmuştur. Bu, bence öğretimdeki başarısızlığımız için çok önemli bir göstergedir. Milli Eğitim Bakanı bununla ilgili bir araştırma yapılmasını istemiş ve araştırma sonuçlarından bazıları şöyle; altyapı yetersizlikleri, öğretmen sayısının, branş öğretmenlerinin sayısının yetersizliği, sınıfların kalabalık oluşu, test yöntemini bilmemeleri... evet, bunların hepsi doğru ama sözgelimi test yöntemini bilmemek bence çok doğru bir neden değil çünkü benim lisede ve ilkokulda okuyan iki çocuğum var, gözlüyorum eğitimlerini, ikisi de bol miktarda test çözüyorlar. Sınavların büyük çoğunluğu test şeklinde oluyor, deneme sınavları yapılıyor il bazında, ilçe bazında. Bence sorun öncelikle öğretimde.

    Lise düzeyine bakacak olursak; yine lisedeki öğretimde de fazla bilgi yığmacası yapıyoruz, yine bu bilgiler kopuk kopuk öğretilmekte hatta yabancı eğitimcilerin de bu yönde saptamaları var, bu fazla bilgi yığmacasından dolayı lise eğitimimizi çok zor buluyorlar. O kadar çok bilgi yığıyorsunuz ki, özelikle matematik alanında sanki üniversite eğitimi yani üniversite düzeyinde bir eğitim veriyorsunuz diyorlar. Matematik alanına baktığınızda gerçekten de fazla yığmaca var ve bunlar yine birbirinden kopuk olarak öğretiliyor bir de buna başarısızlık kaygısı da eklenince tablonun iyice karardığı görülüyor. Bu olumsuzluklardan dolayı bakıyorsunuz matematik bölümlerine ya da fen bölümlerine girmiş öğrencilerin durumu içler açısı. En basit altyapı, matematik bilgilerinin yetersizliği ortaya çıkıyor. Üniversitede bu alanlardaki hocaların en önemli problemleri bu. Öğretimlerinde başa dönüyorlar, o altyapıyı verip daha sonra üniversite bilgilerini inşa etmeye çalışıyorlar. Oysa, öğrencileri bilime çekmenin yolu; fen derslerinin sayısını ya da bu alanların içerisindeki bilgilerin sayısını artırmak, varolanları daha teknik ve derin bir hale getirmek değildir, liseler teknik bilgiden çok düşünmenin, tartışmanın öğrenildiği yerler olmalı ve öğrencilerin gelecekte karşılaşacakları yeni durumlar ve problemler için doğru kararlar, sağlıklı kararlar verebilmelerini sağlamalıdır.

    Yine, ilköğretimde ve lise öğretimindeki Türkçe ve edebiyat derslerine baktığımızda bunların da en temel kazandırılması gereken yetilerden olan nitelikli konuşma ve yazma, iletişim kurma gibi yetileri öğretemediğini görmekteyiz. Bu süreçten geçen gençlerle üniversitede iletişim kuramıyoruz. Türkçe’yi konuşuyoruz, ama iletişimde zorlanıyoruz. Alan bilgileri bir de işin içine girdiğinde, derdini, kafasındaki düşünceyi ifade etmekte muazzam güçlükler çekiyor gençlerimiz. Sınav kağıtlarını okuyamıyoruz. Oysa dil ve edebiyat derslerinin amacı yalnızca okumasını, nitelikli okumasını, konuşmasını ve düşünmesini bilen, okuduğu ile iletişim kurabilen ve o eserde, o metinde dile getirilen anlamları ezberlemek yerine, okuduklarını kendi bilgi ve kendi yaşantı süzgecinden geçiren okurlar oluşturmaktır. Aslında, Türkçe ve edebiyat derslerinin yalnızca amacı bu olmalıdır. Üniversiteye geldiğinizde ilköğretim ve lise öğretiminde sözünü ettiğimiz bu açmazların üniversitede de devam ettiğini görüyoruz. Tabii, sonuçta da mesleki bilgilerle, pratik arasında köprüler -en önemli sorunlardan birisi de bu- kurdurulamadığı görülmekte. Derslerde çoğunlukla verilen örnekler bile güncel olmaktan uzaktır. Ayrıca standart kalıplarda verilen mesleki derslerle, kültür dersleri arasında -kültür dersleri aleyhine muazzam bir dengesizlik olduğundan- istihdam alanına açıldıklarında, alanında çalışmaya başladıklarında bu gençlerde pratikle yaşamla aralarında muazzam uyum sorunları ortaya çıktığı görülmektedir.

    Baktığımızda, bizim eğitim sistemimizde, tüm bu sorunların yanı sıra bilgilerin bir taraftan da telkin edilmeye çalışıldığını, bilgilere inandırılmadığı, bunların telkin edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Telkinin psikolojik tanımı şu: tartışma ve usa vurma olmaksızın bir olgunun kabul ettirilmesidir. Tartışmasız, sorgulamasız, zorla kabul ettirilmesidir. İnandırma ise, bilinçli bir tartışma sonunda ortaya çıkar. Ben işte bu kadar bilgi yığmacasının unutulmasını bu telkine beyinlerin tepki göstermelerine bağlıyorum; beyinler telkinli bilgiyi reddediyor.

    Sonuç olarak; eski bir öykü var. Bir katedral inşa eden üç işçiyi anlatır. Üçü de tamamen aynı işi yapmalarına rağmen yaptıkları işi farklı tanımlarlar. Birisi der ki, ben yalnızca tuğlaları üst üste diziyorum. Bu cevap yaptığı işin, ona verilen işin ötesini göremeyen bir teknisyen cevabıdır. İkincisi ise, bu katedralin kuzey duvarını yaratıyorum der. Bu ise, yaptığı işin farkında olan bir ustanın cevabıdır. Oysa, üçüncüsü, Tanrı’ya ibadet ediyorum der. İşte, bu üçüncü kişinin cevabı aslında yaptığı işin vizyonuna sahip, yaptığı işin amacını en iyi gören kişinin cevabıdır. Eğitimle ilgili sonuç çıkarmamız gerekirse; eğitimde de üzerinde tartışılan sorunlara ve olgulara, problemlere artık teknisyen açıklamaları, teknisyen bakışı, spotu tutmaktan uzaklaşarak ve teknisyen çözümlemeleri üretmekten artık vazgeçerek, asıl öğretimin nasıl yapılması gerektiği üzerinde derinleşildiğinde yani öğrenmeyi öğretmeye başladığımızda, öğretimin nasıl olması gerektiğine ilişkin vizyona da ulaşacağız demektir ve bu vizyonda -en önemlisi- iki önemli konuda acilen radikal değişiklikler yapmamız gerekiyor.

    Birisi, programlar, ders programlarının acilen radikal dönüşümü, diğer önemli konu öğretmen yetiştirme olup bu okullardaki programların da rehabilite edilerek öğretmenleri yaptığı işin amacını çok iyi bilen katedral işçisinin vizyonuna sahip kılmak gerekmektedir. Radikal dönüşümler sağlamak için vizyonlu bakışa, vizyonlu sorulara ve önerilere ihtiyacımız var. Tüm bunlar ışığında kısaca öğrenmeyi öğretemezsek bilgi teknolojileri sadece ve sadece bir vitrinimiz ve bir tesellimiz olmaktan ileriye gidemeyecektir.

    Teşekkür ederim.

    DEVAMI VAR
    &#39; ÇALIŞMADAN, ÖĞRENMEDEN, YORULMADAN, RAHAT YAŞAMANIN YOLLARINI ALIŞKANLIK HALİNE GETİRMİŞ MİLLETLER; EVVELA HAYSİYETLERİNİ, SONRA HÜRRİYETLERİNİ VE DAHA SONRA DA İSTİKBÂLLERİNİ KAYBETMEYE MAHKUMDURLAR...&#39;<br /><br />Mustafa Kemal ATATÜRK

  2. #2

    Üyelik tarihi
    22.Ağustos.2007
    Mesajlar
    342

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Şu ana kadar konuya felsefi bağlamda yaklaşıldı. Şimdiki konuşmacımızdan da beklentimiz; özellikle, öğrenme süreçlerinin eğitsel anlamda, sınıf ortamında ne anlama geldiğiyle ilgili birtakım bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaşması.

    Buyurun Sayın Yüksel Özden.

    YÜKSEL ÖZDEN – Teşekkür ederim Sayın Başkanım.

    Sayın Başkanın söylediği gibi benden önce söz alan iki hocam konunun felsefi bağlamını çizdi hatta tarihsel seyrini de ortaya koydular. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu açıdan kısa bir değerlendirilmesi de burada yapıldı. Şimdi herhalde bunun ne olduğu üzerinde konuşmak, anlayabildiklerimiz üzerinde konuşma sırası da bana geldi.

    Bundan iki yıl önce İstanbul’dan bir okul grubu beni aradı ve “Hocam, bize öğrenmeyi öğrenme üzerine bir günlük seminer verebilir misiniz?” dediler. Baktım, kendi kitabımda bu konuya yer vermişim, yarım sayfa. Adı bu olan bir kitap okudum, ne olduğuna ilişkin hiçbir şey çıkaramadım. Ondan sonra İnternette epey bir tarama yaptım, dünya neyi konuşuyor, bundan neyi kast ediyor diye baktım. Şimdi, bugün de bu anladıklarımızı bir nebze olsun sizinle paylaşmak için buradayım; fakat önce klasik olacak ama bir iki tespitimi de söyleyeyim:

    Birincisi, hepinizi saygıyla selamlıyorum, böylesine bir kavramın içini doldurmak için, böyle bir kavramı anlamlandırmak için burada bulunuyoruz ve ayrıca hem Zeka Vakfı ilgilileri hem de Talim Terbiye Kurulu görevlilerini kutluyorum.

    Önce konunun çerçevesini oturtacak olursak, biz öğrenmeyi anlamaya çalışıyoruz. Bu anlamaya çalışmada da, insan kendisinin nasıl öğrendiğini anlarsa dolayısıyla nasıl öğrenemediğini, neden öğrenemediğini de anlamış olur. Süreç burada. Ben kendi çocuklarıma ve diğer ilk ve ortaokul çağındaki çocuklara bakıyorum, bazen çalışmak çocuklarda sadece boşluk doldurmak, veya okumak, yani zihinsel hiçbir yanı yok. Hatta dönem başında üniversite birinci sınıfta öğrencilerime ödev verdim, değişik konularda çalışmalar yaptılar. Herkes bir şeyler hazırlamış gelmişler, iki üç sayfa falan. Hocam işte kim konuşacak, kim önce başlayacak demeye başladılar. Dedim ki, şimdi bulduklarınızı bir kenara bırakalım. Bana bu konuyu nasıl araştırdığınızı anlatın dedim. İnanın epey bir grup şöyle bir şeyler söyledi “Kütüphaneye gittik, kitapların sırtlarına baktık”. Peki, nasıl aradınız dediğimde, birisi belki abartarak söyledi “Hocam, gittim, kütüphanedeki kitapların sırtlarına baktım, kitapların sırtında eğitim ve sosyal kelimeleri birlikte varsa, onu aldım ve baktım” Araştırmadan kastı, konu başlığını aynen aramak. Çoğu zaman da, zaten bütün meslektaşlarım yaşıyordur, bir hoca ödev veriyor, öğrencilerin çoğunun yaptığı, bir diğer hocaya gitmek. Araştırmadan maksat da bu oluyor.

    Burada ‘öğrenmeyi öğrenme’ kavramının içini doldurmaya çalışıyoruz. Bir temenniyle başlamak istiyorum; biz kavramları getiriyoruz Türkiye eğitim camiasının gündemine, Türk kamuoyunun gündemine. Bazen bu kavramları çok kötü bir şekilde kullanıp posasını çıkardıktan sonra da atıverdiğimizi düşünüyorum. Bu kavramların içini tam olarak dolduramadan tüketiyoruz. İşte, Toplam Kalite Yönetimi; biri geliyor sanki bütün dertlerin devası, eğitim sistemindeki bütün sorunları çözecek. Adeta elimize sihirli bir değnek almışız, bir dokunduracaksınız, eğitim sisteminin bütün sorunlarını çözecek. Ezbersiz eğitim konuşuluyor, öğrenci merkezli eğitim konuşuluyor, bunları yaparken, kavramların içini tam dolduramadığımızdan beklediğimizi bulamıyoruz. Bunun altında iki şey var: Birincisi, beklentimiz çok yüksek. Böyle bir şey yok. Bir tane formül, bir kavram, bir anlayış, Türk eğitim sisteminin bütün sorunlarını çözsün, böyle bir şey yok. İkincisi, kavramlara yüklediğimiz anlamla ilgili: Milli Eğitim Bakanlığı’nın daha önceden yaptığı Toplam Kalite Yönetimiyle ilgili bir seminer çalışmasında şu an aramızda olan bir arkadaşımız, dedi ki “Hocam çok ilginç bir şeydir. TKY’yi savunanlar sizi referans gösteriyor, karşı çıkanlar da. Siz karşı mısınız, taraf mısınız, bunu bir söyleseniz” Kavram yerine oturduğunda, tarafız ama, sihirli bir değnek gibi kullanılmaya çalışıldığında formül haline getirilmek istenildiğinde de karşıyız. Bu kadar basit. Bu anlayış aslında eğitimcilerimiz arasında çok yaygın. Çoğunlukla bir formül arıyoruz, bir reçete arıyoruz, o reçete öylesine ki, okuma, uğraşma, anlama, anlamlandırma gerekmeyecek, akşam yemekten sonra bundan bir tane, şundan iki tane alacaksın, sabah kahvaltıdan sonra şunları, öğle yemeğinden sonra bunları alacaksın, bu iş bitecek.

    Öğrenmeyi öğrenme böyle bir şey değil. Tanım olarak dünden bugüne dikkat ederseniz herkes olayı bir tarafıyla söylemeye çalıştı ve esasen bu yöntem sosyal bilimlerde bizim çok başvurduğumuz bir yöntem. “Bu konuda herkesin üzerinde anlaştığı bir tanım yoktur” deriz ve ondan sonra değişik tanımlar aktarırız, arkasından da kendimiz o tanımları birleştirmeye, yeni bir tanım çıkarmaya çalışırız. Bazıları bunu bir zayıflık olarak algılar, bazıları bunu bir konunun anlaşılmaması olarak algılar. Oysa, olay her zaman bu şekilde değildir. Olay; konunun geniş bir kesime mal olmasıdır ve herkes de gördüğü tarafından konuyu tanımlamaya çalışıyor. Bu tespitlerimi şöyle bitirmek istiyorum; bu belki bir zaafımız, genellikle ‘bir şeyi her şey’ yapıyoruz. O bir şey bazen öğrenmeyi öğrenme, bazen Toplam Kalite Yönetimi, bazen ezbersiz eğitim, bazen öğrenci merkezli eğitim. Oysa bir şeyi her şey yaptığımızda, o şey ne olursa olsun, o kavram o yükün altından kalkamıyor.

    Öğrenmeyi öğrenmeden ilk olarak vurgulayacağımız şey; insanın kendi öğrenme sürecini, nasıl öğrendiğini anlamaya çalışmasıdır. Bu çok basit bir süreç değil. Bu tür konferanslarda olur, bazen derslerde de olur. Arkadaşlarımızla, öğrencilerimizle konuşuruz. “Nasıl gitti, sevdiniz mi?” deriz ve klasik cevap “Güzeldi” veya “Hiç beğenmedik” şeklinde olur; fakat o insanlarla ben çoğu zaman şunu yapmaya çalışmışımdır. Sevene de sevmeyene de bunun nedenini sorarım. Genellikle bir duraksama başlar, fakat biraz daha deştiğimizde görürsünüz ki sevenin tarzı uyuşuyor, yani konuşmacının konuyu ele alış tarzıyla, kişinin tarzı uyuşuyor. Artı bilgi ihtiyacı örtüşüyor. Tam ihtiyaç duyduğu şeyi, ihtiyaç duyduğu anda veriyor konuşmacı. Hatta bazen, aslında senin de eksikliğini hissettiğin fakat tam ayrımında olmadığın bir şeyi birisi tam olarak ifade ettiğinde, “işte bu” diyorsun. Yani, seni ifade ediyor. Senin düşündüğün, senin söylemek istediğini tam yerinde ifade ediyor, onu söylüyor. Diğer taraftan da sevmediğini, beğenmediğini söyleyen kişiyi dinliyorum, yine aşağı yukarı aynı şeyler çıkıyor; tarz çıkıyor, konuyu ele alışı çıkıyor veya ihtiyacı çıkıyor.

    Şimdi, konuya kendi açımızdan baktığımızda, dünden bu yana 2 gün devam edecek olan etkinlikler içerisinde sevdiklerimizin sevmediklerimizin, beğendiklerimizin beğenmediklerimizin küçük bir analizini yaptığımızda, öğrenmeyi öğrenme kavramının içini doldurma sürecini başlatmış oluruz. Beğendiğiniz konu ve konuşmacılarla beğenmediklerinizin bir değerlendirmesini yaptığınızda kendi öğrenme sürecinizi tanımış olacaksınız. Bu ise bizim bazen bilinçli bazen de bilinçsiz ama mutlaka zaman zaman yaptığımız bir değerlendirmedir. Bir örnek olsun diye söylemek istiyorum. Aynı şey derslerde geçerli. Bundan dolayı kişinin önce kendisini tanıması, kendisinin nasıl öğrendiğini bilmesi gerekiyor. Burada eğitimciler olarak baktığımızda, olayın, aslında diğer tarafında biz varız ve öğrenci kadar bizim de ona ilişkin bilgileri bilmesi gerekiyor; yani hem öğrencinin kendisini tanıması gerekiyor, hem de öğretmenin öğrenciyi tanıması. Öğrenme tarzları olarak biliyoruz ki kimi düşünerek öğrenir; yani bütün kavramları çözümleyerek öğrenir. Kiminin öğrenmesi için de duygu dünyasına ulaşmanız gerekiyor. Bir şekilde kendi kişisel hayatıyla, kendi kişisel deneyimleriyle irtibatlandırmanız lazım ki, o kişide lamba yansın, devreye girsin. Kimi öğrencilerim de vardır, hep aykırı düşünür; yani sen ne söylersen o farklı bir açıdan konuya yaklaşır. Böyle bir öğrencim her zaman bu işi yapıyor. Ben açıklıyorum, o her zaman söz alıp “Hocam olayı bir de şu açıdan ele alsak olmaz mı?” türü şeyler söylüyor. Bitiriyorsun, onu da yapıyorsun, başka bir açı getiriyor. Bir gün kendi kendime dedim ki, şu konunun bütün boyutlarını ortaya koyayım, 5 dakika konuşulacak bir konuyu 25 dakikaya yaydım, hepsini anlattım, bitirdim ve o öğrencimin tepkisini beklemeye başladım. Dedi ki “Hocam bu konuyu bu kadar abartmaya gerek yok” İşte bu, yani fark etmiyor. O farklı görüşünü mutlaka söyleyecek. O öğrencinin kendisinin bu durumu bilmesi de yetmiyor. Önce kendisinin bunu fark etmesi lazım, “Mr. muhalefet etiketinin arkasında neyin olduğunu bilmesi lazım ama arkasından daha da önemlisi öğretmenin de onu anlayabilmesi lazım. Öğretmen onu anlayamadığında o çocuk dışlanıyor, itiliyor ve bundan dolayı dünya eğitim literatüründe ‘üstün zekalı başarısız öğrenciler’ grubu var. Paradoksa bakın, üstün zekalı ve başarısız!.. Bu olayın kahramanları büyük oranda biziz, bunun müsebbibi, üstün zekalı yaratıcı grubun oluşturucusu çok büyük oranda bizleriz. Öğretmen ve öğrenci çapraz köşelerde olduğunda öğrenme tarzı, düşünme tarzı, hayata, olaylara bakış tarzı açısından çapraz köşelerde yer aldığında, öğretmen gerekli dikkat ve titizliği göstermediğinde, o çocuk büyük oranda dışarı atılıyor, başarısız yapılıyor. Erken yaşlardaysa çocuk kendini kötü hissediyor. Defalarca yaşamışımdır: anlayamıyorsun soruyorsun, hoca bir önceki cümlesini aynen tekrar ediyor. İkinci kez bir başka arkadaşımız aynı konu hakkında bir soru daha sorduğunda, hocanın ses tonu biraz değişiyor ve diyor ki; “Bunu anlamayacak ne var?”. Ben aldığım derslerden birinden çok iyi hatırlıyorum, daha ilk haftada soru sormamayı öğrendim. Soru sorduğumuzda hep aynı ses tonu ile karşılaştık. İlk hafta birisi aynı konuda üçüncü soruyu sorma cesaretinde bulundu, tepki aynen “Daha dönemin başındayız, bu dersi alıp almayacağın konusunda bence yeniden düşün” şeklindeydi.

    Öğrenmeyi öğrenme için birinci vurguladığımız şey kişinin kendini tanımasıdır. Kendi öğrenme sürecinin farkında olmasıdır. Bu açıdan öğrenmeyi öğrenme, kişinin kendi kendisi ile diyalog kurması, kendisini gözlemlemesidir. İkinci olarak başkalarını gözlemlemesi ve onlarla diyalog kurmasıdır. Bu kişi kendi öğrenme sürecini ve kapasitesini bilir.

    Bunların hepsi kendi kendimizle yaşadığımız bir süreçtir. Geçmişte, bizi başarıya götüren süreçlerin ayrımında olacağız yani falan konuda, falan derste çok başarılı olduysak bunun nedenini irdelemeye çalışacağız. Bunu irdelediğimizde mesela benim hayatta en çok keyif aldığım birkaç ders vardır, yıllardır tadını hâlâ unutamam. Şimdi, dönüp inceliyorum o zaman buluyorum ki bir tarafında konunun kendisi var diğer tarafta öğretmen var, kullanılan materyaller var. Dersi birlikte aldığımız grup var, hatta dersi aldığım zaman dilimi var... Çoğunluk kendimizi bulduğumuz ders, kendimizi bulduğumuz konular var.

    Burada eğitimciler olarak yine çok iyi bir performansımızın olduğunu söylemek zor. Ben hayatta şununla çok karşılaştım; “Bir kitap okudum, hayatım değişti”, “Bir film izledim, hayatım değişti” diyenleri duyuyorum ama 11 sene okulda okudum, ben yeni bir insan oldum diyene çok az rastlıyoruz. Bırakın, “Şu dönem şu dersi aldım, hayatım değişti” diyenleri, dört yıl fakültede kalıyor, ders alıyor; ama, bir romanın arkasından, bir filmin arkasından söylediği şeyi söyletemiyoruz.

    Dün, aslında, bu platformda bulunan öğrencilerimiz bunu çok iyi ifade ettiler; herkes, aslında, kendini bulmak istiyor. Bu durum beni de yıllardır üzerinde hep düşündüğüm, ifade etmeye çalıştığım açıklamalardan birine götürdü. Dün öğrencilerimizde de aynı şeyi gördüm. Öğrenciler kendi öğrenmelerinin sorumluluğunu kendileri üstlenmek istiyor. “Tamam, yardımcı ol, göster, aktar; ama, o süreç benim” diyorlar. Zaten biz şunu söylemiyor muyuz: “Öğrenci aktarılan bilgiyi aynen tekrar ederse bu onun konuyu öğrenmediğini gösterir.” “Kendi cümlelerinizle ifade ediniz” derken, arkasındaki düşünce bu değil mi? İlkokulda, orta okulda, lisede ve üniversitede öğrendiklerinizi kendi cümlelerinizle ifade ediniz derken, öğretmenin kast ettiği şey, anladın mı, anlamadın mı ben göreyim demek değil mi? Bununla öğrencinin kendisinin devreye girmesini istiyoruz. Ama bazı hocalarımız bunun tersini de yapmıyor mu? Tanımda, virgülü hocanın koyduğu yere koymadığı için puanları kırılan öğrenciler yok mu?

    Öğrenmeyi öğrenmemizle ilgili bazı pratik şeyler aktaracak olursak: Mesela, geçmişteki başarı başarısız olduğumuz durumları incelediğimizde hangi şeyleri yapıyoruz, yapmıyoruz. kendi başımıza sessizce okumak mı bizim öğrenme tarzımız. Onu gündelik aktararak, onunla ilgili problemler üzerine kafa yormak mı veya bazen ezberlemek mi en iyi öğrenme tarzımız?. Bazen sınıflarda bir tanıma ilişkin bütün öğeleri ortaya koyuyoruz, ama diyoruz ki, sen kendi tanımını buradan kendin yap. Önemli değil, yani bu öğeler içinde olduğu müddetçe, istediğin şekilde ifade edebilirsin, tarzın farklılığı hiç önemli değil diyoruz. Birkaç tane öğrencim çıkıyor “hocam, Allah’ını seversen şunu bir yazdır, önemli değil, isterseniz bir sayfa olsun” diyor. O da fark ediyor öğrenme ihtiyacını ve tarzını, ona da yerini göstermek gerekiyor.

    Diğer taraftan anlam çıkarıyoruz. Ben hararetle tavsiye ediyorum, okuduğunuz kitapları, müzelik gibi saklamayın; altını, yanına çiziniz, işaretleyin, paragrafı ya da bir alt başlığı bitirdiğinizde, sizde uyandırdığı çağrışımları yazın. Yazarınki ile aynı olmasın. Hangi öğrencinin nasıl öğrendiğini anlamaya çalışmak lazım. Bazıları başkasına öğretirken daha iyi öğrenir. Bir öğrencim diyor ki “benden yardım isteyen arkadaşlara, anlattığımda konuyu daha iyi öğreniyorum. Anladım ki, aslında, benim en iyi öğrenmem başkalarına öğretmek şeklinde oluyormuş.” Bunları fark etmeye çalışmak öğrenmeyi öğrenmenin özünü teşkil ediyor.

    Benden önce söz alan hocalarımız bununla ilgili olarak konuyu Sokrates’e kadar götürdüler.. Ben de Aristo’dan beni çarpan bir alıntı yapayım: “Bilmediğinizi öğrenemezsiniz” diyor. Ben, bunu aktardığımda epey insan bu paradoks karşısında şok oluyor. Alıntı aynen şu şekilde “Hiç kimse daha önce bilmediği bir şeyi öğrenemez.” Yani yeni öğrenmeler için önceki öğrenmelerin harekete geçirilmesi şart. Böyle olduğunda, kişinin kendisinin bütün varlığı ile, bütün bilgisiyle, bütün deneyimleriyle, bütün hisleriyle, bütün idealleriyle o konunun içinde olması lazım. O konunun içine girdiğinde, onun için öğrenme gerçekleşiyor.

    Bundan dolayı öğrenmeyi öğrenme, öncelikle merceği kendimize doğrultmaktır. Felsefi olarak da hocalarımız aynı şeyleri söylediler. Öğrenmeyi öğrenme kendimizi tanımamızdır. Bugün kendimizi tanımamıza ilişkin, eskiye oranla çok daha geniş kaynaklarımız var. Bugün, eskisi gibi sözel veya sayısal zeka alanlarından birisine girmiyorsanız, kendinizi aptal hissetmenize veya başarısız görmenize gerek yok. Çoklu zeka alanlarından birinde iyi olduğunuzu görebilirsiniz. Biz toplumdan neden liderler çıkmıyor diye yakınırız; ama, sosyal zeka dediğimiz, insanlardaki liderlik potansiyelini ortaya çıkaran, onu işlemeyi vurgulayan zeka alanına gereken önemi vermeyiz hatta daha da bastırırız. Bugün kendimizi tanımlamak için Çoklu Zeka Teorisini kullanabiliriz. Diğer tarafta öğrenme stilleri vardır. O kadar çok kendimizi tanıma envanteri var ki, bugün. Birileri mutlaka onlardan birisini kullandığında “işte bu benim”, “bu büyük oranda beni tanımlıyor” diyebilir. Beynimizin çalışmasıyla ilgili, bugün, eskiye nazaran çok daha fazla bilgiye sahibiz. Bugün, öğrenmenin psikolojisinden çok biyolojini konuşur hale geldik. Biz öğrenme olayını psikolojik olarak algılamıştık, daha önceki dönemlerde. Bugün, daha çok öğrenmenin biyolojisinden konuşuyoruz. Bugün elimizde öğrenmenin biyokimyasına ilişkin açıklamalar var. Artık biliyoruz ki aşağı yukarı bütün insanlar aynı sayıda sinir hücresiyle doğuyor, ama, o kişiyi diğerinden daha zeki yapan şey, öğrenmeyi gerçekleştiren sinir hücrelerinin sayısı değil, kişinin o sinir hücreleri arasında kurduğu bağlantı sayısıdır. Yine artık biliyoruz ki, öğrenme öncesiyle, sonrası arasında beynimizde biyo kimyasal değişiklik meydana geliyor. Öğrenme öncesindeki kişinin beynindeki sinir hücrelerinin yapısı ile sonrası arasında fark var. Beynin yapısı ve işleyişi hakkındaki yeni bilgiler gösteriyor ki, daha önceden beynimizde oluşan bir noktayı, yeni duyduğumuz, yeni öğrendiğimiz bir şeyle ilişkilendirdiğimizde, ayni beynimizde yeni bir bağlantı oluşturduğumuzda öğrenme gerçekleşiyor. Eskiler, zaten bu açıklamaları bu kadar biyolojik olarak bilmeseler de, anlamayan, öğrenmek istemeyen kişi için demişler ki “bir kulağından girer, öbür kulağından çıkar” Yani beynine uğramaz, orada herhangi bir değişiklik meydana getirmez.

    Geçmişte kendimizi başarıya ve başarısızlığa götüren süreçleri bilme yanında, bugün üzerinde de durabiliriz, bugün için uygun koşullar nedir!.. Benim kontrolümde olan şey nedir? Kontrolüm dışında kalan nedir? Mesela, öğrenci bana diyor ki “hocam ben bu hocanın tarzını anlayamıyorum / sevmiyorum”. Bu durumda öğrencinin seçenekleri var: “Hocanın tarzını anlamaya çalışacaksın veya o tarza paralel düşen sınıftaki bir arkadaşını bulup, ondan yardım alacaksın; hocanın tarzını anlamaya çalışacaksın veya dersi başka bir dönem alacaksın.” Bunun için kontrolümüzde olan şeylerle, olmayan şeyleri ayırt etmek gerekiyor ve bu koşulları değiştirip, değiştiremeyeceğimizi bilmemiz lazım. Çalıştığımız konuya, kendimizi vermemizi sağlayan veya vermemize engelleyen neler varsa, onları da bulup ortaya çıkarmak gerekiyor. Konu hakkında, daha önceki bilgilerimizin harekete geçirilmesi şarttır. Öğrenmenin biyolojisi ile ilgili açıklamalarda da geçiyor: Siz, daha öncekinin üstünü açıp, onu ortaya çıkardığınızda, onun ile, yeni bir alan arasında bağlantı kuruluyor.

    Özetlemek gerekirse öğrenmeyi öğrenme, kişinin kendi kendisi ile diyalog kurması, kendisini gözlemlemesidir. Ancak öğrenme süreçlerine ilişkin başkaları ile de diyalog kurmak, onları da gözlemek gerekir. Sorular kısmında vaktimiz kalırsa bunlar üzerinde de dururuz.

    Teşekkür ederim.



    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Dr. Sayın Semra Günay Ergün, buyurun efendim.

    SEMRA GÜNAY ERGÜN – Teşekkür ederim Sayın Başkan.

    Sayın Başkan, değerli konuklar, daha önceki bütün konuşmacı arkadaşlarımız öğrenmeyi öğrenme nedir, neler olmalıdır, nasıl yapılmalıdır? gibi konulara değindiler. Ben, burada Millî Eğitim Bakanlığı’nda ne gibi çalışmalar yapılıyor, nasıl yapılıyor ve bu çalışmaların yapılma gerekçeleri nedir? bunları açıklamaya çalışacağım.

    Millî eğitimin genel ve özel amaçlarında, Millî Eğitim Temel Kanununda, 7 ve 8’nci Kalkınma Plânlarında yetiştirilecek insan hedefi belirlenmiş. Düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, bilgiyi yaratıcı bir şekilde kullanabilen, bilgi çağı kimliğine uygun, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, kendini tanımaktan ve ifade etmekten çekinmeyen bireyler yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca, bakanlığın 2001-2005 çalışma programında da yer alan hedefler arasında, eğitimde AB ülkeleri standartlarını yakalamak hedefi yer almaktadır.

    Neden öğrenmeyi öğrenme, öğrenme merkezli eğitim ya da başka bir ifadeyle öğrenci merkezli eğitim?

    Geleneksel yöntemlerle eğitimde hedeflenen başarıya ulaşıp ulaşamadığımıza bakmalıyız. Eğer geleneksel yöntemlerle hedefe yaklaşmış ise yakalama yönünde umut vaat ediyorsa, yöntem değişikliğine gerek bulunmamaktadır. Öğretimimize olduğu gibi devam etmek durumundayız. İşte bu nedenle Millî Eğitim Bakanlığı öncelikle durum tespiti yapmıştır. Yaptığı durum tespitinde 2002 yılında Millî Eğitim Bakanlığının üç birimi, İlköğretim Genel Müdürlüğü, Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü ve Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanlığı iş birliği yaparak, Öğrenci Başarısının Belirlenmesi Sınavını gerçekleştirmiştir. Bu sınav, öğrencileri ve öğretmenleri sıralamak amacını taşımamaktadır. Bu sınav, iyileştirmeye açık alanları belirlemek için tasarlanmış bir sınavdır. Üstelik bu sınav öğrencilerin yıllara göre başarılarını izleyebilmek için bir başlangıç noktasını oluşturacaktır. Bu sınavda, farklı sınıf düzeyinde öğrencilerin Türkçe, Matematik, Fen Bilgisi ve Sosyal Bilgiler alanlarında başarıları ile hangi zihinsel becerilere sahip oldukları belirlenmiştir. Ayrıca, öğrencilere anketler uygulanmıştır. Bu anketlerle sosyo ekonomik düzey, sınıf içi etkinlikler, bu alanlara ilişkin ilgi ve başarı algısı, boş zamanları değerlendirme, ders çalışma ve okuma alışkanlıkları boyutlarına ilişkin bilgiler de toplanmıştır. Bu sınav öğretim programlarının başarısının genel olarak değerlendirmesinin yanı sıra program geliştirme ve öğretim etkinliklerinin kalitesini artırmaya yönelik çalışmaların başlamasına öncü olacaktır. Ayrıca, belirtmek istiyorum, bu sınavda standart başarı testleri kullanılmıştır.

    Öğrenci Başarısını Belirleme Sınavında ne gibi sonuçlar elde edilmiştir? Bu sınavda özet olarak şu sonuçlar elde edilmiştir.

    1) Türkiye genelinde hemen her sınıf düzeyinde ve konu alanında öğrenci başarı düzeyleri, genel olarak yüzde 50’nin altında kalmaktadır.
    2) Bazı konularda grafik yorumlama ve uzaysal muhakeme gibi zihinsel süreç düzeylerinde öğrenci başarıları oldukça düşüktür.
    3) Öğrenci başarı algısını etkileyen faktörler incelediğinde; okuldaki araç gereç, kendi başına öğrencilerin akademik başarı algısı üzerinde etkisi bulunmamaktadır. Ancak, öğretmen bu araçları eğitim ve öğretimde aktif olarak kullandığında öğrencilerin başarı algısını etkilemektedir.
    4) Diğer bir sonuç da; öğrencilerin yaklaşık yüzde 73’ü, ders içi zamanlarda araç gereç kullanımının ya hiç ya da ara sıra yapıldığını belirtmiş olmasıdır.

    Bu sınav sonuçları, Millî Eğitimi Geliştirme Projesi sürecinde 1995-1996 ve 1997 yıllarında ulusal düzeyde yapılan sınavlarla karşılaştırıldığında, öğrenci başarılarında yıllar itibariyle belirgin bir iyileşmenin görülmediği de ortaya çıkmaktadır. Niteliği artırmada kullanılan başka bir yöntem de uluslararası kıyaslamalar yapmaktır. Millî Eğitim Bakanlığı uluslararası kıyaslama çalışmalarına da girmiştir. Türkiye, eğer uluslararası arenada rekâbet edebilecek yeni nesiller geliştirmek istiyorsa, buna eğitimden başlamak zorundadır. Bunun için de bazı projelere katılarak, kıyaslama çalışmaları yapmaya başlamıştır.

    1999 yılında TIMSS Projesine katılarak fen ve matematik alanlarında öğrenci başarıları belirlenmiştir. Bu projede sıralama hedeflenmemektedir. Bu projede, uluslararası düzeyde kıyaslama yaparak iyileştirmeye açık alanların belirlenmesi ve iyileştirme faaliyetleri için rotanın belirlenmesi amaçlanmaktadır. Fen bilgisi dersinde uluslararası öğrenci başarı ortalaması 50, Türkiye ortalaması 42, Matematik dersinde, uluslararası başarı ortalaması 49, Türkiye’nin 43’tür. Sıralama hedeflenmemekle birlikte dünyadaki yerimize bakarsak, bu sayıların neler ifade ettiğini anlamamız daha kolay olur. Türkiye Fen Bilgisi dersinde 38 ülke içerisinde 33 üncü sırada, Matematik dersinde ise 31’inci sırada yer almıştır. PIRLS Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim Projesi de 2001 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu projede okuma becerileri açısından Türk öğrencilerin uluslararası ölçülerden düşük düzeyde oldukları anlaşılmıştır.

    Görüldüğü gibi Millî Eğitim Bakanlığı hedefini koymuş. En başta belirtildiği gibi durum tespiti çalışması yapmış, bunun içinde ulusal ve uluslararası ölçme değerlendirme çalışması yapmıştır. Bunun dışında araştırmalara da yer vermiştir. Kendisi araştırma yapmaktadır, bazı araştırmaların yapılmasına destek sağlamaktadır, üniversite ve Millî Eğitim Bakanlığı arasında ilişkiyi kurmaya çalışmaktadır. Bugün bakanlığın Destek Araştırmaları Programı’nda MEB üniversite işbirliği ile gerçekleştirilmesi düşünülen 284 araştırma konusu bulunmaktadır. Bunların 8 tanesi öğrenci merkezli eğitim için program, yöntem gibi konuları içermektedir.

    Ulusal ve uluslararası düzeyde yapılan sınavlarda istenilen başarıyı yakalamadığımız açıkça görülmektedir. Bundan sonra hedefe ulaşmak için neler yapılacağının plânlanması yapılmıştır. Eğitimde niteliği artırmak için, ne/neler yapmalıyız? Eğitimde niteliği artırmak için eğitim hedefe yani yetiştirilmek istenilen insan tipine odaklanmış olmalıdır. Eğitimin merkezinde öğrenci olmalıdır. Eğitim ortamları yetiştirilmek istenen insan tipine göre hazırlanmalıdır. Nitelikli eğitimde ezbercilikten, çözüm yolları aramak yerine, sorunlara teslim olan bireyler yetiştirmekten söz edilemez tabii ki.

    Günümüzde bilgili insan; bilginin farkında olan, bu bilgiye ulaşmanın yollarını bilen, ulaştığı bilgiyi anlamlandırarak öğrenen, öğrenmiş olduğu bilgilerden yeni bilgiler üretebilen ve ürettiği bilgileri sorun çözmede kullanabilen kişilerdir. Bu tür kişiler, bilgiler belirtilerek, sınıflarda pasif alıcılar olarak kabul edilerek yetiştirilemez. Bu tür bireyler, öğrenmeyi öğrenmeleriyle yetiştirilebilir. Yapılan araştırmalar ve diğer konuşmacıların da belirttiği gibi öğrenme sürecine etkin öğrenci katılımının sağlandığı öğretim ortamında yer alan öğrenciler ile geleneksel ortamdaki öğrencilerin başarı puanları arasında etkin öğrenci katılımının sağlandığı öğrenciler lehinde fark bulunduğunu göstermektedir. O zaman haydi öğrenci merkezli eğitimi uygulayalım! Mucizevi bir model ile eğer öğrenci merkezli eğitimi uygularsak öğrenciler de öğrenmeyi öğrenecektir, dolayısıyla başarı kendiliğinden artacaktır. Hatta öğrenmeyi öğrenen nesiller yetişecek ve yaşam boyu eğitim sağlanacaktır gibi şeyler söyleyebiliriz. Ancak, sınıf içi etkinliklerde birkaç yöntemin değiştirilmesiyle öğrenci merkezli eğitim elde edilemez, bu mümkün değildir. İşte, o zaman da başarısız, olumsuz, işe yaramayan ve gözde çok abartılmış, ama abartıldığı kadar verimli olmayan bir şey diye düşünülecektir. Bir örnek verelim, yine söz konusu projelerde daha çok öğrenci merkezli etkinlikler kapsamına girdiği söylenebilecek çalışmalar yaptığını belirten öğrenciler, Fen Bilgisi ve Matematik testlerinde başarısız olmuşlardır. Tabi ki de buradan yola çıkarak proje üzerinden ya da gruplar halinde öğrencinin birlikte çalışması gibi yöntemlerle eğitimden vazgeçilmesi sonucu çıkmayacaktır. Bu tür etkinliklerin başarılı olabilmesi, öğretmenlerin rehberlik görevinde başarılı olmasıyla mümkündür. Bu bulgulardan ulaşılabilecek sonuç, öğretmenlerin projelerin geliştirilmesinde, gruplara geri bildirim sağlanması konusunda iyi rehberlik hizmeti veremediğidir. Öğrenci merkezli eğitim, okul ve eğitim sisteminin merkezine öğrenci yerleştirmekte, eğitimin hedeflerini öğrencilerin bireysel gelişmeleri ve gereksinimleri doğrultusunda yapılandırmaktadır. Öğrencilerin ilgilerini, isteklerini, becerilerini ve gereksinimlerini ele alacak biçimde öğretim yaşamlarının düzenlenmesidir. Bu arada, öğrenciye kendi öğrenme profilini ve türünü keşfetme becerisini kazandırmak ve böylece öğrenmeyi öğretmek amaçlanmaktadır. Bu amaçları başarabilmek için de öğrenci merkezli eğitim bir bütün, bir sistem olarak ele alınmalı ve uygulanmalıdır. İşte o zaman başarıya ulaşılabilir, amacına ulaşabilir. Bunun için de eğitim programları, ders kitap, araç ve gereçleri, öğretim yöntem ve teknikleri hatta ölçme ve değerlendirme çalışmaları, öğrencilerin bireysel farklılıkları, bireysel gelişimleri üzerine yapılandırılmalıdır.

    Eğitime yapılan yatırım uzun vadelidir. Sonuçları kısa zamanda görülemez. Bunun yanında eğitimde değişim ve yenileşme hareketleri, genellikle dirençle karşılaşır. Eğitimde yerleşmiş alışkanlıklardan vazgeçilmesi, sistemin parçaları arasında kolaylıkla olamamaktadır. Yöneticiler, öğretmenler, veliler hatta öğrenciler bile bunu kolaylıkla alamamaktadır. Bu nedenle, alanda denenmeden yaşanan sorunlar karşısında yeniden işlenerek geliştirilmeden, uygulamaya konulacak kararlar kabul görmeme riskini de beraberinde taşımaktadır. Bu nedenle Millî Eğitim Bakanlığı’nın Ar-Ge birimi olan Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanlığı tarafından ‘Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modeli’ geliştirmiştir.

    Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modeli genel çerçevesine baktığımızda,

     öğrencilerin yaşam becerilerinin geliştirilmesine odaklanılmış,
     bireysel farklılıklar dikkate alınmış ve
     bireyin eğitim sürecine etkin katılımı benimsenmiştir.

    Bu modelde, öğrencilerin bireysel farklılıkları dikkate alınarak eğitim yaşantılarının düzenlenmesi, düşünme becerilerinin gelişimi hedeflenmekte, performans gelişimini de kapsayan çoklu değerlendirme yöntem, araç ve teknikleri kullanılmaktadır. Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modeli, eğitim programları, eğitim teknolojisi, ölçme ve değerlendirme, yaşam becerileri ve ders dışı etkinliklerden oluşturulmuştur. Ayrıca, ders plânlarını içeren bir de kılavuz içermektedir. Bu modelde, öncelikle öğrenci merkezli okul kavramını destekleyen değer ölçütler benimsenmiştir. Bu değer ölçütleri,

     Bütün öğrenciler öğrenmeye isteklidir ve öğrenmek potansiyeline sahiptir.
     Bütün zekâlar geliştirilebilir.
     Öğretmenler öğrenme için gerekli şartları hazırlayarak, öğrenmeyi sağlarlar.

    Öğrenci merkezli okul anlayışında planlanmış bir süreç sonucunda gerçekleştirilir. Bunun için soru, cevap, tartışma, deney, araştırma, gösteri, gezi, gözlem, inceleme, drama, buluş, beyin fırtınası gibi yöntemler kullanılır. Öğrenci merkezli eğitimin gereği olarak ders programları, ders kitapları, öğretim materyalleri, kılavuz kitaplar, öğretim yöntem ve teknikleri, ölçme ve değerlendirme sistemi yeniden yapılandırılmalıdır. İçerik, öğrencilerin yaşam becerileri ile kaynaştırılmalı ve ders dışı etkinliklerle desteklenmelidir. Ana çerçeveleri verilen Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modeli, 2002-2003 eğitim-öğretim yılında 10 ilde, 24 müfredat laboratuvar okulunda, 4’üncü sınıf Türkçe ve Fen Bilgisi, 7’nci sınıf Fen Bilgisi, 9’uncu sınıf Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde pilot uygulaması yapılmıştır. Modelin izleme ve değerlendirme çalışmaları kapsamında, Şubat ve Mayıs 2003 tarihlerinde üst düzeyde düşünme becerilerini ölçmeye yönelik sınavlar yapılmıştır. Sınav sonuçları hakkında okullara geri besleme yapılmıştır.

    2002-2003 eğitim ve öğretim yılına ait değerlendirmeler dikkate alınmış ve model tekrar geliştirilmiştir. 2003 Haziran ayında pilot uygulama yapılan okul, müdür, müdür yardımcısı, il müfettiş temsilcisi, il formatörleri ve uygulayıcı öğretmenlerle genel değerlendirme yapılmış, 2003-2004 eğitim öğretim yılı için bilgilendirme ve uygulamalı eğitim verilmiştir. 2003-2004 eğitim ve öğretim yılında pilot uygulamanın kapsamı genişletilmiştir. Bir önceki yıl uygulamaya katılan sınıfların bir üst sınıfları ile 6’ncı sınıflarda İngilizce ve 8’inci sınıflarda İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersleri de pilot uygulama kapsamına alınmıştır. Modelin geliştirilme ve basılma çalışmaları hâlen devam ettirilmektedir. Ders kitaplarında sunulan bilgiyi ve onun aktarıcısı olan öğretmeni merkez alan eğitim anlayışı yerine bilgiyi çeşitli kaynaklardan edinen ve sürekli gelişimin bir aracı olarak gören, öğrenciyi merkeze alan eğitim anlayışı yerleşirken öğretim programları yeniden yapılandırma sürecine girmiştir. Bunun içinde Tâlim Terbiye Kurulu Başkanlığı yeni öğretim programları geliştirme konusunda adımlar atmıştır. Yapılandırmacı kurama dayalı olup, öğrenci merkezli ve aktif öğrenmeyi benimsemiş Fen Bilgisi Öğretim Programı geliştirilmiştir. İlköğretim okulları fen bilgisi öğretim programı 2000-2001 eğitim öğretim yılında uygulamaya konulmuştur. Fen eğitiminde yıllardır süre gelen öğretim anlayışının dışında, çağdaş öğretim yaklaşımlarının uygulanmasına gereksinim duyulmaktadır. Bu amaçla, yeni Fen Bilgisi Öğretim Programı ve bu programa göre hazırlanmış Millî Eğitim Bakanlığı ders kitapları öğrencilerin fen bilimlerine olan ilgilerini ortaya çıkaracak, bilimsel tutum ve becerilerini geliştirecek, onları bilimsel araştırmalara yönlendirecek, fark ederek öğrenmelerini sağlayacak, günlük yaşamlarındaki olay ve olgularının fen ile bağlantısını kuracak, öğretmenlerin farklı yöntemleri uygulamalarına olanak verecek, yaratıcılıklarını sınırlandırmayacak biçimde düzenlenerek uygulamaya konulmuştur.

    Bunlara ek olarak, öğretmenlere yol göstermek amacıyla Bakanlığın web sitesinde bir ders plânı ve işleyiş örneği de verilmiştir. Bu noktada, daha başka neler yapılması gerektiği tartışılmaktadır. Belli konu ve zihinsel süreçlerle dikkati çeken düşük başarı düzeyleri, okullarımızda kullanılan eğitim programları, öğretim yöntemleri ve öğrencilerin geliştirmesi gereken duyuşsal özellikleri gözden geçirmeyi gerekmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı bu çalışmalara başlamıştır. Fen bilgisi dışındaki alanlarda da öğrenci merkezli ve aktif öğrenmeyi benimsemiş yeni öğretim programları geliştirilmesi için çalışmalara devam edilmektedir. Başarı düzeyleri, öğrencilerin belli özellikleriyle ilgilidir. Başarı algısı, derse yönelik ilgi, ödev yapma sıklığı gibi değişkenler başarıyı etkilemektedir. Bu nedenle, okullarımızda bu tür kişilik özelliklerinin de geliştirilmesine yönelik etkinliklerin plânlanması gerekmektedir.

    Okullara teknoloji yatırımı yapılırken, başta öğretmenler olmak üzere eğitim personeline, özellikle bilgisayarın eğitim ortamlarında etkin olarak kullanılmasına yönelik gerekli eğitim verilmelidir. Öğrenci başarı algısını en çok öğretmen unsuru etkilemektedir. Öğretmen yetiştirme ve hizmet içi eğitim çalışmalarında öğretmen niteliklerini artırmak, uzun vadede sisteme öğrenci başarısında artış olarak geri dönecektir. Bakanlığımız hizmet içi eğitimlerde, öğretmenleri bilgisayar kullanımı konusunda eğitmektedir. Ayrıca üniversitelerle işbirliği yaparak da, aktif öğrenme konusunda hizmet içi eğitimler düzenlemektedir.

    Öğretim sürecinde, öğretmenlerin felsefe, psikoloji ve demokrasi ilkelerini uygulamaları gerekir. Öğretmenlerin kendi kendilerini disipline etmeleri gerekir. Herhangi bir prensibin tam olarak anlaşılması tecrübeyle kazanılır. Tabii ki, sistemdeki aksaklıkların en büyük sorumlusu öğretmenler değildir. Millî Eğitim Bakanlığında yaklaşık 680 000 civarında öğretmen bulunmaktadır. Farklı kaynaklardan, farklı üniversitelerden, farklı donanımlara sahip olarak yetişmiş öğretmenler sistemde yer almaktadır. Hatta bazı dönemlerin getirdiği zorunluluklar nedeniyle, farklı sürelerde ve farklı alanlarda eğitim almış arkadaşlarımız da bulunmaktadır. İşte bu noktada, Bakanlığımızın eğitim çalışmalarına öncelik vermesi gerekmektedir. Ancak, Millî Eğitim Bakanlığının bu kadar çok sayıdaki öğretmeni yeniden eğitmesi bir öğretim yılında olacak bir şey değildir. Bu noktada herkesin bunun bir süreç olduğunu kabul etmesi ve kendi üstüne düşen görevi yapması gerekmektedir. Bu süreç de üniversiteler, Millî Eğitim Bakanlığının tüm çalışanları, sivil toplum kuruluşları, veliler, öğrenciler herkes üstüne düşen görevi yaptığında başarıya ulaşılacaktır.

    Teşekkür ederim.


    &#39; ÇALIŞMADAN, ÖĞRENMEDEN, YORULMADAN, RAHAT YAŞAMANIN YOLLARINI ALIŞKANLIK HALİNE GETİRMİŞ MİLLETLER; EVVELA HAYSİYETLERİNİ, SONRA HÜRRİYETLERİNİ VE DAHA SONRA DA İSTİKBÂLLERİNİ KAYBETMEYE MAHKUMDURLAR...&#39;<br /><br />Mustafa Kemal ATATÜRK

  3. #3

    Üyelik tarihi
    22.Ağustos.2007
    Mesajlar
    342

    BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum.

    Sayın konuklar, soru kısmına geçiyoruz.

    Buyurun efendim.

    KATILIMCI – Sayın konuşmacılara teşekkür ediyoruz. Burada hepsi kendi alanlarıyla ilgili, kendi yaklaşımlarıyla öğrenmeyi öğrenme konusunda fikirlerini söylediler. Fakat benim bu tartışma/diyalog bölümünden beklentilerim biraz farklı; çünkü bugüne kadar öğrenmeyle ilgili yapılan bütün çalışmalar bu öğrenmenin olduğu yere yani öğrenmenin konuklandığı eve gidilerek, evde araştırma yapılıyordu. Öğrenmenin olduğu yer neresi oluyor; beynin içi tabii, hepimizin bildiği bir şey. O halde, gelin, beyin kapısına varıp da birtakım tasarılar, birtakım sözler söyleme yerine, şu kapıyı açıp içine bir girelim, acaba burada neler oluyor, öğrenme buraya nasıl yerleşiyor, burada bir misafir gibi bir süre kalıp, nasıl kaçıyor, yoksa bir ev sahibi gibi sürekli olarak burada nasıl kalıyor ve bunun faktörleri nedir, değişkenleri nedir, bileşenleri nedir? Bunun incelenmesini düşünüyordum. Çünkü bugün bütün dünyada öğrenme deyince beynin içine giriyorlar ve beyni dilim dilim dilerek ve öğrenmenin faktörlerini, bileşenlerini aralamaya çalışıyorlar. Bir kişi öğrenirken, beyindeki sinir hücrelerinin düzenleniş şeklinin resimli görüntülerini çekiyorlar. Dolayısıyla, burada öğrenme deyince ben böyle anlıyorum, fakat tabii ki felsefecilerimizin görüşleri böyledir, kendilerini zevkle dinledik, teşekkür ediyorum ama bugün felsefi görüş eğitim öğretime maalesef eski çağlardan beri hâkim oldu; çünkü o zaman, felsefecilerimiz eğitim öğretim hakkında görüşlerini belirtiyorlardı. Daha sonraki yıllarda hele 1960’lardan sonra uzay çalışmaları Ay’da yürümeler başladıktan sonra bu öğrenmenin biraz daha derinliğine inilmesi gerektiğini ve davranışsal öğrenmenin, davranışsal törenin yavaş yavaş çatırdadığını görüyoruz. O halde burada önerim şu: Bütün dünyada bugün denenen bir test vardır. Bir konu sadece anlatılarak, öğretmeni de görmüyorsunuz, sesini duyuyor ve dinliyorsunuz. Öğrenilen yüzde 15’tir, bu defalarca test edilmiştir. İkincisi, eğer karşıya yapacağımız konunun deneyini getirir, göstererek anlatırsanız, öğrenme yüzde 35 olmuştur. Eğer, çocuklarımıza deneyleri yaptırarak öğretirseniz, öğrenme yüzde 85 olmuştur. Bu bütün dünyada kabul edilen test sonucudur. O halde, şu ana kadar bizim dinlendiklerimiz, öğrenmeyi öğrenmenin sadece biz yüzde 15’lik kısmını öğreniyoruz. Teorilerimiz çok doğrudur; ama örneklerle renklendirilmeliydi. Bir örnek vererek konuşmamı bitirmek istiyorum. İlkokul öğretmeni bir akrabam, kendi köyünde öğretmenlik yapıyor. 40 sene önce bana şunu anlattı. Diyor ki “Köyde çocuklara rahat konuşmayı anlatmak için, çocukların kolay konuşacağı konular seçiyorum. Hadi bugün öküzü konuşalım. Öküzü konuşuyoruz, ertesi gün atı konuşuyoruz, bir gün de tavuğu konuşalım dedim. Tavuğu konuştuk, şusu var busu var diye konuştuk ve bitirdiler, başka hiçbir şey söyleyemiyorlar; fakat, herkes de bir şey söylemek istiyor, en arkadan bir çocuk “Öğretmenin tavuğun ölüsü bu kadar, ama dirisi de bu kadar” diyerek gerçek tavuk büyüklüğünü gösterdi. “Tavuk ölünce küçülür mü?” dediğimde “Küçülür öğretmenim” diyor inatla ve göster dediğimde kitabı getirdi “Buyur” dedi, yani kitaptaki resmi çocuk tavuğun ölüsü zannediyormuş” dedi. Ben bu lafı duyduktan beri, 40 yıldan beri 48 yıllık üniversite hayatımda diyorum ki, eğer bilimi tahtaya çizerek veya kitaplardan 2 boyutlu olarak anlatırsanız, bilimin ölüsünü anlatırsınız; çünkü bilim 4 boyutludur, olaylar 4 boyutludur, 3 tane koordinat bir de zaman değişkeni vardır. Bütün olaylar ister sosyal olsun isterse doğa olayları olsun 4 boyutludur. Siz boyutun 2’sini keserseniz, canlıyı 2’ye bölerek çocuğa verirseniz, al bunu canlandır ve öğren derseniz, bu mümkün değildir. İşte 1962 yılında Ankara Fen Lisesinin kuruluşundan beri Türkiye’de uygulamaya çalıştığımız modern eğitim programlarının başarısızlığı, Türkiye’deki öğretmen yetiştirme problemindedir. Sayın hocamız belirttiler, öğretmenden şikayet ettiler. Kendi üniversitenizde, bu öğretmenleri dediğiniz gibi yetiştirebilmek için, üniversite programında tedbir aldınız mı? Ben hiç zannetmiyorum. 48 yıllık üniversite hayatımda, Türkiye’nin bütün üniversitelerinde ve kurumlarında hiçbir öğretmeni nasıl iyi yetiştiririz diye araştırma yapılmamıştır ve üniversite programlarında tedbir alınmamıştır. O halde, biz kitaplardaki tanımları ve izahları bırakalım, problemin kendisine memleketin problemlerine inerek, kendi problemimizi kendimiz çözelim. Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun.

    KATILIMCI – Ben Yrd.Doç.Dr.Mürsel Aktek. Burada bazı eksiklikler gördüm, yani hiç dokunulmadı o konulara burada. Batılı programlarda 1/10 oranında, örneğin Avustralya, Amerika gibi insanlara sağlık ve beden eğitimi konusunda, okul öncesinden, özellikle lise 12’ye kadar program ayırıyorlar; ama -özür dilerim- bizim burada seminerlerimiz dahil, sanki bu alana yani bedenin kabiliyet bölümüne hiç yer verilmiyor, çocuklarımızı dershanelerde yarışmacı olarak tutuyoruz; onların zihinsel gelişimlerini sağlıyoruz fakat bedensel gelişimlerine fazla fırsat vermiyoruz. O zaman, Avrupa Konseyi, Amerika, Avustralya niye bizden ileride dediğimizde, vücudun yarısını en azından işletmediğimizi düşünüyoruz. Bir başka konu ise biz burada konuşuyoruz ama öğrenciler de konuştu, fakat öğretmenler konuşmadı. Batılı ülkelerde şu şekilde bir çalışma programı var. Orada öğretmenler yarım gün çalışıyor, tam gün maaş alıyor. Biz de ise, tam gün çalışıyor ve üstelik öğretmene haftada 30 saat yüklüyoruz, üniversite dahil olmak üzere, öğretmenden başarı bekliyoruz. Halbuki, gördüğümüz kadarıyla, geçmişte Osmanlı’da külliye denilen, yani bugünkü Batıda kampus denilen, ilkokul, ortaokul ve liseler var, kaliteli kütüphaneler var, biz bunlara dönebilmeliyiz diyorum. Bir başka şey ise, üniversite sınavlarında öğretmenlerimizi hiç değerlendirmiyoruz. Öğrencinin öğrendiklerini değerlendiriyoruz. Halbuki, bugün Avustralya gibi ülkelerde, öğrenciler 21 yaşına kadar öğretmenlerin verdiği notların yüzde 50’sini kabul ediyorlar, 21 yaşından sonra da sınavsız üniversite geldi, yani bu ne demek; öğretmenin verdiğini yüzde yüz kabul ediyorum. Bir başka şey ise uygulamada yine Osmanlı külliye sisteminde ki bu Enderun mektebi idi, dünyaya mucitler ve liderler yetiştirme okulu idi. Başarılı öğrencilere özel odalar veriliyor, bir öğrencinin beş ya da on tane öğretmeni oluyordu. Fatih Sultan Mehmet’in 22 hoca tarafından yetiştirilmesi gibi. Biz, bazı şeyleri konuşuyoruz; ama tasarlarken, bunları da yapmamız lazım. Sonuçta şunu söylüyorum: Bir de rehberlik konusu eksik kaldı diye görüyorum. Biz, rehberliği genel olarak yetiştiriyoruz, rehber danışman diye. Halbuki, dünyada 42 000 meslek var, bugün Batılı ülkelerde her dersin rehberi, her dersin danışmanı var. Türkiye olarak çağı yakalamak ve çağın üstüne çıkmak istiyorsak bu işteki öğretmenlerin ve öğrencilerin antidemokratik eğitim ve öğretim çalışma ve koşullarından bunları kurtarıp, daha özgür öğrenme ve daha özgür öğretme ve bedensel, zihinsel, ruhsal kapasitelerin maksimum işletilmesiyle mümkündür diyorum. Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum.

    Buyurun.

    KATILIMCI – Mustafa Üstünışık, TED Ankara Koleji. Saygılar sunarım efendim. İlköğretim 4, 5, 6, 7, 8 fen bilimleri programını hazırlayan gruptan bir öğretmenim, aynı zamanda o kitapların çıkması için 2 yılı aşkın bir süre harcadık, 2 900 000 liraya Avrupa normlarında kitaplar çıktı, her türlü elimizden gelen yardımı yapmaya çalıştık, ama ne hazindir ki, şu anda il ya da iller genelinde yapılan seviye tespit sınavları, bakanlık tarafından yürütülen ortak sınavlar, bu programla ilişkili değil. Aynı zamanda, yani fen bilimleri soruları, yine aynı minvalde devam etmekte. Benzer biçimde, -Nesrin hocam belirtti- 40 000 öğrencinin Anadolu Liseleri Sınavında sıfır puan alması, bu sistemde de çok büyük bir değişiklik söz konusu değil, fen kanayan yaramız. ÖSS’ye geldiğiniz zaman da, sanıyorum bir önceki senede 45 fen sorusunda 4 yanlış 1 doğruyu götürdükten sonra, Türkiye net ortalamamız sadece 4.2 idi. Dünya kadar yatırım, dünya kadar para akıtılıyor, okullar, dershaneler, çeşitli modeller, işte bizim fen net rakamımız. Birtakım vakıf okulları, birtakım özel okullar, devlet genelinden farklı durumda olduklarını söyleyebilirler, onların da rakamlarına gelindiği zaman, fendeki tablonun birazcık arttığını görürsünüz; ama, yine de 45 fen sorusundaki durum hazindir. Benim, özellikle, sormak istediğim; bunların denetlenmesi, bu sınavların yapılması konusunda Nesrin hocam neler düşünüyor? Bu fen programının devamı konusunda neler düşünülüyor? Bu büyük emekle yapılan kitapların da, daha 5 sene bile dolmadan... Çağdaş ülkelerde bir program yapıldıktan sonra, en az 5 sene program uygulanır ve sonra yeni değişiklikler önerilir. Bunların da kaldırılacağı, yeni programlar yapılacağı şeklinde dedikodular var. Bu cevapları alırken bize çok güzel bilgiler ve aktarımlar yapan bütün hocalarımıza teşekkür eder ve destek rica ederim. Saygılarımla. Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun.

    KATILIMCI – Hisar Eğitim Vakfı Okulları, Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar ve Eğitim Teknolojileri Bölümü. Sayın Ergun’a sorularım olacak; eğer öğrenci odaklı öğretim ortamları ve araştırmalardan söz edilmesi gerçekten çok etkileyici oldu. Kağıt üzerinde ve buradaki anlatımla, bunların gerçekten Türkiye’de yerleşmesini ciddi olarak ümit eden bir kişi olarak, bütün bunlar beni çok sevindirdi. Yalnız, anlatıldığı kadarıyla, aklımda şöyle birkaç soru oluştu: Diyelim ki, pilot uygulamalarınız çok başarılı oldu, hatta onunla ilgili olarak şunu sorayım; öğrenci odaklı, bireysel öğrenmeye yönelik, oluşturmacı, kurgulayıcı, bu tip öğrenme ortamlarını pilot okullarınızda bile hangi ortamlarda uygulayabildiniz? Sınıf mevcudu kaç kişi idi? Öğretmenler bunun için eğitim aldılar mı? Bu yöntemin sonuçlarını, 1’inci yılın sonunda yaptığınız sınavlarla ortaya çıkarabildiniz mi? Diyelim ki, bütün bu soruların yanıtları “evet” ise, o zaman bunun bütün sisteme yayılması nasıl mümkün olabilecek; yani bizim İstanbul’da bile varolduğunu bildiğimiz 85 kişilik sınıflarda bu yöntemler, bu metotlar başarılı olabilecek mi ve mümkün olabilecek mi? Dün, Bakan Anadolu’daki 40 000 okula İnternet bağlantısı yapılacağı haberini verdi. Buradaki soru şu: Bağlantı çok iddialı ve bant genişliği çok yüksek bir bağlantı bile olabilir, bu çok sevindirici bir haber; ama bu işin sadece başlangıcı, bu İnternet bağlantıları ile, bütün bu okulların, öğrencilerin, öğretmenlerin ve hatta yöre halkının ki heyecanla hâlâ bu okullara İnternet bağlantılarına koşacak olan kişilerin acaba İnternet üzerindeki hangi Türkçe içerikli eğitim ortamına yararlı olacağı düşünülen, hangi bilgilere, hangi biçimde ve nasıl ulaşmaları bekleniyor? Şu anda, bu işlerin içinde olan bir insan olarak, Türkiye’de böyle bir içerik olmadığını biliyorum. Önümüzdeki yıla kadar böyle bir şey yapılacak mı? Böyle bir şey mümkün mü? Son olarak sayın Kısakürek ve Büyükdüvenciye sorularım; yaşam boyu eğitimin uzun yıllardır bütün dünyada ve Türkiye’de de önemsendiğini haklı olarak söylediniz. Ben de aynı fikirdeyim. Peki o zaman, üniversitelerdeki yetişkin eğitimi ve halk eğitimi bölümlerinin neden kapatıldığı konusunda yorum ya da düşünceleriniz var mı? Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Şimdi, öğrencilerimizden soru alacağız.

    ÖĞRENCİ – Tuzlu Çayır Lisesi hazırlık sınıfındayım. Öğrenci merkezli öğrenim için teknolojinin kullanımı, yaratıcı zeka için uygulamalı öğrenim gerekli. Fakat, bunun için de para gerekli. Sizce eğitime ayrılan payın en az olduğu ülkelerden biri olarak, bilgi teknolojilerini kullanamadığımız bu sistemde, nasıl öğrenmeyi öğrenebiliriz? Sınıf mevcutları 60 kişi ve öğretmen eksiği var ve bizim bazı derslerimiz boş geçti yani okullar açıldı ve bizim 4 hafta İngilizce dersimiz boş geçti. Bu sınıflarda nasıl öğrenmeyi öğrenebiliriz?

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun efendim.

    KATILIMCI – Geleneksel öğretim ve eğitim yöntemlerinin tartışıldığı bu etkinlikte, tartışma yöntemi geleneksel oldu; yani öğretmen merkezli olmaktan, öğrenci merkezli olacağı, öğrencinin çokça soru soracağı bir modelin daha uygun olacağı bir dönemde, etken ve edilgen bir uygulama oldu, bu tartışma ortamı bunun güzel bir örneği olarak yapılabilirdi, bir eleştiri. Sorularımızla sizin gibi bilgi kaynaklarına ulaşmak, konunun gündeme getirilişinde daha etkili olur diye düşünüyorum. İkincisi, öğrenmek nedir, bilmek nedir ve bilgiler arasındaki ilişkileri neden ve sonuç olarak açıklayabilirler mi? Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun efendim.

    KATILIMCI – Prof.Dr.Ümit Davaslıgil. İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Özel Eğitim Bölümü başkanıyım. Sayın Ergün’e sormak istiyorum. Yeni kitaplar yazılıyor, yeni yöntemler kullanılıyor fakat bu da yeterli değil, düzenlenmesi, yeniden seçilmesi, disiplinlerarasında bütünlüğün sağlanması hele şimdi artık bu da dış ülkelerde demode oldu. Belli kavramlardan yola çıkarak, bunların çeşitli disiplinler açısından kazandırılması önem taşıyor. Bu yeni uygulamalar üzerinde çalışma var mı? Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun efendim.

    KATILIMCI – Semra hanıma sormak istiyorum. Daha önceleri Milli Eğitim Bakanımız, önümüzdeki 2004-2005 öğretim yılında yeni programların uygulamaya sokulacağını söylediler. Semra hanım şimdilerde yeni programların üniversitelerle işbirliği yapılarak hazırlanmakta olduğunu beyan ettiler. Merak ediyorum; böyle bir programın yaşama geçirilmesi, öğrenmeyi, öğrenme anlayışının uygulamaya sokabilmesi için eğitimin en önemli öğesi olan öğretmenin, anlayış ve davranış bakımından yetiştirilmesi, buna hazırlanması gerekmez mi? Bildiğim kadarıyla böyle bir çalışma görmedim, bilmiyorum. Acaba öğretmenleri bu doğrultuda hazırlamayı düşünüyorlar mı? Bir de, söz gelimi, benim alanım Türkçe, yeni bir Türkçe programının hazırlanmakta olduğu söyleniyor. Bu program henüz piyasada yok, bu program hazırlanacak, tamamlanacak, test edildi mi bilmiyoruz ve varsayalım ki test edildi, bir de önümüzdeki 2004-2005 öğretim yılında bu yeni programlar doğrultusunda hazırlanan yeni ders kitaplarının okutulacağı, öğrenmeyi öğrenmede öğrenci merkezli bir anlayışla hazırlanacak ders kitaplarının okutulacağını söylediler Sayın Bakanımız. Şimdi, bunlar önümüzdeki öğretim yılına yetiştirilecek mi? Bir de set kitap anlayışıyla bu işin yürütüleceği söylenmişti. İşte öğretmen el kitabı, ders kitabı ve çalışma kitabı şeklinde. Bu set kitabı da düşünürsek, bu tip kitapların hazırlanması için ne kadar süre vermeyi düşünüyorlar? Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun efendim.

    KATILIMCI – İstatistikler yapılırken, özel ve devlet okulları arasında farklılık yapılıyor mu? Değerlendirmeler yapılırken özel okul başarısı budur, devlet okulları arasındaki başarı budur şeklinde bir istatistik yapılıyor mu? Bir de, ben her okulda bir motivasyon öğretmeninin olmasını dilerim. Her çocuğun iyi bir yanı vardır. Öğretmenlerimiz bu çocukların iyi yanlarını çıkartıp, onu yüreklendirmelidirler. Bir de, konuşmalarınızda lütfen uygulamalara değinelim. Okuma ve yazma çok önemli, bunları çocuklarımıza nasıl öğretmeliyiz? Çocuklara okuma kitabı verildiği zaman, bunu veliler vasıtasıyla denetleyebilirler, her gün kaç sayfa okuyor, hafta sonunda bir imza atılarak, onu belirtmeli ve bu kitapların bir değerlendirmesi yapılmalıdır. Yazma ödevleri de ilkokul 1’den başlamalı, bu çok önemli. Biz de bu yazma, kendini ifade etme olanağı hiçbir zaman verilmiyor. Ben bu yaşımda bile, orta 3’teki oğlumdan daha az ifade edebiliyorum kendimi, belki de bu yurtdışı eğitimine bağlı. Buna önem verelim. Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun efendim.

    ÖĞRENCİ – Meriç Can Usta, TED Ankara Koleji. Burada 2 gün boyunca gözlemlediklerimden aldığım sonuç şu: Genellikle konunun felsefi tarafına fazla eğiliyor, bireyin kendi sorgulama sürecinden bahsediliyor, öğrenci ve öğretmen ilişkisinden bahsediliyor fakat hiçbir şekilde, ben bunu, uygulama alanında veya pratik alanda ne yapılması gerektiği konusunda hiçbir şekilde bir çözüm önerisi yahut da pratik düzeye indirgenmiş bir cevap alamıyorum. Genellikle burada alınan sonuçlar, konuşanların da, özellikle akademisyen olması sebebiyle bir yerde üniversite öğrenci kitlesiyle yapılan, öğretmenlerin kendi deneyimlerinin sonuçları oluyor.

    Peki, burada, bazı ekonomik ve sosyal konulara da eğilmemiz lazım. Eğer, biz, öğrenmeyi öğrenme işini bir yerde yarışa katılmak için yapıyorsak ve bu yarışta başarılı olmak için yapıyorsak ve eğer, çağımız bunu gerektiriyorsa o zaman bu yarışın getirmiş olduğu psikolojiyi de düşünmemiz lazım. Biz, neden yarışa zorlanıyoruz ve bu yarışta insanlar neden geri kalıyorlar? Daha önce Sabancı Üniversitesinden burada bir sunum yapıldı. Eğer, bizim için öğrenmeyi öğrenmek ve özel programlar belirli bir yerde parayla satın alınan bir hizmet mi? Şu da var; biz öğrenmeyi öğrenmeyi nasıl yaygınlaştıracağız? 15 milyon kişiye eğitim ulaştıran bir ülkeyiz ve 15 milyon insana, burada eğitim vermek zorunda olan çok az bir öğretmen kitlesi var ve bu öğretmen kitlesinin yetiştirmek zorunda olduğu insanlar, çoğunlukla belirli maddi ihtiyaçlarını sağlayamayan kişiler. Bu insanlar ilk önce kendi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamalıdır ki, daha sonraki yaşama bir duruş kazandırmalılar. Önce insanlar kendi karınlarını doyurmalı, kendi sınıf atmalarını becermeliler. Bunun için de zaten diğer çocuklara sorduğunuzda, bilinçsiz ya da bilinçli olarak -bunu bilmiyoruz- herkesin gitmek istediği popüler bazı yerler var; çünkü herkes sınıf atlamak zorunda, herkes bir yerde kendi ekonomik çıkarını sağlamak zorunda. Bunun için 15 000 kişilik bir mühendislik yerine girmek isteyen 200 000 bin insan var ve bu insanlar bir yerde yarışmak zorundalar, bu bilgileri kendi kafalarına yamamak ve bu yamadıkları bilgileri de tekrarlamak zorundalar. Hiç kimsenin bir şey öğrenmeyi öğrenmektir, yoksa bunu yaşamına uygulamaktır, bunu devam ettirmektir, buna vakti olduğuna falan inanmıyorum. Ben bunu kendi sınıfımdan biliyorum. Bizim müfredatımız biraz özel bir müfredat, bize daha çok birey olma, bağımsız olma, dünya vatandaşı olma gibi değerler, sorgulama değerleri kazandırılmak isteniyor. Pratikte öyle mi, hayır, bazı derslerde kesinlikle öyle değil. Özellikle, bu fen bilimlerinde böyle. Neden; sınav pratiğine baktığımızda ve herkesin belirli bir ekonomik çıkarı için yaşamını sürdürebilmek için, eğitimde gelmesi gereken hedeflere ulaşması için, ben o bilgiyi tekrarlamak zorundayım. Eğer, bilgiyi tekrarlamadığım, bilgiyi özümsediğim bir durumda, bu ekonomik paradoksa biraz değinilmesini ve pratikte bu yapılan konuşmanın, biraz daha böyle yani kendini doyurmuş insanların yapmış olduğu bir konuşmadan ziyade, biz sorgulamalıyız, bu bir ihtiyaçtır, sorgulayamayan birey olmaz demekten ziyade, önce sosyal devlet olmayı becerelim, önce sosyalleşmeyi birbirimize anlatmayı becerelim, önce eşitliği yaratalım, ondan sonra, bence öğrenmeyi öğrenmeye ve bireyin kendi felsefi duruşuna bakalım diyorum. Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Ben teşekkür ederim.

    Soru sorma işlemini burada kesiyorum. Hakikaten birtakım sorular, güncel, aktüel ve bakanlığın uygulamalarıyla ilgili, hanımefendi burada cevap verirken, sanıyorum kendi birimiyle ilgili alanlarda cevap verecektir. Bir kısmı eğitim politikasının geneliyle ilgilidir, bir kısmı bütçe prosedürleriyle ilgilidir, dolayısıyla bu yöndeki sorular biraz çoğunlukta olduğu için önce size söz vereceğim; buyurun.

    SEMRA GÜNAY ERGÜN – Teşekkür ediyorum.

    Millî Eğitim Bakanlığıyla ve yapılan çalışmalarla ilgili çok sayıda soru gelmesi, aslında sevindirici bir şey. Çünkü, tartışılmak, eleştirileri almak ve eleştiriler doğrultusunda bir şeyler yapmak her zaman doğruyu bulmak için en iyi yöntemdir diye düşünüyoruz. Ayrıca, yapılan şeylerin heyecan verici olduğunun da bir göstergesidir.

    Öğrenci merkezli eğitimin uygulanmasına ilişkin sorular geldi. Evet, bir takım zor koşullar var ve bunu kabul ediyoruz. Sınıf mevcutlarımız fazla, öğretmen açığımız var, öğretmen dağılımında sorunlar var, Millî Eğitim Bakanlığı bunun farkında, bunu düzeltmek için de birtakım düzenlemeleri yürütmekte zaten. Biliyorsunuz kamuda en çok istihdam sağlayan birim Millî Eğitim Bakanlığı, öğretmenlik. Üniversitelerde eğitim fakültelerinin puanları çok yükseldi. Çünkü öğretmenlik daha çok tercih ediliyor, puanlar yükseliyor, böylece daha nitelikli olduğu kabul edilen öğretmenler sisteme katılıyor. Bu işin sevindirici tarafı. Diğer taraftan çok sayıda öğretmen alımı devam etmekte. Öğretmenlerin hizmet içi eğitimlerle yetiştirilmesi gerekiyor. Öğretmen niteliklerini geliştirme çalışmaları merkezde, il Millî Eğitim Müdürlüğü düzeyinde yapılıyor. Asıl hedef; okulların öğrenen örgütlere dönüşmesi, yani okulların öğrenme odaklı olması. Okulların birbirleriyle etkileşim hâlinde, üniversitelerle işbirliği kurarak, kendi gelişimlerini sağlamaları hedeflenmekte ve bunun içinde birtakım çalışmalar var.

    Bir izleyicimiz modeli güzel anlattığımı söyledi, model, benim güzel anlattığım için güzel değil. Model gerçekten çok nitelikli arkadaşlar tarafından ve özveriyle hazırlandığı için güzel ve ben sadece burada özetledim. Bu modeli geliştiren kişiler hakkında biraz bilgi verebilirim. Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modelini akademik kariyere sahip öğretmenler geliştirmekte. Sistemin içinden gelen öğretmenler sınıfı ve öğrencileri biliyorlar. Geliştirilen modelin sisteme uyarlanması için de alanda uygulanıyor. Mevcutlar fazla ama böyle bir şeyden vazgeçmemiz mümkün değil. Bakanlığımız ilk önce sınıf mevcutlarını düşüreyim, arkasından da bunu yaparım demiyor. Bu bir sistem, bu bir bütün hâlinde olmalı, daha önce söz ettim, çalışma programında da eğitimde AB standartları yakalanması hedeflenmekte. Bunun içinde sınıf mevcutları da var. Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modelinde bir gelişim ve değişim süreci tanımlandı, modelin içinde bu da var; ama, bunun yanında alanda deneniyor, öğretmenler ne düşünüyorlar, ne tür aksaklıklar var, yöneticiler ne düşünüyorlar, öğrenciler ne düşünüyorlar? Bunlara bakılarak ve kapsam gün geçtikçe genişletilerek, Türkiye’ye özgü, Türkiye’ye uyan, bir model geliştirme çalışması var.

    Diğer bir soruda da, İnternet bağlantılarıyla ilgili. Bu heyecan verici ve güzel bir çalışma. Ama bu tabi sadece, İnternet bağlantısı yapılması yönünde değil. Bakanlığın Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü eğitim portalı geliştirme çalışmasını da yürütüyor. Öncelikle alt yapı hazırlanıyor. Öğretim programları ile ilgili çalışmalar devam ediyor. Sınav sonuçlarına ilişkin ise; eğitimde bugün yaptığımız bir şeyin sonucunu yarın alamıyorsunuz, bu süreç olarak birikime dayalı bir şey. Program değişti, bu yılki sınavda da başarı yükselsin diye bir şey bekleyemeyeceğiz. Ayrıca soru bankaları oluşturuluyor. Bu da süreç içerisinde olan bir şey. Programlar ve ders kitaplarının çalışmaları da devam ediyor. Bir de sınavlarla ilgili olarak, benim belirttiğim sınavlarda amaç öğrencileri veya okulları sıralama değil. İyileştirmeye açık alanları tespit etme ve ona uygun stratejiler geliştirmektir. Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ederiz.

    Buyurun efendim.

    SABRİ BÜYÜKDÜVENCİ – Efendim, bir soru üçüncü yaş üniversiteleri hakkında söylediğim sistemle ilgili idi. İsviçre’de dönüşümlü eğitim uygulamaları bunun bir parçasıdır. Biz de ise, YÖK’ün yaptığı bir düzenleme ile eğitim fakültelerinde klasik programlar kapatıldı ama şu anlamda kapatıldı, lisansüstü çalışma yapmalarına engel yok. Örneğin, Ankara Üniversitesinde de halk eğitimi bölümü var, lisans öğrencisi yok, fakat lisansüstü çalışmalarını sürdürebiliyor. Şimdi, birkaç soruya şöyle bir anekdotla yanıt verebilirim; ben bir zamanlar, hatırlamıyorum, Milli Eğitimin ilköğretim müfettişi adaylarına bir kurs verme hatasında bulunmuştum. Hata diyorum, şimdi açıklayacağım. Arkadaşlara bir program yapılmış, bir de felsefe dersi konmuş. Ben felsefe dersi vermeye gittim, daha derse başlamadan, bir arkadaş çıktı “Hocam samimiyetinize güvenerek bir şey söylemek istiyorum. Bize bu felsefe falan lazım değil” dedi. Ben de felsefe anlatmak istiyorum, görevliyim dedim. Peki, size ne lazım dedim. O da “Biz müfettiş olacağız. Müfettiş nasıl teftiş eder, nasıl denetler, böyle pratik bilgiler lazım” dedi ve reçete istedi. Ben onlara şöyle bir yanıt verdim -uygun mu bilmiyorum- başınız ağrıdığında, doktora gidersiniz, doktor sizi muayene eder ve kabadan bir iğne yapar ama siz doktora demezsiniz, doktor benim başım ağrıyor, siz nereye iğne yapıyorsunuz diye. O iğne yerini bulur, bir yerleri düzeltir. Felsefe de böyle bir şey, her şeye basit yanıt almayabiliriz. Bir de şu var, bizim ülkemizde felsefe geleneği, kültürü yok maalesef, yok. Kavramların coğrafyası çizilmemiş, öğrenmeyi dahi biz bilmiyoruz. İzin verirseniz, felsefe bunu bir an önce halletsin. Öğrenmenin yanında bilme var, anlama var, her öğrendiğinizi biliyor musunuz, her bildiğinizi anlıyor musunuz, anlayamadan yanıtlayamazsınız, yaratamazsınız; yani, dünden beri öğrenmeden söz edilip duruluyor, öğrenip de ne yapacaksınız, öğrenme niçin öğreniliyor yani öğrendiğinizin doğru olduğunu nereden biliyorsunuz, bunun ölçütü kimdir, nasıl değerlendireceksiniz, esas buraya geliyor soru. Bir de doğruluğun kendisinin tartışıldığı bir çağdayız. Nedir doğru ve doğrunun ölçütü nedir? Doğrunun ölçütü tartışılıyorsa, sınıfta öğrenmek olarak doğru adına konuşmanız çok zor ve ders verme yöntemlerinizi değiştirmek zorundasınız. Bu durumda, bunlar temel sorunlar, ama bizim eğitim dünyamıza maalesef daha uğramadı ama Batı bunları aşmış, bunları geçmiş. Bu dediğimiz kavramlar 1970’li yıllarda uygulamaya girdi. Biz, o kavramları aldık 2003 yılında burada yeniden ısıtıyoruz. Öğrenmeyi öğrenmeye samimi olarak inanıyorsak biraz bilgileri karıştıralım, İnternete girelim, bu bilgileri alırız, belki bazı soruları sormak için buraya da gelmeye gerek yok, o bilgilerin yanıtları orada var zaten, o zaman, bizim burada başka bir şey yapmamız lazım. Onu ne anlamda yapamıyoruz bilemiyorum ama amacımız da biraz o galiba. Burada bazı pratik soruların yanıtları bilgisayarda var. Oradan alabilirsiniz. Öğrenmek ne demektir? Tanımı da yapılmış, ben katılmıyorum o tanıma ama tanımlar var. Önce şunu bilmemiz lazım; kavramlarla düşünüyoruz, kavramlar yoksa, herhangi bir konuda düşünemezsiniz ve öğrenemezsiniz ama biz de kavram sorunu var. Kavramı bilmiyoruz. Kavram yoksa, öğrenme de olamaz. Kavramın içini açmak ve özümsemek için felsefe lazım. Felsefeyi teknik alanda söylemiyorum, genel bir felsefik kültür lazım. Eğitimimiz de bu da yok. Felsefe dersleri düne kadar okullarımızda problemli idi. Hâlâ öyle. Yeni yapılandırılan eğitim fakültelerinde programlar YÖK’ten geldi, bir tek kuramsal ders yoktur ve bunlar öğretmen olacaklar, felsefe yok, sosyoloji yok, psikoloji yok ve pratik uygulamalı dersler var. Bunlar sanki çocuklara beceri öğretecekler. Bu kafayla eğitimde ancak binlerce kez tekrar eden, hiçbir şey yaratamayan insanlar çıkar ve çıkıyor zaten. Demek istediğim öğretmenlerimizi biz şu anda... bakın eğitim fakültelerinin programlarına, nasıl yetiştiriyoruz, bunu kim yapıyor, bunu buradakiler yapmıyor, bunu Milli Eğitim’de yapmıyor, YÖK yaptı. Niye yaptı bilmiyorum, nedir düşüncesi? Sorunlara öyle baktığımız zaman bazı şeyler net görülebilir. Ama biz burada sorunları gündeme getirmekle, yeni boyutlarını ortaya koymakla, sanıyorum iyi bir şey yapıyoruz. Buna ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

    Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Biz teşekkür ediyoruz.

    Buyurun efendim.

    NESRİN KALE – Ben de felsefenin işinin bu olduğunu düşünüyorum. Sorgulama başlattık burada, bu sorgulamaya ihtiyacımız var, kavramlar boyutunda düşünmeye ve sorgulamaya ihtiyacımız var. Burada Milli Eğitim Bakanlığı’nın kendini sorgulama süzgecine almış olduğunu da görüyoruz, Milli Eğitim Bakanlığı pek bu kadar özeleştiri yapmıyordu kendi yaptığı araştırma sonuçlarından hareketle, öğrenmenin yüzde 50’ye düşmüş olduğunu vurguladılar bu bile bence başlangıç için önemli.

    Bu toplantıların çok önemli olduğunu düşünüyorum. En azından birbirimizi düşündürtüyoruz. Bu düşündürtmede biz felsefecilerin önemli rolü olduğunu düşünüyorum. Reçeteli düşünme alışkanlığından, kavramlara dönük düşünme alışkanlığına doğru bir yol çizecektir bizlere, bu anlamda çok önemlidir. Katılımcının sorusunda da, değerlendirmesinde de reçeteli bir beklenti vardı aslında. Mucizevi çözümler sunulmasa da olumlu değerlendirmek lazım bu toplantıları, olumsuz bakmamamız gerekiyor. Bir de, katılımcı çok tıbbi, biyolojik anlamda reçeteler, bilgiler istediğini belirtti. “Bilgilerin yüzde 15’i bile neden kalmıyor?” diye sordu. Bu alanın uzmanları var ve zaten bu soru bizi aşan bir soru ama bu alanın uzmanları, bu alanda çalışanlar bile beynin yüzde 15’ine dahi henüz ulaşamadılar. Biz, burada nasıl buna ilişkin reçeteler verebiliriz! Burada, sadece sorunlara kopuk kopuk bakıyoruz. Belki, ben de birkaç boyutundan aldım, o da kopuk bir bakış olabilir fakat bu bakışları, sizlerin toparlaması, bir potada eritmeniz ve bunlardan gereken sonuçları mesajları çıkarmamız gerekiyor, özellikle de Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu mesajları çok iyi, sağlıklı algılaması ve birbirimizi bu konuda bilinçli, sağlıklı uyarmamız gerekiyor. Bireysel olarak herkes üzerine düşen görevi bu anlamda yapacaktır diye düşünüyorum. Biz, üniversite olarak üzerimize düşeni yapıyoruz. Sorun ve problemleri deşiyoruz, üzerine gidiyoruz ilgili kurumlara, YÖK’e kadar uyarılarımızı iletiyoruz, araştırmalar yapıyoruz bu alanlarda ama önemli olan, bu araştırmalardan gerek Milli Eğitim Bakanlığı’nın gerekse YÖK’ün yararlanması, bu araştırmaların neler olduğuna bakması ve bunlardan sonuçlar çıkarması, bunları uygulamaya yansıtmasıdır.

    Teşekkür ederim.

    BAŞKAN – Ben teşekkür ederim.

    Bu kadar karmaşık ve çok yönlü sunu ve soruyu nasıl toparlayacağımı bilemiyorum; ama kendime göre bir sentezi zaten peşinen yapmıştım.

    Öncelikle şunu belirteyim, her iki öğrencimizin, oradan ve buradan konuşan öğrencilerimiz haklı. Bunlar, tabii büyük ölçüde uygulamayı ilgilendiren hususlar olduğu için aynen katıldığımı söyleyerek cevaplıyorum. Uygulayıcılar gerekli tedbirleri alır diye düşünüyorum. Bizden biyomekanik ve oransal bir şeyler istendi. Geçenlerde bir Milli Eğitim bakanımız, bizim gibi eğiticileri topladı, reform yapmak istediğini söyledi. Hep şimdi 45-50 yıllık hocalarımız vardı -benim ki henüz 35 oldu- efendim her hocamız benimki 45 yıl, benimki 55 yıl diyorlar. Bakan genç bir insan ve şaşırdı kaldı ve “Burada milenyumun tecrübesi var ama biz, bu sorunları niye çözemedik?” dedi. Şimdi, eğitim sorunları öyle göründüğü kadar kolay ve reçetelerle çözülecek kadar kolay olsaydı, sanıyorum bizim Türk eğitim sisteminde, söylenmemiş söz, önerilmemiş çözüm yok gibidir. Özellikle, şura dokümanlarına bakarsanız, bunları daha iyi görürsünüz ama öğrenme konusu, gerçekten başlı başına ayrı bir konu, gerçekten öğrenme konusunu henüz öğrenebilmiş değiliz.

    Bugün, sadece öğretme ile ilgili kısımlar üzerinde geçmişte çok durulduğu için 150 çeşit öğretim yönteminden söz ediliyor. Bunlardan 14 tanesi ortak deniyor, 10’un üzerinde öğrenme teorisi var, onlarca öğrenme stratejisi var. Bunlar bizim karşımızdakilere öğretmek için kullandığımız yaklaşımlar. Eğer bu kadar varsa bunun karşılığı olan her bireyin kendi stillerinden kaynaklanan yüzlerce farklı model, farklı yapı da var demektir. Onun için öğrenme konusu komplikedir ama şu önemli diye düşünüyorum: Öğrenme konusunu, dün, bugün ve gelecekle ilişkisini kurarak ele alırsak ki, buradaki arkadaşlarım felsefi açıdan böyle bir yaklaşım yaptılar, esasen eğitim felsefesi dediğimiz şey de odur; çünkü, eğitimin gelecekle olan ilişkisi genelde spekülatiftir, kestiremiyorsunuz, kestiremezsiniz de. Okullaşma oranlarını planlayabilirsiniz ama eğitimin ne şekil alacağı konusundaki kestirimler çoğu kere spekülatif kalmaktır. Bugün ICT’nin ortaya çıkarttığı yeni imkânlar, bizim alışılagelen veya uyguladığımız yöntem ve yaklaşımları köklü olarak sorgulamamıza yol açtı. Onun için bilgi her şeyin anahtarı gibi gözüküyor. Ama bilgi eğitimde amaç değil; bilgi, eğitimin aracıdır, amacı değildir. Öğrenme öğretim açısından böyle, öğretme açısından şöyle; ama, öğrenme olgusunu araştırmaya devam edeceğiz.

    Bu duygularla hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.



    Prof.Dr.Sabri BÜYÜKDÜVENCİ : Lisansını, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi (1978); yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde (1981,1986) eğitim felsefesi alanında tamamlamıştır. Eğitim felsefesi alanında 1982'de asistan, 1986'da doktor, 1987'de yardımcı doçent, 1989'da doçent, 1995'te de profesör olmuştur. 1994-2000 yılları arasında ODTÜ Felsefe Bölümü'nde yarı zamanlı öğretim üyeliği yapan Büyükdüvenci; 2001-2002 öğretim yılında DTCF Felsefe Bölümü Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalı'na profesör olarak atanmıştır ve halen çalışmalarını burada sürdürmektedir. Prof. Dr. Sabri Büyükdüvenci, 'Studies in Philosophy and Education' adlı uluslararası derginin 1994'ten bu yana editörler


    Dr. Semra Günay ERGÜN : 1969 yılında Ankara’da doğdu. 1990 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Fiziki Coğrafya Ana Bilim Dalında yüksek lisans, Bölgesel Coğrafya Ana Bilim dalında doktora derecelerini aldı. 1989 yılında MEB’de coğrafya öğretmenliğine başladı. 1995 yılından bu yana MEB Eğitimi Arastırma ve Geliştirme Dairesi’nin (EARGED) Araştırma Şubesinde çalışmaktadır.



    Doç.Dr.Nesrin KALE : 1961 yılında Ankara'da doğmuştur. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitiren Kale; H.Ü. Felsefe Bölümü'nde yüksek lisans, Ankara Ünivesitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde de doktora yapmıştır. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi EPÖ Bölümü ESTT Anabilim Dalı'nda arastırma görevlisi olarak çalışan Kale; 1994 yılında yardımcı doçent, 1997 yılında ise doçent olmuştur. Nesrin Kale, 2000-2001 yılları arasında Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Başkanlığı'nda görev yapmış; 2001 yılında Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde çalışmış; 2002 yılında da M.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi'nde dekan yardımcılığı yapmıştır. Doç Dr. Nesrin Kale, halen Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ndeki görevini sürdürmektedir. 'Nasıl Bir İnsan, Nasıl Bir Öğretim?', 'Etik Sorunsallar ve Eğitim' ve 'Felsefiyat' adlı eserleri yazan Doç.Dr.Kale'nin ayrıca; yayınlanmış çeviri kitapları, makale ve bildirileri bulunmaktadır.



    Doç.Dr.Yüksel ÖZDEN : 1963 yılında Muğla’da doğdu. 1986 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığı burslusu olarak yüksek lisans ve doktora öğrenimi için A.B.D.’ye gitti. Wisconsin Üniversitesi’nde 1989 yılında yüksek lisans, 1993’de doktora öğrenimini tamamladı. Aynı üniversitede eğitimde yeniden yapılanma konusunda doktora sonrası çalışma yaptı. Daha sonra Türkiye’ye dönerek 1995’de yardımcı doçent, 1998’de doçent unvanlarını aldı. Eğitimde yeniden yapılanma, eğitimde kalite ve eğitimde fırsat eşitliği konularında çalışmaları vardır. Özden’in yaratıcılığı geliştirme, düşünmeyi öğrenme ve öğrenme stratejilerini işleyen ‘Öğrenme ve Öğretme’, eğitim sisteminin tıkanıklığına çözüm üretme çabasında olan paylaşım olarak eğitimde yeni paradigmalar üzerinde durduğu ‘Eğitimde Yeni Değerler’ ile kendini tanıma ve geliştirmeye yönelik ‘Kendini Gerçekleştir’ adlı kitapları yanında editörlüğünü yaptığı ‘Öğretmenlik Mesleğine Giriş’ kitabı vardır. Yüksel Özden halen Balıkesir Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi’nde görev yapmaktadır.



    Prof.Dr.Mehmet A. KISAKÜREK : 1948 yılında doğmuştur. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde doçentlik yapan Kısakürek; 1986 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi, 1993 yılında da Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde profesör olarak görev yapmıştır. Ekim 1982-Mart 1983 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitim Programlama ve Öğretim Bölümü'nde başkan yardımcısı olan Kısakürek; Mart 1983-Şubat 1986 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcılığı; Kasım 1981-Şubat 1986 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yönetim Kurulu Üyeliği; yayın komisyonu başkanlığı; satınalma komisyonu başkanlığı; Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyeliği ve Müdür Yardımcılığı; 1986-1990 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Dekanlığı ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. 3 yıl Yüksek Öğretim Denetleme Kurulu Üyeliği, 4 yıl Yüksek Öğretim Kurulu Üyeliği ve Başkanvekilliği yapan Kısakürek; OECD-CERI (Paris) Yönetim Kurulu Üyesi, OECD (Paris) Eğitim Komitesi Üyesi, A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Fakülte Kurulu Üyesi, Ankara Üniversitesi Senato üyesi ve Ankara Üniversitesi Avrupa Birliği Eğitim Programları ve ECTS/DS Koordinatörü olarak da görev almıştır. Ayrıca, YÖK Dünya Bankası Meslek Yüksekokulları ve Eğitim Fakülteleri Projeleri, YÖK Başkanvekilliği döneminde Prof. Kısakürek'in sorumluluğunda yürütülmüştür. Mehmet A. Kısakürek'in, uluslararası bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitabında basılan bildirileri; uluslararası kitapları ve bazı kitaplarda bölümleri; ulusal hakemli dergilerde yayınlanan makaleleri; ulusal bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitabında basılan bildirileri ve yayınlanmış çeşitli kitapları bulunmaktadır. Kısakürek, WCCI (World Council For Corriculum and Instruction) ve ICET üyesidir.
    &#39; ÇALIŞMADAN, ÖĞRENMEDEN, YORULMADAN, RAHAT YAŞAMANIN YOLLARINI ALIŞKANLIK HALİNE GETİRMİŞ MİLLETLER; EVVELA HAYSİYETLERİNİ, SONRA HÜRRİYETLERİNİ VE DAHA SONRA DA İSTİKBÂLLERİNİ KAYBETMEYE MAHKUMDURLAR...&#39;<br /><br />Mustafa Kemal ATATÜRK

Benzer Konular

  1. Fare Deneyi - Bir Öğrenme Metodu
    Konu Sahibi abdullahkarataş Forum Bahçe-Kantin
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 24.Şubat.2010, 20:32
  2. Sicil Notu Öğrenme
    Konu Sahibi sinavevi Forum Mevzuat ve Dökümanlar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 15.Şubat.2010, 15:57
  3. Orkun Abecisini Öğrenme Kılavuzu
    Konu Sahibi adana Forum İlk Türk Devletleri Araştırmalar
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 10.Mayıs.2009, 19:55
  4. Cevap: 2
    Son Mesaj : 11.Aralık.2008, 12:59
  5. Günümüzde Yeni Bir Öğrenme Modeli
    Konu Sahibi adana Forum Rehberlik
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 11.Aralık.2008, 12:40

Giriş

Giriş