Eleştirel Çağrışımlar ve Öğrenme

Prof.Dr.Mehmet A. KISAKÜREK ANKARA ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ FAKÜLTESİ*
Prof.Dr.Sabri BÜYÜKDÜVENCİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL, TARİH ve COĞRAFYA FAKÜLTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ – SİSTEMATİK FELSEFE ve MANTIK ANA BİLİM DALI*
Doç.Dr.Nesrin KALE MUĞLA ÜNİVERSİTESİ FEN ve EDEBİYAT FAKÜLTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ*
Doç.Dr.Yüksel ÖZDEN BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ NECATİBEY EĞİTİM FAKÜLTESİ*
Dr.Semra Günay ERGÜN M.E.B. EĞİTİMİ ARAŞTIRMA ve GELİŞTİRME DAİRESİ BAŞKANLIĞI*

MEHMET A. KISAKÜREK (Oturum Başkanı) – Değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu oturumda eleştirel düşünme ve öğrenme kavramı üzerinde duracağız. Konuşmacılarımızı tanıyorsunuz, tahmin ediyorum. Arkadaşlarımız öğrenmeye eleştirel düşünce açısından yaklaşacak. Her durumda, eğer, eleştirel bir şekilde öğrenme konusunu ele almazlarsa, sizin eleştiri hakkınız olduğunu da ifade etmek istiyorum.

AB’de, gelecek vaat eden, 21’inci Yüzyılda gelecek vaat eden meslekler arasında, eğitim sayılıyor. Salondaki ilgi de bunun doğru bir projeksiyon olduğunu –sanıyorum- gösteriyor. Öğrenme konusu, gerçekten, son zamanlarda, üzerinde sıklıkla durulan ve çok ele alınan konuların başında geliyor. Özellikle de, çoklu zeka kuramlarının biraz daha moda olmasının sonucu olarak, eskiden özellikle öğretmen yetiştirme programlarında, öğretme süreçlerine büyük ağırlık verirken, günümüzde daha çok öğrenme süreçlerine ağırlık veren bir anlayışın giderek yerleşmeye başladığını görüyoruz.

Niçin, buna ihtiyaç var; şunun için: Bilgide hızlı bir artış var, herkes söylüyor işte, çok kısa aralıklarda bile bilgi iki katına çıkıyor; çünkü, ARGE çalışmaları bütün sektörlerde olduğu gibi, eğitim sektöründe ve öğrenme sektöründe de büyük ölçüde mesafe kat etmiş durumda; dolayısıyla, bugün, kendimizin ve öğrencilerimizin nasıl öğrendikleri konusunda geçmişle kıyaslanmayacak kadar daha ayrıntılı bilgi ve tecrübeye sahibiz. İkinci konu, bilgideki artışa paralel olarak, kullanılabilir bilgideki artış da çok önemli noktaya ulaşmış durumda; çünkü, kullanılabilir bilgideki artış, özellikle, bu teknolojiler sayesinde hemen her öğrencinin, her öğrenme arzusu duyanın, parmaklarına kadar ulaşmış bulunuyor. Eskiden, eğer doğru bir şeyler öğrenmek istiyorsanız, doğru bir tecrübe kazanmak istiyorsanız, ne yapıyorduk, okullara gidiyorduk... bugün de öyle, okulların fonksiyonu değişmiş değil; ancak, bugün okul doğru bilgi ve tecrübelerin öğrenilmesi konusunda kaynaklardan sadece biri haline gelmiştir. Eskiden tek kaynaktı, şimdi kaynaklardan bir tanesi.

Bazen, öyle ki, bizim gibi ekonomik koşulları zor olan ülkelerde, okul biraz da bu işlevi geriden götürmek durumunda; çünkü, günümüz teknolojilerine yeteri kadar yatırım yapamadığımız için, kaynaklarımızı artıramadığımız için, öğrencinin bilgiye, özellikle, ulaşımını sağlamada güçlüklerimiz olduğu için, okul biraz geriden bu işleri takip eder hale gelmiştir. Diğer konu, tabii, öğretmenlerimizdir. Özellikle, öğretmen yetiştirme programlarımızla ilgili ciddi eleştiriler bugün de yapılagelmektedir, beki bundan da önemlisi, mevcut öğretmenlerimizin kendilerini yenilemeleri için yeteri kadar kaynağımız bulunmamaktadır. Yine bunlar da büyük ölçüde, bildiğiniz gibi, ekonomik koşullar ve mentalite ile yakından ilgili gözükmektedir.

Demek ki, okul, okula yöneltilen eleştiriler, bir bakıma haksız da değil; ama, şu var ki, bugün karşımıza gelen öğrenciler, öğrenme konusunda bizim bildiğimiz şeylerin, bizim öğrendiklerimizin benzerlerini veya daha yeni versiyonlarını, kendileri de öğrenerek sınıfa gelebilmektedirler. Onun için öğretmenler daha çok eleştirilebilmekte, onun için öğretmenlerin ne bildiği, ne bilmediği daha çok tartışılagelmektedir. Böyle bir ortamda, tabii, öğrenme olgusu çok önemli bir hale geliyor. Diğer taraftan, tabii, 1970’lerde başlayan yaşamboyu öğrenme veya yaşamboyu eğitim –o dönemdeki terminolojisiyle- kavramı üzerinde, başta uluslararası kuruluşlar, UNESCO, OECD gibi kuruluşlar durmakta idi. Bugün ise, bu kavramı değiştirmek zorunda kaldılar. Bugün, yaşamboyu öğrenme olarak ifade ediyorlar. Niçin bunu ifade ediyorlar, çünkü geçmişte insanların okur yazar olmasından tutunuz da, belli bir diploma veya derece alması konusunda kısıtlılıklar vardı; yani, eğitimde fırsat eşitliği, bugünkü kadar yaygın değildi, bugün de bu sorunlar önemli ölçüde devam ediyor; ama, insanlar eğer bugün bir şey öğrenmek istiyorlarsa, bunun için okula gitmek yerine veya okula alternatif gitmek yerine, okul yanında, doğru bilgiye, yeni bilgiye, güncel bilgiye ulaşmanın çeşitli yollarını biliyorlar. Bilgideki artış o kadar büyük boyutlarda ki, biz akademik anlamda öğrencilerimizi daha yetiştirip, mezun edinceye kadar, onlara öğrettiğimiz daha doğrusu doğru tecrübeler kazanmaları için ortaya koyduğumuz bir kısım tecrübelerimiz eskiyebilmektedir.
Bir süre sonra, eğer meslek içerisinde insanlar kendilerini yenilemiyorlarsa, başka bir deyişle yaşamboyu öğrenmeyi bir prensip olarak benimsemişler veya benimsememişler ve bunu devam ettiremiyorlarsa, meslek içerisindeki yükselmelerinden tutunuz, mesleklerini icraya kadar birçok konuda güçlükle karşılaşabilmektedirler. Onun için bir kısım geçmişte doğru bildiklerimiz bile köklü olarak değişmektedir. Dolayısıyla, öğrenmemizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Sizler, öğrencilerinizi mezun ediyorsunuz, mesleğin içerisinde 5-10 yıl gibi bir süre içerisinde sizin öğrettiğiniz bütün bilgi ve tecrübeler alaşağı edilebiliyor, kökten değişebiliyor. O zaman ne yapacaksınız, bu insanları herhalde tekrar eğitime tâbi tutmanız gerekecek. Onun için yine dikkatinizi çekmek isterim, özellikle yükseköğretim kurumlarında, batılı sistemlerde derece ve diplomaya yönelik programlar kadar, kısa süreli, kendisini bir bakıma yenileme eğitimlerinin giderek arttığını da yine bu çerçevede görüyoruz.

Şu halde, bir insan, eğer çağdaş bir insan olarak yaşamak istiyorsa, hakikaten mesleğini aktüel bir şekilde yürütmek istiyorsa, hayatının kalan kısmında da öğrenmeye devam etmek zorundadır. Gerçekten bugün teknoloji çok büyük imkanlar sunuyor. Yaşı 50’leri geçmiş insanlar, akademik hayattaki arkadaşlarım, meslektaşlarım, eğer hatırlarlarsa, kendilerinin yüksek lisans ve doktora yaptığı dönemi ve ulaşabildikleri kaynakları; bugün ulaşabildiğimiz kaynaklarla bunların kıyaslanması dahi mümkün değildir. Bir bakıma, bizim o dönemde yaptığımız iş, bilgiye ulaşmak için hamallık kısmına büyük ölçüde zaman ayırmaktı. Bugün, bilgi önümüze geliyor. Dün akşam İnternette bir tarama yaptım, bir kelime yazdım ve 5 milyon 570 bin vuruş yaptı, çıktı olarak bilgisayar. Sanıyorum 3-4 saat inceledim. Buradan da anlaşılacağı üzere, bilgi kaynakları sonsuz. Sizler spesifik bir konuda derinleşmek istiyorsanız, öğrenmek istiyorsanız, bu neredeyse sonsuz diyebileceğimiz bir boyuta gelmiş olmaktadır.

Öğrenme konusu işte bu kadar geniş, çetrefilli, felsefi yönü olan, eğitsel yönü olan, teknolojik yönü olan, psikolojik yönü olan, teknolojiyi yakından ilgilendiren bir çok boyutlu süreçtir.

Bugün, burada, masa etrafındaki arkadaşlarım bu konuyu eleştirel bir yaklaşımla açıklığa kavuşturmaya çalışacaklardır ancak bu süre zarfında gerçekten açıklığa kavuşmanın çok zor olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla arkadaşlarımın işinin zor olduğunu kabul ediyorum.

Sayın Sabri Büyükdüvenci, buyurun efendim.

SABRİ BÜYÜKDÜVENCİ – Sayın Başkan, değerli konuklar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sayın hocamız öğrenme konusunun çok popüler olduğuna vurgu yaptı. Bu toplantının da amacı bu popüler konuyu açmaktır. Aslında, ilginç olan şu galiba, yanılgıya da düşebiliyoruz. Bazen terimlerin ve kavramların büyüsel etkisine kapılıp, sorunlara da hemen çözüm bulduğumuzu düşünüyoruz, öyle bir yanılgıya düşüyoruz. Aslında, olayın özü değişmiyor. Değişen o kavramlara yüklediğimiz anlamlar, içerik değişiyor; yani, insanın öğrenme karşısında yapması gereken, vermesi gereken çaba değişmiyor. Bu konuyu, yani öğrenmeyi öne çıkarırken, öğretmeye bir tepki veriyoruz, öğretmeyi ikinci plana atıyoruz doğal olarak... Aslında, bu yeni bir olay değil. Platon bunu açıkça ortaya koymuştu. “Herhangi bir kimseye bir şey öğretmek, görmeyen göze görüş koymak gibidir” demiştir. Platon aslında öğretimi iptal etmiştir. Daha sonraki süreç içerisinde, bizler bugün yine Platon’un başka anlamda da olsa söylediği bu düşünceye gelmiş bulunuyoruz. Ben, niçin bu noktaya yeniden geldik, niçin ‘öğrenme’ yeniden önplana çıkarıldı, dünya ölçeğindeki kimi ya da bazı dönüşümleri ele alarak bunu açmaya çalışacağım.

Öğrenme, bir tür olumsuzlamadır. Yani, bir şeyi öğrenebilmek için, ilgili diğerlerini olumsuzlamamız gerekiyor; yani değillememiz, yadsımamız, inkar etmemiz gerekiyor. Aslında, bilgideki ilerleme de böyle oluyor. Kalıplaşmış, dogmatik yapıların aşılmasının yolu da budur. Bilgideki ilerlemenin yolu da budur. Hep böyle olmuştur; eski yapılar olumsuzlanmadıkça hiçbir gelişme olmuyor. Daha doğrusu olumsuzlama süreciyle bizler öğreniyoruz. Ancak, olumsuzlama sürecinde kullandığımız araçlar, kavramlar, terimler, düşünme yöntemleri, alışkanlıklarımız, zaman içerisinde değişime uğramamışsa, bu kez, bunların olumsuzlanması söz konusu. İçinde bulunduğumuz çağda bunun gereğinin anlaşılmış olduğunu düşünüyorum. Her çağ bir öncekinin olumsuzlanmasının sonucudur.

Klasik öğrenme kavramının olumsuzlanmasıyla öğrenmede de yeni ufuklar açıldı. Oluşturulan terim ve kavramlar bunun bir göstergesidir; bütünleştirilmiş öğrenme, öz-yönetmeli öğrenme, kendi kendine öğrenme, yöneltmeli öğrenme, katılımlı öğrenme, etkileşimli öğrenme ve öğrenmeyi öğrenme gibi.

Konuşmamda, bu sözünü ettiğim olumsuzlama sürecinin gereği gibi işletilmediğinde, ortaya çıkan bunalımdan, krizden ya da kaostan söz ederek içinde bulunduğumuz çağda, eğitimde ve özelde öğrenmede gözlenen temel dönüşümleri ve nedenlerini tartışmaya açmak istiyorum.

‘Bunalım’ terimi bu çağa verilen çeşitli adlandırmalardan, isimlendirmelerden biri. ‘Kriz’ ve ‘kaos’ eşanlamlı olarak kullanılan diğer terimlerdir. Kuşkusuz, bir çağ bunalımda olabileceği gibi, bir toplum da, bir insan da bunalımda olabilir; bir kimlik bunalımı, bir otorite bunalımı, etik bir bunalım yaşadığımız da bir olgu. Kısaca, doğru ve hakikat bu çağda bunalımda.

Yaygın ahlaksal normların işlev gördüğü toplumsal koşullar değişmiş ve sona ermiştir. Siyasal, toplumsal ve eğitimsel yeni bir yapılanma gereksinimi güçlü bir şekilde kendini dayatıyor. Doğumumuzdan bu yana gerçekleşen değişimler ve gelişmeler, doğumumuza değin ortaya çıkan gelişmelere neredeyse eşittir. Böylesi bir hızlı değişimle baş edebilmek için, tüm bu gelişmelerin arka planında yatan düşünce biçimlerinin, bilgi anlayışlarının irdelenmesi ve yakalanması gerektiğini düşünüyorum. Sözünü ettiğim bunalıma yol açtığını düşündüğüm önemli bir neden; çağda ya da toplumda eğitimde uygulanan, yürürlükte olan ilkelerin, normların, akıl yürütme biçimlerinin, alışkanlıkların, yaşamda ya da yaşamımızda ortaya çıkan yeni olgular ve olaylar karşısında yetersiz kalması, bunlara açıklama getirememesi, kısaca sorunlar karşısında çaresiz kalmasıdır...

Bunalım bu yönüyle bir tür kargaşa durumu; yani, sahip olduğumuz ya da olunan, evren veya dünya tasarımlarının resimlerinin parçalanması ya da değişime uğramasıdır. Bir tür iletişim bozukluğu, şiddetin yaygınlaşmasıdır. Böyle bir durumda -bana göre- insan ya da toplum, özelde eğitim, kendini yeniden oluşturma, kurma, yapılandırma zorunluluğu ile karşı karşıya bulur. Bunalım anları aslında yeni bilinçlenmelerin ortaya çıktığı anlardır. Eğitimdeki bunalımdan da çıkışın onun yeniden kavramsallaştırılmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bir başka deyişle eğitimin kabul edilmiş varsayımlarını yeniden ele almak ve değerlendirmek gerekiyor.

Eğitim yeniden nasıl kavramsallaştırılır? Bir ipucu olarak ileri sürebileceğim, her şeyi tekliğe ve birliğe indirgeyen, aynı kılmaya çalışan anlayıştan uzaklaşmak gerekliliğidir. Hep benzerden ve aynıdan yola çıkan bilgi kuramsal tekilcilik, üst anlatıların egemenliği ve bunlara ayak uyduramayan düşüncelerin etkisizleştirilmesi eğitimimizin görebildiğim en önemli sorunlarından biridir. İyi, doğru, gerçeklik, hep edilgin, boyun eğilen dokunulmaz veriler ya da tabular olarak düşünülegelmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da özerklikten ya da otonomiden yoksun ve hiyerarşiye saygılı bireyler ortaya çıkmıştır. Doğruya inanma yanlışı; ancak, yorumların doğruluğuna inanılarak aşılabilir diye düşünüyorum. Yeniden kavramsallaştırma sürecinde bunların dikkate alınması gerektiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çağda, yerel ve küresel, bireysel ve evrensel, geleneksel ile modern arasında bir gerilimin, bir uzlaşmazlığın bazen de kavgaların olduğu gözleniyor. İnsanlar, önlerindeki sorunlara hazır çözümler ve hızlı yanıtlar bekliyor; ancak çoğu sorun uzun vadeli, sabırlı ve kararlı stratejilerle aşılabilir.

Sanırım, bu noktada eğitim politikaları önem kazanıyor. Eğitim için en önemli sorun ise bilgideki aşırı ve olağanüstü gelişme ve ilerleme karşısında insanın bunu özümleme yeteneği, kapasitesi arasındaki uçurumdur. Bu eğitimde bilgiye ulaşma yolları ve becerilerini geliştirme olanaklarını aramak biçiminde yansımasını buluyor. Bu toplantı da aslında bunu yapmayı amaçlıyor.

Çağımızda, eğitimde neler değişiyor? dediğimizde ana hatlarıyla şunlar söylenebilir: Bilgideki artış ve bu bilginin evrensel ölçüde dolayıma girmiş olması ve gelişmiş iletişim teknolojileri eğitimi yeni arayışlara zorluyor. Bireyin ve içinde yaşadığı toplumsal yaşamın niteliğini geliştirmek için, artık öğrenme ortamları bir bütün olarak görülüyor. Eğitim yaratıcı bir süreç olarak algılanıyor. Bireyin tüm yaşamına yayılmış kapsamlı bir kavram. Eğitim ve yaş arasında yeni bir ilişki kuruluyor ve eğitim belirli bir dönemle sınırlanmıyor. Örneğin, sayın Kısakürek’in bahsettiği yaşamboyu eğitim kavramı kuşkusuz yeni bir kavram değil. Bu kavram 1970’li yıllarındır ve biz bunu 30 yıl sonra yeniden gündeme getiriyoruz. Bu bağlamda, Avrupa’da uygulamaların olduğunu da biliyoruz. Örneğin, Almanya’da 3’üncü yaş üniversiteleri herhangi bir nedenle eğitimi yakalama fırsatını kaçırmış kişilere yeniden eğitime dönme şansı veriyor. Örneğin, çocuğu nedeniyle eğitimine ara vermiş bir anneye ya da çalışma koşulları nedeniyle eğitim alamamış diğer bireylere, emeklilikten sonra yeniden okuma olanağı tanıyor. Bu nedenle eğitim sadece belirli yaş gruplarındaki çocuklara verilecek bir süreç olmaktan çıkmıştır ya da öğrenmeyi öğrenme derken, bunu okuldaki öğrenmeyle sınırlandırmamak gerekir.

Eğitimsel potansiyeli olan her şey dikkate alınıyor. Okulun, öğretmenin geleneksel işlevleri yeni anlamlar kazanıyor. Bitiyor demiyorum burada; çünkü, öğrenme arzusu, isteği, zevki aşılamak, ‘nasıl öğrenileceğini öğrenmek’ becerilerini geliştirmek, entelektüel merak uyandırmak. Artık toplumda herkes hem öğretmen hem de öğrenci olmuştur. Eğitimin temel amacı; her insanın içinde taşıdığı gizli hazineyi açığa çıkarmaktır. Bu nedir; eleştiri gücüdür, imgelem gücüdür, fiziksel yetenektir, estetik yetidir, iletişim yeteneğidir, liderliktir ve benzeri şeylerdir.

Eğitime yönelik iki talebin öne çıktığı gözleniyor. Birincisi, eğitim sürekli gelişen bilgi ve bilgi temelli bir uygarlığa uygun becerileri, etkili ve yaygın bir biçimde kazandırmak durumunda. Ayrıca, bu bilgi akışının insanları bunaltmamasının uygun yollarını da bulması gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında eğitime olan talebe, geleneksel cevaplar uygun düşmüyor. Her birey, yaşamı boyunca öğrenmeye eğilimli olmak ve bunu başarabilecek biçimde donanık olmak zorunda. Kuşkusuz eğitimciler hep böyle zorunlu terimlerle konuşuyor; ama felsefi açıdan bakıldığında insanların niçin öğrenmeye zorunlu olması gerektiği ayrı bir tartışma konusudur. Niçin ben hayatım boyunca öğrenmek zorunda kalayım diyebilir şahıs kendine. Bir fıkrada; çalışmayan birisine “Niye çalışmıyorsun?” demişler, o da “Böyle daha keyif alıyorum, daha rahat ediyorum. Çalışırsam ne olacak?” demiş, “Para kazanacaksın” dediklerinde, “Para kazanınca ne olacak?” o zaman “Daha rahat edeceksin” demişler, o da “Zaten ben rahat ediyorum” diye cevaplamış. Bu açıdan bakıldığında, ‘niçin öğrenme’ sorusu bence temel bir soru. Niçin öğrenmek zorundayım? Bu dışarıdan bir dayatma ile olamayacağına göre, içeriden gelecek bir istekle olacağına göre bu istek nasıl oluşturulabilir ve mümkün mü? Tekrar Platon’un sözüne geliyoruz, öğrenme isteği benden çıkmalı. Peki, bu istek sadece bana bağlı ise, bu isteğe müdahale etmek ne ölçüde mümkündür sorusu sanıyorum ayrıca üzerinde durulması gereken bir soru.

Değişime ve gelişmelere uyum sağlamanın başka bir yolu görünmüyor çağımızda. Becerileri ve bilgileri sürekli geliştirmek, görüş ufkunu, vizyonu genişletmek, artık –her bireyin demeyeyim- çağımızın zorunlu bir yükümlülüğü olmuştur. Yaşamı birbirinden farklı dönemlere ayrılmış gören, geleneksel anlayış da değişmiştir. Okula ayrılmış çocukluk ve gençlik, bir diğeri yetişkinlik ve iş yaşamı ve emeklilik. Bu geleneksel bir anlayış. Bu çağımızın gerçeklerine uymuyor. Bugün hiç kimse, gençliğinde aldığı eğitimle tüm yaşamını sürdürebileceğini düşünemez. Hızlı değişimler bilgilerin sürekli güncelleştirilmesini gerekli kılıyor. Yaşamboyu öğrenme artık bir ideal olmaktan çıkmış gerçeklik kazanmıştır ve eğitimin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için 4 temel öğrenme çevresinde yeniden kavramsallaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Bunlara bilmeyi öğrenme, yapmayı öğrenme, birlikte yaşamayı öğrenme, olmayı öğrenme diyorum ve bunu çağımızın bir eğitim parolası olarak görüyorum. Bilmeyi öğrenmeden kastedilen kodlanmış bilgileri öğrenmekten çok bilgi araçlarının kendilerini öğrenmek, bilgiye giden yöntemlerin bilgisini kazanmak ve bilimle dost olmak. Çağdaş paradigmaların ve bilimsel gelişmelerin araçlarını, terim ve kavramlarını, kaynaklarını öğrenmek. Düşünme yetisini geliştirmek. Olaylar ve olgular üzerinde yoğunlaşmayı, konsantre olabilmeyi öğrenmek. Ezber öğrenileceklerde seçici olmayı öğrenmek, burada öne çıkıyor. Yapmayı öğrenmek daha çok mesleki eğitimle ilgili. Öğrenilenler uygulamaya nasıl sokulacak? Çağımızda gördüğümüz önemli olan şey şu; eğitimin nasıl gelişim göstereceği kestirilemeyen geleceğe, gelecekteki işlere, mesleklere nasıl uyumlu hale getirileceğidir. Bilgideki gelişmelerin yeni iş ve alanlar ortaya çıkaracak yeniliklere nasıl dönüştürüleceğidir. Yapmayı öğrenme, bu nedenle, geleneksel anlamın dışına çıkıyor; yani, bir kişinin açıkça belirlenmiş bir iş için hazırlanması değildir. Teknik gelişmeler, yeni üretim süreçlerinin gerektirdiği becerileri değiştiriyor. Fizik gücüne dayalı işler, daha zihinsel, entelektüel işlerle yer değiştiriyor. Tüm düzeylerde daha yüksek becerilere sahip insanlara talep artıyor. Bireyselliğin yerini ekip çalışması ya da proje grupları alıyor. İletişim yeteneği, başkalarıyla çalışmak, çatışmaları çözmek ve yönetmek becerileri giderek daha fazla önem kazanıyor. Bu niteliklerin nasıl kazandırılacağı üzerinde düşünmek gerekir.

Eğitimin çağımızda temel sorunlarından biri de, birlikte yaşamayı öğrenmedir. Hele şiddetin yaygın olduğu günümüz dünyasında, ötekine, onun kültürüne, tinsel değerlerine saygıyı geliştirerek, çatışmaları engellemek ya da barışçıl biçimde çözmek, bunu olanaklı kılacak bir eğitim yapılandırmak acaba mümkün mü? Böyle bir sorun önünde görebildiğim temel bir engel, bugünkü yarışma ortamıdır. Ekonomik alanda, ulusların kendi içinde ve uluslararasında yarışmacı tutum ve bireysel başarıya öncelik verme eğilimi, bu sorunu güçlendiriyor. Belki de, işbirliğine dayalı çalışmaları desteklemek, ortak amaçların geliştirilmesi bu sorunu aşmada bir çözüm olabilir. Öğretmen-öğrenci ilişkilerinin geliştirilmesi etkili olabilir.

Eğitim, her bireyin bütünsel gelişimini hedeflemelidir. Akıl ve beden, zeka, duyarlılık, estetik duygu, sorumluluk, tinsel değerler, bağımsız eleştirel düşünme, imgelem gücü, olmayı öğrenme, her bireyin kendi sorunlarını çözen, kendi kararlarını alan ve sorumluluklarına sahip çıkacak biçimde geliştirilmesidir.

Sosyal ve ekonomik yenileşmelerin temel olduğu çağımızın değişim dünyasında, imgelem gücü ve yaratıcılık önem kazanmıştır. 21’inci Yüzyıl sözü edilen bu tür yetilere ve kişiliklere gereksinim duyuyor; ama her şeyin dışında temel inancımı söyleyerek sözlerimi bağlayayım.

Eğitimde, mucizevi bir formül yoktur.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum.

Sayın Nesrin Kale; buyurun efendim.

NESRİN KALE – Teşekkür ederim Sayın Başkan. Tüm konuklara sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Çağımız değişiminin gürüldeyen akıntısı içinde bilgi hortumuna kapılmış durumdayız. Çok hızlı değişimler olmakta.. kavramlarımız, değerlerimiz, sistemler, kurumlar değişime uğramaktadır. Giderek hızı artan bu rüzgar içinde özellikle istihdam alanlarında artık farklı donanımlı bir insan tanımına gereksinim duyulduğunu görüyoruz. O zaman özellikle bizim gibi kültürel, sosyal değişimi maalesef geç yakalamış ülkelerde, acilen öncelikle ‘nasıl bir insan’ sorusuyla birlikte ‘nasıl bir eğitim ve nasıl bir öğretim’ sorusunu da sormak bunlara alternatifli yanıtlar ve öneriler üretmek durumundayız.

Bu önerileri oluştururken çerçevemizi oluşturması gereken çağımız insanında bulunması beklenen yetiler şunlardır; yeterince alan bilgisi, nitelikli okuma-yazma ve hesaplama, dinleme, sözlü mesajları algılayıp bunları yorumlayabilme. Konuşma, kavramları hedef gruba göre iletebilme. Yaratıcılık, problem çözme. Karar verme, bireylerle sağlıklı etkileşim, takım çalışması yapabilmek, liderlik, örgütleme ve en temelde de öğrenmeyi öğrenme.

Öğrenmeyi öğrenme en temel, en genel anlamıyla aslında bilgilerimizi, ilkelerimizi yeni durumlara ve yeni şartlara uygulayabilmekten, uyarlayabilmekten başka bir şey olmayıp içeriği de aslında, düşünme süreçleriyle kotarılmış bir yetidir. Kısaca çağımız, bireylerin bilgiyi bulma, kullanma, yani uygulama ve bunlardan yeni bilgiler üretebilme yetilerine sahip olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle de artık en önemli kavramlarımızdan biri haline gelmiştir yaşam boyu öğrenim. Dolayısıyla istihdam alanlarıyla öğrenim olgusu ve eğitim kurumları arasındaki bağımlılık, bu anlamda giderek çok daha fazla artmaktadır.

Öğrenmeye ama özellikle de düşünmeyi öğrenmeye verilen önemi ve değeri ilkçağda Sokrates’a kadar götürmek mümkün. Sokrates ilkçağda “Uyanınız ve düşünmeyi öğreniniz” diye söylemlerine başlar ve yaşadığı çağda, kişilere doğru düşünmesini ve düşünmeyle doğrudan bağlantılı olan doğru konuşmayı öğretmeye çalışmıştır. Platon, Sofistler ve Aristotales ile devam eden bu süreci, 18’inci Yüzyıla getirdiğimizde bu yüzyılda ortaya çıkan felsefe kuramlarında yoğun olarak bilgi, okul ve çevre bütünleşmesinin dolayısıyla öğrenen merkezli eğitimin vurgulandığını görmekteyiz.

Bu kuramlar nedir: Natüralizm, pragmatizm, ütopiklerin görüşleri ve prograsivistlerle toplumsal yeniden yapılanmacılar ve varoluşçuluktur. Sözgelimi toplumsal yeniden yapılanmacılığın, bu konuda getirdiği düşünceleri çok önemli buluyorum. Bu kuram sosyal ve kültürel bir değişikliği bir toplumda yapabilecek zihniyetteki kişileri geleneksel eğitim sürecinin kotaramayacağını, çağdaş eğitimle biraz önce sıraladığımız yetilere sahip kılınacak kişiler eliyle ancak toplumsal reformların yapılabileceğini, toplumsal krizlerden çıkılabileceğini vurgulamaktadır, bu kurama göre yeni bir toplum tipine, moduna ancak bu insanlar eliyle girilebilecektir.

19’uncu Yüzyıl sonundan itibaren –biliyorsunuz- bilgi teknolojileri furyasının başlaması ve bunun öğretimde yer almasıyla çok radikal projeler ortaya çıkmaya başlıyor ve bu kuramlar bilgi teknolojilerine dayalı öğretimin, olması gereken bir öğretimin de (radikal projelerin) öncülüğünü yapmışlardır aslında. Sözgelimi bunlardan birisi İllich olup, 1971 yılında yazdığı ‘Okulsuz Toplum’ adlı eserinde bilgi teknolojileriyle oluşturulacak, öğrenme ağlarıyla yapılacak bir öğretimin kurgusunu yapıp önemini vurgulayarak okula radikal bir seçenek getirmektedir. Daha sonra bundan daha radikal kuramların ortaya çıktığını görmekteyiz; bunlardan biri paternalist eğitim kuramı, diğeri libertalist eğitim kuramıdır. Bu kuramlarda yine okulun olmadığını görüyoruz okul devreden çıkıyor; bilgi teknolojileri ağırlıklı öğrenme ağlarından oluşturulmuş öğretim modelleri var bunlarda. Paternalistler biraz daha toplumcu, ulusçu. Bunlar daha standart bir öğretim yapılmasını, toplumsal bütünlüğün korunabilmesi için bilgisayarla öğrenme ağları ile standardize bir öğretimi gerekli görüyorlar. Libertalistler daha bireyci, bunlar artık standart öğretim modellerinden vazgeçilmesi gerektiğini, her bireyin kendi öğrenmesini kendisinin yönlendirmesi gerektiğini yani her bireyin bu öğrenme ağlarından kendi programını seçip, o program doğrultusunda öğrenmesi gerektiğini vurguluyorlar.

Gördüğümüz gibi artık bilgi teknolojileri gündeme oturdu. Bilgi teknolojileri bazlı, bilgi teknolojileri temelli eğitim kuramlarının ortaya çıktığını görmekteyiz. Nasıl bir öğretim sorusu çok önemli, özellikle bu soruya getireceğimiz cevaplar, oluşturacağımız vizyon, öğretimin okulun amacına ilişkin geliştireceğimiz düşünceler çok önemli. En genel anlamda nasıl bir öğretim diye sorarsak; bu öğretimde öğrencilerin öncelikle problemler ve örnek olaylarla karşılaşmalarını, projelerle bilgi üretmelerini sıklıkla sağlamak durumundayız. Öğrencinin karmaşık problemlerin çözümüne katılıp kendisini bu öğretimin bir parçası hissetmesi çok önemli. Dün gençlerin konuşmalarından da zaten bu ortaya çıktı. Kendilerini o öğretimin bir parçası olarak görmek istiyor öğrenciler, dışından komutlar verilen kişiler olarak değil. Yine sorgulama yönteminin öğretilmesi, özellikle de teknolojik sistemlerin kullanılması ve öğretimin görsel işitsel ortamlarla zenginleştirilmesi ve değişik derslerde öğrendiklerini, bilgilerini bütünleştirmelerinin sağlanması. Bu da çok önemli; yani kopuk, parça parça bilgi öğretiminden ziyade, az öz bilgi, yani niteliği niceliğe yok ettirmeden, öğretimi nitelik kaybına uğrattırmadan alanlararası ilişkilendirme yaparak öğretim; çünkü niceliğe önem verdiğinizde bilgi sayısı da doğal olarak artmış oluyor oysa eğitim ve öğretimde bilgi öğretimi tamamen ikincil bir fonksiyondur, önemli olan öğrenciyi düşünce süreçlerinin içine sokmaktır, bunu yaparak, o öğretimin bir parçası haline getirmektir. Böylece de aslında belli ipuçları vererek, belli dozda bilgiler verip, bu bilgileri kendisinin inşa etmesini öğretmek ve sağlamaktır. Yine, bir öğrencinin çok güzel bir ifadesi vardı “Bize belli bilgiler, belli yöntemler öğretilsin, gerisi bana bırakılsın” diyor. Gençlerin ihtiyacı olan kadarını vermek çok önemli.

Şimdi, mevcut eğitim sistemimize bir spot tutmak istiyorum, bizde ne yapılıyor? Daha doğrusu neler yapılamıyor? Aslında sözünü ettiğimiz pek çok düşünsel yetiyi kazandıramadığımız için, pek çok problem yaşıyoruz. Mevcut sistemimiz öğrencilerimizi maalesef, bu yetilerle donatmaktan fazlaca uzak. Bilgilere bakıyoruz, kopuk kopuk, konular arasında bağlantı olmadığı gibi, disiplinler arasında da bağlantı kurduramıyoruz. Problemlere dönük, uygulamaya dönük, yaşama dönük, projelere dönük bir eğitimi maalesef veremiyoruz. Görsel ve işitsel ortamlarla zenginleştiremiyoruz. Halbuki, uzmanların saptamasına göre, bilginin kalıcılığını yüzde 60 kadar artırmakta bu ortamlarda yapılan bir öğretim. Bilgisayar laboratuarları varsa bile bazı okullarda sadece levhasını görebiliyor öğrenciler. Muazzam uçurumlar olduğu bir gerçek. Dün de bu açık ve net bir şekilde çıktı gençlerin ifadesinde. Ayrıca adeta eğitimimizde iki farklı kutup; özel okullar ve devlet okulları kutuplarının oluştuğunu da görmekteyiz buna da çok acilen çözüm gelmesi gerekiyor. Okullarda laboratuvarlar varsa bile, işlevsel kılınamıyor; yani öğretimi verimli hale getirebilmek için işlevsel kılamıyoruz, kullanmasını bilmiyoruz, öğretmenlerimiz bu anlamda yönlendirmesini bilmiyor.

İlköğretimden başlayacak olursak, taşıtlar konusuyla ilgili bir örnek seçtim. Bizim hayat bilgisindeki bir program taşıtları tanımayla ilgili ve bir de aynı konuya ilişkin Amerika’da uygulanan programa bakıyoruz kazandırılacak kavramlar aynı, hedefler aynı ancak yöntem tamamen farklı. Biz de, taşıtları tanımayla ilgili 14 tane hedef belirlenmiş. Bazıları şöyle: Kara taşıtlarının adlarını söyleme ve yazma. Hava taşıtlarının adlarını söyleme ve yazma. Sırayla hava taşıtlarını kullanan kişilerin isimlerini söyleme ve yazma, deniz taşıtlarını kullananların meslek adının kaptan olduğunu söyleme ve yazma. 14’üncüsü ise verilen taşıtlar için istenileni seçip gösterme gibi. Bu da çok basit bir uygulama tarzı. Şimdi, görüldüğü gibi programda ezberletilmek istenen parça parça bilgiler arasında bir bağlantı yok, bir kopukluk var. Ulaşım teknolojisinin gelişmesine ilişkin bir tarihçe yok. Tarihçe çok önemlidir, tarihsel kesitlerin verilmesi, o bilginin kaynağını göstermek açısından, öğrencinin bağlantılar kurması açısından da çok önemlidir, uygulama boyutu ise bulunmamakta.

Amerika’da uygulanan programa baktığımızda; bütün bu taşıtların hepsi için geçerli olan belli tanımlamalar yapılmış. Ortak tanımlamaları çok özet olarak söylersek; birincisinde diyor ki, ulaştırma teknolojisi insanları, ürünleri, kaynakları, bir yerden diğer bir yere götürmek için birtakım araç ve bilgileri uygulayarak bir sistem meydana getirmektedir. Bakın, genele ilişkin bir tanımlama. İnsanlar karada, su yüzeyinde, suyun içinde, havanın içinde ve uzayda seyahat edebilirler... Tanımlamalar bu kadar. Sonra ulaştırma teknolojisinin gelişmesi var, tarihçesi var. Milattan önce kano ile başlayıp 1957’de uzay yolculuğuna kadar gelinen süreci tanıtmış ve dört, beş aşamalı uygulama boyutu var. Model yaptırma, araba, traktör, uçak modelleri yaptırma, ulaştırmada öncülük yapan girişimcilere ilişkin raporlar hazırlamak gibi; yani, öğrenciyi bu konunun içine, kendi gözleriyle, kendi kafasıyla girip, nüfus etmesini sağlayacak uygulamalar yani öğrenmenin içine katacak uygulamalar.

İlköğretimin amacı bellidir; sosyalleştirme, okuma-yazma, hesaplama ve bazı kültürel kavramsal olguların verilmesi yoluyla genel bir donanım sağlama. Oysa, bizim temel eğitimimize bakıyoruz; her yıl birbirinin tekrarı olan ve ileride unutulacak veya değişecek bilgilerin bir yığmacısı haline getirilmiştir. Bilgiler ezberletilmeye çalışılmakta, amaç bu; yani, bilgilerin belletilmesi, akılda daha uzun süre kalmasını sağlamak, fakat bilgiler bir bütünsellik içinde verilmediği için ezberletme işinin de, maalesef başarısızlıkla sonuçlandığını görüyoruz. Bunun en önemli göstergesi, bence, 2002-2003 eğitim-öğretim yılında yapılan Anadolu Lisesi ve Fen Liselerine Giriş Sınavında hiçbir soruya doğru cevap veremeyen, sıfır puan alan öğrencilerinin sayısıdır, 600 000 adaydan 40 000 öğrenci sıfır puan almıştır ve bu sayı her yıl kademeli olarak dev adımlarla artmaktadır. Bir önceki yıl sıfır puan alanların sayısı 2 773 iken bu sayı bu sene 40 000 olmuştur. Bu, bence öğretimdeki başarısızlığımız için çok önemli bir göstergedir. Milli Eğitim Bakanı bununla ilgili bir araştırma yapılmasını istemiş ve araştırma sonuçlarından bazıları şöyle; altyapı yetersizlikleri, öğretmen sayısının, branş öğretmenlerinin sayısının yetersizliği, sınıfların kalabalık oluşu, test yöntemini bilmemeleri... evet, bunların hepsi doğru ama sözgelimi test yöntemini bilmemek bence çok doğru bir neden değil çünkü benim lisede ve ilkokulda okuyan iki çocuğum var, gözlüyorum eğitimlerini, ikisi de bol miktarda test çözüyorlar. Sınavların büyük çoğunluğu test şeklinde oluyor, deneme sınavları yapılıyor il bazında, ilçe bazında. Bence sorun öncelikle öğretimde.

Lise düzeyine bakacak olursak; yine lisedeki öğretimde de fazla bilgi yığmacası yapıyoruz, yine bu bilgiler kopuk kopuk öğretilmekte hatta yabancı eğitimcilerin de bu yönde saptamaları var, bu fazla bilgi yığmacasından dolayı lise eğitimimizi çok zor buluyorlar. O kadar çok bilgi yığıyorsunuz ki, özelikle matematik alanında sanki üniversite eğitimi yani üniversite düzeyinde bir eğitim veriyorsunuz diyorlar. Matematik alanına baktığınızda gerçekten de fazla yığmaca var ve bunlar yine birbirinden kopuk olarak öğretiliyor bir de buna başarısızlık kaygısı da eklenince tablonun iyice karardığı görülüyor. Bu olumsuzluklardan dolayı bakıyorsunuz matematik bölümlerine ya da fen bölümlerine girmiş öğrencilerin durumu içler açısı. En basit altyapı, matematik bilgilerinin yetersizliği ortaya çıkıyor. Üniversitede bu alanlardaki hocaların en önemli problemleri bu. Öğretimlerinde başa dönüyorlar, o altyapıyı verip daha sonra üniversite bilgilerini inşa etmeye çalışıyorlar. Oysa, öğrencileri bilime çekmenin yolu; fen derslerinin sayısını ya da bu alanların içerisindeki bilgilerin sayısını artırmak, varolanları daha teknik ve derin bir hale getirmek değildir, liseler teknik bilgiden çok düşünmenin, tartışmanın öğrenildiği yerler olmalı ve öğrencilerin gelecekte karşılaşacakları yeni durumlar ve problemler için doğru kararlar, sağlıklı kararlar verebilmelerini sağlamalıdır.

Yine, ilköğretimde ve lise öğretimindeki Türkçe ve edebiyat derslerine baktığımızda bunların da en temel kazandırılması gereken yetilerden olan nitelikli konuşma ve yazma, iletişim kurma gibi yetileri öğretemediğini görmekteyiz. Bu süreçten geçen gençlerle üniversitede iletişim kuramıyoruz. Türkçe’yi konuşuyoruz, ama iletişimde zorlanıyoruz. Alan bilgileri bir de işin içine girdiğinde, derdini, kafasındaki düşünceyi ifade etmekte muazzam güçlükler çekiyor gençlerimiz. Sınav kağıtlarını okuyamıyoruz. Oysa dil ve edebiyat derslerinin amacı yalnızca okumasını, nitelikli okumasını, konuşmasını ve düşünmesini bilen, okuduğu ile iletişim kurabilen ve o eserde, o metinde dile getirilen anlamları ezberlemek yerine, okuduklarını kendi bilgi ve kendi yaşantı süzgecinden geçiren okurlar oluşturmaktır. Aslında, Türkçe ve edebiyat derslerinin yalnızca amacı bu olmalıdır. Üniversiteye geldiğinizde ilköğretim ve lise öğretiminde sözünü ettiğimiz bu açmazların üniversitede de devam ettiğini görüyoruz. Tabii, sonuçta da mesleki bilgilerle, pratik arasında köprüler -en önemli sorunlardan birisi de bu- kurdurulamadığı görülmekte. Derslerde çoğunlukla verilen örnekler bile güncel olmaktan uzaktır. Ayrıca standart kalıplarda verilen mesleki derslerle, kültür dersleri arasında -kültür dersleri aleyhine muazzam bir dengesizlik olduğundan- istihdam alanına açıldıklarında, alanında çalışmaya başladıklarında bu gençlerde pratikle yaşamla aralarında muazzam uyum sorunları ortaya çıktığı görülmektedir.

Baktığımızda, bizim eğitim sistemimizde, tüm bu sorunların yanı sıra bilgilerin bir taraftan da telkin edilmeye çalışıldığını, bilgilere inandırılmadığı, bunların telkin edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Telkinin psikolojik tanımı şu: tartışma ve usa vurma olmaksızın bir olgunun kabul ettirilmesidir. Tartışmasız, sorgulamasız, zorla kabul ettirilmesidir. İnandırma ise, bilinçli bir tartışma sonunda ortaya çıkar. Ben işte bu kadar bilgi yığmacasının unutulmasını bu telkine beyinlerin tepki göstermelerine bağlıyorum; beyinler telkinli bilgiyi reddediyor.

Sonuç olarak; eski bir öykü var. Bir katedral inşa eden üç işçiyi anlatır. Üçü de tamamen aynı işi yapmalarına rağmen yaptıkları işi farklı tanımlarlar. Birisi der ki, ben yalnızca tuğlaları üst üste diziyorum. Bu cevap yaptığı işin, ona verilen işin ötesini göremeyen bir teknisyen cevabıdır. İkincisi ise, bu katedralin kuzey duvarını yaratıyorum der. Bu ise, yaptığı işin farkında olan bir ustanın cevabıdır. Oysa, üçüncüsü, Tanrı’ya ibadet ediyorum der. İşte, bu üçüncü kişinin cevabı aslında yaptığı işin vizyonuna sahip, yaptığı işin amacını en iyi gören kişinin cevabıdır. Eğitimle ilgili sonuç çıkarmamız gerekirse; eğitimde de üzerinde tartışılan sorunlara ve olgulara, problemlere artık teknisyen açıklamaları, teknisyen bakışı, spotu tutmaktan uzaklaşarak ve teknisyen çözümlemeleri üretmekten artık vazgeçerek, asıl öğretimin nasıl yapılması gerektiği üzerinde derinleşildiğinde yani öğrenmeyi öğretmeye başladığımızda, öğretimin nasıl olması gerektiğine ilişkin vizyona da ulaşacağız demektir ve bu vizyonda -en önemlisi- iki önemli konuda acilen radikal değişiklikler yapmamız gerekiyor.

Birisi, programlar, ders programlarının acilen radikal dönüşümü, diğer önemli konu öğretmen yetiştirme olup bu okullardaki programların da rehabilite edilerek öğretmenleri yaptığı işin amacını çok iyi bilen katedral işçisinin vizyonuna sahip kılmak gerekmektedir. Radikal dönüşümler sağlamak için vizyonlu bakışa, vizyonlu sorulara ve önerilere ihtiyacımız var. Tüm bunlar ışığında kısaca öğrenmeyi öğretemezsek bilgi teknolojileri sadece ve sadece bir vitrinimiz ve bir tesellimiz olmaktan ileriye gidemeyecektir.

Teşekkür ederim.

DEVAMI VAR