GELDİKLERİ GİBİ GİTTİLER

Tarih 10 Ocak 1916' yı gösterdiğinde son düşman askeride Çanakkale'yi terk edip gitmişti. 14 ay devam eden mücadele içerisinde “ nihayet “ dedikleri an gelmiş ve zaiyatsız bir çekilme ile, büyük umutlarla geldikleri bu toprakları terkedip gitmişlerdi. Bu topraklarda ki yarım milyondan fazla insanın hayatına mal olan bir savaşın ardından, kendi ifadeleri ile saplandıkları bu bataklıktan kurtulabilmek bile artık onlar açısından takdir edilmesi gereken bir başarı idi. Bu onlar için tarihe geçecek büyük bir başarı, askeri sıtrateji açısından tarihe geçmesi gereken bir olaydı.. Bu durumla o kadar övündüler ki. Çanakkale bahsinin açıldığı bütün tarih kitaplarının neredeyse büyük bölümünü bu başarılı geri çekilme hadisesinden bahseden parağraflarla ve resimlerle doldurdular. O gün kurdukları düzenekleri, içi saman dolu asker üniforması giydirilmiş kuklaları ve onlar gittikten sonra bile patlamaya devam eden düzeneği kurulmuş tüfekleri gösteren resimler bu gün bile arşivleri ve kitapları, bir başarı hikayesinin kahramanları gibi süslemektedir. Konvansiyonel bir savaş durumunda, zaiyatsız geri çekilmeye en güzel örnek olarak yıllardır harb akademilerinde bunu örnek gösterdiler ve genç subay adaylarına bunu okuttular. Hülasa ; Tek bir zayiat vermeden, yarım milyon insanın hayatına mal olan bir savaşın yaşandığı cepheden geri çekilebilmek savaş tarihi açısından büyük bir başarı olarak kayıtlara geçmişti bile... Zaten Çanakkale cephesinde açtıkları bu kanlı ve anlamsız savaşın, onlar açısından övünülecek tek tarafıda buydu. 3 Kasım 1914 tarihindeki Seddülbahir kalesini bombalayarak başlattıkları ve 20 Aralık 1915 tarihinde Arıburnu cephesinden, 10 Ocak 1916 tarihinde de ilk bombaladıkları Seddülbahir bölgesinden tamamen çekildiler. Tarihçiler kayıtlarını tutmuşlardı tutmasına ama... Birde kayıtlara geçmeyen, bazı yönleri ile geçse bile tam olarak mahiyeti idrak edilemeyen veya kabullenilmek istenmeyen bir sırlı tarihide, küçük fotoğraf kareleri misali içinde saklayan bir Çanakkale'yi miras almıştık bir kere. İşte biz, sizinle Çanakkale cephesinde ki, bu tarihte eşi benzeri olmayan mücadelenin yani 14 ay süren fiili savaşın, hiçte öyle olmadığını, kendileri açısından başarı olarak lanse edilen geri çekilme hadisesinde bile Allah'ın (cc) şüheda dedelerimizin yanında ve yardımında olduğunu, yani madalyonun diğer yüzünü konuşacağız.

3 Kasım 1914 Tarihinde Seddülbahir Kalesi'ni bombalayarak, 5 subay 81 er ve erbaş olmak üzere 86 şehidimizi verdiğimiz ilk şehitler kervanına katılma şerefine nail olan Seddülbahir şehitlerimizin ardından, nice kahramanlık destanlarının yazılmasına, barbarlar diye andıkları Mehmetçiğin verdiği insanlık derslerine şahit olarak çekip gitmişlerdi. Onlara göre bizler barbarlar, kendileri ise medeni bir topluluktu. Hatta bizlere medeniyet ve demokrasi getirmek için gelmişlerdi kendilerine göre... İstanbul'da harcıyacakları paraları bile bastırmışlar, işgal sonrası yapacaklarının provalarını, hatta kutlama törenlerini dahi planlamışlardı. İstanbul'da ki Levantenler de onları büyük bir sabırsızlıkla beklemekteydi. Onların bir planı vardı belki ama bilmedikleri şey, tutacak olan nihayi planın Cenab-ı Allah'ın planı olduğu idi. Bütün planlarının nasıl olupta işlemediğini anlayacaklar fakat çok geç olacaktı. Aynı örümceğin ağlarını örerken “ ne kadar sağlam “ diye böbürlendiği gibi böbürlendiler. Bu armadayı yenecek ordu ve millet henüz dünyada bulunmuyor dediler. 197 metre uzunluğunluğunda, 28 metre genişliğinde, 33.000 ton ağırlığa ve 80 santimlik zırhla kaplı, 18 kilometre menzile kadar ulaşabilen ve 490 kilo ağırlığında insan boyuna varan dev mermiler atan bu canavarlarla artık Osmanlının son kalesi durumundaki Çanakkale'yi yutacak ve Hilafetin merkezi konumundaki İstanbul'a ulaşmak çok kolay olacaktı. Tarihleri boyunca hiçbir savaşa katılmamış Avustralya ve Yeni Zelandalı çiftçi gençleride, Sultanahmet Camiinin çinilerini yağmalamak, namusumuzun kastedildiği Türk Lokumlarını yemek ve bereketli topraklarımıza konmak vaadi ile kandırmışlardı. Zahmetsiz çok kolay geçecek bu savaş onlar açısından sportif bir faaliyet olarak görülüyordu. Hatta bu savaşa takım olarak katılan sporcular bile mevcuttu. İnce hesaplar yaparak, tıpkı bir örümcek gibi ağlarını ördüler. Hesap etmedileri tek şey vardı. “ Şehadete susamış Mehmet ve onları Allah'a kurban olsunlar diye kınalayarak, kınalı kuzular gibi cepheye yollayan ve namus, vatan, bayrak düşecekse sakın yanıma gelme. Öl ama gelme diyen analar.. “ Örümceğin ağlarının bozuluverdiği gibi, 18 MART 1915 günü bozulan o devasa armadanın bozulduğunu gördüklerinde ise ancak farkına varabildiler. Cherchill'in ifadesi ile “ biz o gün adı Nusret olan küçücük bir geminin döktüğü mayınlar yüzünden yenildik ve biliyormusunuz, aslında biz Türklerle değil onların Allah'ı ile harbettik “ diyecektir. Onun bile bu tespiti yapabilmiş olmasına karşın, içimizde ki kör, sağır ve de kalbi mühürlü bazı çevrelerin hala Cenab-ı Allah'ın yar ve yardımının Şüheda dedelerimizin üzerinde olduğunu kabul etmeyerek, açıklaması güç durumlara hurafe yaklaşımı ile yaklaşmalarına anlam vermek ne kadar da güç... Halbuki biraz maneviyat gözlüğü ile bakılınca Rabbimiz tarafından atılmış bir çok imzayı görmemeleri adeta imkansız. Bu imzalardan en bariz olan ve göze çarpanıda, Nusret Mayın Gemisinin adıdır. Yıllar önce ismi konulmuş bu geminin adı yani “ Nusret “ Allah'ın yardımı mansına gelmektedir. Askeri stratejiye aykırı olarak Karanlık Limana döşenen mayınların döşenme hadisesi ve 18 Mart'ı zafer günü ilan etmemizdeki rolü, Seyit Onbaşı'nın dünya halter rekorunu kırarcasına kaldırdığı 276 kiloluk mermi ve sonun başlangıcını oluşturan Oceon zırlısının tam dümeninden vuruluşu bize başka neyi anlatıyor olabilir ki ? Aslında bu kadar çok olayın arasında kaybolup giden bir imza daha varki ondanda bahsetmeden geçemeyeceğim. Seyit onbaşı'nın mermiyi kardırırken ve ateş etmeden önce tekrar söylediği ve savaşa gelirken annesinin “ oğlum başın sıkışırsa bu duayı oku “ diyerek ona öğrettiği ve tembihlediği duadır. İsm-i Azam dualarının arasında kabul edilen bu dua bile bizlere çok şey anlatır. Bakın nasıl dua etmiş o kritik anda Seyit Onbaşı ; “ La Havle Vela Kuvvete İlla Billahilaliyyil Azim. “ Bu dua karşımıza, (Kaymakam) Yarbay Hasan Bey'in Peygamber Efendimizin (sav) kucağında şehadet şerbetini içmeden az evvel, alay imamına “ imam efendi 33 kere La Havle Vela Kuvvete İlla Billahilaliyyil Azim duasını okuyunuz “ sözleri ile de karşımıza çıkacaktır. Bu durum, İstiklal Marşımızında şairi Mehmet Akif Ersoy'un o meşhur Çanakkale şiirinde şu dizelerle ifade edilecektir ;

EY ŞEHİD OĞLU ŞEHİD, İSTEME BENDEN MAKBER
SANA AĞUŞUNU AÇMIŞ DURUYOR PEYGAMBER

İşte komutan ve askeri aynı duada buluşturan bu savaş, bu asil ruhların içinde bulundukları ruh halini ve Çanakkale'yi kazandıran ruhu bize gösteren bir pencere gibi duruyor gözlerimizin önünde. Gelin şimdi hep birlikte o pencereden bakalım... Bu dua manası itibariyle ; “ Ya Rabbi senden başka güç ve kuvvet yok, güç ve kuvvet sahibi olan ancak sensin “ manalarını ifade ediyor. Kendilerini güç ve kuvvetin sahibi zanneden düşman karşısında, Rabbinin güç ve kuvvetine sığınan dedelerimize, gerçek güç ve kuvvet sahibi Nusretini yani yardımını göndermiş ve Allah (cc) ile harbedilemeyeceği mesajını anlayabilenlerin kulağına fısıldamıştır. 14 ay süren savaş süresince Allah'ın (cc) yardımının ayan beyan ortada olduğu o kadar çok hadise zuhur etmiştir ki, düşman dahi bunlara şahit olmuş ve itiraf etmişlerdir. Öyleki bu itiraflar tarih kayıtlarına şerh düşülmüş ve bu acziyetleri karşısında çaresiz kalmışlardır. Öyle ya ; Allah (cc) ile harb edilirde kazanılabilir mi ? Dedik ya, Chercill'in ifadesi bu. Çünkü ben söylersem hurafeci olabilirim. (!)

Çanakkale'de dünyadan gizlenerek kullanılan kimyasal bombaların, rüzgarın yön değiştirmesi ile bizden çok kendi askerlerinin ölümüne yol açması karşısında da, gazetecilerin Cherchill'e giderek “ bu yaptığınız bir savaş suçu ve insanlık suçu değilmidir ? “ sözlerine karşılık “ Türkler insan değilki “ diyebilecek kadar aşağılık bir duruma düşmüşlerdir. Ama kaldıkları süre içerisinde çok derslerde almışlar. Düşmanı önce insan olarak görmeyi bizden öğrenmişler. Yaralıya, esire iyi muameleyi, düşman bile olsa insana saygıyı, kendi yarasına ot basıp, düşmanının yarasına gömleğini sarmayı, merhameti, cesareti, yiğitliği, komutanı ölmeyi emredincede hiç düşünmeden ölmeyi bizden yani Şüheda dedelerimizden öğrenmişlerdir. Savaş bitipte evlerine döndüklerinde, vicdanları ile başbaşa kalmışlar ve yıllar sonra hatıralarında, dedelerimizin asaletini, merhametini ve cesaretini kaleme almışlardır. Bu gün bile Çanakkale Savaşı hakkında ki kayıtların önemli bir bölümünü bu hatıralar yani tabiri caizse itirafnameler oluşturmaktadır.

Tarihimizde şanlı bir sayfa olarak kalacak olan Çanakkale muharebeleri, bize yaklaşık 253.000 zayiat rakamı olarak ağır bir darbenin ardından milletçe katılacağımız İstiklal Harbinin de müjdecisi olacaktı. Müjdecisi diyoruz çünkü tarihte çok az millet böyle birbirine kenetlenmiş, tek vücut halinde mücadele vererek bir İstiklal Harbi gerçekleştirmiştir. Hem de büyük bir yokluk, yoksulluk ve yorgunluğun ardından. İşte böylesine zor ve çetin şartlar altında yapılan bu topyekün mücadele bizi millet yapmış, tabiri caizse bizi birbirimize kenetleyen çimentomuz olmuştur. Çanakkale de ateşlenen fitil, İstiklal Harbi ile bomba olmuş, vatanımıza, bayrağımıza, namusumuza uzanan namertlerin üzerinde patlamıştır.

Çanakkale'yi karış-karış gezmeden, şüheda dedelerimizin sahip olduğu o asil ruhu hissetmeden, ancak manevi bir bakış açısı ile bakıldığında görebileceğimiz, Rabbimizin birer imzası niteliğinde ki hadiseleri kavrayamadan, Çanakkale'yi asla anlayamamış ve anlatamamış olacağımızı ifade ederek konumuzun başında bahsettiğimiz “ Zaiyatsız geri çekilme “ hadisesine tekrar dönüyor ve bu 14 ay süren muhteşem mücadelenin sayfalarını okumak üzere sizleri Şüheda dedelerimizin koynuna yani Çanakkale'ye davet ediyorum.

Şimdi, büyük bir başarı olarak lanse ettikleri bu zayiatsız geri çekilme hadisesi için bakın ne diyorlar onu konuşalım ve herbiri bize o muhteşem cevabı fısıldayan birer fotoğraf karesi diye nitelediğimiz karelerden birini daha anlamaya çalışalım ;

" Çanakkale'ye geldiğimiz andan itibaren ALLAH (cc) hep Türklerin yanında olmuştu. Fakat geri çekilirken tek zayiat dahi vermeden ve Türklerin haberi dahi olmadan bu işi başardığımıza bakınca, artık ALLAH' ın (cc) bu işte bizim yanımızda olduğunu görüyorum. " Bir yönü ile anlayabilmiş olsalarda, göremedikleri, anlayamadıkları husus, Cenab-ı ALLAH' ın (cc) bu geri çekilme hadisesinde bile bizim Şüheda dedelerimizin yanında ve yardımında olduğudur. Çünkü binlerce "Coni", bir Mehmet etmez. Eğer onların geri çekilme hadisesini hissetsek ve zayiat verici müdahalelerde bulunsak, şüphe yok ki bizde zayiat verirdik. Savaş uzar, zayiat rakamları yükselirdi. Merhamet sahibi Rabbimiz, İstiklal Harbini de vereceğini bildiği bu milletin cefakar evlatlarının bir tekinin bile zayi olmaması için bu geri çekilme hadisesini bize hissettirmemiş ve sadece onlar tarafından zayiatsız olan bu eylem, aynı zamanda bizim içinde zayiatsız gerçekleşmiştir. Hatta düşmanın imha etmeye fırsat bulamadığı tonlarca erzak ve mühimmat, yıllarca diğer cephelere taşınmış, bilhassa İstiklal Harbinde kullandığımız bu malzemelerle büyük bir açığımızıda gidermiş olduk. Zira, araçlarına alacak lastik, askerine giydirecek fanilası bulunmayan, bütün gün yarım tayın ekmek veya şekersiz üzüm hoşafına talim edilen günler henüz bitmemişti.

İşte düşmanın, " Bu sefer ALLAH (cc) bizim yanımızdaydı " diye bahsettiği bu geri çekilme hadisesi bile, Rabbimizin Nusret' inin (yardımının) son ana kadar Şüheda dedelerimizin üzerinde olduğunu, basiret sahibi kullarına göstermeyi murat ettiği delillerinden biri olarak burada da karşımıza çıkan " bir adet fotoğraf karesi " olarak karşımızda durmaktadır. Ya Rabbi... Şüheda dedelerimizin sahip olduğu o asil ruhu bizlerede nasip eyle....

İbrahim KILINÇ