1965 Mayısından itibaren Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ikili görüşmelerinin başlaması ile, Kıbrıs'ta her şeyin süt liman olduğu sanılmamalıdır. İrili ufaklı hadiseler ve çatışmalar daima süregelmiştir. Ne var ki, Türkiye'nin kararlı tutumu ve bilhassa, İsmet İnönü hükümetlerinin daima koalisyona dayanmasına rağmen, 1965 Ekim seçimlerinde Adalet Partisi'nin T.B.M.M.'nde büyük çoğunluğu elde ederek tek başına iktidara gelmesi, Kıbrıs rumlarını, Makarious'u ve Yunanistan'ı ihtiyatlı hareket etmeye sevketmiştir. Zira, Makarios ve Yunanistan, Kıbrıs meselesindeki darbelerini daima Türkiye'deki iç siyasi istikrarsızlığa göre ayarlamışlardır. Bu o zaman da böyle oldu ve bundan sonra da böyle olacaktır.

Fakat Yunanistan'ın kendi istikrarsızlığı, dolaylı bir şekilde 1967 Kıbrıs buhranını doğurmuştur.

Yunanistan'da 28 Mayıs 1967'de genel seçimlerin yapılması kararlaştırılmıştı. Fakat görünen oydu ki, Yorgo Papandreu ile oğlu Andreas Papandreu liderliğindeki Merkez Birliği Partisi'nin seçimleri kazanma ihtimali fazla idi. Halbuki Baba-Oğul Papandreu'lar Kral'a, Ordu'ya ve sağa karşı sert tavır almışlar ve yunan iç politikasında gerginliğe sebep olmuşlardır. Yorgo Papandreu'nun bir yandan komünistlerle işbirliği yapmak istemesi, öte yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi, Ordu'da tasfiyeye girişmek istemesi, 21 Nisan 1967 sabahı, Albay Papadopulos liderliğinde askerlerin bir darbe yapmasına sebep oldu.

Darbe üzerine, Başbakanlığa getirilen eski Yargıtay Başsavcısı Konstantin Kolias, 21 Nisan günü verdiği demeçte, Kıbrıs meselesine barışcı bir çözüm yolu bulmaya çalışacaklarını söylemiştir. Fakat 22 Nisan günü radyoda okunan hükümet programında, barışçı çözüm deyiminin ne manaya geldiği daha iyi anlaşılmıştır. Zira, yeni hükümetin programında, "Kıbrrs'taki azınlık haklarının dikkate alınması suretiyle, Enosis'i barışçı müzakerelerle sağlama gayesi gütmekteyiz" denilmekteydi. Bunun manası şuydu ki, Yunan diktatoryasının Kıbrıs politikasının esası Enosis'tir. Fakat bunu kuvvete başvurarak değil, müzakerelerle, yani Türkiye ile pazarlıkla gerçekleştirecektir. Enosis'in gerçekleşmesi halinde de, Kıbrıs'taki Türk toplumuna "azınlık hakları" tanınacaktır.

Haziran ayından itibaren yeni yunan hükümetinin Batı Trakya Türklerine karşı yoğun bir baskı politikasına giriştiği ve bu baskıların Temmuz ayında da devam ettiği görülmüştür, Türk Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, 28 Haziranda verdiği demeçte, "Yunanlılar, Batı Trakya'daki soydaşlarımıza baskıyı çok arttırmıştır. Bu konuda teşebbüslerimiz var. Lozan'da Türklere verilen haklar adeta tanınmıyor" diyordu. Buna karşılık, Yunan İçişleri Bakanı General Patakos da, 30 Hazirandaki demecinde, "Hükümetin önünde çözülecek çok önemli meseleler vardır. Bunlar iktisadi durum, dış ilişkiler ve Kıbrıstır" demekteydi. Gerçek şudur ki, bu sırada Türkiye'de hiç kimse, Kıbrıs ile Batı Trakya arasında doğrudan doğruya bir bağ kurmayı düşünmemiştir.

Yunan cuntasının Kıbrıs konusundaki tasarılarını kolaylaştıran ve Batı Trakya'yı Kıbrıs'a karşı bir koz olarak kullanmaya sevkeden hadise de, 5 Haziran 1967'de patlak veren Arap-İsrail savaşı olmuştur. Türkiye'de yeni Adalet Partisi iktidarı, bu savaştan yararlanarak Türkiye'nin Orta Doğu ve Arap-İsrail politikasına yeni bir istikamet vermeye doğru giderken, Yunan cuntası da, bu savaşın yarattığı atmosferi kendi lehine sömürmeye çalışmıştır.

Bu arada, Kıbrıs rumlarının Sovyet Rusya'dan silah satın almaya başladığına dair haberler de çoğalmaya başlamıştır. Ankara'daki Sovyet büyükelçisi 28 Haziranda bu söylentileri yalanladığı gibi, TASS ajansı 4 Temmuzda yayınladığı yorumda, "Sovyetler Birliği Kıbrıs'taki son gelişmelerden, bu bölgede durumun yeniden gerginleştirme teşebbüslerinden ve Kıbrıs Cumhuriyetinin varlığının tehlikeye girmesinden endişelenmektedir" diyordu. Türkiye'nin 1964 sonlarından itibaren Sovyetlere yaklaşma politikasına karşılık, Amerika tarafından desteklenen Yunanistan'daki sağcı-askeri darbenin, Sovyetleri Türkiye tarafına daha da eğilttiği bir gerçektir.

Temmuz ayından itibaren Yunan hükümetinin Kıbrıs'ta bir Enosis darbesi yapacağına veya Kıbrıs meselesini Enosis esası üzerinden çözümlemek istediğine dair söylentiler dolaşmış ve gerek hükümet yetkilileri, gerek Dışişleri Bakanlığı yaptıkları açıklamalarda Türkiye'nin Enosis'i hiç bir zaman kabul etmiyeceğini kesin bir dille belirtmişlerdir.

6 Eylülde Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel ile Yunan Başbakanı Kollias'ın, 9 Eylülde Keşan'da ve 10 Eylülde de Dedeağaç'ta buluşarak, Kıbrıs meselesi dahil, Türk-Yunan münasebetlerini alakadar eden bütün meseleleri görüşecekleri bildirilmiştir. Başbakan Demirel'in sonrada 12 Eylülde Ankara'da yaptığı basın toplantısından anlaşıldığına göre, ikili görüşme isteği Yunan tarafından gelmiştir.

Türk-Yunan Başbakanları, önceden tesbit edildiği üzere, heyetler halinde, 9 Eylülde Keşan'da ve 10 Eylülde de Dedeağaç'ta görüşmeler yapmışlardır. Esasında görüşmeler fazla sürmeden Keşan'da bitmiştir. Dedeağaç görüşmeleri göstermelik olmuştur. Zira, Keşan toplantısı başlar başlamaz, yunan tarafı yazılı bir teklifte bulunmuştur. Bu teklife göre, Türkiye Kıbrıs'ın Yunanistanla birleşmesine, yani Enosis'e razı olacak, buna karşılık Türkiye'ye Batı Trakya sınırlarında bazı tavizler verilecekti. Böyle bir teklif 1966 yılında Stefanopulos hükümeti tarafından da Türkiye'ye yapılmış, fakat Türkiye tarafından derhal reddedilmişti. Bu sefer de Türkiye Başbakanı aynı şekilde tereddüt etmeden reddedince, görüşecek pek bir şey kalmamıştı. Fakat Yunan tarafının ricası üzerine, görüşmelere göstermelik de olsa, devam edilmiştir. 10 Eylül 1967 da yayınlanan ortak bildiri, Kıbrıs meselesinin, Türk-Yunan münasebetlerinin temel unsuru olduğunu vurgulamış, tarafların, Kıbrıs meselesine ait görüşmelerini yaklaştırma imkanlarını arayacaklarını, adada gerginliğin artmasına sebep olacak hareketlerden kaçınacaklarını belirtmiş ve antlaşmalara riayet hususunda da tarafların görüşleri arasında "uygunluk" bulunduğunu müşahade etmiştir. Bu "uygunluk"a rağmen, Yunan cuntası Kasım ayında bir Enosis teşebbüsüne girişecek ve bu da yeni Kıbrıs buhranının ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

Başbakan Süleyman Demirel, 12 Eylülde yaptığı basın toplantısında, "Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı bir çözüm yoluna kavuşmamasında, Yunanistan'ın adayı kendisine ilhaktan gayrı bir hal şeklini mümkün görmemesi başlıca amil olmuştur", "Türkiye adanın ilhakına hiç bir zaman rıza gösteremeyecektir" demek suretiyle, Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde, Yunan askeri hükümetinin de Enosis peşinde koştuğunu ve bundan dolayı da görüşmelerin neticesiz kaldığını söylemek istemiştir. Yunan cuntasının, daha önceki yunan hükümetlerinden belki tek farkı, Enosis'i, Türkiye ile müzakere ve pazarlık suretiyle gerçekleştirmek istemesidir.

Diğer taraftan, Başbakan Demirel, Türkiye'nin bu meseledeki politikasını 4 prensibe dayandırmaktaydı:

1) Yürürlükteki antlaşmaların, tarafların rızası olmadan değiştirilmemesi;

2) Kıbrıs'ta iki toplumdan hiçbirinin diğerine hükmetmemesi;

3) Lozan Antlaşması ile bu bölgede kurulmuş olan dengenin bozulmaması;

4) Kıbrıs meselesine, Enosis dışında bir çözüm aranması.

Bu dört prensibin zikredilmesinden görülüyordu ki, şimdi Türk-Yunan münasebetlerinde bir de "Lozan Dengesi" meselesi ortaya çıkmaktaydı. Zira, 1963-1964 Kıbrıs buhranından sonra Yunanistan, Türkiye ile bir savaş ihtimaline karşı ve Lozan Antlaşmasının 13'üncü maddesine aykırı olarak, Türk kıyıları karşısındaki adaları silahlandırmaya başlamıştı. Kıbrıs'tan sonra, şimdi bu mesele de Türk-Yunan anlaşmazlığına bir unsur olarak girmekteydi. Keza, Yunanlıların yeni başlattıkları, Batı Trakya Türklerine baskı meselesi de, Lozan Dengesini yakından alakadar etmekteydi.

Papandreu'ların sol iktidarını deviren ve Amerika tarafından hararetle desteklenen Yunan cuntası ile bu görüşmeleri yaptıktan sonra, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel, 13-17 Eylül günlerinde "sosyalist" Romanya'yı ve 19-29 Eylül günlerinde de Sovyetler Birliğini ziyaret etti. Başbakan Demirel'in ziyaretine Sovyet hükümeti büyük ehemmiyet verdi ve Demirel her gittiği yerde büyük gösterilerle karşılandı. 29 Eylül günü yayınlanan ortak bildiride, Türk Sovyet münasebetlerinin gelişmesinden duyulan memnuniyet açıkça ifade edildikten sonra, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında temel menfaatleri çelişki içine sokacak bir meselenin mevcut olmadığı belirtiliyor ve Kıbrıs konusunda da, Kıbrıs meselesinin, "Kıbrıs devletinin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün muhafazası esasına istinaden, Türk ve Rum milli cemaatlerinin, kanuni haklarını ve menfaatlerini vegüvenlik ve karşılıklı itimad içinde yaşamalarını sağlayacak şekilde barışçı yollarla halledilmesi gerektiği" ifade ediliyordu. Yani Sovyet Rusya, kanuni hakları ve menfaatleri ile Türk toplumunu bir "milli toplum" olarak kabul ettiğini, dolayısıyla adada iki milli toplumun varlığını bir kere daha vurgulamakta idi.

Başbakan Demirel'in Sovyet Rusyayı ziyaret ettiği sırada da, 18-25 Eylül günlerinde bir Türk Parlamento heyeti de Yugoslavyayı ziyaret ediyordu.

Keşan ve Dedeağaç görüşmeleri ile daha sonraki günlerde Türkiye'nin Enosis karşısındaki kararlı tutumunu gören ve bir pazarlığa yanaşmıyacağını anlayan yunan cuntası, Dedeağaç bildirisinde gerginlikten kaçınmayı vaad ettiği halde, bir Enosis teşebbüsü için hazırlıklarını arttırdı. Kıbrıs'ı ziyaret etmekte olan Yunanistan "Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı" General Spandidakis, 21 Ekimde verdiği demeçte, "Kıbrıs meselesine, Kıbrıs'ın Yunanistanla birleşmesinden başka bir çözüm yolu bulunamaz" diyordu. 31 Ekim ayı sonlarında ise, Trakya'daki Türk toplumuna karşı Yunan hükümetinin yeni baskılara başladığı bildiriliyordu.

Durum böyle iken, 15 Kasım 1967 günü, Kıbrıs rumları ve bilhassa 1963-1964 buhranından sonra Kıbrıs'a dönen tethişçi Grivas'ın teşkilatlandırdığı Rum Milli Muhafız kuvvetleri, Türklerin toplu olarak bulunduğu Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı harekete geçtiler. Bu ise, Enosis'in en büyük engelini teşkil eden Türk varlığının kademeli olarak imha edilmesi, ortadan kaldırılması teşebbüsü idi. Bundan dolayı, Türk hükümeti 15-16 Kasım gecesi bir durum değerlendirmesi yapmış ve 16 Kasım günü de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden, anayasanın savaş ilanına ve Türk silahlı kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine dair 66'ıncı maddesine dayanarak, Kıbrıs'a müdahale yetkisini, 435 üyenin 432 oyu ile almıştır. Bu karar, zımnen de olsa, Yunanistanla bir savaş halini de öngördüğünden, ortaya çok ciddi bir durum çıkmaktaydı.

Bu karar üzerine İskenderun'da büyük bir çıkarma birliği hazırlandığı gibi, Türk donanması da İskenderun'da toplanmıştı. Türk hükümeti 17 Kasım da, Yunan hükümeti ile "dost ve müttefik" hükümetlere çıkarma yapma niyetini açıklamıştır. Türkiye, bu çıkarmanın durdurulması için, tethiş lideri, kanlı faaliyetleri ile tanınmış ve yine tanınmış Türk düşmanı Grivas'ın adadan alınmasını ve Kıbrıs'a 1964'den itibaren yığılmış bulunan 12.000 kişilik Yunan askerinin adadan çekilmesini istiyordu.

18 Kasım günü ise Türk jetleri Kıbrıs adası üzerinde alçak uçuş yapıyorlardı.

19 Kasım tarihli Pravda gazetesi de, "Yunanlı diktatörlerin Amerikalı emperyalistlerden direktif aldığı aşikardır" diyordu.

Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs konusundaki bu gerginlik üzerine, Amerika Başkanı Johnson özel temsilcisi Cyrus Vance'i bölgeye gönderirken, Birleşmiş Milletler de, gerginliği önlemek amacı ile harekete geçti. Buna karşılık Türkiye, 17 Kasımda ileri sürdüğü isteklerinde kararlı bir şekilde devam ediyordu. Bu durum karşısında yunan cuntası gerilemek zorunda kaldı ve 2 Aralıkta Yunan Dışişleri Bakanı Pipinelis yaptığı açıklamada, Yunanistan'ın, anlaşmaların dışında Kıbrıs'a gönderdiği bütün kuvvetleri geri çekeceğini, buna karşılık Türkiye'nin de savaş hazırlıklarını durduracağını bildirdi. Bu Türkiye ile Yunanistan arasında varılan bir anlaşma idi.

Buhranın bu şekilde ortadan kalkmasından sonra Kıbrıs Türkleri, 29 Aralık 1967'de, kendi işlerini kendileri görmek üzere ve "16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa'nın bütün kuralları uygulanıncaya kadar", Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi'ni kurmuşlar ve bu yönetimin tabi olacağı 19 maddelik esasları da açıklamışlardır. Bu gelişme, Türkiye'nin federal devlet tezi istikametinde atılmış bir adımdı. Böyle bir idarenin tatbikini kolaylaştıran husus ise, 1963 1964 ve bilhassa 1967 krizi ile, rumların mezaliminden ve saldırılarından kaçan Türklerin, köylerini, yerlerini-yurtlarını ve topraklarını bırakarak belirli bölgelerde toplu yaşamaya başlamaları idi. Böylece, rumların saldırılarına karşı da daha güçlü bir hale geliyorlardı. Türklerin esas itibariyle tarımla geçindikleri gözönüne alınırsa, topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmalarının, Türk toplumu için ekonomik bakımdan ne kadar büyük kayıp olduğu olaylıkla anlaşılır.

2 Aralık anlaşmasından sonra Türk-Yunan münasebetleri de yumuşak bir havaya girdi. 1968 Martından itibaren Türk-Yunan ikili görüşmeleri yeniden başladı. İlk ikili görüşme, 12-13 Mart 1968 tarihlerinde Atina'da, ikinci görüşme ise 16-27 Nisan da Ankara'da yapılmıştır. Bu ikili görüşmeler, her iki ülkenin dışişleri bakanlıklarının teknisyenleri arasında, alt-seviyede yapılmıştır. Bunun arkasından da iki taraf teknisyenleri, son olarak 20 Mayısta Viyana'da biraraya gelerek, üzerinde anlaşma meydana gelen noktalar hakkında rapor hazırlamaya karar vermişlerdir. Bu rapor, Türk ve Yunan Dışişleri Bakanlarının 26 Haziranda Londra'da yaptıkları görüşmelerde müzakere ve kabul edilmiştir. Raporun mahiyeti açıklanmamakla beraber, Türk-Yunan münasebetlerinin iyice yumuşak bir atmosfer içinde olduğu idi.

Tabiatiyle bu durum, Kıbrıs rumlarına tesir etmiştir. Çünkü, rumlar, Lefkoşe'nin Türk bölgesine tatbik ettikleri kısıtlamaları 7 Mart tarihinden itibaren kaldırmışlardır. Bu kısıtlamalar, Türklerin Lefkoşe'ye giriş-çıkışlarının ve en Tabi ihtiyaç maddelerinin Türk bölgesine sokulmasının engellenmesi şeklindeydi. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U Thant da, 13 Martta Güvenlik Konseyine sunduğu raporda bu müsait ve müsbet havayı memnuniyetle belirtiyor ve bundan cesaret alarak, Türk ve rum toplumlarını doğrudan doğruya müzakerelere davet etmeye karar verdiğini açıklıyordu.

U Thant'ın bu teşebbüsü üzerine, Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş ile Rum Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Klerides, 2 Haziran 1968 de Lefkoşe'de ilk görüşmeyi yaptıktan sonra, 5 Haziranda Beyrut'ta tekrar buluştular ve bunu 24 Haziranda da Lefkoşe'de Ledra Palas Otelindeki buluşma takip etti. Böylece, çeşitli kesintilerle günümüze kadar devam edecek olan Toplumlararası Görüşmeler başlamış oluyordu. Bu görüşmelerin başarısını sağlamak amacı ile, Türkiye ve Yunanistan, görüşmelerin kamu oyunun tesir ve baskısı altında kalmaması için, bunların gizli yapılmasını ve basına herhangi bir açıklama yapılmamasını kararlaştırdılar.

Kaynak : Fahir ARMAĞANOĞLU - 20.Yüzyılın Siyasi Tarihi