Kıbrıs'ın bağımsızlık döneminin bu iki buhranı, esas itibariyle, Kıbrıs rumlarının Enosis'ten, yani adayı Yunanistan'a ilhak sevdasından vazgeçmemeleri ve 1960 Anayasasının Türklere tanıdığı hakları bir türlü hazmedememiş olmalarından çıkmıştır. O kadar ki, Cumhurbaşkanı seçilmiş bulunan Kıbrıs rum lideri Makarios dahi, yeni Cumhuriyetin ilk gününden itibaren, yaptığı çeşitli konuşmalarda, Enosis'i unutmadıklarını, eninde sonunda Enosis'i gerçekleştireceklerini söylerken, rum idaresi de Türklerin haklarını çiğnemeye ve anayasayı ihlale başlamıştır. Bu sebepten de, Türkiye 1961 yılından itibaren bu anayasa ihlallerine karşı rumları uyarmaya çalışmıştır.

1960 Kıbrıs anayasasına göre, Lefkoşe, Limasol, Magusa, Baf ve Larnaka'da, bu beş büyük şehirde, Türkler ve rumların ayrı belediyeleri olacaktı. Lakin bu belediyelerin sınırlarını çizmek ve mekanizmasını tesbit etmek mümkün olamadı. Bunun üzerine Makarios, 1952 yılı Martında, bu beş büyük şehirde de tek belediye kurulmasını ve bu belediyelerde Türklerin nüfusları nisbetinde temsil edilmesini ileri sürdü. Türk toplumu Makarios'un bu isteğini kabul etmedi. Bu da, iki toplum arasındaki münasebetleri gerginleştirdi.

Makarios ve rumların Anayasadan rahatsız oldukları her hali ile belli oluyordu. Nihayet Makarios, Anayasada değişiklik yapılması meselesini Türkiye ile görüşmek üzere 22-26 Kasım 1962 günlerinde Ankara'yı ziyaret etti. Yanında Dışişleri Bakanı Spyros Kyprianu da vardı. Türk hükümet yetkilileri ile yapılan müzakerelerde, Türk hükümeti bütün bu değişiklik tekliflerini reddetti. Çünkü bunlar Türk toplumunun yaşama teminatı ile alakalı idi.

Kıbrıs Türk toplumu, Makarios'un bu tutumu karşısında, 29 Aralık 1962'de yaptığı bir açıklamada, 1 Ocak 1963'ten itibaren beş büyük şehirde kendi belediyelerini işletmeye karar verdiklerini açıkladılar. Buna karşılık, Makarios hükümeti, Türklerin kuracağı belediyeleri tanımayacağını ve beş büyük şehir belediyesinin hükümet kontrolu altına alındığını bildirdi. Rumların bu kararı, 1960 Anayasasına resmen aykırı idi.

1963 yılında Kıbrıs'ta gerginlik daha da arttı. Rum tethişçiler Türklere saldırmaya başladılar. Türkler kaçırılıyor ve öldürülüyordu. Bu atmosfer içinde, Makarios, 30 Kasım 1963'de, Türk toplumuna ve Kıbrıs'la doğrudan doğruya ilgili devletlere, 13 konuda Kıbrıs Anayasasında değişiklik yapılması gerektiğini bildirmiştir. Bu değişikler, Cumhurbaşkanı Makarios ile Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fazıl Küçük'ün veto hakkının kaldırılmasını, beş büyük şehirde tek belediyeler kurulmasını ve memuriyetlerde Türklere % 30 kontenjan tanıyan hükümlerin kaldırılmasını öngörmekteydi. Kısacası, bu değişikliklerin kabulü halinde Türk toplumu basit bir azınlık haline düşecekti. Türkiye Makarios'un bu anayasa değişikliği tekliflerini kesinlikle reddetti.

Türkiye'nin bu kararlı tutumu Makarios ve Kıbrıs rumlarını kuvvet ve zorbalık yoluna sevketti ve rumlar Lefkoşe'de 24 Aralık 1963 günü Türklere saldırarak 24 Türkü şehit ettiler ve 40 Türkü de yaraladılar. Bu hadise, Türkleri yoketme planının bir başlangıcı idi. Katliamı durdurmak amacı ile Türk jetleri 25 Aralık günü Lefkoşe üzerinde uçmaya başladı. 650 kişilik Türk askeri birliği de karargahından çıkarak Lefkoşe'nin Türk kesimini koruma altına aldı.

Diğer taraftan Türkiye, Garanti Antlaşması gereğince Yunanistan ve İngiltere'yi harekete geçirdi ve üç devlet önce, ortak bir kuvvetle Lefkoşe'deki çarpışmaları durdurmak üzere iki taraf arasına girdi (Yeşil hat). Ayrıca, İngiltere'nin teklifi üzerine, Türkiye ve Yunanistan ile, Türk ve rum toplumlarının temsilcilerinin katılması ile 15 Ocak 1964'de Londra'da bir konferans toplandı. 21 Ocakda fiilen kesilen bu konferans hiç bir netice vermedi. Çünkü tarafların görüşleri arasında bir uçurum vardı. Türkiye ve Türk tarafı Noel Hadiseleri denen, 24 Ocaktaki rum katliam teşebbüsünden sonra görmüştü ki, Kıbrıs'taki Türk varlığının devam ettirilebilmesi için daha fazla garantilere ihtiyaç vardır. Bu garantilerin biri, Kıbrıs'ta federal bir sistemin kurulması ve Türk toplumunun rumlardan bağımsız olarak kendi kendisini idare etmesi, diğeri de rum saldırılarına karşı daha müessir güvenlik tedbirlerinin alınması, yani Türkiye'nin adaya daha sağlam bir şekilde ayak basması.

Buna mukabil rum tarafı, tam bağımsızlık teranesi tutturmuştur. "Tam bağımsızlık" ile söylenmek istenen, Türk toplumunun basit bir azınlık haline getirilerek rum çoğunluğunun hakimiyeti altına sokulması ve Türkiye'ye Kıbrıs üzerinde haklar veren bütün anlaşmaların ortadan kaldırılması ve Enosis yolundaki engellerin temizlenmesi idi.

Londra Konferansında bir netice alınamayınca, Kıbrısa 10.000 kişilik bir NATO kuvvetinin gönderilmesi ve adada sükun ve asayişi bu kuvvetin sağlaması hususunda bir İngiliz Amerikan planı ortaya atıldı. Türkiye tarafından kabul edilen bu plan; Makarios tarafından reddedilince, Londra Konferansı tam bir başarısızlıkla neticelenmiş oldu.

Bu arada şunu da belirtelim ki, bu Kıbrıs buhranı karşısında İngiltere, Garanti antlaşmasını imzalayan devlet olduğu halde, meseleye fazla bulaşmamaya bilhassa dikkat etmiştir. İngiltere, NATO kuvveti teklifinde görüldüğü üzere, Amerika'yı işin içine çekmeye çalışmıştır. Keza, İngiltere'nin bu tutumu karşısında Türkiye de, Yunanistan üzerinde baskı yapabilecek bir devlet olarak Amerika'yı mesele ile ilgilendirmek istemişse de, Amerika da Kıbrıs işine bulaşmaktan kaçınmış ve Türkiye ile Yunanistan arasında haklı-haksız ayırımını yapmamaya bilhassa dikkat etmiştir. Bu durum Türkiye için bir hayal kırıklığı olmuştur.

Kıbrıs'ta rumların Türklere saldırıları devam etmesi üzerine, Türkiye 15 Şubatta Kıbrıs'a müdahalede bulunmayı düşünmüştür. Bu ise buhranı daha da şiddetlendireceği için, Güvenlik Konseyi meseleye el koymuş ve 4 Mart 1964'de 8 maddelik bir karar almıştır. Kararda, gerek ilgili devletlerden, gerek Türk ve rum toplumlarından, barışı ve huzur ve sükunu bozacak hareketlerden kaçınmaları istenirken, bu barış ve sükunu sağlamak üzere bir barış gücü kuruluyor ve ayrıca Kıbrıs meselesine barışçı bir çözüm bulunması amacı ile, Genel Sekreterin bir arabulucu tayin etmesi isteniyordu. Finlandiyalı diplomat Tuomioja aracı olarak tayin edilmiştir.

B. M. Barış gücü adaya gelmeden önce rumlar avantajlı bir durum elde etmek için Türklere karşı yeniden saldırılara geçtiler. Bunun üzerine Türk hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden, Kıbrıs'a müdahale yetkisi aldı. Bunun üzerine B. M. Barış Gücü acele teşkil edilerek Mart sonlarında adaya sevkedilmiştir.

B. M. barış gücünün adaya gelmeye başlaması, Kıbrıs Rumlarını frenlemiş ise de, Makarios 4 Nisanda Zürich ve Londra anlaşmalarının ayrılmaz bir parçası olan ittifak antlaşmasını feshettiğini ilan etti. Makarios, Türkiye'nin Kıbrıs'la olan bağlarını birer birer koparmak istiyordu. Tabi Türkiye bu feshi kabul etmedi. Fakat, bu hadiseni arkasından, Yunan başbakanı Yorgo Papendreou yayınladığı bir bildiride, Yunanistan'ın, helenizmin Kıbrıs'taki halk mücadelesini kayıtsız-şartsız desteklediğini, Zürich ve Londra anlaşmalarının yürümediğini, bu anlaşmaların adada durumu çıkmaza sürüklediğini söylemiş ve Makarios'un ittifak antlaşmasını feshetmesini desteklemiştir. Kısacası, Yunanistan Makarios'un bütün kanunsuzluklarına arka çıkıyordu.

Mayıs ayında Makarios'un Kıbrıs'ta mecburi askerlik sistemini ihdas etmesi, rumları askere almaya başlaması ve dışardan ağır silahlar satın alması, durumu yeniden gerginleştirdi. Makarios bir yandan da Sovyet Rusya ve Sovyet bloku ile yakın münasebetler içine girmişti.

Bu yeni gelişme Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesi kararını kesinleştirdi. Kıbrıs'a Türk askerinin çıkması 7 Haziran için planlanmıştı. Fakat 5 Haziranda "Johnson Mektubu" hadisesi patlak verdi. Amerika bir kaç gün önce, bu çıkarmayı önlemek için diplomatik teşebbüste bulunmuştu. Fakat Türkiye'yi kararından caydıramayınca, Başkan Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye 5 Haziran günü, ifadesi ağır ve tehdit dolu bir mektup gönderdi. Başkan Johnson mektubunda şu noktaları belirtiyordu:

1) Türkiye, Garanti Antlaşmasını tam işletmeden adaya müdahale kararı almıştır. Türkiye henüz müdahale hakkını kullanamaz.

Ne kadar gariptir, Türkiye'nin bütün çabalarına rağmen, Amerika Kıbrıs meselesine bulaşmaktan kaçındığı halde, şimdi Garanti Antlaşması hakkında değer yargısında bulunarak, sadece siyasi değil, aynı zamanda hukuki bakımdan da meseleye bulaşmak gibi çelişkili bir tutum içine giriyordu.

2) Türkiye tarafından Kıbrıs'a yapılacak askeri bir müdahale, kendisini Sovyetler Birliği ile bir çatışma durumuna sokabilir. Türkiye, NATO'lu müttefiklerine danışmadan, onların "rıza ve muvafakatı"nı almadan böyle bir harekete giriştiğine göre, acaba NATO'nun Türkiye'yi savunma yükümlülüğü var mıdır? Türkiye bu noktayı herhalde düşünmedi.

Başkan Johnson'ın söylemek istediği şuydu ki, Kıbrıs'a müdahale yüzünden Türkiye'nin Sovyetlerle başı derde girerse, Amerika Türkiye'yi savunmayacaktır. Johnson mektubunun Türkiye'ye vurduğu en ağır darbe buradaydı. O Türkiye ki, NATO'ya, Sovyet tehlike ve tehditlerine ve saldırı ihtimaline karşı Amerika'dan destek ve güvenlik elde etmek için girmişti. Şimdi Amerika, bir Kıbrıs için, Türkiye'yi bir Sovyet saldırısı karşısında yapayalnız bırakabileceğini söylüyordu. Bu çok vahim bir durumdu.

3) Türkiye ile Amerika arasında mevcut 12 Temmuz 1947 tarihli yardım antlaşmasının 4'üncü maddesine göre, Türkiye Amerika'nın vermiş olduğu silahları Kıbrıs'a müdahalede kullanamaz. Çünkü bu silahlar Türkiye'ye savunma amacı ile verilmiştir.

Amerika, Makarios'un bütün kanunsuzluk, vahşet ve cinayetlerini ve Yunanistan'ın da bütün bunlara destek olmasını görmezlikten gelerek, Türkiye'nin milletlerarası antlaşmalardan doğan meşru haklarını kullanmasını bir saldırı telakki ediyordu.

4) Ayrıntılı görüşmeler için Türkiye Başbakanı Vaşington'a giderse Başbakan Johnson bundan memnun olacaktır.

Nasıl 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini Türk-Amerikan münasebetlerinde bir dönüm noktası olmuş ise, 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu da Truman Doktrininin açmış olduğu sağlam bir dönemi tersine çeviren bir dönüm noktası olmuştur. Türk Milletinin en hassas ve haklı davasında ortaya konan bu fevkalade sakat tutum, Türkiye'de Amerika'ya olan güveni büyük ölçüde sarsmış ve tesirlerini daha sonraki yıllara kadar yaymıştır. O sırada Başbakan İnönü'nün Kıbrıs işlerindeki danışmanı Profesör Nihat Erim, daha sonra şöyle diyecektir: "Denebilir ki, o zamana kadar dünyanın tek memleketi Türkiye idi ki, orada Amerikalılara "Go Home" denmiyordu. Bu Johnson mektubundan sonra Türk kamu oyunda Amerika'ya güven çok sarsılmıştı ve ilk defa olarak Türkiye'de Amerika'ya karşı olumsuz bir kamu oyu meydana gelmeye başlamıştı. Bundan sonraki yıllarda bu daha da kuvvetlenmiştir." Bu sırada, 1961 Anayasasının getirdiği hürriyet rejimi içinde sol akımların boy göstermeye başladığı da unutulmamalıdır.

Başbakan İnönü Johnson'ın mektubuna 13 Haziranda cevap verdi. Bu cevap oldukça yumuşak bir ifade taşıyordu. Cevapta, 12 Temmuz 1947 tarihli yardım antlaşmasının yorumuna hiç değinilmemiştir. Buna karşılık şu hususlar belirtiliyordu:

1) Mektubun "gerek yazılış tarzı, gerek muhtevası", Amerika'nın Türkiye gibi bir müttefiki için "hayal kırıcı" olmuştur.

2) Bu son teşebbüs ile birlikte, 1963 sonundanberi Kıbrıs'a askeri müdahale ihtiyacı dördüncüdür. Ve Türkiye bu işin başındanberi Amerika ile danışma halinde bulunmuştur.

3) Kıbrıs rum hükümeti açıkca silahlanmaya başlamış, Anayasa dışı faaliyetlere girişmiş, Türklere karşı "zulmünü" arttırmış ve bütün bunlar Yunanistan tarafından, kendisinin imzaladığı milletlerarası antlaşmalara aykırı olduğu halde, desteklenmiş, lakin Türkiye'nin bütün uyarmalarına rağmen Amerika bir şey yapmamıştır.

4) Birbirlerine karşı antlaşmalardan doğan zorunluluklarını; yükümlülüklerini istediği zaman reddeden devletler arasında bir ittifaktan söz edilebilir mi?

5) "NATO müttefiklerinden herhangi birine yapılacak saldırı, saldırgan tarafından tabiatiyle daima haklı gösterilmeye çalışılacaktır. NATO'nun bünyesi saldırganın iddialarına kapılacak kadar zayıf ise, hakikaten tedaviye muhtaç demektir."

6) Türkiye'nin anlayışına göre, NATO, saldırıya uğrayan bir üyeye derhal yardımı mecburi kılmaktadır. Üyelerin takdirine bırakılan husus, yardımın mahiyeti ve genişliğidir.

Başbakan İnönü, Başkan Johnson'un mektubundaki teklifi ve davetikabul ederek, 21 Haziranda Vaşington'a gitti. Johnson, herhalde münasebetsiz mektubunun Türk hükümeti üzerinde yaptığı kötü tesiri silmek için olacak, Başbakan İnönü'nün bu seyahati için kendi özel uçağını tahsis etti.

Türk-Amerikan görüşmeleri 22-23 Haziranda yapıldı. Türk hükümetinin bu görüşmelerdeki hareket noktası şuydu: Zürich ve Londra anlaşmaları ile Türk toplumuna tanınan hakların korunması ve bunu sağlamak için de, daha da sağlam güvenlik ve garanti tedbirlerinin elde edilmesi. Bu son noktada söz konusu olan, Türkiye'nin ada üzerindeki yetkilerinin daha da arttırılması idi.

Bu görüş Amerika tarafından esas itibariyle kabul edildiği gibi, Türkiye'nin Kıbrıs'tan çekilmesine karşılık, Ege'deki Yunan adalarından birisinin Türkiye'ye verilmesi de söz konusu olmuş ve Türk tarafı bu görüşe de karşı gelmiştir. Bununla beraber, Washington görüşmelerinde, Kıbrıs meselesinin nihai bir çözüme ulaştırılmak üzere, Amerika'nın eski Dışişleri Bakanlarından Dean Acheson'un aracı olarak tayin edilmesine karar verilmiştir.

Dean Acheson'ın, Kıbrıs meselesine kesin bir çözüm bulmak için arabuluculuk faaliyeti 10 Temmuz 1964'de Cenevre'de başladı ve 1 Eylül gününe kadar devam etti. Cenevre görüşmelerinde, Magusa'nın kuzeyindeki Boğaz ile, Kıbrıs'ın kuzey kıyılarındaki Akantu geçidi arasında çizilen çizginin doğusunda kalan Karpas yarımadasının Türkiye'nin egemenliğine bırakılması prensip olarak Türkiye tarafından kabul edilmiştir. Türkiye'nin tek itirazı, Akantu noktasının, arazinin askeri yararlılığını daha müsait hale getirmek için, biraz daha batıya kaydırılması idi.

Acheson Planı adını alan bu tekliflerin bir diğer tarafı da, Kıbrısın rum kesiminde kalan Türkler, yoğun oldukları bölgelerde, en az beş kanton veya mahalli muhtariyet bölgesine sahip olacaklardı.

Acheson Planı, Karpas yarımadasını Türkiye'ye vermekle, adanın 400 mil karelik bir kısmını, yani % 11'ini Türkiye'nin egemenliğine terketmiş olmaktaydı. Kantonları ve muhtariyet bölgelerini de hesaba katınca, adanın % 25-30 kadarı Türkiye'nin kontrolu altına giriyordu.

Cenevre görüşmeleri devam ederken Kıbrıs'taki durum yeni bir krize girdi. Ağustos başında rumlar Kıbrıs'ın Erenköy ve Mansura bölgesindeki Türklere karşı bir katliam hareketine girişerek saldırılara başladılar. Adadaki Birleşmiş Milletler Barış Gücü kuvvetleri bu yok etme hareketi karşısında hareketsiz kalınca, Türk Hava Kuvvetlerine ait jet uçakları 8 ve 9 Ağustos günlerinde rum mevzilerini bombaladılar. Rumların katilam teşebbüsleri bu şekilde durduruldu.

Fakat Türkiye'nin bu müdahalesi üzerine Makarios, Suriye, Mısır ve Sovyet Rusya'dan yardım istedi. Bunun üzerine Sovyet Başbakanı Kruşçev, 9 Ağustosta Başbakan İnönü'ye bir mesaj göndererek, oldukça yumuşak bir ifade ile, Türkiye'nin Kıbrıs'a "askeri saldırıda" bulunmakla üzerine sorumluluk aldığını bildirdi ve askeri harekatı durdurulmasını istedi. İnönü 13 Ağustosta verdiği cevapta ise, rumların gayri insani ve ahlaki davranışlarını anlatarak, Sovyet Rusya'nın durumu anlayacağı ve nüfuzunu bu istikamette kullanacağı ümidini ifade etmiştir.

8-9 Ağustos bombardımanları, 1963 Aralık ayındanberi Türkiye'nin yapmak istediği dört müdahale niyetinin, ilk defa müessir bir şekilde gerçekleşmesiydi. Askeri bakımdan, böyle bir bombardımandan sonra bir çıkarma hareketinin gelmesi gerektiği için, bu bombardımanlar Atina'da heyecan ve panik yaratmış ve Yunan hükümeti, Yunanistan'ın hiç bir zaman Türkiye ile bir savaşı göze alamıyacağını, Türk-Yunan dostluğuna ehemmiyet verdiğini ve Kıbrıs meselesinin barışcı yollarla çözümünü arzuladığını Türkiye'ye bildirmiştir. Yunan Başbakanı ile Türk Başbakanı arasında da bu konuda mesajlar teati edilmiştir.

Türkiye'nin Kıbrıs bombadımanı Yunanistan'ı geriletmiş ve Türk-Yunan münasebetlerine nisbeten bir yumuşaklık getirmiş ise de, Yunanistan bu bombardımandan sonra Kıbrıs'a asker sevketmeye başlamıştır.İlk elde 5.000 Yunan askeri Kıbrıs'a yollanmış ise de, bu miktar daha sonra giderek artacak ve 12.000'e kadar çıkacaktır. Birleşmiş Milletler Arabulucusu Finlandiyalı diplomat Sakari Tuomioja, peşpeşe gelen buhranlı hadiseler içinde pek fazla bir şey yapamadan, 9 Eylül 1964'de ölüverdi. Bunun üzerine yerine, arabulucu olarak, Ekvatorlü diplomat Galo Plaza Lasso tayin edildi.

Galo Plaza, 1964 Ekiminden 1965 Şubatına kadar Kıbrıs meselesiyle alakalı taraflarla yapmış olduğu temas ve görüşmeler sonunda 66 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu rapor, B.M. Güvenlik Konseyi tarafından 26 Mart 1965 tarihinde yayınlandı. Fakat Galo Plaza'nın raporu Türkiye tarafından reddedildi. Çünkü rapor, çelişkilerle dolu olduğu gibi, Türk toplumunu rum toplumunun hakimiyeti altına sokan tekliflerde bulunuyordu. Galo Plaza, raporunun başında, Kıbrıs'taki Türk ve Rum toplumlarının, tarihi ve ırki ve diğer her çeşit hususiyetleri ile birbirinden ayrı iki toplum olduğunu belirttiği halde, Türk toplumunu Kıbrıs'ta basit bir azınlık haline getiren, Rumcayı bile Kıbrıs devletinin resmi dili yapan teklifler ileri sürmüştür. Görülmüştür ki, Galo Plaza meseleyi anlamadığı gibi, milletlerarası hukuk kurallarına aykırı olarak yetkilerini de aşmıştır. Bunun dışında Galo Plaza, Türkiye'nin federal sistem tezini terketmesini ve Kıbrıs'taki Türklerin Türkiye'ye göç etmelerinin kolaylaştırılması gibi garip teklifler de ileri sürüyordu.

Türkiye'nin Galo Plaza raporunu reddetmesinden sonra Kıbrıs meselesi, 1955 Mayısından itibaren Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan ikili görüşmelerin konusu oldu. Fakat bu ikili görüşmeler de 1966 yılı sonuna kadar bir takım kesintilerle yapılabilmiştir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, Makarios ve Kıbrıs rumlarının, Türk-Yunan görüşmelerine karşı çıkıp, meseleyi Birleşmiş Milletler çerçevesinde yürütmek istemeleri. Doğrusu şudur ki, o sıralarda Genel Kuruldan Türkiye lehine bir karar çıkarmak mümkün değildi. Makarios'un Kıbrıs'ı bağlantısızlara dahil olduğu için, bağlantısızlar Genel Kurulu çoğunlukta idi.

İkincisi, Yunanistan'daki hükümet buhranları da Türk-Yunan ikili görüşmelerini aksatmıştır. Başbakan Yorgo Papandreu Ordu'da bir takım temizlik hareketlerine girişmek isteyince, 1965 Temmuzunda Kral tarafından başbakanlıktan azledildi. Fakat siyasi istikrarsızlık Yunanistanı, 1967 Nisanındaki askeri darbeye kadar çalkantı içinde bırakacaktır. Bu şartlarda Kıbrıs için elbetteki bir şey yapılamazdı. Yalnız, Türkiye bu dönemde, bilhassa Makarios ve Kıbrıs Rumlarına karşı gayet kararlı ve seri bir tutum almış ve rumların herhangi bir olup-bittiye başvurmalarını önlemiştir.

1963-1964 Kıbrıs buhranının, Türkiye bakımından en mühim neticesi, Johnson mektubu dolayısıyla Amerika'ya karşı güvenin sarsılması neticesi, Türkiye'nin Sovyetlerle münasebetlerini düzeltmek için harekete geçmesidir. Daha aşağıda da değineceğimiz üzere, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, 30 Ekim-6 Kasım 1964 tarihlerinde Moskova'yı ziyaret etmiştir. Ziyaretin sonunda yayınlanan bildiride, Kıbrıs'ta "iki milli cemaat"in varlığından söz edilmekteydi. Bu, Türkiye'nin Kıbrıs görüşünün en mühim noktasının Sovyetler Birliği tarafından da desteklenmesiydi. Türk-Amerikan münasebetleri 1964 yılından itibaren ciddi bir soğukluk içine girerken, 1964 sonundan itibaren Türk-Sovyet münasebetleri artan bir hızla gelişme göstermeye başlıyordu. 1963-1964 Kıbrıs buhranının Türk dış politikası bakımından doğurduğu en mühim netice budur.

Kaynak : Fahir ARMAĞANOĞLU - 20.Yüzyılın Siyasi Tarihi