İşi Tarihçilere mi Bırakmalı?

PROF. DR. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Türkiye, tarihe atfedilen aşırı ehemmiyetten dolayı, tarihin bilinmemesinin yararlı olduğunun düşünüldüğü nadir toplumlardan birisidir.


Toplumun entelektüellerinin asırlarca dinî eserlerden sonra en fazla tarih kitapları okuduğu, devletin tarihi belirli bir zaman dilimindeki bakış açısından yorumlamakla vazifelendirilen resmî görevlilere sahip bulunduğu bir geleneğin mirâsçısı olan ülkemizde bunun, belki de fazla yadırganacak bir yönü yoktur. Bu nedenle ülkemizde tarih o denli önemlidir ki toplumun, onu, bir süzgeçten geçirilip, klişelere indirgenip, tamamen mükemmelleştirilerek resmî ideolojiyle uyumlu hale getirilmedikçe öğrenmemesinin daha uygun olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla, istisnâlar bir kenara bırakılacak olursa, toplumumuzun değil ortalama insanı, seçkinlerinin dahi tarih bilgisi bu mükemmelleştirme süzgecinde arıtılmış klişelerin ötesine geçmemektedir. Bunun sonucunda tarihçi de geçmiş bir gerçekliği anlayarak yeniden yaratmaya çalışan bir uzman değil, geçmişi mükemmelleştirme süzgecinden geçirerek resmî ideolojinin hizmetine sunan bir görevli haline gelmektedir. Bunun da ötesinde, bu “toplumsal görev” içselleştirilmekte ve tarih yazmanın da önüne geçen aslî vazife olarak kabul edilmektedir. Son dönem Osmanlı tarihçiliğinin yüz akı Ahmed Cevdet Paşa’nın dahi çalışmalarının farklı baskılarında devletin o günkü bakış açısına uygun olmadığını düşündüğü hususlarda değişiklikler yapması, Necib Âsım Bey’in, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin Selimağa Kütübhanesi’ndeki yazma nüshasında, Genç Osman’ın Yeniçeriler tarafından katledilmeden önce maruz kaldığı saldırıları detaylı biçimde anlatan sahifeleri “yeni nesillerin öğrenmemeleri için” yırtarak imha etmesi, cumhuriyet resmî tarihçiliğinin şâhikasına ulaştırdığı bir geleneğin oldukça eskilere gittiğini göstermektedir.


Tarihin bu kadar ehemmiyetli olduğu toplumumuzda bir çelişki gibi de gözükse tarih bilgisi en gerekli olduğu alanlarda bile anlamsız bulunmaktadır. Meselâ, kendileri gibi olunmaya çalışılan ve diplomatlarının önemli bir çoğunluğu tarih eğitimi almış Batı toplumlarının aksine, Türk Dışişleri mensuplarının içinde böyle bir süreçten geçmiş ya da bu alanda ciddî bilgi edinmiş kimseler parmakla sayılabilecek kadar azdır.

Tarihçi ve bilim


Buna karşın, ihtilâf mevzuu konularda tarihçilere hakemlik rolü verilmesi sık sık resmî Türk tezi olarak gündeme getirilmektedir. İlginçtir ki, bir yandan yukarıda belirttiğimiz yaklaşımın tabiî bir neticesi olarak, resmî ideolojinin hizmetinde olan tarihçiden mükemmelleştirme vazifesi yapması beklenirken, öte yandan da onun “vesikalar”a bakarak bir fizikçinin ya da kimyagerin laboratuvarında yaptığı deney neticesinde vardığına benzer bir sonuca ulaşması talep edilmektedir.


Bu birbiriyle çelişen beklentilerin fikrî arka plânında Türk seçkinleri üzerinde derin tesirler icra eden bilimcilik (scientism) ideolojisini bulmak mümkündür. Bu yaklaşım, tarih vesikalarına, tabiî bilimlerdeki deney sonuçlarına benzer bir “objektiflik” atfetmektedir. Halbuki, bilhassa siyasî karakterdeki vesikalar böyle bir objektiflik içermezler. Meselâ yüz yıl sonra “28 Şubat sürecinde Türkiye” konulu çalışma yapacak bir tarihçi, dönemin tarihini bazı gazetecilerin “zararlı” faaliyetlerini dile getiren andıçları ön plâna çıkararak yazabileceği gibi, bunu suçlanan gazetecilerin günlüklerine dayandırarak da yapabilir. Tabiî bunların her ikisine de bakarak daha objektif ve dengeli bir tarihi yeniden yaratmak mümkündür; ama tarihçinin her zaman belirli bir tarihî sürece ait tüm vesikalara ulaşması mümkün değildir. Başka bir misâl vermek gerekirse, Fransız vesikalarında, Alman işgali altındaki “Alsace-Lorraine hürriyetperverleri” olarak atıfta bulunulan eşhas, Alman vesikalarında “Fransız işbirlikçisi teröristler” biçiminde anılırlar. Dolayısıyla, bilimciliğin etkisini tartışırken gözden kaçırılmaması gereken husus, sadece tarihçiye değil bizzat “tarih”e de bu şekilde yaklaşılmakta olduğudur.


Diğer bir deyişle bu yaklaşıma göre tarih yeniden yaratılmamakta, dönemin yaygın kabul gören tezleri ya da zihniyeti (Zeitgeist), yarısı arkeolog diğer yarısı hâkim esatirî bir karakter olduğu varsayılan, “tarihçi” üzerinde herhangi bir tesir icra etmemektedir. Bir misâl yardımıyla açıklamaya gayret edersek, bu yaklaşıma göre bir tarihçi gerek 1965 gerekse de 2005 yılında 27 Mayıs’ı incelediğinde aynı sonuca varacağı gibi kendisinin dünya görüşü ve tarihe yaklaşımı, varacağı kanaat konusunda herhangi bir değişiklik yaratmaz.


Halbuki tarih, dönemin yaygın kanaatleri çerçevesinde sürekli olarak yeniden yorumlandığı için Fransız İhtilâli’nin 100 ve 200. yıllarında “devr-i sabık (ancien régime)”ın karakteri hakkında birbirinden oldukça farklı yorumlar getirilmiş, uzun süre “vak’a-i hayriye” olarak kabul edilen yeniçeriliğin ilgası on dokuzuncu asır sonlarında Bâb-ı Âli diktatörlüğünün temel nedeni olarak görülmeye başlanmış, Arap tarihçiliğinin II. Abdülhamid yorumu, 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında ciddî bir değişikliğe uğramış, nihayet 31 Mart Olayı üzerine en kapsamlı eseri kaleme alan değerli bir tarihçimiz 1970 yılında bu olayı “şeriatçı bir ayaklanma” olarak tavsif etmezken, 1994 koşullarında, böylesi bir tanımlama yapmayı uygun görmüştür.


Benzer bir şekilde tarihi, devletin o zaman dilimindeki bakış açısından yorumlayan Osmanlı vakanüvistleri de kendilerinden evvel aynı olayları ele almış olan tarihçilere sert eleştiriler getirmişlerdir. Ahmed Cevdet Paşa’nın, Ahmed Âsım ve hele Ahmed Vasıf ve tarihlerine yönelik eleştirileri bu alanda verilebilecek en iyi misâllerdir. Aynı olaylara erken cumhuriyet yaygın kanaatleri zaviyesinden bakan Yusuf Akçura ise Cevdet Paşa’nın yorumlarını benzer bir şekilde tenkit etmiştir.

Siyaset ve tarih


Dolayısıyla, 1915 tehcir kanunu ve bunun akabinde gelişen olayların niteliği konusunda son sözün tarihçilere bırakılmasını savunan ve uzun süredir değişik iktidarlar tarafından tekrarlanan Türk resmî tezi pek de anlamlı değildir. Bir kere bu nihaî kararı açıklayacak, zihinlerdeki, esatirî “tarihçi” bir ideale atıf yapmaktan öteye gidemeyeceği gibi bu donanıma sahip olduğu iddia edilen “tarihçilerin” bu konuda oybirliğiyle karar verebilmeleri de mümkün değildir. Böyle tarihçiler olmadığı gibi aynı vesikalara bakan tarihçilerin de aynı yorumu getirecekleri yolunda bir kural bulunmamaktadır. Nitekim, Türkiye’de bu konuda birbirine taban tabana zıt iki görüşü savunan iki tarihçiden birisi Türk Tarih Kurumu başkanlığı vazifesini sürdürürken, diğeri ise bir üniversitenin tarih bölümünü idare etmektedir. Bunun da ötesinde, Ermeni ve Türk tarihçilerinden, laboratuvarda beraberce tahlil yaparak bir gazın karbondioksit ya da karbonmonoksit olduğunu tespit eden kimyagerler gibi, bu tarihte vuku bulan olayların gerçek karakterinin ne olduğunu saptamalarının beklenmesi ise ancak tarihe yukarıda anlatılmaya çalışıldığı biçimde yaklaşan bir toplum tarafından teklif edebilir, ne yazık ki bu tez kimse tarafından ciddiye alınmaz.


Türk siyasetinin bu alanda, toplumumuz dışında kabul görme ihtimâli mevcut olmayan böylesi hayâlci bir tez yerine, tarihçilere de danışarak, onların bu alandaki eserlerinden istifade ederek, bir “siyaset” geliştirmesi gerekmektedir. Mevcut meseleyi halledecek taraflar iki tarafın tarihçileri değil siyasetçileridir. Bu konuda tarihçilerin karşılıklı görüş alışverişinde bulunmaları ancak kapsamlı bir “siyaset”in teknik bir alt uygulaması olarak anlam kazanabilir.
Konunun tamamen tarihçilere havalesi teziyle bir yere varılması mümkün olamayacağı gibi, kendisini uluslararası zeminlerde sürekli olarak zorlayan bu denli hassas bir konuda ciddî bir “siyaset” geliştiremeyen toplum konumunda kalınması da zannedildiğinin tersine, ciddî bir zaaf olarak mütâlâa edilmektedir.

PRİNCETON ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
Zaman / 20.01.2005