Çocuklarımıza Osmanlı hükümdarlarını “diktatör” olarak tanıtmışız. Ders kitaplannda onlardan bahsederken çok kere “Asarlar, keserler!” demişiz. “Yakarlar, yıkarlar, üstelik kimseye de hesap vermezler” diye notlar düşmüşüz.
Oysa bir şeyhülislâm (Zembilli Ali Cemali Efendi) padişahın (Yavuz Selim) karşısına dikilebilmiş, “Seni kılıcımla doğrulturum” diyebilmiştir…Bir kadı, (ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi) minderinin altına sakladığı demir topuzu (gürz) padişaha (Fatih Sultan Mehmed) gösterip, “Padişahlığına güvenip hükmümü dinlemeseydin billahi bu gürz ile başını ezerdim” diyebilmiştir.
Bir başka kadı (Bursa Kadısı Emir Sultan) Yıldırım Bayezid gibi öfkesi burnunda genç bir padişahı, “Namazlarını cemaatle kılmadığın için çıkan ‘binamaz’ söylentisini giderene kadar şahitliğini kabul etmiyorum” diyerek mahkemeden âdeta kovabilmiştir.
Konuyu biraz açalım mı ne dersiniz?
Düşünün ki, son padişahlar bile cuma namazına giderken “talebe-i ulum”dan bir grup bir ağızdan şöyle bağırırlardı:
“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!”

Ve “diktatör” ilân ettiğimiz padişahların en büyüklerinden, en cihangirlerinden, en sertlerinden bir tanesi, (Yavuz Padişah) “Hâkimü’l-Haremeyn” unvanı karşısında ürpertiler geçiriyor, dayanamıyor, kendini secdeye atıyor, sonra melûl, mahzun doğruluyor ve hutbedeki hatibe, “Hâkimü’l-Haremeyn değil, Hadimü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkân anlamında) diyerek kendi kendini Harem-i Şerifin hizmetkân ilân ediyordu.
Hatırlar mısınız, Hazret-i Ömer (r.a.) şahsî gelirinden bir kısmıyla bir adam tutmuş, saçlarına ak düşene kadar bu adama her sabah sistemli şekilde, “Ya Ömer ölümü unutma, mahşeri unutma!” diye bağırtmış, ahiretle arasına bu cümleyi köprü yapmıştı. Adaleti ile yalnız Müslümanları değil, Hıristiyan dünyasını bile teshir eden büyük Halife Hazret-i Ömer’in bu tutumuyla Osmanlı padişahlarının -ki, birçoğu aynı zamanda halife idi- Allah’a teslim oluş halleri ne kadar birbirine benzer.
Binaenaleyh, Osmanlı hükümdarları hiçbir zaman “mutlak” olduklarım kabul etmemişler, ettirmeye de çalışmamışlardır. Aksine, ulemaya tabi olmuşlar, büyük hesap gününü her zaman göz önünde bulundurmuşlardır.
Allah’ı bilen, Allah’a hesap vereceğine inanan kişi, hiç kuşkusuz ki, yaptığı her hareketin uhrevî ve dünyevî sorumluluklar getireceğine de inanır; böyle birisinin diktatör, baskıcı, hırsız, sorumsuz, asan-kesen biri olması mümkün mü?
Maneviyat adamlarına ve maneviyata bu derece önem veren, Allah korkusunu bu derece içinde duyan, hesap gününü bu kadar canlı olarak hafızasında tutan, ölüme her an hazır bulunmaya bu kadar dikkat eden insanlar hakkında “diktatör” tanımlaması ne kadar akla yakındır?
Gelelim…
Padişah değil de, küçük bir memur düşünün! Gözünde ne Allah korkusu vardır, ne gönlünde mahşer endişesi. Tek engel âmirleri. Ama bir yolu var: Ya onları da ikna eder -ki, çok defa böyle oluyor- veya onlardan gizli işler çevirir. Kanun mu? Adam sen de! Kanunun görmediği öylesine çok yer var ki! Ve rüşvet alır başını gider.
Ama inanan insan için, Allah’ın görmediği yer yok.

Padişahların hukuka bağlılıklarını gösteren örneklerden, Kanuni Sultan Süleyman devrine ait bir örnek üstünde duracağım.
Bu çok enteresan bir olay; ama önce biraz ayrıntı vermem gerekiyor.
Osmanlı (ve tabii ki İslâm) hukukunda, vakıf malların kira bedelleri, her sene yeniden ayarlanırdı (ecr-i misil). Teklif edilen kirayı dükkân sahibi kabul etmezse dükkânı boşaltırdı.
Bahsedeceğim olay da işte bu konuda çıktı…
Ayasofya Vakıfları ‘na ait dükkânların kira bedelleri vakıf tarafından bir miktar yükseltilmişti. Kiracılar itiraz edip mütevelliler kanalıyla Kanuni Sultan Süleyman’a müracaat ettiler: “Vakfın son derece zengin olduğunu, dükkânların mevcut gelirinin giderlere fazlasıyla yettiğini, kira bedellerinin artırılmasına gerek bulunmadığını, kendileri de Müslüman ve muhtaç oldukları için, vakfın bir miktar parasının üzerlerine geçmesinde dinen mahzur olamayacağını” öne sürdüler.
Kanuni, merhameti öfkesine galip bir padişahtı. İnsanların mağdur olmasına da hiç dayanamazdı. Mütevelli heyeti dinledikten sonra, kira bedellerinin bu senelik yükseltilmemesi için ferman verdi. Mütevelli heyet, padişah fermanını güle oynaya Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye götürdü. Zira “gereğinin yapılması” kaydıyla fermanı kadılara gönderme görevi ona aitti. Ebussuud Efendi, fermanı okur okumaz itiraz etti:
“Bunu tamim etmezem. Padişah fermanıyla kira tespiti yapılamaz. Zira padişahın emriyle nâmeşru (yanlış) olan şey meşru (doğru) olmaz; haram olan nesne, ferman ile helâl olmak yoktur. Bu hususlarda emr-i şer’-i şerif (dinin emri) budur. Şer’i hükümlere vâkıf iken onları ketmet-mek, Kur’an’daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır.”
Durum padişaha arz edildiğinde koca Kanuni boynunu büktü: “Şeyh’in sözü haktır!”
Osmanlı Devleti’ni, kendi çağının önderi ve örneği yapan şey, işte bu kılı kırk yaran hukuk anlayışıydı. Hukuka önce padişahların uyma zorunluluğu vardı.

Yavuz Bahadıroğlu, Biz Osmanlıyız