1. #1

    Üyelik tarihi
    13.Haziran.2009
    Yaş
    52
    Mesajlar
    124


    Siyaseten öldürülmeleri gereken kişiler veya Divan-ı Hümayun'da yargılanıp da, idama mahkûm olanların infazı, Topkapı Sarayı'nda, Orta Kapı'ya yakın bir noktada bulunan “Siyaset Çeşmesi” önünde yapılır; cellatlar burada, onların boyunlarını vururlardı.
    Topkapı Sarayı'nın “Orta Kapı” adı verilen, ikinci büyük kapısı Babüs selam'ın önündeki ulu Çınar ağaçlarının altında, Marmara Denizi yönüne bakan duvara bitişik çeşmenin yerinde, bir zamanlar, bir başka çeşme vardı ve söz konusu bu çeşme, Osmanlı tarihinin ayrıcalıklı çeşmeleri arasında yer alırdı.

    “Siyaset Çeşmesi” diye de anılan bu çeşmenin hemen önünde, Saray emrinde hizmet gören “Bostancı Cellatları” tarafından nice kafalar vurulmuş; bu işi gören satır, balta ve palalar yine bu çeşmenin yalağında yıkanmış ve temiz lenmiştir...

    Necdet Sakaoğlu'nun “Tarihi, Mekânları, Kitabeleri ve Anıları ile Saray-ı Hümayun / Topkapı Sarayı” adlı yapıtın da (DenizBank Yayınları) belirttiği gibi, “Cellat Çeşmesi” ya da “Siyaset Çeşmesi” diye anılan çeşmenin “hayatı”, Sultan II. Abdülhamid döneminde noktalanır.


    Bu olayın öyküsü de şöyle*dir: “Alman İmparatoru II. Wilhelm'in İstanbul'a ilk ziya*reti (1892) programında, Topkapı Sarayı gezisi de oldu*ğundan, sarayda ve avlularda düzenlemeler yapılırken, II. Abdülhamid'in emriyle Siya*set Çeşmesi de sökülmüş, Abdurrahman Şeref Bey'in deyi*miyle “Nice fer*yat ve zârilerin şahid-i câmidi olan bu menhus çeşme” yok edil*meyerek, Bâb-ı Hümayun'un içi*ne taşınmış ; yerine de bir başka yerden sökülen bir Hamidiye Çeşmesi monte edilmiştir.”



    Sakaoğlu, bugün birçok meraklı tarihçinin “Cellat Çeş*mesi” diye bildiği, kimi turist rehberlerinin de “Cellat Çeş*mesi” diye gösterdikleri bu çeşmenin kitabesine de kita*bında yer verir:

    “Cellat Çeşmesi” diye gös*terilen bu duvar çeşmesinin ayna taşında II. Abdülhamid'in tuğ*rası olup kitabesin*de de adı okunmak*tadır: “el-gaazi es *Sultan Abdülhamid Han-ı sânî Efendi*miz hazretlerinin / müceddeden bina ve inşa buyurdukları Hamidiye çeşmesidir / Nemika-i Mısrîzâde fi gurre rebiülevvel 1307 (26 Ekim 1889).”


    Şimdilerde, Sakıp Sabancı Müzesi'nin danışmanlığını yü*rüten ve 1997 -2005 yılları arasında da Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü görevini üst*lenmiş olan Dr. Filiz Çağman söz konu*su Siyaset Çeşmesi'nin dışında da pek çok çeşmenin de “cellat çeşmesi” ola*rak kullanılmış olabileceğini belirtiyor.

    Çağman, “Yani cellat biri*nin kafasını kesecekse, bu mutlaka orada kesilecek diye bir kural yoktu” diyor...

    Şimdi yine Osmanlı'nın cellatlarına dönersek, genel olarak Çingenelerden oluşan Saray cellatlarının, Bostancı Ocağı'nın bir kolu olan “Cellat Ocağı'na bağlı olduklarını ve bu ocağın 20 kadar neferden meydana geldiğini görürüz.

    Emirleri doğrudan doğru*ya Bostancıbaşı'ndan alan cel*latların başında bir cellatbaşı, onun altında da cellatlar ve cellat yamakları yer alırlardı. İnfazlar genelde satırla yapı*lırdı; ama yüksek makamdaki memurların infazları kan akıt*madan, kementle boğularak ya da asılarak yerine getirilir, idam uygulanmadan önce de, makam ve mevkilerinin gerek*tirdiği saygı kendilerinden esirgenmezdi.



    Önemli kişilerin idamında Bostancıbaşı da bu çeşmeye kadar gelir, infaz sırasında bizzat burada bulunurdu. İn*fazı burada uygulananlar Devlet-i Âli'ye, Sadaret maka*mına veya şeriata (kânuna) karşı gel*miş, isyan etmiş ya da çalıp çırpmış, casusluk yapmış, Ha*rem'e göz dikmiş suçlulardı.



    Her ne kadar Osmanlı'daki infaz şekli, idam hükümlerine göre kafa uçurularak, kement*le boğularak ya da asılarak ya*pılmakta ise de bu çeşmenin önü, adından da anlaşıldığı gibi, suçluların kafalarının göv*delerinden ayrıldığı yerdi.

    Suçlu buraya getirilir, elle*ri arkasından bağlanıp, diz çöktürülür; cellat yamağı suç*lunun saçlarından tutar. Cellatbaşı da, elindeki keskin sa*tırı çok kuvvetli bir darbeyle ensenin orta yerine vurarak başı gövdeden ayırırdı.

    Hükümlere göre, bilhassa suç işlemiş olan askerlerin, kumandanların başları vuru*lurdu. Padişah ve sadrazam emriyle yapılan “siyaseten” idamlarda cellatlar, satır yeri*ne yağlı kement kullanır, infa*zı boğarak yapar, ancak mak*tulün başı, padişahın görmesi ya da “İbret taşı” üzerine ko*nulması için, “şifre” adı verilen çok keskin bir ustura ile düz*gün bir biçimde kesilirdi...

    Osmanlı tarihinde cellat*lar, yerine getirdikleri infazlar dışında işkence uygulamala*rıyla da nam salmışlardı. Saray'ın bahçesinde, Bos*tancı fırınının hemen yanı ba*şında, küçük bir hapishane vardı. Burası aynı zamanda iş*kencehane olarak kullanılırdı. İnfaz öncesi işkenceleri burada yapılır ve bu işkencehaneye de, “fırın” adı verilirdi. Topkapı Sarayı tarihinde, işkence görecekler için kulla*nılan “Fırına götürün” tabiri buradan gelir.

    Cellatların bir başka önemli görevi de, başkentten uzaklarda gerçekleştirilen önemli idamlarda, kesilen başların salamura ya da bal içine konulup İstanbul'a gön*derilmelerinden sonra, bunla*rın temizlenip, Saray'ın Bâb-ı Hümayun önündeki ibret taş*ları üzerine yerleştirilmesiydi.

    Saray'daki cellatlar arasında, özel olarak seçilmiş dilsiz cellatlar da vardı. Bunlar bil*hassa gizli olarak yapılan in*fazları yerine getirirdi.

    Osmanlı döneminin gel*miş geçmiş ünlü cellatları ara*sında, adından en çok söz edi*leni şüphesiz, Kara Ali'dir. Naima ve Evliya Çelebi'nin de şöhretinden söz ederek adını andıkları bu cellatbaşı, 17. Yüzyıl'da yaşamıştır ve yama*ğı Hamal Ali ile birlikte, bir padişah (Sultan İbrahim), 10’dan fazla sadrazam, bir o kadar da vezir ve paşanın baş*larını uçurmuştur.


    Boğarak öldürdüğü, öl*dürdükten sonra da cesedine taş bağlayarak Marmara sula*rının derinliklerine attığı ün*lüler arasında, şair Nef’i de vardır.

    Lakabından anlaşıldığı gi*bi, Kara Ali, bir Çingene’ydi. Reşad Ekrem Koçu, Evliya Çelebi'nin yazdıklarından yo*la çıkarak, Kara Ali için, şun*ları söyler:

    “Neuzibillah, çehresinde nur kalmamış zehir gibi bir adamdı. Yaz-kış kolları sıvalı, baldır bacak çıplak; göğsü bağrı açık gezerdi. Suçlu-mâsum, genç-ihtiyar, haydut-âlim, Müslüman-Hıristi*yan, kadın-erkek ayırt etmez*di. Onun için yalnızca kement geçirilecek boyun, satır çalına*cak ense vardı."

    Reşad Ekrem, sözlerini şöyle sürdürür: “Hattâ, bir*çok defalar idam ettiği ada*mın kim olduğunu merak bile etmemişti. Amiri olan Bostancıbaşı'nın “boğ!” dediğini boğar, “vur!” de*diğinin başını uçururdu.”

    Kara Ali'nin giyim kuşamını da şöyle aktarır Koçu: “Sokağa çıktığında, sağ omzundan çaprazlama asılmış bir yalın kılıç salla*nır, kuşağının bir kenarında da yağlı kemen*di görünür*dü. Bazen bu korkunç görü*nümünü kerpeten, burgu, çivi, buhur fitili, deri yüzecek ustu*ra, demir tas ve ayak kıracak çekiçler gibi işkence aletleri ta*mamlardı. Ustura ile kazınmış başında da kırmızı keçeden cellat külahı bulunurdu."

    Tarihçiler idam ettiği in*sanların sayısını hatırlamayan Kara Ali'nin, tek bir kişinin idamından kaçmaya çalıştığı*nı ve infazı çekine çekine yeri*ne getirdiğini söyler: Bu da, hasımlarının “deli” dediği Sultan İbrahim’dir.

    Yazılı kaynaklarda Kara Ali'nin ölümüne dair hiçbir bilgiye rastlanılmamışsa da, büyük bir ihtimalle, onun hayatı da normal bir ölümle noktalanmamıştır...

    Osmanlı'daki adetlere gö*re, giysiden kösteğe, kundura*dan mücevhere, idam edilen kişinin üzerindeki her şey, cellatların olur; toplananlar yıl*da bir kez düzenlenen “cellat mezadı” ile satılırdı.

    Cellatlar aslında halk arasında lanetlenmiş kişi*lerdi. Cellatlık mesleği “uğursuz” sayıldığından, mezarlık*ları bile ayrı idi. Eyüp Sul*tan'da, “Kar*yağdı” mevkiin*deki cellat mezarlığı gibi, sur dışında kendilerine ayrılmış özel mezarlıklara gömülürler*di. Ama cellatları hatırlarken, Osmanlı döneminde halk ara*sında yayılmış şu deyişi de unutmamak gerek: “Hükm-ü sultan olmaz ise, gelmez hata cellattan...”

    Kara Ali, Sultan İbrahim'i nasıl boğdu?


    Ağustos 1952'de, Resimli Tarih Mecmuası’nın 32. sayısında, popüler tarihçiliğin ilginç isimlerinden Ahmet Refik Altınay'ın, “Osmanlı tarihinin korkunç siması: Cellat Kara Ali” başlıklı bir yazısı yayımlanır. Biz de okurlarımıza bu yazıdan ilgi çekici bir bölümü, Sultan İbrahim'in 1648'deki katlini aktaralım istedik:

    "Cellat Kara Ali'nin en mühim eseri, Sultan İbrahim'in katliydi. Kara Ali; şeyhülislam, Sadrazam Sofu Mehmet Paşa, kazasker ve şakirdi Hamal Ali ile hep birlikte, Sultan İbrahim'i boğmaya gittikleri zaman, sanatında ilk defa büyük bir zaaf göstermişti. Kara Ali, IV. Murat zamanından beri vezirler kesmiş, şeyhlerin boynunu vurmuş, devletlûler boğmuştu; fakat padişaha el uzatmaya cesaret edemiyordu. Sultan İbrahim, perişan ve müteessir, ağlıyordu. Kara Ali, kimsenin haberi olmadan sıvışmıştı. Sadrazam elinde değnek, onun peşinden koştu: “Bre kani şol melûn!” diye bağırıyordu. Fakat Kara Ali, kelleleri bir vuruşta uçuran emektar cellat, bu cinayeti irtikâp edemiyordu. IV. Murad'ın has celladı, sadrazamın ayağına kapandı, ağladı: “Devletlû, beni katl eyle, havf ile ra'şeden elim ayağım tutmaz” dedi. Bütün vücudu titriyor, sadrazama ağlaya ağlaya yalvarıyordu. Kara Ali yalvardıkça sadrazam değnekle yüzüne gözüne vuruyor, mütemadiyen, “Bre melûn! İşin gör!” diye bağırıyordu. Nihayet Kara Ali, şakirdi ile beraber, Sultan İbrahim'in mahpus olduğu odaya girdi, gözyaşları içinde Sultan İbrahim'i boğdu. Cellatlıkla temayyüz eden Kara Ali, kalbinde zayıf bir merhamet noktası bulunduğunu göstermiş, bu cinayeti irtikapta teehhür ettiği için müftii enâmın ve sadrazamın itabına duçar olmuştu.”




    Ahmet Refik Altınay, yazısının devamında, Sultan İbrahim'in akıl hocası Cinci Hoca'nın başına gelenleri de dillendirir:

    “Kara Ali'nin son icraatı pek yerinde olmuştu. Koca cellat, Cinci Hoca'yı korkutacak, topraklara gömülü altınlarını, güğümlerle filorinlerini meydana çıkaracaktı. Cinci paralarını muttasıl inkâr ediyordu... Kara Ali, kemali vakar ile Cinci'nin hapsedildiği odaya girdi. Hocanın beti benzi atmıştı. Kara Ali hiç itidalini bozmadı. Odanın ocağına iki taş koydu. Kamış, aşık ve daha sair işkence aletlerini de meydana döktü. Cinci'ye mülayemetle yaklaştı: “Söyle efendi sultanım söyle! Bu tedarikler sultanım içindir” dedi. Cinci Hoca şaşırdı, paralarını bir türlü söyleyemiyordu, muttasıl ağlıyordu. Nihayet duvarlarda, merdiven altlarında gömülü çil akçalarını, halisülâyâr altınlarını söyledi. Kara Ali'nin bu hizmeti son ve nafi bir hizmetti: Bu akçalarla askerin ulufesi verilecek, Cinci parası, zûyuf akçadan, Çingene akçasından başka bir şey görmeyen İstanbul piyasasında büyük bir rağbet görecekti. Kara Ali bu son vazife ile mesleğini tetviç etti; fakat o sene kendi de, zelil ve hakir, kurbanlarının yanına gitti.”

    Turgay TUNA – Popüler Tarih Dergisi / 75.Sayı / Kasım 2006


    DÜNYA OSMANLININ ADALETİNE MUHTAÇ...

  2. #2

    Üyelik tarihi
    26.Eylül.2009
    Yaş
    45
    Mesajlar
    51

    Gerçekten merakla ve zevkle konunun tamamını okuma şansı elde ettim.Güzel paylaşım için teşekürler..

Benzer Konular

  1. Rusya'da Siyaset Ve Oligarşi
    Konu Sahibi raltar Forum Sahaf
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 17.Ekim.2008, 14:32
  2. Cevap: 0
    Son Mesaj : 06.Ekim.2008, 23:05
  3. Performans Görevi: Yeğen Ağa Çeşmesi ve Tarihe Yardımcı Bilimlerle İlişkisi
    Konu Sahibi ilteriş Forum Tarih Bilimi Proje ve Performans Çalışmaları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 06.Ekim.2008, 16:25
  4. 1923-1938 Atatürk Dönemi Dış Siyaset
    Konu Sahibi ziberkan Forum 20. Yüzyıl Başlarında Dünya Ders Notları
    Cevap: 1
    Son Mesaj : 20.Eylül.2008, 00:43
  5. Atatürk Dönemi Dış Siyaset ve İmzalanan Paktlar
    Konu Sahibi mehtap-gez Forum Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası Sunuları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 13.Mart.2008, 20:27

Bu Konu için Etiketler

Giriş

Giriş