http://www.4shared.com/file/83434451..._Nkteleri.html

Osmanlı Nükteleri
Yemin Edeceğim
Koca Ragıp Paşa sadrazam iken bir gün ahbaplarına hitaben "Rüşvet almadığınıza yemin edebilir misiniz?" dedikten sonra, oradakiler yemini billah ederek rüşvet almadıklarını söylerler. Mecliste meşhur Haşmet de vardı ve bir köşeye çekilmiş sessizce duruyordu.
Ragıp Paşa,
- Haşmet, Rumeli de hayli mansıplarda bulundun. Sessizce durup yemin edemediğine bakılırsa bir hayli rüşvet almışa benzersin" deyince,
Haşmet
- Sultanım, Müslümanlarda, yalan yere yemin edenler çatlar diye bir itikat vardır. Şimdi ben efendilere bakıyorum. Eğer çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim" demiş.
Sağlam Devlet
Bir ecnebi mahfilde Osmanlı İmparatorluğu'nun hala sağlam olduğundan bahsediliyordu. Fuat Paşa şöyle teyit etti:
- Evet, muhakkak ki sağlamdır. Çünkü siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz da gene dayanıyor.
Size Naklediyor muyum?
Abdülaziz Paris'te iken, III. Napolyon bir gün Fuat Paşa'ya, Abdülaziz ile ilgili bazı latifeler yapar ve Paşa'ya da sıkı sıkı tembihte bulunarak: - Sakın bunları padişah hazretlerine söyleme! Der. Paşa da şu latife ile teminat verir:
- Bu pek tabiidir haşmetmeap. Padişahımızın sizin hakkınızda söylediklerini de size naklediyor muyum?
Uğursuzluk
Avcı Sultan Mehmet bir gün adamlarıyla beraber akşama kadar bir keklik bile vuramaz. Bunun sebebini de, sabahleyin gördüğü bir dervişin uğursuzluğuna bağlar. Solaklara seslenir. Saraydan çıkarken, şu şu tipte, sivri külahlı, sırtı kambur birinin önünden geçtiğini söyler ve hemen bu adamı bulmaları emrini verir. Tarife göre Bektaşi babalarından ayyaş Hamza Babayı yaka paça huzura getirirler.
Sultan:
- Bre uğursuz, nabekar! Bugün sabahleyin karşıma çıktın. Bu yüzden akşama kadar bir ava rastlayamadım. Bu ne uğursuzluktur. Vurun kellesini...
Bektaşi bakar ki kelle elden gidiyor. Son bir dileğini açıklamak için söz alır:
- A devletlim siz beni gördünüz bir keklik vuramadınız. Ama insaf ediniz, benim de bugün ilk gördüğüm sizdiniz ve kellemi kaybediyorum. Söyleyin, uğursuzluk hangimizde!"
Doğrusu bu ateş bin altına değer
Kanuni Sultan Süleyman, Halkalı yakınlarında avlanırken çıkan bir fırtınada yağmurdan ıslanmışlar. Bir eve sığınmışlar. Sultan, ateşin karşısına geçip şöyle demiş:
"Doğrusu bu ateş bin altına değer."
Bir müddet sonra konakladıkları evden ayrılırken padişah ev sahibine borcunun ne kadar olduğunu sorar.
Köylü şöyle cevap verir:
"Bin bir altın efendim."
Bu cevaba çok şaşıran padişah, bu kadar fazla ücreti istemesinin sebebini sorar. Köylü buna da şöyle cevap verir.
"Efendimiz, ateş için bin altınlık değeri siz söylemiştiniz. Bir altın da konak ücretidir."
Aklıma Gelmedi
Vaktiyle reayadan haraç alındığı malum; haraç tahsildarları şurayı burayı teftiş ederlerken bir meyhanede başı açık ve hangi milletten olduğu belli olmayacak bir kılıkta oturan Bekri Mustafa'yı görünce haraç kağıdı sormuşlar. Bekri keyif haliyle onları terslemiş, onlar da yanlarındaki zabıta kuvveti ile alelacele ve yaka paça kaldırıp yola düzülmüşler. Yolda giderken bir tanıdık rastlamış, sormuş ve işi anladıktan sonra Bekri'ye:
- Müslüman olduğunu niçin söylemedin? deyince:
- Sus be kardeş aklıma gelmedi, demiş.
Eşekler neyin nesi?
Çevresindekilerce gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet Paşa'nın komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti kışlak çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden geçirirlerken, birliklerin iaşesi ve taşıma işleri için getirilmiş öküzlerden biri çadırın aralığından kafasını uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş. Çevresindekiler gülmemek için kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, öküz gitmiş. Ancak bir süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine uzun uzun Öküz Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık kendilerini tutamayıp kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Öküz Mehmet Paşa,
"Bu hayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş.
"'Hadi senin kim olduğunu anladım da, bu yanındaki eşekler neyin nesi?' diye soruyor."
Ancak ondan anlar
II. Abdülhamit zamanında Enderun'da Tıfli lakabı ile meşhur bir zat vardı.
Bir gece körkütük sarhoş olmuş ve Karacaahmet mezarlığına giderek, ölen arkadaşının başında nara atmış ve kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Ancak bölgenin güvenliğinden sorumlu subaşı kendisini yakalayıp karakola götürür.
Komiser Tıfli'yi şöyle bir süzdükten sonra sordu:
"Gece yarısı mezarlıkta ne işin vardı?"
"Arkadaşıma üç ihlas, bir fatiha okuyordum, komiserim" dedi.
Bu duruma öfkelenen komiser:
"Ulan, atarak ve kahkahayla fatiha okunduğu nerde görülmüştür?" deyince Tıfli şu cevabı verdi:
"Komiserim sen bilmezsin, orada yatan ancak bundan anlar."
Atla Ne Konuştu?
Asıl adı Mustafa olan İncili Çavuş, Nasrettin Hoca'dan sonra en büyük Türk fıkra kahramanlarından biridir.
İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına taktırdığı inciden almıştır. Şakacılığı ve hazır cevaplığıyla tanınmış olan İncili Çavuş, İran'a elçi olarak gönderilmişti Hediyelerle ve bir heyetle birlikte İran Şahı'nı ziyaret edip gerekli görüşmelerde bulunarak İran'daki programı tamamlamıştı. Artık İstanbul'a dönülecekti.
İran Şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmıştı.
İncili Çavuş'a bir at hediye etmiş ve: "Bu küheylan benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin." demişti. Ama bu hu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. Üf desen yıkılacak. Ayakta zor duracak kadar yaşlı.
İncili Çavuş adeta kendisiyle alay edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama bozuntuya vermeden ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş. Sonra da kulaklarını atın ağzına götürerek bir süre dinlemiş ve basmış kahkahayı.
Başta Şah olmak üzere vezirler ve halk, şaşkın şaşkın bu manzarayı izledikten sonra Şah sormuş:
"Atla ne konuştun? Sen ata ne dedin? At sana ne söyledi ki, böyle kahkahayla gülersin?"
İncili Çavuş şöyle demiş:
"Ben ata sordum: Ey ruhumun ruhu! Tanır mısın Hz. Nuh'u?"
Şah: "Eee! At ne dedi?" deyince,
İncili Çavuş: "Valla, at bana şöyle dedi:
Nuh da ne ki be gardaş Sırrımı kimseye etme faş
Ben Hz. Adem'e taş taşımışam, taş."
Bana Burada iş Yok
Osmanlıların yirmi ikinci padişahı olan Sultan II. Mustafa 1695-1703 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bu devirde İran Şahı bir nezaket eseri olarak Osmanlı sarayına, iyi yetişmiş ve mesleğinde uzman olan bir doktor göndermişti. Osmanlı sarayına gelen hekim, sarayın sosyal yaşamını soruyor. Deniyor ki:
"Burada acıkmadan sofraya oturulmaz ve tam doymadan sofradan kalkılır."
Bunu öğrenen hekim:
"Öyle ise bana burada iş yok, boşuna gelmişim." diyerek memleketine dönüyor.
Ateşten Bir Yer Talebi
Uzun müddet açıkta kalan bir kadı, Emir Buhari Hazretlerine müracaat ederek bir makama tayini için kazasker efendiye bir tavsiyename yazmasını rica eder.
Hazret-i Emir:
"Peki!" deyip derhal şu mealde bir tezkire yazar:
"Duacınızın mektubunu getiren, Cehennem'den bir hasır serecek kadar yer talebinde bulunduğundan, mes'ulüne müsaade buyurulması rica olunur."
Size de Yemin Ettirdi mi?
Sultan Üçüncü Mustafa Han, nükteleriyle meşhur Şair Haşmet'i merak edip görmek istemiş ve bu arzusunu Koca Ragıp Paşa'ya söylemişti. Paşa da
"Efendim, Haşmet hakikaten nüktedan bir adamdır ve nedim olmaya layıktır. Ancak kendisi pek arsız ve aç gözlüdür. Korkarım ki, ihsanınıza kanmayarak sizi rahatsız eder. İstirham ederim, kendisine bir şey ihsan buyurmayınız!"dedi.
Ertesi gün Haşmet'e arsızlık etmemesini, bir şey istememesini sıkı tenbih ettikten ve bir de yemin ettirdikten sonra onu saraya göndermiş. Haşmet huzura çıktı ve pek çok nüktedanlık yaptı. Sarayda üç gün kaldı, fakat hiç ihsan görmedi. Üçüncü günün sonunda tekrar huzura çıktı ve veda etti. Yine ihsan görmedi. Saraydakilerle vedalaştı, yine ihsan yok. Belki çıkışta verirler ümidiyle kapıya vardı, yine ihsan yok. Ağalara göründü, ihsan yok.. Geri döndü, huzura çıkmak için izin istedi. Padişah onu kabul etti:
"Hayrola, hani gidiyordun, niye geldin? diye sordu. Şair Haşmet yer öptü, sonra pek müteessir bir halde:
"Efendimiz", dedi. Ragıp Paşa beni•, buraya gönderirken bir şey istemememi tenbihle yemin ettirdi. Ben (le bir şey istemedim. Fakat giderken de bir ihsan çıkmayınca merak ettim, acaba size de, Haşmet'e ihsanda bulunmayın diye yemin ettirdi mi?"Haşmet'in bu sözünden memnun olan padişah ona umduğundan da fazla ihsanda bulundu.
Kuyumcu Ustasından Bin Sopa Yiyen Şehzade
Kanuni Sultan Süleyman, şehzadeliğinde kuyumculuğu öğrenmesi için babası tarafından İstanbul'un en meşhur kuyumcu ustası olan Kostantin'in yanına çırak olarak verilmişti. Belli saatlerde ustasının yanına gider ve çıraklık ya pardı.
Henüz tecrübesiz olduğu ilk günlerinde ustasını kızdırmış ve Kostantin Usta yemin ederek Şehzade Süleyman'a:
"Eğer şu işleri iyi çıkarmazsan sana bin değnek vuracağım" diyerek yemin etmişti. Şehzade Süleyman da bunu annesi Hafsa Sultan'a anlatmıştı. Validesi, Kostantin Usta’yı çağırarak, oğlunu affetmesini rica edip kendisine ihsanda bulunmuştu. Kostantin Usta ise, aldığı altınları, Şehzade Süleyman'a vererek:
"Al bunları, eritip beş yüz tel çubuk haline getir!" dedi. Şehzade Süleyman söylenileni yaptı ve ustasına verdi. Kostantin usta onu dövmek için yemin etmişti ve bunu bir şekilde yerine getirmek istiyordu. Şehzade Süleyman'ı falakaya yatırdı ve elindeki beşyüz altın çubukla ayaklarına iki sefer vurdu. Bu suretle yeminini iki sefer vurduğu beş yüz çubukla yerine getirmiş oldu.
Geri Verilen Yemin!.
Yıldırım Bayezid üzerine gelen Haçlı ordusunda en mükemmel cinsten on bin Fransız süvarisi vardı ve bunlara Burgondiya dukasının henüz yirmi iki yaşındaki oğlu, gayet mağrur Prens Korkusuz Jean kumanda ediyordu. Fransızlar:
"Gök düşecek olsa mızraklarımızın ucunda tutarız!" diyorlardı.
Korkusuz Jean da Yıldırım Bayezid'i esir edeceğini söylüyor; ona neler yapacağı hakkında yüksekten atıp tutuyordu.
Niğbolu Muharebesi Türk ordusunun zaferiyle bitti. 1. Korkusuz Jean ve daha birçokları esir düştüler.
Yıldırım, onlara iyi davrandı. Memleketlerine gönderirken bir daha kendisine karşı silah kullanmayacakları hakkında yemin ettirdi. Bununla beraber Korkusuz Jean'a dedi ki:
"Bu yemini sana geri veriyorum. Eğer şerefli bir adamsan silahını yeniden ve mümkün olduğu kadar çabuk eline al; benimle harp için bütün hükümdarlarla birleş. Bu hoşuma gider, zira bana parlak bir zafer daha kazanmak fırsatını vermiş olursun."
Ayrılık Çeşmesi
Devletin içine düştüğü müthiş para buhranına çare aranır ve saraydaki altın eşyanın paraya çevrilmesi düşünülürken Abdülaziz'e bunu Fuat Paşa söylemiş ve Abdülaziz'in:
- Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları fazla görüyorsunuz? Demesi üzerine Paşa şu cevabı vermek cesaretini göstermiştir:
- Padişahım, yarın maazallah bu memlekete düşman girince bizler efendimizin rikabına sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar bu altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?
Masrafsız Hayat
Abdülaziz Fuat Paşa ile beraber Paris'e gittiği zaman eski Şehremini muavini Ömer Faiz Efendi de maiyetindekilerle berabermiş. Hazret latifeci, nüktedan birisi imiş. Fuat Paşa Paris Şehreminine iadei ziyarete giderken Faiz Efendi'yi de belediyeci olmak münasebeti ile yanına almış. Laf arasında Paris Emini, İstanbul'un nasıl sulandığını ve masrafının ne kadar tuttuğunu sormuş. O zaman İstanbul sokakları sulanmazmış. Ömer Efendi Fuat Paşa'ya:
- Paşam, masraf yoktur; kahveci, berber, bakkal ve aşçıların himmetiyle sulanır. Bunların nargile suyu, çirkefi varken masrafa ne gerek var diyelim mi? demiş.
Okuryazar
Meşhur Hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi'nin şöhretine güzel yazıdaki büyük mahareti kadar basit ilmi ve yalan derecesindeki mübalağaları da yardım etmişti. Kendisi Keçecizade İzzet Molla ile pek sıkı fıkı ahbap idi. Bir gün II. Mahmut, İzzet Molla'ya bu sıkı fıkılığın sebebini sordu ve şu cevabı aldı:
- Ben biraz okurum, fakat yazım fenadır. Onun da okuması kıt, fakat yazısı güzeldir. İkimiz bir araya gelince bir adam oluyoruz.
Ben bir kasabayı alana kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum
Kanunı Sultan Süleyman Han, bir gün bir şehirde gezerken tanınmış bir şairi son derece pejmürde bir kılık ile görmüş. Her şair gibi bu şairin de sevgilisine şiirlerinde bol keseden beldeler ve şehirler bağışlamış olduğunu hatırlayan Padişah şaire şöyle der:
"Eeee, Şair efendi, sevgilinin bir benine Semerkand ile Buhara'yı verecek kadar hovardalık edenin sonu işte budur. Ben bir kasabayı alıncaya kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum. Sen her mısranda beşini-onunu birden harcıyorsun- "
Ellisinide Ona Vurun
Sultan Üçüncü Murad Han'ın müsahiplerinden biri huzurdan ayrılırken bahşiş verileceği sırada padişaha şöyle der:
"Padişahım, bu gün altın istemem. Onun yerine bana yüz değnek vurulsun."
Padişah yüz değnek vurulmasını emretmiş. Dayağın elli sopası vurulunca müsahip şöyle demiş: .
"Durun, bir ortağım var, ellisini de ona vurun."
Padişah ortağın kim olduğunu sorar:
"Her gün beni davet eden Bostancı, seni ben çağırdım diyerek verilen bahşişin yarısını elimden alıyor. Bugün bana vurulan sopaların yarısı onun olsun.
Padişah bu sözden çok hoşlanmış ve geri kalan elli sopayı da Bostancı'ya vurdurmuş.
Emniyetli Bir Kimsesin
Koca Ragıp Paşa, bir gün ansızın, yaptırdığı kütüphaneye gitti. Etrsfı ve kitapları toz toprak içinde görünce kütüphane memurunu çağırdı ve ona:
Aferin Hâfız-ı Kütüb! Doğrusu pek emniyetli bir kimsesin. Sana teslim edilen eşyaya hiç el sürmüyorsun, dedi.
İki Haklı Olursa
Bir kadıya sormuşlar:
- Davayı nasıl halledersiniz?
- Haklıyı haklı, haksızı haksız çıkararak, demiş.
- Ya ikisi de haklı olursa ne yaparsınız?
Kadı bu soruya şu cevabı vermiş:
- Vallah,, ben bunca yıldır kadılık ederim, daha iki haklının mahkeme kapısından içeri girdiğini görmedim.
Fransızlar korkak adamlardır
19. yüzyılda Almanya’nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.
O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.
Mektupta şöyle denmektedir:
"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."
Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:
"Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."
Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:
"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."
Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruher Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar.
Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.
505 Kuruş
Çengeloğlu Tahir Paşa, cesur vatan evlatlarındandı. Gençliğinde korsanlık etmiş, sonra donanmaya katılmıştı. Mesleğinde süratle ilerleyen Tahir Paşa, bir süre sonra Kaptan Paşa oldu. Akdeniz'deki adalardan bir kısmının idaresi ona verildi. Paşa, adaların birindeki bir konsolostan memnun değildi. Onu uzaklaştırmak için nazikane telkinlerde bulundu. Adam oralı olmayınca, hiddetlendi, bir gün konsolosa:
- Beni, 505 kuruştan çıkaracaksın, dedi. 500 kuruşa bir köle alıp seni öldürtecek, 5 kuruşluk iple de herifi astıracağım.
Ertesi gün konsolos adayı terk etti.
Geri kalanları da say, vereyim!
Bir gün birisi, Fatih Sultan Mehmed Han'ın yoluna çıkıp:
-Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle, demiş.
Sultan:
- Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer, onar akçe vereyim, diye cevap vermiş.
Bu kişi, ancak on beş kadar peygamber ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri için onar akçe verdi ve:
- Geri kalanları da say, onlar için de vereyim, demiş.
Senin Karlarını Uludağ'a Toplattım
Ahmed Vefik Paşa vali olduğu sırada Bursa'da çok ağır bir kış olmuş ve her taraf karla dolmuş. Vali o zamanlar fermanlı olarak Uludağ'ın karlarını toplayıp satmak hakkına sahip olan buzcubaşıya emir salmış:
- Çabuk şehirden karları toplat, demiş.
Buzcubaşı ise:
- Pekela, sabah olsun toplarım, cevabını vermiş.
Fakat o gece bir lodos esmiş ve bütün karları eritmiş. Ertesi sabah buzcubaşı valiye gitmiş ve:
- Vali paşamız, hani benim karlarım? Onları sizden isterim, çünkü toplatmasaydım bana ceza verecektiniz. Şimdi zararımı ödeyin, ben onları toplatıp kuyulara dolduracaktım, yarın da satıp para kazanacaktım, demiş.
Ahmed Vefik Paşa'da ona:
- Senin karlarını Uludağ'a toplattım. Git oradan al, demiş.
Herkes yediğinden ikram eder
Yavuz Sultan Selim han zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyooooor..
Yani Osmanlıya acayip bir hakaret! Cihan padişahı emir veriyor, herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir. Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor.Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine o zamanın imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı. Gönderiyor.
Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor. Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:
"Herkes yediğinden ikram eder!!!
Gece Yarısı Doğurmasın!
Mora isyanı sırasında İstanbul'un bozulan asayişini düzeltmek maksadıyla maruf Çengeloğlu Tahir Paşa İstanbul inzibatına baş tayin edildi. Paşa, pek ziyade şiddet gösteriyor, fakat, İstanbul'da o zamana kadar görülmemiş bir huzur temin ediyordu. Bir gece emir hilafına sokağa çıkan bir adam yakalandı, ertesi günü huzuruna çıkarıldı. Paşa sordu:
- Sen geceleri sokağa çıkmanın yasak olduğunu bilmiyor musun?
- Paşam biliyorum biliyorum ama, bizim hanım doğuracaktı da ebe aramaya çıktım.
- Hadi bu sefer affediyorum. Fakat karına söyle bir daha gece yarısı doğurmaya kalkmasın.
Gelin Alayı
Kanuni’den sonra yerine geçen II. Selim (Sarı Selim) ilk defa, ordunun başında sefere gitme adetini bozmuş ve eğlenceye başlamıştı. Böylece her alandaki bozulmanın temelini de atmış oluyordu. Zira mükemmel olan ilk on Osmanlı padişahından sonra, Sarı Selim'in çapı çoook çok düşüktü.
İran Şahı, Sarı Selim'in padişahlığını tebrik etmek üzere Edirne'ye Şah Kulu adında bir elçi gönderir. Padişahın emriyle Şemsi Paşa da tertipli ve güzel giyinmiş küçük bir ordu ile, hediye kervanını uzak mesafeden karşılamaya çıkmıştı. Şah Kulu, Osmanlı askerindeki bu gösterişini çekememiş ve alaylı bir şekil:de
"Uzaktan askerinizi gelin alayına benzettim." deyince, Şemsi Paşa derhal elçinin ağzının payını şu sözleriyle vermiştir:
"Evet haklısınız. Çaldıran'da da gelin almaya gelen bu askerdi."
Bilindiği üzere, 1514 Çaldıran Savaşı'nda Şah İsmail'in tacı, tahtı ve hazinesiyle birlikte hanımı da ele geçirilmiş ve İstanbul'a getirtilerek Tacızade Cafer Çelebi'yle evlendirilmişti.
Viyana'ya Soralım
Sinan Paşa, Avusturya'nın, vergilerini geç ödemesine kızar. Elçiyi çağırıp sebebini sorunca, elçi:
"Viyana'ya soralım." der.
Bunun üzerine, kızan Sinan Paşa:
"Sizin gibi adi bir yazıcıyı elçi yapmak iktidarını Viyana kralına kim vermiştir?" diye gürler.
Ama elçi de kızmış ve her şeyi göze alarak şöyle demiştir:
"Padişah senin gibi bir domuzu vezir yaptığına göre, beni niçin elçi yapmasınlar?"
Sinan paşa gülümseyerek:
"Vay kafir! Benim verdiğim parayı, o cinsten akçe ile ödedin" diye durumu kurtarmıştır.
Kimin abdesti var ki?
Fuat Paşa bir gün Beyazıt Camii'ne namaz kılmaya gitmişti. Namaza dururken arkasındaki yardımcılarına da namaz kılmalarını söyleyince, "kılamayız efendim," cevabını almıştır. Sebebini sorunca da:
"Abdestimiz yok." dediler. Bunun üzerine Fuat Paşa:
"Kimin abdesti var ki ... " dedi.
Kapı gıcırtısı!..
Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa'nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir...
Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar.
Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Ali'yi (Yüce Kapı) kastederek:
- Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der.
"Grese ihtiyaç var!"
Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır:
- Gres'e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan'ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan'ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!..
Git Şu Paşa'ya sor!
Ahmet Vefik Paşa Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon'un yeni yaptırdığı bir opera binasının açılış törenine davet edilir. Tören sırasında Ahmet Vefik Paşa, Napolyon'a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla imparatora hiç aldırmayan bir izlenim verir. Bu umursamazlığa içerleyen Napolyon, Ahmet Vefik Paşa'ya bir adamını göndererek:
- Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hâlâ Kanuni devrinde mi sanıyor, der.
Adam gelir ve Napolyon'un dediklerini aynen aktarır.
Ahmet Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir:
- İmparator hazretlerine hatırlatırım ki Osmanlı tahtında Kanuni olsaydı, kendileri orada olmaz, yerlerinde ben olurdum.
Devlet adamı ikiyüzlü olmaz!
Yusuf Kamil Paşa ve davetliler önceden bildirilen mükellef yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya buzlu çilekler gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine düşürür. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermez ve masada bulunanlara:
- Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur.
Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar:
- Paşam gerçekten nefis oluyor...
- Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim.
- Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa'ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler.
Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de:
- Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar.
Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir:
- Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!..
Siz Henüz Kutunun Zarfını Açtınız
Estergon kalesi ile alakalı anlaşma müzakeresi için Osmanlı ve Nemçe (Avusturya) elçileri bir Macar generalinin mezarı yanında buluşmuşlardı. Avusturya murahhaslarından Palffi, teşbihlerle konuşmayı bir adamdı. Türk elçilerinden tarihçi Peçevı İbrahim Efendi de hazırcevaptı. Palfibir aralık:
"Biz, Müslümanları bizden öncekilerin açmaya cüret edemedikleri bir kutuya benzetiriz. Onlar:
"Bunun içinde ne vardır?" diyenlere "bu içi dopdolu yılan, çıyan, akreptir. Eğer bu kutu açılırsa bunlar memleketimize yayılır, halkı sokar ve öldürürler" cevabını verirlerdi. Hepsi biribirinden işiterek buna inanmışlardı. Bu kutu açılmasın, alem benim zamanımda harap olma*sın, diye her imparatorumuz bir kilit daha vururdu. Şimdi lazım oldu, kutuyu açtık. Meğer bomboşmuş. Yazık o itikatIa geçen ömrümüze!
Peçevı İbrahim Efendi de ona sordu:
"Ya şimdi o görüşte misiniz ki sizden öncekiler bunu bilmemişler ve hata etmişler!" Palfi:
"Evet" cevabını verince İbrahim Efendi:
"Sizden öncekiler yanılmamışlar, yanılan sizlersiniz. Zira siz henüz kutunun üzerindeki zarfı açtınız. Kutunun kapağını açmadınız. Bundan sonra açılırsa o korkunç mahlukun zararını görürsünüz!" cevabını verdi. Ve çok geçmeden Osmanlı ordusu Eğri zaferini kazandı.
Üçünüzü de Öldürsün de Bizi Kurtarsın
Sultan Ahmed Hanım imamı ve hocası Mustafa Efendi'nin "Hocazade" namıyla maruf oğlu Mesut Efendi ilmiye sınıfına girdiği sıralarda rütbesinin yükseltilmesi için kardeşiyle beraber Şeyhülislamı rahatsız eder ve saray adamlarına da devamlı surette şefaat ettirirdi.
Bunların baskılarına tahammülü tükenen Şeyhülislam Yahya Efendi bızar olduğundan:
"Allah hoca efendiye rahmet eylesin ki bu çelebileri okutmamış. Bu halleriyle bizi aciz bıraktılar. Ya tahsil etselerdi bunlara kim cevap verirdi?" dedi.
Hocazade Mesut Efendi bir aralık kendisinden büyük bir rütbeye nail olunca haset eden kardeşi Ali Efendi, biraderini öldüreceğini annesine söyler. Kadın bu sözden ürkerek Şeyhülislam Yahya Efendiye müracaatla:
"Aman efendim, Ali'ye de biraderine verilen rütbeden ihsan buyurun, Mesut'u öldürecek!" der. Yahya Efendi birkaç kere:
"Korkma, öldürmez." derse de hanımı kandıramaz.
Söz uzayınca:
"Ah, kadın, nasıl öldürebilir? Öldürürse onu da öldürürler. Onlar ölünce sen de kederinden ölürsün. Fakat hanginiz o kadar şanslı, üçünüz de ölün de, biz elinizden kurtulalım!
Hep Bir Ağızdan Konuşmayın
Sultan Dördüncü Murad Han'ın, Bağdat seferi sırasında kurduğu divanda müzakereler devam ediyordu. Herkes düşüncesini söylemekte iken bu sırada dışarıda ahırların birindeki eşekler de anırmaya başlamış. Bunun üzerine padişah şöyle demiş:
"Hep bir ağızdan konuşmayın, zira dışarıda zırlayanla içeride dırlayanı fark edemiyoruz."
Benimle Padişahımın Arasına Kimse Giremez
Sultan Dördüncü Murat Han'ın sadrazamlarından Kemankeş Kara Mustafa Paşa, yazılarını padişaha doğrudan yazarmış ve hiç kimseye itimat etmezmiş. Padişahın musahibi Silahtar Mustafa Paşa, sadrazamın kendisini adam yerine koymayarak yazılarını kendisine gön*dermediğinden şikayet etmiş ve bunun üzerine padişah sadrazama, yazılarını musahibe de yazmasını emretmiş. Sadrazam bu emre şu cevabı vermiş:
"Padişahım, önce bu kuluna bildir; Silahtar kulunun senin saltanatında ortaklığı var mıdır, yok mudur? Eğer varsa emir padişahımın, her emri ona da yazmak lazım gelir. Yok ise padişahım yalnız sizi padişah bilirim, ancak size yazarım. Böyle olunca benimle padişahımın arasına kimse giremez."
Bunun üzerine padişah emrini geri almış.
Benim Düğünüm Gibi Bir Düğün Şimdiye Kadar Yapılmamıştır
Padişah Kanuni Sultan Süleyman'ın kızkardeşi Hatice Sultan ile Sadrazam İbrahim Paşa'nın parlak düğünlerinden altı sene sonra şehzadelere sünnet düğünü yapılmıştı. Padişah, sadrazama hangi düğünün daha parlak olduğunu sorunca Sadrazam şöyle cevap vermişti:
"Sultanım, benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar yapılmamıştır ve yapılmayacaktır."
Padişah:
"Bu nasıl olur" diye sadrazama sormuş. Sadrazam da:
"Çünkü hünkarım, sizin düğününüzde benim gibi bir vezir, benim düğünümde ise sizin gibi bir Sultan bulunmuştur da ondan ... " cevabını vermiş.