İkinci Dünya Savaşında Türkiye ve Uyguladığı Dış Politikası

Savaşın başladığı 1939’dan, bittiği tarih olan 1945’e kadar,Türkiye’nin bahsi gerek Avrupa Devletlerinin kendi aralarında yapmış oldukları konferanslarda gerekse yazışmalarda çok sık geçmektedir.[8] Bu nedenle konunun genişliği göz önüne alınarak İkinci Dünya Savaşı içinde Türk dış politikasına çok genel bir çerçeve içinde bakılacaktır.

İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı ve “Milli Şef” olarak geniş yetkilerle donatılmasından kısa bir süre sonra, İkinci Dünya Savaşı ile Türkiye, kendini bir ateş çemberi içinde bulmuştur. İlk birkaç ayı saymazsak, “Milli Şef Dönemi” ile İkinci Dünya Savaşı aynı yılları kapsamaktadır. Türkiye’nin bu dönem içindeki siyasası; ne pahasına olursa olsun, bu savaşın dışında kalmak olmuştur. Türkiye’yi savaş dışı tutabilmesi, İsmet İnönü’nün siyasal yaşamı boyunca gerçekleştirmiş olduğu en büyük başarıları arasında kabul edilmektedir. Ancak,Türkiye savaşa girmemekle birlikte, bu savaşın etkilerini, savaş yıllarında ve sonrasında en derinden hisseden bir ülke olmuştur. Almanya ,savaşın başından itibaren Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Almanya, 1938 Martında, Türk Hükümetine ,Avusturya’nın Almanya’ya bağlanmasından sonra Alman-Türk ekonomik ilişkileri ile ilgili olarak ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere Berlin’e bir heyet gönderilmesini önermiştir .Bu çağrı üzerine Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu Almanya’ya gönderilmiştir. Almanya, I. Dünya Savaşından sonra barış antlaşmalarıyla zarara uğramış devletlerin, statükocu güçlere karşı yakın işbirliği içinde olmaları ve revizyonist amaçlarını gerçekleştirmek için birleşmeleri gereğini işaret etmiştir. Menemencioğlu ise, Türkiye ve Almanyaarasında ortak bir sınır bulunmadığı için böyle bir antlaşmanın hiçbir yarar sağlamayacağını belirtmekle birlikte, iki ülkenin taraflardan biri saldırıya uğradığı takdirde yan tutmayacakları ve diğer ülkelerle kombinezonlara girmeyecekleri konusunda Ribbentrop’a sözlü teminat vermekle yetinmiştir. Ama Türk dışişlerinin bu tarafsızlık siyasası çok sürmez. İtalya’nın 1939 Nisan’ında Arnavutluk’u işgal etmesi İnönü’de büyük bir kaygının uyanmasına neden olur. İngiltere ve Fransa’nın 13 Nisan’da Yunanistan ve Romanya’ya garanti vermesi, aynı biçimde bir garantinin Türkiye’ye de verilebileceğinin bildirilmesi, İnönü’nün “Müttefik Cephesi”ne yönelmesinin ilk adımlarını oluşturur. Türkiye, bu sıralarda tüm çaba ve dikkatini Sovyetler Birliği’nin kendisiyle birlikte gireceğini sandığı bu batı işbirliğine yöneltmiştir. SSCB Dışişleri Halk Komiseri Vekili Potemkin,Türk Hükümeti ile görüşmelere başladığında, her iki tarafta İngiltere, Fransa, SSCB ve Türkiye arasında bir anlaşmaya varabileceklerini ümide kapılmışlardır. Ancak görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanır ve Türkiye ile İngiltere arasında 15 Nisan’da başlayan görüşmeler SSCB olmaksızın, 12 Mayıs 1939’da Türkiye’yi “Müttefik Cephesi”ne bağlayan deklarasyonun yayınlanmasıyla sonuçlanmıştır. Fransa ile de aynı doğrultuda bir deklarasyon 23 Haziran’da yayınlanmıştır. [9] Sovyetler Birliği, bu deklarasyonu görünürde iyi karşılamıştır. Ancak 15 Haziran 1939’dan sonra Sovyet-Alman ilişkileri gittikçe gelişir ve bu ilişkiler 23 Ağustos 1939 günü Alman-Rus Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanır. [10] Türkiye’de büyük bir şaşkınlık yaratan bu antlaşma, Türk-Sovyet ilişkilerine büyük bir darbe indirmiştir. Kurtuluş Savaşından beri süren bu dostluk, bundan böyle, bir yol ayrımı kavşağına gelmiştir. Ama Türkiye hala SSCB ile bir yardımlaşma antlaşması imzalayabileceğinin umudu içindedir. Türkiye ile SSCB arasında 26 Eylül’de başlayan görüşmelerden sonuç alınamaz. Sovyetler Birliği, Türkiye’den hem karşılıklı savunmak için bir pakt önermekte, hem de boğazlardan Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin gemilerinin geçemeyeceği konusunda Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olarak garanti istemektedir. [11] Bu koşullar içinde Türkiye’nin önünde tek bir yol kalmıştır. Türk-İngiliz-Fransız İttifakı 19 Ekim 1939’da imzalanır. İngilizlerin Türklerle bir ittifaka girmelerinin altında yatan en önemli neden Boğazların stratejik önemidir. Türkiye, bir İtalyan tehlikesi karşısında, kendisine akacağına inandığı İngiliz yardımına güvenerek, Atatürk’ün çizmiş olduğu geleneksel tarafsızlıktan ayrılmıştır. [12] 19 Ekim’de imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması Almanya tarafından sert bir tepki ile karşılanmıştır. 2 Kasım 1939’da Şükrü Saraçoğlu ile görüşme yapan Alman Büyükelçisi Von Papen; Türkiye imzaladığı ittifak hükümlerine uyarak bu ittifakı fiilen geçerli kılarsa, Almanya’nın düşmanları arasında yer almasının kaçınılmaz olacağını sert bir dille bildirmiştir. Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’ndan İngiltere’nin beklemiş olduğu; Almanya’nın dikkatini ve düşmanlığını Balkanlar üzerinden Türkiye ve Sovyetler Birliği üzerine çekmek, mümkün olduğunca Hitler’in geniş cephelerde savaşmasını sağlamaktı. İngiltere, bu siyasasında başarılı olmuş görünmektedir. Ancak daha, Türk-İngiliz görüşmeleri sürerken, Almanya’nın Türkiye’ye silah gönderimini durdurması, kredi anlaşmalarını iptal etmesi, Türk-Alman ilişkilerinde olağan gelişmelerdi. Şimdi, Türkiye’nin haklı olarak belirtisi; bu yakınlaşma yüzünden, Alman tarafındaki ekonomik kayıpların İngiltere tarafından karşılanmasıydı. Ancak İngiliz yardımının çok düşük düzeyde kalması, Türkiye’yi yönetenleri düşünmeye ve izlemiş oldukları dış siyasalarını yeniden gözden geçirme gereğini duydukları anlaşılmaktadır. Dışişleri Bakanı Saraçoğlu 16 Kasım’da Büyükelçi Papen ile yapmış olduğu görüşmede; Batılıların Türkiye’ye baskı yaptıklarından dert yanmış, Türk-Alman ekonomik ilişkilerinin düzeltilmesini istediklerini söylemiştir. Saraçoğlu ayrıca, savaşın ulaşmış olduğu bu aşamada güçlü bir Almanya’nın varlığının, Türkiye bir saldırıya uğrarsa geçerli olacağını da vurgulamıştır.[13] Türkiye, elinde bir koz olarak tutmuş olduğu krom madeninin, Almanya’nın savaş sanayisi için ne kadar önemli olduğunun farkındadır. Almanya’nın ister istemez kendisi ile, yeni önemli bir ticaret antlaşması yapacağını çok iyi bilmektedir. Bu sırada, sıklaşan Saraçoğlu-Papen görüşmelerinden birinde Papen, bir ticaret antlaşmasına hazır olduklarını belirtmiştir. Ancak Türkiye hala İngiltere’nin baskısıyla Almanya’ya krom satışına yanaşmamaktadır. 14 Mart 1940’ta Von Papen, İnönü’ye br Türk-Alman antlaşma önerisi götürdü. Bu tasarıya göre Türkiye tarafsızlığını Müttefiklere karşı “silah zoruyla dahi” koruyacaktı. Başbakan Dr. Refik Saydam, 2 Haziran’da Ankara radyosunda yapmış olduğu konuşmasında açıkça Türkiye’nin “savaş dışı” olduğunu ve böyle kalmak istediğini belirtiyordu. [14] İnönü şunu iyice anlamıştır ki; Atatürk’ün geleneksel dış siyasasından sapma pahasına gerçekleştirmiş olduğu, Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’ndan Türkiye, hem ekonomik bakımdan, hem siyasal bakımdan büyük zararlar görmektedir. Hele Almanya’nın başarıları, bu başarılar karşısında, Batı Demokrasilerinin “acizliği” her şeyden önemlisi, eski dost Sovyetler Birliği’nin Almanya ile anlaşmış olması, bu ittifaktan ötürü, Sovyetlerin düşmanca bir tutum içine girmesi, İnönü’yü hep rahatsız eden sorunlar olmuştur. Türk Dışişleri bir kısır döngünün içine girmiştir ve ne pahasına olursa olsun bu kısır döngünün içinden çıkmak gerekmektedir. Bu aşamadan sonra İnönü, bunun Almanya’nın eteğine tutarak mümkün olacağını düşünmektedir. Alman ordularının Mayıs 1940’ta Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi, Türk-İngiliz-Fransız İttifakına göre; Türkiye’nin savaşa katılma zorunluluğunu gündeme getirmişti. Bu ittifakın 1. maddesine göre savaş şimdi Akdeniz’e yayılmış olduğuna göre, Türkiye’nin yapması gereken savaşa girmekti. Oysa Fransa tam anlamı ile çökmüştü. 22 Haziran’da da Fransa, Almanya ile ateşkes imzalamıştı. Savaştan çekilen bir devlet, başka bir devleti savaşa girmeye nasıl zorlayabilirdi. [15] İngiltere yalnız kalmıştı. 12 Haziran’da Türkiye ile Almanya arasında ticaret antlaşması imzalandı. Türkiye,14 Haziran’da savaşa katılmama kararınıresmen açıkladı. Türkiye’nin “savaş dışı” kalma kararını vermesi, Almanya’nın SSCB’ne saldırmadan önce bu ülkeyi güney’den kuşatma isteklerinin doğmasına yol açtı. Almanya’nın Balkanlar üzerindeki faaliyetleri nedeniyle, İngiltere 1941 yılı Ocak ayından başlayarak, Türkiye üzerinde siyasal baskılarını yoğunlaştırarak derhal savaşa girmesini istiyordu. 17 Şubat 1941’de Türk-Bulgar saldırmazlık antlaşması imzalandı. Bulgaristan 1 Mart 1941 günü Mihver’e katıldığını açıkladı. Hitler 1 Mart 1941 tarihli mektubunda İnönü’ye Alman birliklerinin Türk sınırına 50 km. kala duracakları güvencesini vermekteydi. Türkiye ile ilişkilerini geliştiren Almanya, Yugoslavya ve Yunanistan’a saldırmadan bir gün önce 5 Nisan 1941’de yine Türk Hükümetine güvence verdi. [16] Türkiye 1941 yılı Nisan başında, bir yandan Almanya ile siyasal ekonomik ilişkilerini geliştirmiş, diğer yandan da İngiltere ile olan ittifakına bağlı olduğunu her fırsatta dile getirmişti. Sonunda Türkiye ile Almanya arasında 18 Haziran 1941’de on yıl süreli bir Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalanmış ve 25 Haziran’da TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmişti. [17] Türk Hükümeti bu Antlaşma ile 1939 Türk-İngiliz-Fransız İttifakı ile kaybetmiş olduğu tarafsız konumunu tekrar elde etmek gayesindeydi. Bu antlaşma ile Türkiye Müttefiklerin gözünde güvenirliğini yitirmişti. Bu antlaşma imzalanır imzalanmaz 22 Haziran’da Almanya, Sovyetler Birliği’ne saldırmıştır. Bu antlaşma İngiltere ile Amerika’nın tepkisiyle karşılanmıştır. O kadar ki, ABD Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu’na göre Türkiye’ye yapmakta olduğu yardımı kesmiştir. [18] Bundan sonra müttefiklerin Türkiye’nin Almanya’ya savaş açması konusundaki tüm baskılarına karşı Türkiye bunu kesinlikle kabul etmemiştir. Özellikle Stalingrad Zaferi bu baskıların bir dönüm noktası olmuştur. Aynı zamanda Türk-Sovyet ilişkilerinin de yeniden soğukluk döneminin başlamasına neden olmuştur. Sovyetler Birliği, Türkiye’ye karşı sert bir tutum içine girecek ve bu durum savaşın sonunda gerçek bir “Sovyet tehdidi” olarak kendini gösterecektir. Üç Büyükler’in düzenlemiş olduğu tüm müttefik konferanslarında Türkiye’nin savaşa girmesi söz konusu edilecektir. Roosevelt ile Churchill arasında 14-24 Ocak 1943 tarihlerinde gerçekleştirilen Kazablanka Konferansı’nda Türkiye’nin de savaşa katılmasıyla bir Balkan cephesinin açılmasının kararlaştırılması üzerine Churchill, durumu Türk yetkililerine açıklamak üzere 30 Ocak-1 Şubat 1943 günlerinde Adana’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüştü ve Türkiye’nin en geç 1943 yılı sonunda savaşa katılmasını istedi. Buna karşılık İnönü, Sovyetler Birliği’ne karşı duydukları tedirginlikten bahsetti. Churchill, Türkiye’ye bu konuda savaştan sonra çok güçlü bir uluslararası örgütün kurulmasının düşünüldüğünü ve bu örgütün uluslararası barış ve güvenliğini koruyacağını belirtmekle yetinmiştir. [19] Adana görüşmelerinden sonra İngiltere’nin Türkiye’yi Müttefiklerin yanında savaşa sokma çabaları sürmüş ve Mihver devletlerinin cephelerdeki her yenilgisi, Türkiye üzerindeki baskıyı daha da arttırmıştır. O kadar ki, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi 1943 yılında vermiş olduğu bir demeçte, Türkiye’nin yakında savaşa girmek yada savaş sonrası dünyasında yalnız kalmak durumlarından birini seçmek zorunda kalacağı tehdidinde bulunmuştur. 17 Ağustos 1943’te Müttefiklerin Sicilya Harekatının hemen ardından toplanan Qubeck Konferansı’nda savaş durumunu değerlendirilirken; Roosevelt ile Churchill “savaş dışı” konumunu ısrarla sürdürmek isteyen Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda fazla zorlamamak, ancak Balkanlarda açılması düşünülen ikinci cephe için gerekli olan Türk havaalanlarının Müttefiklerce kullanılmasını isteme kararına vardılar. Sovyetler Birliği ise bu düşüncelere hiç katılmamış, bunun yerine Türkiye’nin savaşa doğrudan katılmasını savunmuştur. 1943 Ekiminde Moskova Konferansında Türkiye’nin 1943 yılı sona ermeden Türkiye’nin savaşa katılmasının istenmesine karar verildi. İngiltere Dışişleri Bakanı Eden, bu kararları bildirmek üzere Türkiye Dışişleri Bakanı Menemencioğlu ile Kahire’de görüştü. Menemencioğlu’nun Eden’e verdiği yanıt; yeteri kadar yardım yapılmadıkça Türkiye’nin kesinlikle savaşa katılmayacağı biçimindeydi. 1943 Kasımında Tahran Konferansında da Sovyetler Birliği, Türkiye’nin savaşa sokulmasındaki tutumlarını daha da sertleştirmişlerdir. [20] Ocak-Şubat 1944’te Ankara’da Türk ve İngiliz askeri heyetleri arasında görüşmeler yapılmışsa da, bu görüşmeler kesilmiştir. İngilizlere göre Türkler çok fazla şey istemişlerdir. İngiliz askeri heyetinin Ankara’dan ayrılması, savaş döneminde Türk-İngiliz ilişkilerinin, en bunalımlı noktaya vardığı andır. Churchill, barış konferansında Türkiye’nin sağlam bir yer edinemeyeceğini söylüyordu. Bu durum doğal olarak Türkiye’nin hiç hoşuna gitmemişti. Bu arada Türk-Sovyet ilişkileri gittikçe soğumakta ve Türkiye üzerinde belirgin bir biçimde Sovyet tehlikesi kendini göstermektedir.

1944 yılının ilk aylarından başlayarak Türk-İngiliz ilişkileri kopma noktasına gelmiş bulunuyordu. Müttefik propagandası, Türk dış siyasasını sert bir biçimde eleştirmekteydi. Almanya’nın tüm cephelerde çökmesi, Müttefiklerin büyük zaferler kazanması, ABD ve İngiltere’nin Türkiye ile olan ilişkilerini dondurmaları, Batı’dan alınan yardımların durma noktasına gelmesi, Sovyetler Birliği ile olan görüşmelerin kesilmesi sonucu bir Sovyet tehdidinin kendini göstermesi, 1944 yılı ilkbahar ve yaz aylarında Türk siyasası üzerinde dayanılmaz baskılar yaratan etkenler olmuştu. İşte Türkiye’nin yalnızlığa düşmüş olduğu böyle bir dönemde, Türk Hükümeti Müttefiklere yanaşmak amacıyla,g erek iç gerekse dış siyasalarında köklü değişikliğe yöneldi. Bir sonraki bölümde ele alacağımız ve müttefik tepkisine neden olan Varlık Vergisi’ni ve Türkçü Turancıları susturdu. Dış siyasada ise İngiltere ve ABD’nin başından beri karşı olduğu, Almanya’ya krom ihracı durduruldu. Mihver gemilerine Türk boğazları kapatıldı ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun görevinden ayrılması sağlandı. Son olarakta Almanya ile diplomatik ve ekonomik tüm ilişkiler kesildi.[21]

Türk Hükümeti savaşın sonuna doğru, özellikle Müttefiklerin Almanya’yı bütünüyle çökertmek için kararlılıklarını ortaya koymalarından sonra, Türkiye için zor bir dönemin başlamakta olduğunun farkındaydı. Bundan böyle karşıt güçler arasında, daha önce sürdürdüğü dış siyasasını sürdüremeyeceğini bilmekteydi. Bu duygu ve sıkıntılar içinde olan Türkiye, 1945 yılına girerken, haklı olarak kendisini “Sovyet tehdidi”nin bir hedefi olarak görmekteydi. Sovyet Rusya’nın 1944 ortalarına doğru Balkanlarda hızla ilerlemeleri Türkiye’de endişe ile karşılanıyordu. 4-11 Şubat 1945 günlerinde savaş sonrası kurulacak “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin ilkelerini belirlemek amacıyla gerçekleştirilen Yalta Zirvesinde tartışılan konular Türkiye’yi yakından ilgilendirmekteydi. Savaş Sonrası Dünya Düzeninin sürekliliğini sağlayacak “Ortak Barış Sistemi” ile ilgili “Birleşmiş Milletler” örgütü “Dumbarton Oaks Önerileri” ile yeni bir durum alırken, büyük tartışmalara neden olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde oylama sorunu Yalta Zirvesinin 6 Şubat 1945 günlü oturumunda ele alınmakta, beş büyük devletin sürekli temsil ve Veto hakkı verilmesi ile çözümlenmekteydi. Fransa ve Çin’in etkin birer güç olmaktan uzak olması, İngiltere’nin bu savaştan ekonomik bakımdan yıpranarak çıkması, ABD ve SSCB’ni Savaş Sonrası Dünya Düzeninin egemen güçleri durumuna getiriyordu. Zirve sonunda Üç Büyükler’in Avrupa’da Demokratik rejimlerin kurulacağını ortak bir demeçle açıklamış olmaları, sahip olduğu tek parti yönetimi ve totaliter rejimleri anımsatan uygulamaları nedeniyle, Türkiye’yi yakından ilgilendirmekteydi. Türkiye’nin Müttefiklerin önündeki bu konumundan yararlanmak isteyen Stalin, Zirvenin 10 Şubat 1945 günü yapılan yedinci oturumunda Boğazların ve Montreux Sözleşmesinin yeniden gözden geçirilmesini önerdi. Stalin, Yalta Zirvesinde Birleşmiş Milletler’e hangi devletlerin alınacağı tartışılırken, Türkiye örneğini öne sürdü. Almanya’ya savaş açmış devletlerin Birleşmiş Milletler statüsüne alınmasını, açmamış olanların ise, son süre olarak 1 Mart 1945 tarihinden önce, “Mihver”e savaş açması gerektiğini söyledi. Stalin’in bu önerisi Churchill ve Roosevelt tarafından kabul edilip, 25 Nisan 1945 tarihinde San Fransisco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin, 1 Mart 1945 tarihinden önce “Mihver” devletlerine savaş açmış olmaları koşulunun aranmasına karar verildi. [22] Bunun üzerine Türk Hükümeti, savaş sonunda Sovyetler Birliği karşısında yalnız kalmamak, İngiltere ve ABD ile ilişkilerini düzeltmek amacıyla, Demokrat Devletlerin bu isteğini kabul ederek, 23 Şubat 1945 günü, 1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzalamak ve Almanya ile Japonya’ya savaş açmak için konuyu TBMM’ye getirdi.

Yalta Zirvesinin son bulmasıyla Türk Hükümeti ile Rusya arasındaki görüşmelerde, SSCB 17 Aralık 1925’te imzalanan ve süresi 7 Kasım 1945’te bitecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan derin değişikliklerden dolayı, bu antlaşmaya son vermek istediğini bildirdi. Türkiye bakımından bu olayın önemi, Sovyetler Birliği tarafından son verilen antlaşmanın, bir saldırmazlık antlaşması olmasıydı. Şimdi Sovyetler böyle bir taahhütten yakalarını kurtarıp serbest kalıyordu. Sovyetler Birliği, ayrıca bir yandan Türkiye’nin demokratik olmayan, totaliter özellikler taşıyan siyasal rejimine, batılı demokrat ülkelerin dikkatini çekerken, diğer yandan, bu ülkelerin Ermenilere olan sevgisini Türkiye’ye karşı kullanmak için bir takım ustaca oyunlara girmekten de geri durmamaktaydı. Türkiye, tüm dünyanın gözleri önünde ustaca kendine yöneltilmiş bir Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktaydı.

Türkiye,hem SSCB’nin bu tür propagandalarından kurtulmak hem de San Fransisco Konferansında etkin olabilmek için demokratik bir rejime geçmesi gerektiğinin farkındaydı. Zaten, Türkiye’nin San Fransisco Konferansı’na çağrılmasının bir koşulu da, demokratik yönetime geçmekti.

25 Haziran 1945’te başlayan San Fransisco Konferansı 26 Haziran 1945 günü, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın imzalanmasıyla son buldu. Türkiye’nin de imzasının bulunduğu bu antlaşmada “İnsan Hakları Bildirgesi”nin 20. maddesinin hiçbir şekilde tek partili bir rejimle uzmanlaşmaması nedeniyle; Sovyet tehdidi karşısında kalan Türkiye’nin, ABD’nin desteğini alabilmek için mutlak olarak Tek Parti yönetimine son vermek zorundaydı. Üstelik bu antlaşmayı imzalamakla Türkiye, böyle bir yükümlülüğün altına girmiş oluyordu. 19 Mayıs 1945 günü Milli Şef İsmet İnönü, çok partili yaşama geçileceği yolunda ilk ipucunu Gençlik ve Spor Bayramı söylevinde vermişti. [23] Tek Parti Yönetimi’nin siyasal rejimin liberalleşmesi yönünde aldığı bu değişiklik kararında, “Sovyet tehdidi” ve Amerikalı ve İngiliz devlet adamlarının totaliter kökenli rejimlere karşı beliren tepki ve siyasaları, hiç kuşkusuz önemli rol oynamıştı. Üç Büyüklerin ABD, İngiltere ve SSCB savaş sonu “Savaş Sonrası Dünya Düzeni’nde yapacakları işbirliğinin ayrıntılarını görüşmek üzere 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 günü Postdam’da bir araya gelmişlerdi. Sovyetler Birliği, “Yalta Zirvesi” ve daha öncesinde Montreux Boğazlar Sözleşmesini değiştirmek konusunda İngiltere ve ABD’nin desteğini almış bulunuyordu. Postdam Konferansı sonunda Boğazlar konusu Üç Büyükler Dışişleri Bakanları Konseyine havale edilmişti. Sovyetler Birliği ise bu arada, Türkiye üzerinde basın yolunu da kullanarak geniş bir baskı uygulama politikasına girmişti. Tek Parti Yönetimi 1945 yılından 1950 yılına dek ağırlığını daha da arttırarak sürdürecek olan “Sovyet tehdidi” ile tamamlamaktaydı.[24]

Kod:
Hazırlayan:Cengiz Cırım

 [8] Ayrıntılı bilgi için bkz. Fatma Güngören, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Üzerine Gizli Pazarlıklar(1939-1944), Örgün Yayınevi, İstanbul 2003, s.94-107. Ayrıca bkz. S.S.C.B. Dış İşleri Bakanlığı, Stalin,Roosevelt ve Churchill’in Gizli Yazışmaları’nda Türkiye(1941-1944) ve İkinci Dünya Savaşı Öncesi Sovyet Barış Çabaları ve Türkiye 1938-1939(Seçmeler), Havass, s.79-91.

[9] Necdet Ekinci, a.g.e., s.135-148.

[10] Bkz. Rıfkı Salim Burçak, Türk-Rus-İngiliz Münasebetleri(1791-1941) İkinci Cihan Harbinde Türkiye’nin Durumu, Aydınlık Matbaası, İstanbul 1946, s.78-93.

[11] Necdet Ekinci, a.g.e., s.149.

[12] Bkz. Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.104-108.

[13] Necdet Ekinci, a.g.e., s.157.

[14] Burhan Belge’nin Sesiyle İkinci Dünya Savaşı(Radyo Konferansları), Başnur Matbaası, Ankara 1970, s.530.

[15] Bkz. Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.110-116.

[16] İkinci Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları için bkz. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, “İkinci Dünya Savaşında Batı Cephesi Harekatı ve Balkan Savaşları”, Konferanslar Serisi No:3, Genelkurmay Basımevi,Ankara 1977,s.70-102.

[17] Necdet Ekinci, a.g.e., s.165-170.

[18] İkinci Cihan Savaşı’nın Başından Truman Doktrinine Kadar Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939-1947,s.32-36. Bu eser Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi Halil İnalcık Özel Koleksiyonu’nda bulunmaktadır.

[19] Kazablanka Konferansı ve Adana Görüşmeleri için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası II, çev. M.Ali Kayabal, Cumhuriyet Yayınları,2000, s.9-43. Ayrıca bkz. S.S.C.B. Dış İşleri Bakanlığı, a.g.e., s.85-88.

[20] Moskova,Tahran ve Kahire Konferansları ve bu dönemde Türkiye’ye yapılan baskılar için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası II, s. 71-112. Ayrıca Necdet Ekinci, a.g.e., s.175-179.

[21] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, çev. M. Ali Kayabal,Cumhuriyet Yayınları,2000, s.9-73. Ayrıca Necdet Ekinci, a.g.e., s.179-247.

[22] Yalta Zirvesi ve Rusya’nın istekleri için bkz. İkinci Cihan Savaşı’nın Başından Truman Doktrinine Kadar Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939-1947,s. 44-59.

[23] Bkz. Necdet Ekinci, a.g.e., s.248-280.

[24] İkinci Cihan Savaşı’nın Başından Truman Doktrinine Kadar Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939-1947, s. 60-65.