Tarih geleceği anlatan bir bilim dalıdır aslında. Eğer gelecekten bir şey beklemiyorsak bizi bekleyen bir şey var demektir. Müdahale edilmeyen bir gelecek için akıbet demek daha doğrudur.

TARİHİN FELSEFESİNE DAİR

Biz millet olarak tarihin ve talihin önümüze koyduğu her imkânı cesurca, kendine güvenerek yerinde kullanabilmeliyiz. Benliğini ortaya koyarak, kimliğini çekinmeden ifade ederek, tarihine sığınmalı ve öz kültürümüzün gücüne dayanmalıyız. Benliğini kaybedenler, sünepeleşir. Küçük işlerin insanı olmaya başlar. Tıpkı kanatlı karıncalarda olduğu gibi; kanat uçmak için verilmiştir, sürünmek için değil. Yeniden bu millete kartal olduğunu hatırlatıp, kartal olduğunu ortaya koydurmak lazım. Bugün kartalları tavuk gibi çöp didikler hale getirmişler, kartalların yeniden kendi benliğine dönmesi gerekir. Sünepeliğe, uyuşukluğa karşı baş kaldırmalıyız. Bizim millet olarak ufkumuz açık, dimağımız birçok toplumdan daha zinde. Her fert; ben Türkiye’yi kurtaracağım, kalkındıracağım demiyorsa, Türkiye kurtulamaz. Türkiye sevgisi budur. Türkiye sevgisi, ne mutlu Türküm demek ve orada kalmak değildir.

Milli mefahirimizin kaynağı ve kimliğimizin tesisinde en önemli dinamiklerden birisi tarih şuurudur. Türkiye’de tarih anlayışı/felsefesi ve tarihçilik üzerine düşünmek ve yazmak hayli zamandır üzerinde durulan ancak yeterince olgunlaşmamış bir konu. Felsefesi yapılmayan yavan bir tarihçiliğin faydasızlığı artık bilinen bir gerçek. Tarihten önce tarihin felsefesi. Bu tespitler doğru ancak itiraza şayan bir noktası var ki o da kucağında felsefenin büyümesine zemin hazırlayan “düşünce” ameliyesidir. Daha doğrusu; tarihçi için lazım olan hijyenik düşünce/ düşünme ortamının gerçekleştirilmesi ihtiyacıdır. Tarihçi olsun olmasın herkesin ilk hareket noktası sanırım burası. Düşünceyi arazlardan ve arızalardan temizleyerek hijyenik ortamın temini bize en sonda lazım olacak “temyiz kabiliyetini” temin içindir. Niçin bize bir tarih felsefesi lazım? Felsefe her şeyden önce biricik kılavuzumuz olan aklın kullanılmasını öğretir. Elimizde bir fotoğraf makinesi var. Ancak iyi bir resim için onu nereye yerleştireceğiz? Manzaranın fotoğrafını hangi açıdan çekeceğiz? Bizim hayatı hangi açıdan gördüğümüzü tayin eden felsefemizdir. Ortak bir felsefesi olmayan, kalpleri ve kafaları bir araya getirmek ve bir meseleye odaklamak dünyanın en zor işi. Mercekle güneş ışığını odaklanarak ateş yakılabilir ancak bulutlu bir havada aynı mercek bir kar tanesini bile eritemez.

Gerek örgün eğitimde gerekse yaygın eğitimde bize hayatı öğretenler(!) hayatı iyi ve kötülerden oluşan bir manzumeler çatışması olarak öğretiyorlar her nedense. Oysa bu iyi ve kötüyü öğrenmeden önce bunlara karar veren mekanizmanın harekete geçirilmesi gerekmez mi? Mevlana diyor ki; “Doğru ile yanlışın ötesinde bir yer daha var, orada buluşalım."

Fikir ve düşünce dünyası iyi ve kötünün yarış alanı olarak algılanırsa anlayışlarımız kilitleniyor ve o zaman her şey için savaşmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Ben bunu yanlış buluyorum. Daha doğrusu bu illâ ki olacaksa yani fikirler yarışacaksa, bu daha sonraki iş. Öncelikle yapılması gereken, bu yarışı centilmence yapabilme olgunluğuna ve zenginliğine erişmek gerekir. Aslında şu an fonksiyonunu tam olarak eda ediyor olmasa da, okul tüm bu disiplinlerin verildiği yerdir modern toplumlarda. Bunun için öncelikle diyorum ki insan bir fikir gezgini olmalı. Gezginin yerleşeceği bir yer yoktur o, arayışların çocuğudur, buluşların değil. Ama bu biraz yanlız değil mi? İnsan doğruyu bulunca niye daha aramaya devam etsin ki? Ayrıca sürekli dönüp durmak kararsızlık ya da döneklik gibi bir şey değil midir? Sorusu akla gelebilir. İnsan kendi onuruna rağmen bulduğu doğru karşısında yıllardır savunuculuğunu yapsa da, elindeki yanlışsa bırakma erdemliliğini göstermelidir ve bu asla döneklik değildir. Bu aşırı sağ ve aşırı solun yandaş kaybetme korkusuyla ürettiği bir slogandan ibaret sadece. Bulduğunuz doğrunun boyutları arasında derinlemesine yeni rotalarda hareket, doğrunun adında çakılıp kalmaktan daha iyidir. Bu yüzden böyle durumlarda yapılması gereken ilk işlem zihniyet yenilenmesidir. Hayatta yapabileceğimiz en aptalca hatalardan biri doğruya ulaştığımızı zannetmektir. Çünkü böyle bir durumda daha fazla yenilenmeye ve düzeltmeye pek gerek duymayız, zaten bildiğimiz şeyleri yinelemekle yetiniriz. Bu bizi hiçbir yere götürmez, armudun yuvarlanması gibi kendi etrafımızda döner dururuz, bir ömür boyu. Katı bir ideoloji, büyük bir zihin konformizmi kazandırır ve düşünceyi öldürür. Zira zihin aradığını bulmuş olmanın mutluluğu ve konforu içindedir. Düşünceyi öldürür, çünkü aranan, bulunmuş olduğuna göre yeniden aramak anlamsız olacaktır. Hâlbuki düşünce insan zihninin sürekli arayışta olmasıdır.

Şunu peşinen biliyorum ki yenilenmek, hele kendimize rağmen bunu yapmak hiç de kolay değildir. Yenilenmenin bir tür disiplin gerektirdiğini ve bizi rahatsız edeceğini daha başta kabul etmeliyiz. Aynı zamanda bu etrafındakileri de rahatsız edecek belki de onları karşımıza almış olacağız. Yeniliğin olduğu her yerde direnç de olacaktır. Ama bundan vazgeçecek değiliz. Kabuk değiştiremeyen yılan çatlar ölür. Aynı şekilde düşüncelerin yenilenmesine engel olunan kafalar da öyle. O hâlde sadece bildiklerimizle yetinmeyip, tüm yenilere ihtiyatlı bir hoşgörüyle yaklaşmalıyız, kapılarımızı kapamak yerine. Yenilenme, yeniyi hoş karşılamak, görülmemiş ve denenmemiş şeylere açık olmaktır aynı zamanda. Sadece yenilenmek zorunda olduğunu değil, yenilenme tarzını da yenilemek zorunda olduğumuz bilinmelidir.

Tarihi anlama ve algılama için yenilenme nasıl olmalı sorusu tam da burada anlamını bulmak zorunda; yenilenme çok geniş kapsamlı anlamlar ifade ettiğinden tarih özelinde daha dar alanda ve adrese teslim tanım gerekiyor.

Öncelikle fark etmeliyiz ki fikrî ve zihnî yapımızın oluşmasında yöntem içerikten daha önemli. Büyük tarihçi ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’deki ifadesi ile “usûl esasa mukaddemdir”. Bunu başarabilirsek “düşünme şeklimizi yeniden düşünme” gibi bir merhaleye geçmiş olacağız; o zaman göreceğiz ki, bildiğimizi zannettiğimiz hemen her şeyi yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissedeceğiz. Hani şu üç boyutlu resimleri görmüşsünüzdür. Bu resimleri görmenin yöntemine “şaşı bak şaşır” yöntemi deniyor. İşin garibi, şaşı baktığınız zaman rutin bakışın dışında bir boyut yakalıyorsunuz. Eğer yaşama ait tüm teferruatları bir akarsuya benzetirsek, düşünme şeklimiz onun yatağı gibidir. Bazen nehrin yatağı, nehrin akış zenginliğinden daha önemlidir. Islah ve terbiye edilmemiş, bazen de çok kötü tahrip ve ihmal edilmiş düşünme şeklimizi nasıl yeniden yapılandırabiliriz?
İnsanlara zulmetmek kötüdür; fakat onları kendilerine zulmedildiğini anlamaz hâle getirmek, daha kötüdür.

Acaba biz de yıllarca buna mı maruz kaldık? Fikir ve düşünce adına, ideoloji niyetine, hayat görüşü adına sarıldığımız doğrular acaba ne kadar doğru? Bunu şimdiye kadar gerçekten hiç düşündük mü? Hadi bunu düşündük diyelim, eğriye – doğruya karar verirken hangi değer ölçülerine sahiptik? Kıstaslarımız neydi? Hür bir vicdana sahip miydik? Sağduyumuzu besleyen kaynaklar ne kadar sahihti? Muhakemenizi teşkil eden değerler sonsuzluğun ve hakikatin ikliminden ne kadar etkilendiler? Sorular çoğaltılabilir.

Teklifim şu: Hani bilirsiniz, hücre zarının seçici – geçirgen bir özelliği vardır, öyle her şeyi içeri almaz, bir şey bünyeye uygunsa onu içeri alır. Biz de tıpkı böyle hareket ederek, sahip olduğumuz tüm fikrî, zihnî bilgi ve değerlerimizi bir mihenk taşına vursak, bundan sonra sahip olacaklarımız için de parolamız olsa, fena mı yapmış oluruz? Bu değerler de bizim bir nevi virüs tarayıcılarımız olsa, bünyemize zıt bir şey bize empoze edilince tarayıcı hemen alarm verse kötü mü olur yani? Demek ki bir şeyi öğrenmeden önce, öğrenme yeteneğine sahip olmamız gerekiyor. Eskiler buna temyiz kabiliyeti derlerdi. Bizde zihni kalibrasyon diyelim.

Bize bir sepet dolusu elma verseler ve bunlardan bazıları çürük, bunları ayıklayın deseler sanırım çoğunluk sepeti güzelce karıştırıp görebildiği çürükleri ayıklayacaktır. Ancak burada bir muhtemel tehlike var; gözünüzden kaçabilecek bir çürük elma zamanla sepetteki tüm elmaları çürütecektir. O halde yapılması gereken nedir? İzlenecek en sağlıklı yöntem, önce tüm sepeti boşaltmak, ardından da tek tek yoklayarak sadece sağlam elmaları sepete doldurmaktır. Biz de bir fikri konuşacak, bir inancı gözden geçireceksek, onu sanki ilk kez duyuyormuş, gibi hareket etmeli ona dair kafamızdaki önceki fikirleri – hele hele peşin fikirleri – tamamen boşaltarak bütünün her bir parçasını yeniden gözden geçirmeliyiz. Bu tamamen boşaltma hamlesi, zemini yeniden ve doğru bir şekilde öğrenmeye hazırlayacak, böylece taşlar yerli yerine oturacaktır. Tarihimize, tarihteki kişilere ve tarihi olaylara ait bilgilerimizin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış acaba? Kaç gerçeği bize yanlış anlattıkları için onlara yaylım ateşi açtık, kaç yanlış fikrin ruh hamallarıyız ve zihnimizde onları müebbet bir yük olarak taşıyoruz hiç düşündük mü?

İkinci aşamada başkalarının da doğruyu ya da doğrunun bir parçasını bulmuş olabileceklerine inanma, hatta kimi zaman doğrulara bizden daha yakın olanların olabileceğini kabul etmek. Bu beraberinde iki şeyi getiriyor, birincisi her doğruya daha iyisi bulununcaya kadar kabul etme; bulanın değil, arayanın yaptığının daha kıymetli olduğuna inanma. Bu daha doğru görünüyor. Hiçbir fetih nihai değildir. Ömer Hayyam diyor ki:

Bir sır daha var çözdüklerinden başka,
Bir ışık daha var bu ışıklardan başka,
Hiçbir yaptığınla yetinme geç öteye,
Bir şey daha var tüm bildiklerinden başka.

Nerede bizim fikrimizden daha iyisini bulursak, inat etmeden ve gurur meselesi yapmadan ona sahip çıkmak ve onunla yenilenmek gerçekten asilce bir davranıştır.

İkincisi ise bize yanlış gibi gelse bile, her fikri dinleme nezaketini gösterme ve diğeri olarak gördüğümüzle diyalogu kesmeme. Çünkü her zaman hatırlamamız gerekir ki, biz kendi fikirlerimizi kabul ettirmek için değil hakikatin ortaya çıkması için uğraş vermeliyiz. Bilmeliyiz ki bazen bir konuyu müzakere ederek çözümsüz bırakmak, müzakere etmeden bir çözüme varmaktan çok daha iyidir. Bu bizi her şeyden önce kaliteli bir insan kılar. Hangi fikirde olursak olalım, öncelikle kaliteli insan olmanın, metotlu düşünmenin, açık fikirli olmanın önemini kavramalıyız. Biz kaliteli insan olursak, inandığımız fikre de kalite katarız. İnsanın kalitesi insanın fikrinden daha önemlidir. Fikrin kalitesi de fikrin renginden önemlidir. Aksi takdirde kalitesiz bir insanın yaşamı boyunca yaptığı yanlışlar insanlar tarafından onun temsil ettiği fikre mâledilir dolayısıyla temsil ettiği fikir de zarar görür.

Üçüncü aşama; sosyal bilimlerde bir kuraldır ki, bize öğretilen her şey zihnimizde bir iz bırakır. Bize öğretilen – doğru/yanlış – fark etmez, zamanla ve tekrar ede ede o sabit bir düşünce hâline gelir. Bu düşünce bizde zamanla bir kabiliyete dönüşür. Kabiliyet kazanmak güzel şey ama her kabiliyet bir sonrakini öğrenmeyi de güçleştirir aynı zamanda. Yani usta bir futbolcunun, usta bir balet olmasının zor olması gibi. Tarih bilgisi de ne yazık ki bu kabil şeylerdendir. Yani tarih daha küçük yaşta bize öğretilirken, biz o konuda bir bilgi sahibi olmadan bize anlatılanlar bizde bir fikre dönüşür. Eğer bize öğretilen doğru ise bu o kadar da kötü değildir, ama ya yanlışsa vay hâlimize! Konu tarih olunca hepimiz yetiştiğimiz çevre ve kültürün çocuğuyuzdur; gerçeklere rağmen. Üst düğmenin yanlış iliklenmesi ile tüm düğmelerin aşağı kadar yanlış iliklenmesi gibi bir şey yani. Bir ömür boyu yanlış temel üzerine bina edilen tüm doğruların zavallılığı…

Şimdi size bir örnek vereyim. Bir köpeği tasmasından ağaca bağlıyorum ve etraftaki küçük çocukları çağırıp: “Çocuklar bu köpek kuduz bir köpektir, sakın yanına yaklaşmayın sizi de parçalar!” Ne düşünür çocuklar? İçlerinde köpekleri çok seven bir çocuk varsa, o bile köpeğe yaklaşmaktan korkar. Sonra farklı bir grup çocuğu çağırsam ve “çocuklar şu zavallı sevimli köpekçik çok acıkmış, hadi götürün şu yiyecekleri ona verin desem ne yaparlar?” Tabi ki yiyecekleri götürüp verir bir de köpeği okşarlar. Bakın köpek aynı köpek, çocuk yine çocuk, fark, sadece köpeği takdim şeklinden kaynaklanıyor. İşte bu izlediğiniz bizim filmimiz. Bize tarih bilgisini ya da tarihte yaşanmışları, yaşayanları nasıl takdim ediyorlarsa bu bizde zamanla ve tekrar ede ede bir fikre dönüşüyor. Eğer bildiklerimizi ömrümüz boyunca test etmiyor ya da kalibre etmiyorsak, gerçekte bilgi malûlü yani özürlüsü olup çıkıyoruz. Artık bu yanlışın üzerine bina edeceğimiz tarih bilgisi bizde sonunda Pizza Kulesi gibi eğri bir bilgi mimarisine dönüşüyor yazık ki.

O halde verilmiş kararlarla değil bıkmaz usanmaz arayış ve merakımızla tarihe yaklaşmalıyız. Amerikalıların bir sözü vardır; “Ben kararımı verdim, sakın doğruyu söyleyip de kafamı karıştırma.” Bu bir öldürücü düşünce tuzağı. Zihin açıcı şu prensipler sanırım evrensel kabulün sözleşme maddelerinden olmayı hak ediyor.

Yargılamaya değil anlamaya çalışmak
Doğrunun tekelciliğine soyunmamak
Ötekine ve diğerine saygı duymak
Kaybedenin olmadığı bir kazanma şeklini bulmaya çalışmak
Diyaloga daima açık olmak
Yanılmış olabileceğini kabul etmek
Kendi doğrularında daha iyisini görünce onur meselesi yapmadan almak
Kendi doğrularını ispat etmek değil, asıl olanın hakikatin ortaya çıkması olduğunu bilmek…

Bundan sonra yapılacak iş, kişide olması gereken insanî temellerin atılması idi. Çünkü insan olmadan bir “şey” olmak mümkün değil.

Hani rivayette var ya: Yıldırım Bayezîd döneminde, İstanbul’da gerçekleşen bir deprem yüzünden Ayasofya Kilisesi yıkılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. İmparator, Yıldırım’a müracaat ederek ondan bu şaheseri kurtaracak mimar göndermesini ister. Yıldırım da İvaz Paşanın kalfalarından Hayreddin ve birkaç ustasını gönderir. Hayli zaman sonra bina tamir edilip kurtarılır ve mimarlarımız da geriye dönüp padişahın huzuruna çıkarlar. Padişah neler yaptıklarını sorunca Hayreddin Kalfa: Hünkârım, der; mabedi yıkılmaktan kurtarıp tamir ettik. Lakin tamir ederken dört köşesine birer payanda koyduk ki, bu payandalar aynı zamanda birer minare temelidir; temeli biz attık, eh artık minarelerini dikmek de size kaldı.
Hayat ışığın kendisiyse, insan ışığı yedi renge ayıran bir prizma gibidir. Bu sırrı kavramadan hangi rengin daha güzel olduğunu tartışmak biraz garip olmuyor mu? Bütün bu aşamalardan başarı ile geçebilirsek eğer tarih alanında bizi bekleyen çetin problematiklere hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bunlara şu şekilde değinirsek bilmem ki isabet etmiş olur muyuz?

Tarih bilimine ait birinci problematik tarihçinin tarafsızlığı yahut objektifliği meselesidir.

Babil kralı Nebukadnazer bir rüya görür, ancak sabahleyin gördüğü rüyayı unutur, unutur ancak bir türlü de gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamaz. Tüm yorumcularını saraya toplayarak unuttuğu rüyasını yorumlamalarını ister onlardan. Aslında insanlığın geçmişi bir düştür ve insanlık görmüş olduğu bu düşü hep unutma meylindedir ve tarihçiden unuttuğu rüyasının yorumlamasını istemektedir. Bundaki derin maksat yani tarihe temel teşkil eden asli ihtiyaç insanın sonsuz yaşama arzusudur biraz da. İnsanlar tarih düşü hakkında iki türlü refleks geliştirmişlerdir. Birincisi, tarih eski devirlerde olup bitmiş şeyler; Efsane ve masal yani. Bunları fazla kurcalamamak lazım. Ölüyü mezardan çıkartmanın kimi ne faydası var, ardından dua etsek yeter; yani asgari seviyede bir tarih bilgisi nemize yetmiyor ki? İkinci reflekse gelince; Tarihçinin üstünde çalıştığı geçmiş, ölü bir geçmiş değildir, belli bir anlamda bugün hâlâ yaşayan bir geçmiştir. Geçmişteki bir hadise, tarihçi onun altında yatan düşünceyi anlamadığı sürece ölüdür. Bu nedenle, “bütün tarih düşüncenin tarihidir” görüşüdür. Kısaca tarih geçmişten nefes alıp geleceğe nefes vermektir; bugün hayatta kalabilmek için.

Görmediği rüyayı belgelerle yorumlama gayretinde olan tarihçi, acaba ne kadar objektif? Şunu en başta belirteyim ki, tarih vesikaları kusurlu olarak meydana gelirler ve kusurlu verilere dayanarak yazılan tarih, geçmişi kusursuz olarak kurgulayamazlar asla. Bunları kaleme alanlar da bizim gibi birer insandırlar. Üzerlerinde zamanın, şartların, kültürlerin ve kişilerin inkâr edilemez etkileri vardır. Bir de bu insanların kayıt altına aldıkları olayların tamamına vakıf olduklarını düşünmek pek akılcı olmaz. Her tarihçinin çağının insanı olduğu ve çağına çağının şartları ile bağlı olduğu kavratılmak zorundadır. Meşhur İngiliz tarihçisi E. H. Carr “Tarihten önce tarihçinin kişiliği” der. Tarih okuyucusu kendi tarihçisini şahsi hayatı, eğitim seviyesi, inancı, kültürü, dini, milliyeti, yetiştiği ortam ve benzerlerini de içine alan rical bilgisine sahip olmak zorundadır. Okur tarihçisini tanımıyor. Bu durum objektifliğin aldığı birinci yaradır.

İkinci yaraya gelince; tarihi yazanlar daima seçerler ve seçmek daima sübjektif kalmağa mahkûm bir kriterdir. Tarihçi bazen işine geldiği şekilde isteyerek, bazen de zaruretten ya da haberdar olmamaktan kaynaklanan sebepler yüzünden seçtiklerini kaleme almak durumundadır. Kimi zaman da resmî ideolojiler duruma el koyarak bu tabloyu ortaya çıkarırlar. Seçmek konusunu biraz anlaşılır hale getirelim.

Şimdi diyelim ki benim bir komşum var, balıkçılık yapıyor ve adı da İzzet Kaptan. Balıkçı komşum İzzet Kaptan denize açılıyor ve her gün tuttuğu balıkları pazara getiriyor ve bize diyor ki, denizdeki tüm balıklar bunlar ister beğenin ister beğenmeyin. Peki, hakikatte bu böyle mi? Tabi ki değil. Evet, İzzet Kaptanın bize sundukları da balık ama onlar sadece İzzet Kaptanın tuttuğu balıklar. Oysa denizdekiler bundan ibaret değil. Bunlar sadece o balıkçının gittiği yerdeki balıklardan, o balıkçının yakaladığı ya da sevdiği balıklar, kim bilir belki de yakalamadıkları asıl bizim hoşumuza giden balıklar olacaktı. Bu durumda iki tercihimiz var: Ya İzzet Kaptanın sunduklarına razı olacağız, ya da kendimiz bizzat denize açılarak tüm balıkları görme ve seçme şansına sahip olacağız.

Kitapların ya da tozlu tarih arşivlerinin arasına dalan tarihçiler, tüm belgeleri görme ve yazma şansına sahip olamadıkları için kendi ilgi alanlarına göre seçtikleri belgeleri – tarihçinin çalışma yöntemlerine göre ele alsalar bile- yorumlayıp bize tarih diye sunmaktadırlar. Yani körün fil tarifi gibi herkes bize tuttuğu tarafı tarif ediyor. Böylece hem kaleme alan hem de bize sunan tarafından ayrı ayrı seçilmiş olaylar çifte kavrulmuş bir halde tarih tezgâhında bize sunulmuş oluyor Ama ortada kocaman bir gerçek var ki, o da tarihin yazılanlardan ibaret olmadığıdır. Biz tarih yerine tarihçinin tercihlerini okumaktayız aslında.

Osmanlı Tarihini anlatan eski ve yeni nesil ders kitapları 622 yıllık tarihi 250–300 sayfaya sığdırıp anlatıyorlar. Yani her yıl için ancak yarım sayfa ayrılıyor. Geçmişin tamamı anlatılmıyorsa tarihçi neyi anlatıyor? Çok basit, bir cevabı var bunun: Yalnızca kendi tercihlerini. Tarihçi, tarihi bir elekten geçirir, eler ve yalnızca kalburüstü saydığı olayları yazar. Ne var ki bu gerçekten var sayabileceğimiz standart bir elek değildir. Sadece onu kullanan tarihçinin zihninde mevcut olduğundan ölçüsü tarihçiden tarihçiye değişen bir kalburdur bu. Bu yetmiyormuş gibi tarih kimi zaman bir de siyasallaştırma ve siyasi hesaplaşma gadrine uğruyor ders kitaplarında. Tarihi siyasi menfaatler uğruna yahut marazi ideolojileri müdafaa maksadıyla bir yalancı şahit gibi kullanmak ne kötü bir şey.

Tarihçiliğin ikinci problematiği belgeye dayalı tarihçilik konusudur. Modern tarihçiler “tarih bir inanç alanı değildir” diyorlar. Bunu iki şekilde ele almak gerekiyor. Birincisi; herhangi bir konuda bilgi azaldıkça inanç çoğalır hükmünün esaslarıdır. Kâinattaki istila prensibi, düşünce dünyasında da geçerlidir. Boş bırakılan bir alan mutlaka başka bir şey tarafından doldurulur. Biz, birçok konuda olduğu gibi tarih alanında da okumak yerine duyduklarımıza inanmayı tercih ediyoruz, doğal olarak da inancımızla âmel ediyoruz. Böylece inanç maksadını aşarak bilginin alanını işgal ederek sahibini teşevvüşe düşürüyor. Bilgi sahibi olmadan inanç sahibi olmak ne feci. İnançlarımız körün değneği gibi olmamalı tarih alanında. Tarihi olgulara dine inanır gibi inanamayacağımız gibi tarihi bilgilerimizi nikâhlı eşimiz gibi de kabul edemeyiz. Mesela kendi tarihimizin halk nazarında en muğlâk meselelerinden Osmanlıda kardeş katli olayları, kadın hukuku, fetih politikası, cihan hâkimiyeti düşüncesi, harem ve cariyelik, Osmanlı’nın bilim anlayışı vb. konularda inancımızı aşan bir bilgi ve belge donanımına sahip olup olmadığımız sorusunun kendimizdeki cevabımıza bir bakmamız lazım. Acaba tüm bunlar gerçekten bizim bildiğimiz gibi mi? Doğru şeyleri bildiğimizden emin miyiz? Bize doğruları anlatanlar doğruları ne kadar biliyor? Tek kelime Osmanlıca bilmeyen bir insanın tercüme edilen belgelerin doğruluğu hususunda içi gerçekten rahat mı? Değilse tarih okuru olarak bir uzmana müracaat etmek zorundayız. Klasik derdimiz olan pratisyen yaşama hastalığından vazgeçerek uzmanı olamadığımız bir konuda ihtisas sahiplerinin rehberliğine müracaat etmek mecburiyetindeyiz. Ama ne yazık ki konu tarih olunca bilen susuyor, bilmeyen konuşuyor. İşte o bilmeyen bilmeli ki ihtisas isteyen en hassas konulardan biri olan tarih sahasında bir tarihçinin alemşümul çalışma prensipleri vardır; gelişigüzellik geçer akçe değildir.

Tarihçiliğin bir çalışma disiplini vardır, tarihçi bir konuda asla gelişi güzel çalışmaz. Bir konuyu araştırırken izlediği basamaklar vardır. Önce olayla ilgili yazılı yazısız, yerli - yabancı ne kadar doküman varsa bunları olabildiğince toplamaya çalışır, ardından bu belgeleri amaca uygun bir şekilde sınıflandırır ki biz buna tasnif diyoruz. Daha sonra sınıflandırdığı bu belgelerin eksikliklerini giderir, yanlışlarını düzeltir, bu aşamaya tahlil (inceleme) deriz. Devamında tahlil sonucunda elde ettiği bilgiler hâlâ ham bilgilerdir. Bu bilgilerin doğruluğunu araştırır ve bir eleştiri süzgecinden geçirir. Çünkü bu belgeleri yazanlar da insan, dolayısıyla yanılma ve yanıltma payı her zaman vardır. Biz bu aşamaya tenkit (eleştiri) deriz bu işlem bittikten sonra oluşturduğumuz tezleri ve antitezleri bir araya getirerek bir sentez gerçekleştiririz ki biz bu son aşamaya terkip (birleştirme) diyoruz. Peki, her şey bitti mi? Elbette ki hayır. Bundan sonra ise elde ettiğimiz sonucu sürekli olarak yeni belge, bilgi ve yorumlarla zenginleştiririz. Yani tarihçilikte hiçbir yere son istasyonu kurmak yok; o sürekli bir yürüyüştür.

Burada karşımıza çıkan diğer bir feci durum ve son zamanların toplumsal bir hastalığı ise tarihi romanlardan okuma tercihimizdir. Oysa konu tarih oluca –Nobel ödülü alanlar dâhil- hiçbir roman yazarı referans olarak alınamaz, muteber de olmaz zaten. Çünkü romancı yazdıklarını az önce yukarıda saydığım çalışma disiplininde geçirme ihtiyacı hissetmediği gibi, sadece doğruları yazma gibi bir kaygısı da yoktur zaten. Esasen biz bunu romancıdan beklemeyiz de. Romancının belki en büyük endişesi popüler ve çok satan bir eser ortaya koymaktır; yani ekonomik kaygı ve sanat kaygısı, gerçeği yazma kaygısına galip gelir. Adamın birisinin baltası kaybolmuş. Onu komşusunun yaramaz oğlunun çaldığından şüpheleniyormuş. Bu şüpheyle çocuğu izlemeye almış. Çocuk tıpkı bir hırsız gibi yürüyor, tıpkı bir hırsız gibi bakıyor, bir hırsız gibi davranıyormuş. Derken bu şüpheyle adam baltayı artık çocuğun çaldığına iyiden iyiye inanmaya başlamış. Ama o da ne baltasını bir gün bodrumda unuttuğu yerde bulmaz mı? Bir de bakmış ki çocuk hiç de hırsız gibi bakmıyor hiç de bir hırsız gibi yürümüyor ve hırsız gibi davranmıyor. Hiçbir ilmî temele dayanmayan, kulaktan duyma ya da romandan öğrenilme tarih, bizi aynen bu adamın durumuna düşürüyor. Gerçeği bilmek yerine inançlarımızı, fantezilerimizi ve peşin hükümlerimizi konuşuyoruz.

Belgeciliğin ikinci şıkkına gelince, Ancak Ahmet Cevdet Paşa’nın dediği gibi “Bir şey haddini aşarsa, zıddına münkalib olur.” Belge tarihçilikte çok şey ama her şey değil. Tarihçilikte dipnot vermek, kaynakları göstermek gibi ilmin şeklî disiplininin yanında muhakeme ve yorumu ihmal edemeyiz. Tarihî vesikaların bazı zayıf noktaları vardır ki, onlar da bu belgeleri kaleme alanlar, gelecekte tarihçiler bu belgelerden yararlansınlar da geçmişi aydınlatsınlar diye düzenlememişlerdir. Onlar adeta zamanlarının birer taşlaşmış sureti olan fotoğraflarını çekip vermişlerdir bize. O fotoğrafları tarihçi konuşturmalıdır. Birçok tarihçinin kitaplarının halka mâlolmamasının temel sebebi sadece nakilci olmalarıdır. Her belgenin bazı muhtemel baskılar ya da etkiler altında yazıldığı ihtimalini göz ardı edemeyiz. Şunu da görmek durumundayız ki, tarihin belgeleri hiçbir zaman bize arı-duru olarak ulaşmazlar, çünkü arı bir biçimde var olmazlar ve var olamazlar. Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar. Fizikte de öyle olmuyor mu, ışık az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken kırılmaya uğramıyor mu? Yahut da iletkenler elektriği ya da ısıyı iletirken bünyelerinde minimal de olsa bir kayba uğratmıyorlar mı? Demek ki, kâinatta mutlak iletim oldukça zor bir mevzu. Bundan şu sonuç çıkar ki, bir tarih eserini ele alınca, ilk ilgileneceğimiz, içindeki olgular değil, onu yazan tarihçi olmalıdır.

Tarihçi, nasıl ki belgeyi düzenleyenin aklından neler geçtiğini kendi zihninde yeniden oluşturuyorsa, aynen öyle de okur da tarihçinin aklından neler geçtiğini düşünerek yazılanları ele almak zorundadır. Eğer bu şekilde okuyor ve hâlâ yazılanlardan bir şeyler sezemiyorsanız, ya siz duyarsız birisinizdir ya da tarihçiniz alık birisidir. Beyin yıkayan insan, beyni yıkanmış insandır; yani tarihi yapan adam aslında tarihin ürünü olan adamdır. İnsanlar kolay kolay değişmiyor. Kendi toplumlarının kültürüyle yıkanmış beyinlerinin telkin ettiği yönde düşünmeyi tercih ediyorlar. Her kültür bir nevi beyin yıkamadır.

Buraya kadar anlattıklarımda rol alan tarihçiler art niyetli olmayan tarihçilerdi. Yani en kötü ihtimalle aldatmayan ama aldanabilen insanlardı. Bir de oyunun ikinci perdesi var ki, o da düpedüz kasıtlı tarihçilerdir, yani okuyanı aldatmaya yönelik yazan tarihçilerdir. İster şizofren bir kişilik, ister millî-dinî hisler, ister kişisel çıkarlar yahut baskı ve korkular; sebep ne olursa olsun sonuçta okuru aldatan tarihçilerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. İnsanların tarafsız olması ne kadar zorsa, tarihçilerin de tarafsız kalması o kadar zor açıkçası. Örnek vermek gerekirse Büyük Taarruzu kaleme alan Türk tarihçisi ile Yunan tarihçisi olayı aynı şekilde mi ele alıyorlar sizce? Türk tarihçisi olayı anlatırken “ Biz aslanlar gibi saldırırken Yunanlılar korkak tilkiler gibi kaçıyordu derken, aynı olayı Yunan tarihçileri, biz aslanlar gibi kaçarken, Türkler korkak tilkiler gibi saldırıyorlardı” diye mi anlatacaklardır? Şimdi bu örneği bile naklederken ne kadar objektif olduğumu anlamışsınızdır her hâlde(!)

Belgeciliğin bir de olumsuz yanı var ne yazık ki. Belgelerle okuduğumuz tarih, aslında yenenlerin tarihi biraz da. Yenenlerin, düne baktığında görmek istediği ve yarınlara götürmek istediği tarih. Belge diyor tarihçi. Nedir ki belge? Yenenin, sizin görmenize izin verdiği şey değil mi? Belge, sadece onun korumaya karar verdiği değil mi? Gördüğünüz, görmemize izin verilen şeyden ibaret değil mi? Kalemi elinde tutan taraf, şayet zamanın en vahşi savaşını, barış için başlattığını, belgelere şerh düşerse belgeyi kim ne yapsın?

Hiçbir tarihçinin kayıt tutarken “gelecekteki insanlar bunu güzelce anlasın” diye kayıt tutmadığı, bu yüzden vesikanın önemli olduğu ancak sadece belge ile tarihçilik olmayacağı de kavratılmalıdır. Tarihin incelemesi aslında nedenlerin incelenmesidir. Bu noktada tarih okuyucusu çok nedenle düşünmeye alıştırılmalıdır. Oysa tarihçiler okuyucunun karşısına “verilmiş bir kararla” çıkarsa okuyucular asla düşünme gereği duymayacak, sadece inanacaklardır. Arnold J. Toynbee: Herhangi bir yoruma tabii tutulmaksızın pul koleksiyonu yapar gibi vakalar koleksiyonu tarzında anlaşılan bir tarihin manasız olduğunu ifade eder. O halde tarihten önce tarih felsefesi mecburi istikamet olmalıdır. İbn Haldun, Mukaddime’sinde: “Manasına nüfuz edilmediği, tarihi hadiselerin sebepleri anlaşılmadan kaldığı takdirde tarih hususunda âlim ile cahil müsavidir” der. Buna yeni lisanla enformatik cehalet diyebiliriz pekâlâ. Ortalık malumat dolu, ancak okuyucu tarihin künhüne vakıf değil. Elinde hamur karnı aç.

Fen, matematik, mühendislik gibi pozitif bilimler çok kolay bir şekilde objektifleşebilirler. Çünkü bu bilimlerde ölçme, sayma karşılaştırma mümkündür. Tarihte ise zaman ve insan işin içine giriyor. Bu ikiliden neredeyse sonsuz değişkenler meydana geldiği için formülü, denklemi oluşturulamıyor, yani kolayca objektifleştirilemiyor. Sübjektif olarak kalıyor ve basite indirgenemiyor. Herhangi bir tarihi bilgi basitleştirilmeye kalkınca yanlış fikirler verir.

Türkiye’de Osmanlı tarihi adeta tarihçiliğin turnusol kâğıdı gibi. Bu terimi kullandığınız an birileri kırmızı görmüş gibi saldırıya geçme refleksi hissederken, birileri de savunma refleksi ile tarihe avukatlık yapmaya kalkıyor. Tarihi, siyasî menfaatler uğruna yahut hastalıklı ideolojileri savunma maksadıyla bir yalancı şahit gibi kullanmak ne kadar kötü. Herkesin Osmanlısı kendine, karışmıyorum, ama her iki tarafta insaflı davranarak üçüncü bir ihtimalde buluşmak zorundalar.

Tarih yazarlarımızın ve de okuyucular olan diğerlerinin bazı gerçeklere dikkat etmeleri gerekiyor.

Nedir onlar?

Bunlar, her şeyden önce hepimizin sağduyulu bir tarih felsefesine sahip olması. Bu olmazsa tarihi anlamaya değil yargılamaya yönelik hareket ediyoruz. Ardından her olayı kendi zamanı ve şartları içimde düşünmemiz gerektiği gerçeğini her zaman akılda tutmalıyız. Kişilere bağlı kalmadan tarihçilik etiğine bağlı kalarak, kompleks duymadan, olayları bir bütün olarak ele almalıyız; zira bazen bir olayı cımbızlamak bir çok şeyi yanlış anlamamıza sebep olabilir.

Tarihçiliğin üçüncü problematiği bütünü görebilme yeteneğidir. Spengler’in “Batının Çöküşü” kitabında görürüz. Tarihi çağlara ayırarak yorumlama geleneği İncil’deki Danyal peygamber kehanetinden kalma bir alışkanlıktır. İncil’de kıyamet öncesine karanlık çağ, altın çağ, gümüş çağ, tunç çağ, demir çağ diye bölümler vardır. Tarihi çağlara ayırma tamamen suni bir ameliyedir. Okulda öğretmenlerimiz tarihi devirlere ayırarak öğrenme kolaylığı sağlamayı amaçlamaktadır. Okul çağlarında çok erken yaştan itibaren bize öğrenilecek olan şeyleri parçalara ayırmayı öğretirler. Tarihçilikte bu tarihi çağlara, bölümlere ayırmak şeklinde tezahür ediyor. Görünüşte bu, karmaşık problemler ve konularla daha kolay baş edilmesini sağlar, ama konu tarih olunca aynı tarz için gizli, anormal bir bedel öderiz. Hadiselerin sebeplerini ve sonuçlarını artık göremez oluruz; içimizdeki daha büyük bir bütüne bağlantı duygumuzu kaybederiz. Artık büyük resmi görmek neredeyse imkânsızdır. Mesela Osmanlı Devleti’nin tarihi safahatı, “kuruluş, yükseliş, duraklama, yıkılış” gibi bölümlere ayrılmıştır. Ne yazık ki bu ayırma işlemini Türk tarihçileri yapmadığı gibi, bu süreçlerin başlama ve bitiş tarihlerini de Türk tarihçileri belirlememişlerdir. Bununla benzerlik arz etmesi açısından tarih çağlarının ayrımı, yani; ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ ve yakınçağ” ayrımı tamamen batı tarihi endeksli bir ayrımdır. Öyle duraklama, dağılma gibi devirler oluşturulunca Osmanlı devletinde 17. yüzyıl gibi muhteşem bir zaman diliminin hakkı yendiği gibi, 19. ve 20. yüzyıldaki o hummalı modernleşme çabasını ders kitapları da öğrenciler de ıskalamış oluyor maalesef. Ayrıca bu tip olumsuzluk çağrıştıran devir adlarının öğrencilerin morallerini nasıl bozup onlara doğmadan batmasını öğrettiğini ve zihinlerine ümitsizlik zehri akıttığını anlayabilmek ancak öğretmenlik yapmanızla mümkündür.

Bunu bir örnekle açmak isterim. Ne yazık ki tarih, ders kitaplarında önce hayatiyetine son verilip öldürüldükten sonra edilgen bir hale getirilmektedir. Yani Tarih düşünceden arındırılarak mekanik bir hale getirilmektedir. Ders kitabı sadece öğretmek için değil düşündürmek için yazılmalıdır. Ama öğrencilere anlatılan geçmiş ölü bir geçmiş olarak anlatılırsa kim bir kadavra üzerinde düşünmek ister ki? Tarih kitapları yazılırken mezarlık tarif eder gibi değil, etkileri hâlâ devam eden bir dinamizm olarak ele alınmalıdır. Öğrenciye Yeni nesil ders kitaplarında en çok rastlanan problem türlerinden bir tanesi de, izah ve ispat edemediği için itham, anlayamadığı için inkâr eden ümitsiz ve kısır bir tenkit hastalığının varlığıdır. Ahmet Cevdet Paşa Mecelle’de “Tetegayyerel ahkâm bi tegayyir’ül ezman” der. Zamanların değişmesi ile hükümler de değişir. Ders kitabı yazarları, öğrencileri tarihi olay ve olguların şartları içinde düşünebilmeyi öğretmek zorundadırlar. Yoksa öğrencinin düşünce iğnesi kendi zamanının plağına takılıp kalacaktır.

100 yıl öncenin öğrencilerine yapılan bir tarih sınavında Osmanlı çocuklarına; “İstanbul’un fethinin Türk Tarihine etkilerini yazınız” diye bir soru sormuştur o dönemin öğretmenleri. Ben de bir öğretmen olarak aynı soruyu soruyorum öğrencilerime. Şimdi şu soru aklınıza gelebilir: E hani tarihin dinamizmi? Unutmamak gerekir ki soru aynı soru lakin cevaplar değişiyor; işte dinamizm burada saklı. Âlem, üç şeyin bütünüdür: Varlık, düşünce, hareket. Tabii olarak herkes kendi kültür ve bilgi seviyesi ile mütenasip olarak evvelce kazanılmış müktesebatı münasebetinde düşünür ve konuşur. Tarihçiler, zihinleri esir almadan tarihi anlatabilirse o çok savundukları düşünce hürriyetini de tesis etmiş olurlar.

Başka bir örnek vereyim. Okullarda Çanakkale Savaşının sonuçları anlatılırken en uzak etki olarak “Milli Mücadele ruhunun” ortaya çıkmasını sağladığı öğretilir. Yani böyle büyük bir savaşın tesiri 1915-1919 hepi topu dört yıllık bir etkisinin olduğu ifade edilir. Sosyal olayların kişi ve toplum üzerindeki etkileri direk ve ani değil, dolaylı ve zamana bağlıdır. Yağmurda biten mantara nazaran, iklime bağlı olarak yetişen çınar gibidir tarihi olayların etkisi. Seksenli yıllarda Rusya ve Çin ağırlıklı olmak üzere dünya da bir buçuk milyardan fazla komünist insan vardı ve bu insanların komünist olmasına biz Anadolu Türkleri sebep olduk. Bilindiği gibi, bizim Birinci Dünya Savaşı yıllarında kazandığımız en parlak zafer Çanakkale Zaferi idi. Biz bu savaşı kazanınca, Müttefikler sallantıda olan Rus İmparatorluğuna yardım olarak yola çıkarttıkları donanma, Marmara’nın serin sularına gömüldü. Rusya’da komünist ihtilali gerçekleştiren Lenin ve ekibi SSCB’yi kurdular. Komünizm Sovyetlerden Çin’e sonra da tüm dünyaya yayıldı. İkinci dünya savaşına direk etkenlerden biri oldu. İkinci dünya savaşı sonrasında soğuk savaş dönemi, silahlanma yarışı, Amerika ile Sovyetlerin uzay yarışları, NATO’nun ve Varşova Paktı’nın kurulması hepsi bu zafere bağlı olarak gelişti. Eğer biz Çanakkale Savaşı’nı kazanmasaydık belki de komünizm diye bir şey hiç olmayacak ve buna bağlı gelişmelerin hiç birisi gerçekleşmeyecekti. Görüyorsunuz ya kazandığımız bir zaferin tarihi etkisi yetmiş yıl boyunca tüm dünyayı ve milyarlarca insanı nasıl da etkiliyor.

Gelelim tarihin dördüncü ve epistemik problematiği olan tarih bir bilim midir sorusuna.

Evet demek zor! Tarihe niçin rahatça “bilimdir” diyemiyoruz?
Tarih, yalnız ve yalnız tek olan şeylerle ilgilenir, bilim ise genel şeylerle ilgilenir. Yani Malazgirt Savaşı tarihte bir kez olmuştur ve bu olaydan yola çıkarak genel hükümler üretemezsiniz. O, “nev-i şahsına münhasır” bir olaydır.

Ondan çıkardığınız hükümlerle ancak onu değerlendirebilirsiniz, bir başkasını değil. Ama matematiğin bir tek formülü ile birçok problemi çözebilirsiniz. Matematik der ki, bir düzlemde üçgenin iki kenarının uzunluğu toplamı, üçüncü kenardan daha uzundur. Bu kurala ölçüleri ne olursa olsun dünyadaki tüm üçgenler uymak zorundadır. Hiçbir bilim adamı da çıkıp bütün üçgenleri bir bir denemeye kalkmaz. Buna karşılık hiçbir tarihçi de tarihi didik didik ederek Malazgirt savaşının bir benzerini bulmak gayretine girmez, beyhude olduğunu bilir.

Tarih, geleceği haber vermez. Ama birçok pozitif bilim geleceği haber verir. Meselâ astronomi önümüzdeki yüzyıl içinde tüm güneş ve ay tutulmalarının tarihini şimdiden hesaplamıştır bile. Tarihçi ise bir saat sonrasını bile düşünmek durumunda değildir.

Tarihte olayları her tarihçi kendi anlayışına göre gözlemlediği için tarih mecburen özneldir. Oysa kişinin zihniyeti ne olursa olsun bir bilim dalında objektiflik söz konusudur. Yani bir insan komünist de olsa kapitalist de olsa ışık hızı hakkında farklı fikir beyan etmez. Müslüman’a göre de Hıristiyan’a göre de su, deniz seviyesinde yüz derecede kaynar.

Bilim lâiktir, inançları işine karıştırmaz. Oysa tarih, bilimin tersine din ve ahlâkı işin içine katar. Yoksa Avrupalılardaki “Haçlı seferi” düşüncesini, Müslümanlardaki “cihat” fikrini anlamamız mümkün olamazdı.

Tarihçi yazar
Şakir BABACAN
kaynak:stratejik boyut.com