1. #1
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462


    Kızılırmak'ın denize döküldüğü yerde iki büyük, iki küçük tepeden oluşur İkiztepe. Hint-Avrupa kökenli Anadolulu bir halkın yaşadığı İÖ 3200 lerde başlayan ve 2100 lere kadar kesintisiz 1100 yıllık zaman dilimi içinde sürekli yaşanmış bir İlk Tunç Çağı yerleşmesi. Kafkasya'dan Balkanlara kadar geniş bir alanda kültürel ve ticari ilişkiler kuran, arsenikli bakırdan silahlar ve dokuma kumaşlar üreten İkiztepeliler, 4 bin 500 yıl önce kafatası ameliyatı yapacak kadar da gelişkin tıp bilgisine sahiplerdi.

    Karadeniz kıyısında Sinop ve Bafra burnu dışında yurdumuzda güneşin denizden doğuşunu görebileceğimiz fazla bir sahil yoktur. Marmara'da Tekirdağ- Gelibolu sahili ile Akdeniz'de Kemer sahilleri dışındaki bölgelerde güneş ya arkanızdan doğar ya da sahile paralel olarak geçer gider. Anadolu'nun tam ortalarında, kıyısı olmayan bir coğrafyada devlet kurmuş Hititler için güneş karadan yükselmekteydi. Ancak çivi yazılı bir Hitit metninde "biz güneşin denizden doğduğu yerden geldik" diyorlardı. Önceleri Hititolog bir kısmı bu halkın doğuda Kafkaslar ile Hazar denizinin batı kıyılarından gelmiş olabileceğini düşündüler. Orada da güneş denizden doğuyordu. Diğer bir grup bilim adamı için ise Romanya sahilleri daha uygundu. Hititler'in Balkanlar'dan gelmiş olabileceğini öne sürdüler. Ayrıca konuştukları dilin Hint-Avrupa gurubuna bağlı olduğunu anlayan bilim adamları yukarıdaki tanımdan yola çıkarak yeni teoriler geliştirdiler.

    Hititler'in İÖ 2000 yıllarında, Anadolu'nun ortasında birden bire çıkışlarını başka türlü açıklayan olmuyordu. Zaten yakın tarihlere kadar ne zaman bulunan bazı yeni kanıtlar daha önce bilinenlere uymuyorsa, hemen bir göç dalgasıyla her şey yerli yerine oturtuluyordu. Öyle ki eski kavimlerin çanak çömlek yapmak, sonra da bunları kırıp, toprağa gömüp başka yerlere göç etmekten başka bir iş yapmadıkları izlenimini edinebilirdiniz. Son dönemlerde yapılan, özellikle dil bilimsel çalışmaların sonucunda çok daha tanımlanabilir bir ilk çağ insanı ortaya çıkmaya başladı. Tarihte çeşitli nedenlerle göçler olduğu kesindi (Zaten hala da olmaya devam ediyor). Ama bu sanılandan çok daha küçük boyutlu olmalıydı ve gözlemlenen pek çok gerçeğin gayet güzel başka açıklamaları da olabilirdi. Örneğin Hititler'in Anadolu'ya dışardan gelmemiş olmaları gibi. Çünkü (eğer bu teze inanırsanız) Hititler zaten hep Anadolu'da yaşıyorlardı. Tek yaptıkları, İÖ 2000 civarında güneşin denizin üzerinden doğduğu Bafra-Sinop arasındaki dağlık sahil şeridini bırakıp, Kızılırmak vadisini takip ederek Bugünkü Çorum civarına gitmekten ibaretti.

    Bu teoriyi ilk kez Prof. Dr. Önder Bilgi'den duyduk ve çok heyecanlandık. Çünkü ilk çağ tarihinin bir bölümünün toptan değişmesi söz konusuydu. Sadece Hititlerin Anadolu'nun içinden çıkmış bir kavim olmasını getirmiyor, buna bağlı olarak da bütün Hint-Avrupa dil ailesinin ilk ana yurdunun Anadolu'nun da bu sınırlar içinde olabileceğini de öne sürüyordu.

    Hem sürdürmekte olduğumuz doktora çalışmasının, hem de 2001 yılı kazı dönemi buluntularının fotoğraflarını çekebilmek için Eylül ayının ilk günlerinde kendimizi Bafra ilçesinde bulduk. İkiztepe kazısı 1974 yılından beri sürdüğü için artık ilçeyle bütünleşmiş. Önder Hoca'nın da dediği gibi, ilk sorduğumuz kişi bize yolu bir güzel tarif etti. Bafra'ya gelir gelmez İkiztepe kazısını kime sorarsanız gösterirler demişlerdi.

    Gerçekten de önümüze ilk çıkan pastaneye sorduk ve ayrıntılı bir tarif aldık. Çeyrek asrı aşan bir süreden sonra burada İkiztepe kazısını bilmeyen herhalde kalmamış. Görünüşe bakılırsa hemen herkes de elinden geldiğince İkiztepe'yi önemsemeye gayret ediyor. Batıya doğru Bafra'dan çıktık. Çok tipik bir beton köprüyü geçtikten sonra "İkiztepe" tabelasından sağa saptık. Birkaç sormanın ardından da yaşlı çam ağaçlarının arasındaki iki katlı kazı evinin bahçesine geldik.

    İkiztepe 1944 yılında Samsun yakınındaki Dündar Tepe'de kazı yapan arkeologlar tarafından bulundu. İlk sistemli kazılar ise Türk Tarih Kurumu adına Bahadır Alkım tarafından 1974 yılında başlatıldı. 1981 yılında bu yana ise İstanbul Üniversitesi ile Kültür Bakanlığı adına Prof. Dr. Önder Bilgi tarafından yürütülüyor. Buraya İkiztepe denmesine rağmen aslında ikisi büyük olmak üzere 375 x 175 m ölçülerindeki bir alana yayılmış dört tepe söz konusu. En büyük ve en yüksek olan birinci tepe Bafra ovasından yaklaşık 30 m kadar yüksekte. Diğerlerinin yükseltileri ise sırasıyla; ikinci tepe 22.5 m, üçüncü tepe 12.5 m, ve dördüncü tepe 16 m.

    Aslında arkeolojik kazılar çok keyifli yerlerdir. Öğrenciler, bilim adamları, sadece arkeolojik kazılarda rastlanan bir neşe, heyecan ve enerji içinde çalışırlar. Her şey toz pembe değildir ama, onca genç insanın enerjisi ve sevinci, deneyimli hocaların bilgisi bir şekilde ortamı, en azından bizim gibi kısa süreliğine dışardan gelenler açısından, çok çekici hale getirir. Yıllanmış bir kazının, düzeni çoktan oturmuş güzel bir kazı eviydi. Daha birkaç gün öncesine kadar ortalıkta koşturan, kazan, temizleyen, inceleyen öğrencilerin çoğunluğu gitmiş. Geride bir kaç öğrenci, asistan Dr. Şevket Dönmez, Önder Hoca, Bakanlık Temsilcisi Jale Hanım ile aşçı Yılmaz ve şoför Necati beyler kalmıştı. Aslında ortalık daha kalabalıkken gelmeyi tercih ederdik. Ancak bu yıl ele geçen tüm eserleri bir arada görüp, çekebilmemiz için sezonun sonunu beklememiz gerekti. Artık ortama harika bir huzur hakim olmuştu. Kazı evinin etrafında büyüyen çam ağaçlarının rüzgarda çıkardıkları sesten başka bir şey duyulmuyordu.

    İkiztepe kazısı ülkemiz Karadeniz sahillerinin en eski ve en uzun süreli kazısı. Zaten bölgede yapılan arkeolojik çalışmaların sayısı da son derece az. Yakın zamana kadar bu bölgenin tarih öncesi çağlarda fazla bir harekete tanık olmadığı sanılıyordu. Oysa İstanbul Üniversitesi Bilim adamlarından Prof. Dr. Önder Bilgi başkanlığındaki bir grup tarafından yapılan yüzey araştırmaları ve müze çalışmaları sayesinde şimdilerde anlıyoruz ki Karadeniz'e has yoğun bitki örtüsü ve aşırı nemli ortam çok eski çağların kanıtlarını hem gizliyor hem de hızla yok ediyor. Kısaca söylemek gerekirse Gaziantep-Urfa yolunda giderken bir bakışta yedi höyük, Trakya'da Kırklareli'ne ilerlerken sayamadığınız kadar tümülüs gördüğünüz gibi Karadeniz sahilinde herhangi bir arkeolojik kalıntıyı bir bakışta tanıma şansınız çok zayıf. Ayrıca, arkeoloji deyince aklınıza Efes'in tiyatrosu, Didim'in Apollon tapınağı gibi devasa yapıtlar geliyorsa bir höyükten etkilenmeniz de nerdeyse imkansız. Ancak şimdi bu çelimsiz tepecikler geçmişi yeniden yazdırıyorlar ve konuyla ilgilenenleri de çok derinden etkiliyorlar.

    Güneşin batmasına az kalmış olmasına rağmen Prof. Dr. Önder Bilgi bizi yakındaki höyüğe götürdü. Çevreden biraz daha yüksek, insan yapısı bir tepenin üzerindeydik. Höyüklerin nasıl oluştuğu anlamak insana başta çok zor geliyor. Küçük bir mahalle düşünün, hep aynı yerde binlerce yıl kalıyor. Ve nesilden nesile evler yenilenirken yere düşen kerpiç, toprak ve diğer çöpler yüzünden yavaş, yavaş çevreden yükseliyor. Bu tepeyi yukardan dikkatli bir şekilde kazmaya başladığınızda ise zamanda geriye doğru bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Birbirlerinden sadece bir metre ayrı duran iki tabaka arasında yüzlerce yıllık zaman farkları bile olabiliyor. Dört tepeden ilk üçünde ana toprağa kadar inilmiş. Bunun anlamı; daha derine yapılacak kazılarda artık arkeolojik değil olsa, olsa jeolojik bilgiler edinileceği. Kısacası buraya ilk insan yerleştiğindeki toprağa ulaşılmış.

    Önder Hoca ile birlikte höyüğü gezerken hem burayı onun rehberliğinde tanımanın ayrıcalığını yaşıyor hem de son çıkan "Orta Karadeniz Bölgesi Madencileri" kitabında yazdığı konuları dinliyorduk. Hoca İÖ 2100 öncesi metal eserlerin, % 90'nın Orta Karadeniz Bölgesi dışında benzeri olmaması nedeniyle, bu bölge halkının dışarıdan gelmediğine inandığını söylüyordu. Daha sonra Samsun Müzesi'nde göreceğimiz hem teşhirindeki eserlerinin güzelliğinden hem de depolarındakilerin çokluğundan bu küçücük höyükten çıkanlar konusunda gerçekten hayrete düşecektik. Daha dün yapılmış gibi duran metal eserleri, özelikle de bronz mızrak uçları, Anadolu'daki en güzel pişmiş toprak insan figürinleri, harika kaplar, meyvelikler ve akıl almaz sayıdaki dokuma tezgahı ağırlıkları, ağırşakları, ve tarama fırçaları. Sadece salonlardakilerin değil de depodakileri de hesaba katınca karşımıza metale çok güzel şekil verebilen, ciddi bir dokuma sanayiine sahip, kendine has bir inanç sistemi olan büyük bir uygarlık çıkıyordu. Tepe II'de yapılan çalışmalarda yerleşim tarihinin İÖ 4300 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmıştı. İkiztepe'deki yerleşme kesintisiz olarak İÖ 1700'e kadar devam ediyor. Anadolu'daki Hitit krallığının kurulmasına denk gelen bu tarihte yerleşim terk ediliyor. Bin yıldan fazla sessiz kalan İkiztepe İÖ 650 - İÖ 30 arası tekrar kesintisiz bir yerleşime sahne oluyor. Tepe I'de höyüğün ikinci iskan dönemine ait, tümülüs tipi, iki odalı ve dramoslu bir mezar bulunuyor. Antik çağda soyulduğu için mezarın kime ait olduğu bilinmiyor.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

  2. #2
    ziberkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    29.Ağustos.2007
    Yaş
    46
    Mesajlar
    2,462

    Önder Hoca son yıllardaki en radikal arkeologlardan Colin Renfrew'den de söz ediyor. 1987 yılı Archaeology and Language: The Puzzle of Indo-European Origins (Arkeoloji ve Dil: Hint-Avrupa Kökenlerinin Bilmecesi) adlı kitabında Bu dilin nasıl Anadolu'dan yayıldığını anlatıyordu. Hatta artık arkeolojide mühendislik ve matematik eğitimlerinin de verilmesi zorunlu olduğu konusunda yarı şaka yarı ciddi yorumlarda bulunduk. Renfrew çok basit bir açıklama getirmişti. Avrupa'da tarım devrimi başlamadan önce, toplayıcı ve avcı bir kişiyi hayatta tutmak için 10 km2, beş kişilik basit bir aile için 50 km2 alan gerekiyordu. Oysa tarih öncesinde Anadolu'da yaşanan tarım devrimi sayesinde yiyecek üretimi çok arttığı için 1 km2 alanda 5-10 kişi yaşayabilir hale gelmişti. Tarımcıların nüfus avantajı avcı ve toplayıcılara göre 50-100 misliydi ve İÖ 6000'de Anadolu'dan Yunanistan'a geçen bu bilgi sayesinde tarımı bilenler yavaş yavaş kıta Avrupası'na çoğalarak yayılmaya beraberlerinde kendi dillerini de götürmeye başladılar. Kıtanın kuzey batı ucuna varmaları nerdeyse 3000 yıl aldı. Tüm yerel diller bu nüfus avantajı karşısında eriyip giderken (gene aynı teoriye göre) Baskların dili, bir fosil gibi, Avrupa'nın tarım öncesi döneminden kalmış bir dil olabilir.

    Kazı evinin bahçesine masamızı kurduk, ayaklarımızı hazırladık. 2001 yılı buluntuları kutular içinde yanımıza gelmeye başladı. Çekime başladık. Bu tür İlk Çağ kazılarında nedense en önemli buluntular hep en gösterişsizleri olurlar. Pınar'ın elinde getirdiği küçük kutudan çıkan kumaş parçaları da öyleydi. Tamamen bitkisel liflerden eğrilmiş ve dokunmuş kumaşın resimlerini çekerken bundan 5000 yıl kadar öncesindeki, tanımlayamayacağım o günü düşünüyordum. Belki kadın, belki de erkek bir usta, tezgahın bu kumaş parçasının ait olduğu bezi dokuyordu. Bölgede kadınların etkin roller üstlendiğine en açık kanıt, silahlarıyla birlikte gömülmüşlerin varlığı. Zaten Amazon efsaneleri de nerden çıkmışlardı ki?

    İkiztepelilerin nelerle geçindikleri, neler yaptıkları hakkında da oldukça çok bilgimiz var. Bulunan hayvan kemiklerinden, balık kılçıklarından anladığımıza göre hayvancılık ve balıkçılığa tarımdan daha fazla önem veriyorlardı. Ayrıca hayvanlardan elde edilen boynuzlardan saplar, aletler yapıyorlardı. Fosilleşmiş olarak bulunan bazı parçalardan da deri işlemeyi bildiklerini öğreniyoruz. Metal işleme konusunda bu kadar ilerlemiş olmalarına karşın çevrede maden cevheri ya da işleme sonrası cürufa rastlanmadığı için metalleri ticaret yoluyla külçe halinde aldıklarını düşünmekteyiz. Ödeme olarak işlenmiş deri ve kumaş vermiş olmaları büyük olasılık.

    Modern arkeolojinin nerdeyse tüm yaklaşımlarını İkiztepe kazısında bulmak mümkün. Örneğin buradaki insanlar etnik olarak hangi özellikleri içeriyorlardı? Bu sorunun da yanıtı araştırılmıştı. İlk Tunç Çağı'nda mezarlık olarak kullanılan Tepe I'de 600'den fazla mezar ortaya çıkarılmış. Yapılan incelemelerde burada yaşayan insanların Akdeniz ırkı özellikleri göstermediğini ortaya konmuş. Alacahöyük, Horoztepe mezarlıklarında bulunan Orta Anadolu'da yaşayan ırktan farklı olduğu ve Karadeniz kıyıları boyunca bir taraftan Kafkasya, diğer taraftan Romanya'da yaşamış halkla aynı ırktan geldiği anlaşılmış. Ayrıca buradaki mezarlarda şimdi müzede bulunan pek çok eserin ve ölü hediyesinin yanında bizzat ölülerin kendileri de bize bilgiler vermekte. Örneğin kafatasından bir parçayı çıkarma ameliyatları yapılmış olduğunu buluntulardan anlıyoruz. Bu kafataslarındaki en ilginç özellik deliklerin açılmış olması değil, bu deliklerin çevresindeki kemiklerin yeni dokular üreterek yarayı bir anlamda kapatabilmiş olmaları. Kısacası, kafaları delinen "zavallı insanlar" ameliyattan sonra daha uzun müddet yaşamaya devam etmişler. Bu da ancak belli bir tıp bilgisi ve geleneği olmadan yapılamayacak bir iş.

    İnanç sistemi olarak ise, kazılarda sadece kadını temsil eden figürinler ile boğa figürinleri bulunmuş olmasından İkiztepe halkının da Anadolu'da Neolitik çağdan beri tapınılan ana ve bereket tanrıçaları ile, erkeklik gücünü temsil eden boğaya taptıkları anlaşılmaktadır.

    Daha ilk gittiğimiz gün, kazı evine bir kaç kilometre kala, hemen yolun kenarında bir tepe gözümüze ilişti. Aynı höyük gibi duruyordu. Prof. Dr. Önder Bilgi'ye sorduk. Bizi doğruladı. Adına Şirlek Tepe denen bu yer gerçekten de bir höyükmüş. Henüz hiç bir kazı da yapılmamış. Dönerken son bir kez bakıp, içinde kimbilir ne sırlar sakladığını düşünmeden edemedik

    2001 kazısı sonuçları

    Prof. Dr. Önder Bilgi başkanlığında Samsun'un Bafra ilçesi'nde 30 Temmuz'da başlayan 2001 yılı kazıları 4 Eylül de tamamlandı. Bu yılki İkiztepe kazılarında toplam 393 adet eser ele geçti. Kazılarda 20'ye yakın bilim heyeti üyesinin yanında 24 işçi görev aldı. İkiztepe'nin I. Tepesinde 200 metrekarelik bir alanda ortalama 2 metre derinliğe inilerek yapılan çalışmalar sonucunda; İlk Tunç Çağı yerleşme katlarının kalıntıları ile 16 adet mezar ortaya çıkarıldı. Bebek, çocuk, yetişkin kadın ve erkeklere ait mezarlarda kurşun ve tunç eserlere de rastlandı. Çocuk mezarlarında genellikle küpe ve bilezikler, yetişkin erkek mezarlarında da mızrak ucu, hançer, zıpkın ucu, kesici, balta ve de ustura gibi silah ve aletler ele geçti. Küpeler tekli, çift, üçlü ve dörtlü olarak kullanıldığı görüldü. Yani günümüz modası çok delikli kulaklar 5 bin yıl önce İkiztepe'de de modaydı. Bir kadın mezarında ise 761 adet frit boncuklardan oluşan çok gösterişli kulak süslemeleri bulundu. İkiztepe'de bu yıl ele geçen mezarlarla birlikte kazıların başlangıcından itibaren süren 28 sezon sonunda tespit edilen mezar sayısı 664'e ulaştı.

    Kültür katlarında dokumacılığa ait pişmiş topraktan kirkitler, ağırşaklar ve dokuma parçaları ile giysi yapımında kullanılan kemik deliciler ele geçti.

    Ayrıca yanmış bir yapının tabanı üzerinde değişik işlevler için üretilmiş tunç eserler grup halinde çıktı. Değişik büyüklükteki çanak çömlekler ile iki adet meyvelik bu yılın seçkin eserleri arasındaydı. Kadın figürinleri açısından önceki yıllara göre daha fakir buluntu veren İkiztepe'de etütlük değerde pişmiş topraktan birkaç figürin de ele geçti.Bu yılki buluntularla birlikte İkiztepe'de şimdiye kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda 9 bin adet eser bilim dünyasına kazandırılmış oldu.Samsun Müzesi'nde sergilenen ve korunan eserler İlk Tunç Çağı'nın Anadolu'daki seçkin örnekleri arasında yer alırlar.

    İkiztepe kazıları Karadeniz bölgesinde yapılan tek protohistorik kazı olarak Bafra ve dolayısıyla Orta Karadeniz Bölgesinin, İlk Tunç Çağı insanlarının sosyo- ekonomik yaşamları ile dini inançlarına ışık tutan tek merkez olması açısından da önemini koruyor.

    İkiztepe figürinleri

    İlk Tunç Çağına (İÖ 3000 ) tarihlenen İkiztepe figürin ve daha soyut insan betimlemeleri olan idollerinin çoğunluğunu pişmiş topraktan yapılan kadınlar oluşturur. Anadolu'nun Neolitik Çağ'dan beri devam eden Ana Tanrıça geleneğinin Karadeniz bölgesindeki temsilcileri İkiztepe figürinleridir. Birkaç grupta benzer özellikler gösteren figürinlerin çoğunluğu ayakta duran tiptedir. Genellikle çıplak olarak betimlenmiş bu kadınlar kuş kanadını andıran yukarı kalkmış kollarıyla adeta dua eder gibidirler. Basık yuvarlak yüzlü, küçük gözlü, top burunlu, küçük yuvarlak ağızlı, kulaklarında çift küpe delikleri olan İkiztepe kadınları düzgün vücut hatlarıyla dikkati çekerler. Küçük göğüslü, ince belli, fındık göbekli, çıkık popolu, geniş kalçalı ve birbirine bitişik bacaklı bu kadınlar, büyük cinsel organlarıyla kadınlığı ve doğurganlığı çağrıştırmaktadır.

    İkiztepe figürinlerinden en ilginci 1975 yılında bulunan, üzerinde sepet örgüsüne benzer giysi olduğu sanılan figürindir. Bu kadının göğsünde aşağı doğru inen kazıma bezemeler ise kaburgalarını belirtir gibidir.

    İkiztepe'lilerin kadın figürinleri tapınma sırasında kutsal alanlarda kullandıkları, Tepe III'de ki kazılar sırasında ağaç gövdeleri ile etrafı belirli aralıklarla düzenlenmiş bir sundurma içinde yarım daire şekilli kutsal alanda yer alan bir sunakta ele geçen on sekiz adet kadın figürininden anlaşılmaktadır. Ancak, tören sırasında figürinlerin ne şekilde kullanıldıkları tam olarak tespit edilememiştir.

    Anadolu'nun İÖ 3'bin yerleşmeleri içinde en seçkin plastik özellikler gösteren İkiztepe figürin ve idollerinin sayısı bu yıl ele geçenlerle birlikte 130'a ulaşmıştır.

    Alıntıdır.
    Allah'ım, huşu duymaz bir kalpten, dinlenmeyen bir duadan, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden sana sığınırım.
    Linklerde Sorun varsa Lütfen Bildiriniz.(Konu İsmi Veriniz)

Bu Konu için Etiketler

Giriş