Gündüz AKTAN *
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Giriş
‘Batı Avrupa’da Yeni Irkçılığın Psikolojisi” adlı monografi (Thomson, Harris, Volkan), uluslararası kuruluşlar tarafından ırkçılığın çağdaş biçimleri üzerine hazırlanmış Çeşitli raporları kısaca incelemektedir. Monografide, ırkçılık, ırkçı ayırımcılık ve ırkçı önyargı ile etniklik (ethnicity) ve etnosantrizm tanımlanmaya çalışılmış; Şiddetli gerginlik (stres) zamanlarında ırkçılığa yol açan kişisel ve grup psikolojilerinin altında yatan mekanizmalar de üzerinde de durulmuştur. (Bu monografide, yukarıdaki monografide yer alan tanımlar esas alınmıştır.)
Bu çalışmada ise, Avrupa’daki ırkçılığın nedenleri tarihsel bir perspektiften incelenmektedir. ‘Britannica’ Ansiklopedisi’nde (Macropedia v. 15, pp. 359—366) belirtildiği ve aşağıdaki paragraflarda özetlendiği üzere, ırkçılık yalnız etnosantrizmin evrensel olmasına karşılık arızi olmakla kalmayıp, tarihte oldukça yakın zamanda ortaya çıkmış bir süreçtir ve dünyanın bazı bölgelerinde görülürken, diğerlerinde görülmemektedir.
Hindistan kast sisteminin temelde ırkçı olduğu ve Hindistan’ın ırkçı bir toplum olduğunu ileri sürmek pek inandırıcı değildir. ‘Bir kere doğmuş” ve “iki kere doğmuş” olanlar arasındaki temel ayrılmanın büyük olasılıkla fetheden Ariler ile fethedilen Dravidianlar arasındaki kültürel farklılık ile ilgisi vardır, ‘İkinci grup muhtemelen daha koyu tenliydi, ama bu fiziksel ayrılığın sosyal açıdan belirleyici rol oynadığı tespit edilememiştir.
İncil eski Samilerin ırkçı olduğuna dair hiçbir unsur taşımaz. Aynı şey Kuran ve İslam gelenekleri için de geçerlidir. Hatta Araplar 19. yüzyıl ortalarına doğru köle ticareti ile Afrika’ya büyük tahribat yaptıklarında bile tutumları Avrupa köleliliğinin ırkçı unsurlarını taşımıyordu.
Doğu Asya uygarlıkları (Çin, Japonya v.b.) diğer kültürlere karşı fiziksel güzellik ve yüksek etnosantrik yargılar taşıyan kendini beğenmişlik (narsisizm) dışında ırkçılık adı verilebilecek herhangi bir tavır göstermezler.
Batı toplumları ile ilişkilerden kaynaklanmadığı söylenebilecek çok az ırkçı yerli sistem vardır. Bunların en önemli olanı Rwanda ve Burundi’deki Tutsi ve Hutular arasındaki ırkçılıktır.
Ancak en geniş, en uzun süreli ve tehlikeli ırkçılık, Batı Avrupa ve onun Afrika, Asya, Avustralya ve Batı yarı küredeki kolonilerinde görülmüştür. Batıdaki bu ırkçılık göreceli olarak yenidir Eski Yunan ve Roma’da statü kriteri ırkçı değil, kültüreldi. Kölelik ırkçı ve etnik özellikleri olmayan hukuki ve ekonomik bir olguydu. Hiç şüphe yok ki, Roma’ya getirilen zenciler doğuştan aşağı kabul edilmiyorlardı.
Orta çağlarda, grup içi ilişkilerde dini ölçütler ağırlık kazanmışlardı. Yahudi karşıtlığı açıkça dini idi ve Rönesans, Reformasyon ve Din Savaşları suresince de devam etti.
Yeni Dünyanın İspanyollarca fethinin vahşet ortalaması yüksekti ve ekonomik sömürü söz konusuydu. Bugün ırkçılık her ne kadar Latin Amerika’da yok denemezse de kıtanın diğer bölgelerinde (Kuzeyinde) çok daha yaygın durumdadır Latin Amerika’nın çoğu bölgesinde, hatta Kızılderililerin yoğun olduğu ülkelerde bile kültürel kriterler fiziksel olanlardan daha önemlidir.
Genelde Portekizlilerin Afrika’daki kolonilerinin ırkçı olmadığını iddia etmeleri en azından İngiltere, Belçika ve Hollanda ile karşılaştırıldığında doğrudur. Bu durum Portekiz rejiminin diğer koloni rejimlerinden daha az ezici ve sömürücü olmadığı anlamına gelmez. Ancak Portekizliler diğerlerine nazaran daha az ırkçı ayırım yapmıştır. Portekizliler ırkçı olmaktan çok etnosantriktir.
Brezilya’da ırk ilişkileri oldukça karışıktır ve bir bölgeden diğerine büyük farklılıklar gösterir. Brezilya ırksal açıdan yüksek düzeyde bilinçli olarak tanımlanabilir; ancak ırkçı ayırımın iyi belirlenememiş formları burada da söz konusudur. Bu tür bir ayırımcılık, çoğunlukla, ırk, etnik ve sosyal sınıf unsurlarının ince bir karışımıdır ve bu karışımda ırk en önemli unsur değildir.
Fransa da, Portekiz ve İspanya gibi, koloni politikasında ırkçı olmaktan çok etnosantrizm eğilimi göstermiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Fransızlar Cezayir’de Araplara karşı hatırı sayılır düzeyde ırkçılık yapmışlardır.
Hollanda ve İngiltere dünyanın gördüğü en büyük ırkçı sömürge toplumları olan Güney Afrika, Amerika ve Avustralya’nın oluşturulmasından sorumludurlar.
Almanya’da 1930’larda Holocaust ile son bulan anti-semitizm dalgası, insanlık tarihindeki en korkunç ırkçı olaydı. Her ne kadar Nazi anti-semitizmi Avrupa’daki uzun süreli din hoşgörüsüzlüğünün bir sonucuysa da, Hitler’in üstün ırk teorisi bunu o güne kadar bilinmeyen bir soykırım faciasına dönüştürmüştür.
Din de önyargı ve ayırımcılık ile ilişkilidir. Avrupa’nın ırk konusunda oldukça hoşgörülü Katolik ülkeleri ile ırkçı Protestan ülkeleri ve bunların sömürge uzantıları arasında inkâr edilemeyecek farklar vardır. Katolik kilisesi daha evrensel tutumlar benimseyip ırkçılığı reddederken, birçok Protestan tarikat, özellikle daha yobaz ve köktendinci olanları, Kutsal kitabı ırkçı tarzda yorumlamışlardır.
Yukarıdaki bakış açısı ile BM insan Hakları Alt Komisyon kararlarında ırkçılığın vuku bulduğu yer olarak “Kuzey Amerika ve Avrupa”ya, Komisyon’un son kararında ise “gelişmiş ülkeler”e atıfta bulunulmasının altında yatan değerlendirme aynıdır. Bu bakımdan, bu monografide ırkçılığın nasıl ve hangi nedenlerle dünyada çok parlak bir uygarlığın yaratıldığı belirli bir coğrafi bölgede oluştuğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bu, yeni ırkçı (neo-racist) eğilimlerin insanlığın II. Dünya Savaşı ve Holocaust ile büyük acılar çekmesinden ancak yarım yüzyıl geçmişken ortaya çıkması ile daha da geçerlilik kazanmaktadır.
İlk bakışta, Avrupa’nın şu sırada savaş, ekonomik depresyon, politik istikrarsızlık veya güvenlik krizleri gibi derin kızgınlık (frustration), geri çekilme (regression) ve yansıtmalara (projection) yol açan hiçbir neden yok gibi görünmektedir. Gerçekte, Avrupa çalkantılı tarihindeki en uzun süreli barış ve refah dönemini yaşamaktadır. Gümrük birliği ve tek pazarı başarmış olan Avrupa Topluluğu ekonomik birliğin son aşaması olan ortak para birimini oluşturmaktadır. İşsizlik göreceli olarak yüksekse de sosyal güvenlik ve yardım ağı oldukça etkili. Ekonomik alanda Avrupa yüksek umutlara ve büyük ihtiraslara sahiptir ve bunda da haklıdır.
Politik birliğe doğru atılan adımlar, ekonomik bütünleşmeyi, makul bir zaman aralığıyla izlemektedir. Mallar, hizmetler ve sermayeye ek olarak Avrupalı vatandaşlar da Avrupa Topluluğu sınırları içinde gittikçe artan bir geçirgenlikle özgürce dolaşabilmektedirler. Ülkelerin fiziksel sınırları kalsa da, politik birlik sonuçta psikolojik sınırları azaltacak ve yok edecektir. Politik ve savunma birliğini öngören Maastricht Antlaşması’nın onaylanmasında güçlükler yaşandığı doğrudur. Ancak bu yavaşlama yalnızca geçici bir süre için geçerli görünmektedir.
Dâhili olarak, Avrupa hatırı sayılır bir başarı hikâyesidir. Yarım yüzyıldan az bir süre içinde iki büyük savaşa neden olan Avrupa’da istikrarsızlık kaynağı güçler dengesi sistemi bertaraf edilmiş gibidir. Avrupa milli devletleri arasındaki ve özellikle Fransa ve Almanya arasındaki tarihsel düşmanlıklar, korkular ve şüpheler unutulmuş ve yerini yoğun işbirliğine bırakmıştır.
Almanya’nın birleşmesiyle aşağı yukarı bir yüzyıl önce ortaya çıkan kargaşa düşünüldüğünde, Almanya’nın yeniden birleşmesi Avrupa’nın içinde ve dışında hemen hemen kayda değer hiçbir etkiye neden olmamıştır.
Harici olarak, Batı Avrupa bütün zamanların en büyük zaferini tek bir kurşun bile atmadan sağlamıştır. Tarihin en güçlü totaliter ülkesi çökmüş ve Avrupa için ifade ettiği öldürücü tehditler son bulmuştur. Yeni özgür ülkeler politik demokrasi, insan haklarına saygı ve serbest pazar ekonomisi gibi konularda Avrupalı-Batılı değerleri taklit eden uydular halini almıştır.
Bu koşullar altında insan Avrupa’nın zaferin tadını yavaşça çıkarmasını beklerken, tekrar başlayan ırkçılık bu mutluluğu bozmuştur. Bu aynı zamanda insanlığın geleceğe duyduğu güveni de sarsmaktadır. Bu olumlu koşullar içinde bile potansiyel ırkçılık tehlikesi mevcut olabilirse, insanların bu dünyada rahat bir nefes almasına imkân yok demektir. Belki de bizler, bu durumun altında yatan gizli akımları araştırarak, anlaşılmazı anlamak ve hayata bir ölçüde belirlilik getirmek zorundayız.
Avrupa’daki yabancı sayısı gittikçe artmaktadır. Göç ve ırkçılık süreçleri arasında karşılıklı özel bir ilişki olduğu görülmektedir. Her ne kadar göç kaçınılmaz Şekilde ırkçılığı oluşturmasa da, ırkçılığın anti-göç nitelik göstermesi nedeniyle ikisi arasında etkileşim olduğu anlaşılmaktadır (1). Avrupa ırkçılığı, belli Avrupa ideallerine dayalı Avrupa’nın inşası sürecinde hızlanmaktadır. Bu çerçevede zor olan soru, Avrupa’yı tanımlamak için “Avrupalının tanımlanması” gerekip gerekmediğidir. Bu soru ırkçılığın kurumsal ve ideolojik boyutlarının analizi için önemlidir. Avrupa çözümü önceden belirlenmemiş tarihi bir problemdir. Göç ve ırkçılık bu problemin öğelerini oluşturmaktadır.
Avrupa (federal devlet veya çok uluslu imparatorluklar gibi) kapalı bir biçimden ziyade değişik ekonomik-kültürel grupların karşılaştığı açık bir birlik olacaktır. Bu Avrupa bazı iç sınırları açıkça görünmüyor diye daha az kapalı olmayacaktır. Sadece politik sınırlar değil, aynı zamanda değişik toplumlar arasındaki işbölümüne dayalı sosyal sınırlar da bulunacaktır. Güneyden ve doğudan gelen göçmenlerin ekonomik ve ideolojik nedenlerden dolayı farklı statüleri olacaktır. Böylece Avrupa bir erime potası veya etnososyal grupların istikrarsız hiyerarşik yapısı oluşmaktadır.
Avrupa dünyanın politik sorunlarının yansıtıldığı bir yer olacaktır. Bütün Avrupa ülkeleri arasında Almanya ulusal devlet krizini en şiddetli hali ile yaşamaya aday ülkedir. Bu sadece Doğu ve Batı Almanya’nın bir millet olarak birleşmesinin belirsizlikleri olan bir girişim olmasından değil, aynı zamanda yarının Almanya’sının göçleri tümüyle durduramaması halinde çevresindeki dünyadaki bütün etnik ve sosyal gerilimleri yoğun biçimde içine taşıyarak yaşayacak olması nedeniyle de böyle olacaktır. Bu koşullar altında Almanya’nın unutulan ya da unutulmuş görünen milliyetçi gelenekleri Avrupa tarihinin belirleyici unsuru olarak su yüzüne çıkaracaktır (2).
Karşı karşıya olduğumuz ırkçılık, eski ırkçılık türlerinin değişmiş bir şekli değildir. Çağdaş Avrupa’nın sosyal yapı ve güç ilişkilerini yansıtan yeni bir oluşumdur. Bu ırkçılık için üç unsur söz konusudur:
—Travmatik olaylarla belirlenmiş bir kısmı bilinçli, bir kısmı bilinçaltı olan; kültürün ve kurumların tarihine nüfuz etmiş bulunan, tarihsel olaylarla periyodik olarak harekete geçen ve böylece devamlılığını kanıtlayan ırkçı geleneklerin veya ortak belleğin varlığı;
— İstikrarlı olmayan, ancak ekonomik güç yapısının fonksiyonunu yerine getiren ve kısmen de olsa devlet organizasyonuna yansımış olan sosyal ayırımcılığın varlığı;
— Son olarak, devleti, onun ideolojik temellerini, bireyleri ve kurumları kapsayan, bireyin derinden sarsılmış kimliğini etkileyerek onun entelektüel ve manevi güvensizliğini kitleler düzeyinde duymasına neden olan kurumsal krizin varlığı.
İlk olarak Avrupa’da ırkçılık “geleneklerinin” nasıl kök saldığına bakalım.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Giriş
‘Batı Avrupa’da Yeni Irkçılığın Psikolojisi” adlı monografi (Thomson, Harris, Volkan), uluslararası kuruluşlar tarafından ırkçılığın çağdaş biçimleri üzerine hazırlanmış Çeşitli raporları kısaca incelemektedir. Monografide, ırkçılık, ırkçı ayırımcılık ve ırkçı önyargı ile etniklik (ethnicity) ve etnosantrizm tanımlanmaya çalışılmış; Şiddetli gerginlik (stres) zamanlarında ırkçılığa yol açan kişisel ve grup psikolojilerinin altında yatan mekanizmalar de üzerinde de durulmuştur. (Bu monografide, yukarıdaki monografide yer alan tanımlar esas alınmıştır.)
Bu çalışmada ise, Avrupa’daki ırkçılığın nedenleri tarihsel bir perspektiften incelenmektedir. ‘Britannica’ Ansiklopedisi’nde (Macropedia v. 15, pp. 359—366) belirtildiği ve aşağıdaki paragraflarda özetlendiği üzere, ırkçılık yalnız etnosantrizmin evrensel olmasına karşılık arızi olmakla kalmayıp, tarihte oldukça yakın zamanda ortaya çıkmış bir süreçtir ve dünyanın bazı bölgelerinde görülürken, diğerlerinde görülmemektedir.
Hindistan kast sisteminin temelde ırkçı olduğu ve Hindistan’ın ırkçı bir toplum olduğunu ileri sürmek pek inandırıcı değildir. ‘Bir kere doğmuş” ve “iki kere doğmuş” olanlar arasındaki temel ayrılmanın büyük olasılıkla fetheden Ariler ile fethedilen Dravidianlar arasındaki kültürel farklılık ile ilgisi vardır, ‘İkinci grup muhtemelen daha koyu tenliydi, ama bu fiziksel ayrılığın sosyal açıdan belirleyici rol oynadığı tespit edilememiştir.
İncil eski Samilerin ırkçı olduğuna dair hiçbir unsur taşımaz. Aynı şey Kuran ve İslam gelenekleri için de geçerlidir. Hatta Araplar 19. yüzyıl ortalarına doğru köle ticareti ile Afrika’ya büyük tahribat yaptıklarında bile tutumları Avrupa köleliliğinin ırkçı unsurlarını taşımıyordu.
Doğu Asya uygarlıkları (Çin, Japonya v.b.) diğer kültürlere karşı fiziksel güzellik ve yüksek etnosantrik yargılar taşıyan kendini beğenmişlik (narsisizm) dışında ırkçılık adı verilebilecek herhangi bir tavır göstermezler.
Batı toplumları ile ilişkilerden kaynaklanmadığı söylenebilecek çok az ırkçı yerli sistem vardır. Bunların en önemli olanı Rwanda ve Burundi’deki Tutsi ve Hutular arasındaki ırkçılıktır.
Ancak en geniş, en uzun süreli ve tehlikeli ırkçılık, Batı Avrupa ve onun Afrika, Asya, Avustralya ve Batı yarı küredeki kolonilerinde görülmüştür. Batıdaki bu ırkçılık göreceli olarak yenidir Eski Yunan ve Roma’da statü kriteri ırkçı değil, kültüreldi. Kölelik ırkçı ve etnik özellikleri olmayan hukuki ve ekonomik bir olguydu. Hiç şüphe yok ki, Roma’ya getirilen zenciler doğuştan aşağı kabul edilmiyorlardı.
Orta çağlarda, grup içi ilişkilerde dini ölçütler ağırlık kazanmışlardı. Yahudi karşıtlığı açıkça dini idi ve Rönesans, Reformasyon ve Din Savaşları suresince de devam etti.
Yeni Dünyanın İspanyollarca fethinin vahşet ortalaması yüksekti ve ekonomik sömürü söz konusuydu. Bugün ırkçılık her ne kadar Latin Amerika’da yok denemezse de kıtanın diğer bölgelerinde (Kuzeyinde) çok daha yaygın durumdadır Latin Amerika’nın çoğu bölgesinde, hatta Kızılderililerin yoğun olduğu ülkelerde bile kültürel kriterler fiziksel olanlardan daha önemlidir.
Genelde Portekizlilerin Afrika’daki kolonilerinin ırkçı olmadığını iddia etmeleri en azından İngiltere, Belçika ve Hollanda ile karşılaştırıldığında doğrudur. Bu durum Portekiz rejiminin diğer koloni rejimlerinden daha az ezici ve sömürücü olmadığı anlamına gelmez. Ancak Portekizliler diğerlerine nazaran daha az ırkçı ayırım yapmıştır. Portekizliler ırkçı olmaktan çok etnosantriktir.
Brezilya’da ırk ilişkileri oldukça karışıktır ve bir bölgeden diğerine büyük farklılıklar gösterir. Brezilya ırksal açıdan yüksek düzeyde bilinçli olarak tanımlanabilir; ancak ırkçı ayırımın iyi belirlenememiş formları burada da söz konusudur. Bu tür bir ayırımcılık, çoğunlukla, ırk, etnik ve sosyal sınıf unsurlarının ince bir karışımıdır ve bu karışımda ırk en önemli unsur değildir.
Fransa da, Portekiz ve İspanya gibi, koloni politikasında ırkçı olmaktan çok etnosantrizm eğilimi göstermiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Fransızlar Cezayir’de Araplara karşı hatırı sayılır düzeyde ırkçılık yapmışlardır.
Hollanda ve İngiltere dünyanın gördüğü en büyük ırkçı sömürge toplumları olan Güney Afrika, Amerika ve Avustralya’nın oluşturulmasından sorumludurlar.
Almanya’da 1930’larda Holocaust ile son bulan anti-semitizm dalgası, insanlık tarihindeki en korkunç ırkçı olaydı. Her ne kadar Nazi anti-semitizmi Avrupa’daki uzun süreli din hoşgörüsüzlüğünün bir sonucuysa da, Hitler’in üstün ırk teorisi bunu o güne kadar bilinmeyen bir soykırım faciasına dönüştürmüştür.
Din de önyargı ve ayırımcılık ile ilişkilidir. Avrupa’nın ırk konusunda oldukça hoşgörülü Katolik ülkeleri ile ırkçı Protestan ülkeleri ve bunların sömürge uzantıları arasında inkâr edilemeyecek farklar vardır. Katolik kilisesi daha evrensel tutumlar benimseyip ırkçılığı reddederken, birçok Protestan tarikat, özellikle daha yobaz ve köktendinci olanları, Kutsal kitabı ırkçı tarzda yorumlamışlardır.
Yukarıdaki bakış açısı ile BM insan Hakları Alt Komisyon kararlarında ırkçılığın vuku bulduğu yer olarak “Kuzey Amerika ve Avrupa”ya, Komisyon’un son kararında ise “gelişmiş ülkeler”e atıfta bulunulmasının altında yatan değerlendirme aynıdır. Bu bakımdan, bu monografide ırkçılığın nasıl ve hangi nedenlerle dünyada çok parlak bir uygarlığın yaratıldığı belirli bir coğrafi bölgede oluştuğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bu, yeni ırkçı (neo-racist) eğilimlerin insanlığın II. Dünya Savaşı ve Holocaust ile büyük acılar çekmesinden ancak yarım yüzyıl geçmişken ortaya çıkması ile daha da geçerlilik kazanmaktadır.
İlk bakışta, Avrupa’nın şu sırada savaş, ekonomik depresyon, politik istikrarsızlık veya güvenlik krizleri gibi derin kızgınlık (frustration), geri çekilme (regression) ve yansıtmalara (projection) yol açan hiçbir neden yok gibi görünmektedir. Gerçekte, Avrupa çalkantılı tarihindeki en uzun süreli barış ve refah dönemini yaşamaktadır. Gümrük birliği ve tek pazarı başarmış olan Avrupa Topluluğu ekonomik birliğin son aşaması olan ortak para birimini oluşturmaktadır. İşsizlik göreceli olarak yüksekse de sosyal güvenlik ve yardım ağı oldukça etkili. Ekonomik alanda Avrupa yüksek umutlara ve büyük ihtiraslara sahiptir ve bunda da haklıdır.
Politik birliğe doğru atılan adımlar, ekonomik bütünleşmeyi, makul bir zaman aralığıyla izlemektedir. Mallar, hizmetler ve sermayeye ek olarak Avrupalı vatandaşlar da Avrupa Topluluğu sınırları içinde gittikçe artan bir geçirgenlikle özgürce dolaşabilmektedirler. Ülkelerin fiziksel sınırları kalsa da, politik birlik sonuçta psikolojik sınırları azaltacak ve yok edecektir. Politik ve savunma birliğini öngören Maastricht Antlaşması’nın onaylanmasında güçlükler yaşandığı doğrudur. Ancak bu yavaşlama yalnızca geçici bir süre için geçerli görünmektedir.
Dâhili olarak, Avrupa hatırı sayılır bir başarı hikâyesidir. Yarım yüzyıldan az bir süre içinde iki büyük savaşa neden olan Avrupa’da istikrarsızlık kaynağı güçler dengesi sistemi bertaraf edilmiş gibidir. Avrupa milli devletleri arasındaki ve özellikle Fransa ve Almanya arasındaki tarihsel düşmanlıklar, korkular ve şüpheler unutulmuş ve yerini yoğun işbirliğine bırakmıştır.
Almanya’nın birleşmesiyle aşağı yukarı bir yüzyıl önce ortaya çıkan kargaşa düşünüldüğünde, Almanya’nın yeniden birleşmesi Avrupa’nın içinde ve dışında hemen hemen kayda değer hiçbir etkiye neden olmamıştır.
Harici olarak, Batı Avrupa bütün zamanların en büyük zaferini tek bir kurşun bile atmadan sağlamıştır. Tarihin en güçlü totaliter ülkesi çökmüş ve Avrupa için ifade ettiği öldürücü tehditler son bulmuştur. Yeni özgür ülkeler politik demokrasi, insan haklarına saygı ve serbest pazar ekonomisi gibi konularda Avrupalı-Batılı değerleri taklit eden uydular halini almıştır.
Bu koşullar altında insan Avrupa’nın zaferin tadını yavaşça çıkarmasını beklerken, tekrar başlayan ırkçılık bu mutluluğu bozmuştur. Bu aynı zamanda insanlığın geleceğe duyduğu güveni de sarsmaktadır. Bu olumlu koşullar içinde bile potansiyel ırkçılık tehlikesi mevcut olabilirse, insanların bu dünyada rahat bir nefes almasına imkân yok demektir. Belki de bizler, bu durumun altında yatan gizli akımları araştırarak, anlaşılmazı anlamak ve hayata bir ölçüde belirlilik getirmek zorundayız.
Avrupa’daki yabancı sayısı gittikçe artmaktadır. Göç ve ırkçılık süreçleri arasında karşılıklı özel bir ilişki olduğu görülmektedir. Her ne kadar göç kaçınılmaz Şekilde ırkçılığı oluşturmasa da, ırkçılığın anti-göç nitelik göstermesi nedeniyle ikisi arasında etkileşim olduğu anlaşılmaktadır (1). Avrupa ırkçılığı, belli Avrupa ideallerine dayalı Avrupa’nın inşası sürecinde hızlanmaktadır. Bu çerçevede zor olan soru, Avrupa’yı tanımlamak için “Avrupalının tanımlanması” gerekip gerekmediğidir. Bu soru ırkçılığın kurumsal ve ideolojik boyutlarının analizi için önemlidir. Avrupa çözümü önceden belirlenmemiş tarihi bir problemdir. Göç ve ırkçılık bu problemin öğelerini oluşturmaktadır.
Avrupa (federal devlet veya çok uluslu imparatorluklar gibi) kapalı bir biçimden ziyade değişik ekonomik-kültürel grupların karşılaştığı açık bir birlik olacaktır. Bu Avrupa bazı iç sınırları açıkça görünmüyor diye daha az kapalı olmayacaktır. Sadece politik sınırlar değil, aynı zamanda değişik toplumlar arasındaki işbölümüne dayalı sosyal sınırlar da bulunacaktır. Güneyden ve doğudan gelen göçmenlerin ekonomik ve ideolojik nedenlerden dolayı farklı statüleri olacaktır. Böylece Avrupa bir erime potası veya etnososyal grupların istikrarsız hiyerarşik yapısı oluşmaktadır.
Avrupa dünyanın politik sorunlarının yansıtıldığı bir yer olacaktır. Bütün Avrupa ülkeleri arasında Almanya ulusal devlet krizini en şiddetli hali ile yaşamaya aday ülkedir. Bu sadece Doğu ve Batı Almanya’nın bir millet olarak birleşmesinin belirsizlikleri olan bir girişim olmasından değil, aynı zamanda yarının Almanya’sının göçleri tümüyle durduramaması halinde çevresindeki dünyadaki bütün etnik ve sosyal gerilimleri yoğun biçimde içine taşıyarak yaşayacak olması nedeniyle de böyle olacaktır. Bu koşullar altında Almanya’nın unutulan ya da unutulmuş görünen milliyetçi gelenekleri Avrupa tarihinin belirleyici unsuru olarak su yüzüne çıkaracaktır (2).
Karşı karşıya olduğumuz ırkçılık, eski ırkçılık türlerinin değişmiş bir şekli değildir. Çağdaş Avrupa’nın sosyal yapı ve güç ilişkilerini yansıtan yeni bir oluşumdur. Bu ırkçılık için üç unsur söz konusudur:
—Travmatik olaylarla belirlenmiş bir kısmı bilinçli, bir kısmı bilinçaltı olan; kültürün ve kurumların tarihine nüfuz etmiş bulunan, tarihsel olaylarla periyodik olarak harekete geçen ve böylece devamlılığını kanıtlayan ırkçı geleneklerin veya ortak belleğin varlığı;
— İstikrarlı olmayan, ancak ekonomik güç yapısının fonksiyonunu yerine getiren ve kısmen de olsa devlet organizasyonuna yansımış olan sosyal ayırımcılığın varlığı;
— Son olarak, devleti, onun ideolojik temellerini, bireyleri ve kurumları kapsayan, bireyin derinden sarsılmış kimliğini etkileyerek onun entelektüel ve manevi güvensizliğini kitleler düzeyinde duymasına neden olan kurumsal krizin varlığı.
İlk olarak Avrupa’da ırkçılık “geleneklerinin” nasıl kök saldığına bakalım.