Barbaros Hayrettin Paşa'nın Hatıraları - 3
BİR OSMANOĞLU'NUN ELiNDEN ÜLKE ALINDIĞINI KİMSE DUYMAMIŞTI
Bütün kudret Allahü Taala Hazretleri'nin elindedir. Dilediğini aziz ve dilediğini zelil eder. Tunus Sultanı, dinimizin bu inceliğinden gafildi. Elbet büyük kusurları vardı ki, Cenab-ı Hak tarafından zelil kılınmıştı. Şimdi Cezayir'i benim elimden almak artık hiçbir dünyevi kudretin iktidarı dahilinde değildi. Çünkü ülke benim değil, Şevketlü hakanımız Selim Han'ındı. Şimdiye kadar bir Osmanoğlu'nun elinden ülke alındığını da kimse işitmemişti. Gerçek bu merkezdeydi. Kim ki bu gerçeği kavramakta anlayışsızlık gösterecekti, başını en büyük belalara sarması mukadderdi. Cezayir halkı, bizi seyiyordu. Ülkeye getirdiğimiz nimetlerin değerini müdriktiler. Koca Cezayir ülkesindeki emirlikleri, kabileleri bir araya, bir idareye toplamıştık. Ticaret, biz gelmeden öncesine nispetle birkaç kat artmıştı. Müslümanlar artık İspanyol kafirinin tasallutundan emindiler. Hür ve başları dik yaşıyorlardı. Çünkü cihanın en büyük hükümdarının tab'ası idiler(*).
Bununla beraber bazı kabileler teşvik ve iğvaya kapıldılar. Üzerlerine 6000 yaya ve 6000 atlı asker gönderdim. Gazilerim, asileri, ibret teşkil edecek şekilde cezalandırdılar. Tlemsen'de de kıpırdanmalar vardı. Fas padişahı da Tlemsen işlerine karışıyordu. Çünkü Tlemsen, Fas'ın yanıbaşında idi. Tlemsen'deki Abdulvadi hanedanı arasındaki kavgalar da halkın huzurunu bozuyor, İspanyol kafirinin ekmeğine yağ sürüyordu. Bu hanedandan Emir Mes'ud, Cezayir'e gelmiş, büyük karındaşına karşı benden yardım istiyordu. Mes'ud'un yanına 3000 atlı ve 1000 yaya askerimi katıp Tlemsen'e gönderdim. Zira Tlemsen Sultanı'nın aieyhimde olur olmaz söz söylediğini casuslarım bana bildirmişlerdi. Kendisini İspanyol zulmünden kurtardığımız bu nanköre haddini bildirmek gerekti. Sultan'ın diğer bir karındaşı, Emir Abdullah da, Vahran'a kaçıp İspanyollar'dan yardım istemişti.
(*) 1962'de Cezayir istiklaline kavuşunca, milli hareketin en büyük liderlerinden olan Albay Muhandu'l Hacc şu beyanatı vermiştir:
" Her şeyi, hatta bir millet oluşumuzu, Türkler'e borçluyuz. Osmanlılar geldiği zaman, bizler korsandık. Yüzlerce kabileden müteşekkildik. Osmanlılar, başımıza bir paşa getirdiler. Dağınık aşiretleri bir araya topladılar. Onları bir kavim haline koydular. Bu kavim, 300 yıl, merkezi Türk idaresi altında kaldı. Birliğin kudretini öğrendi. Türkler sayesinde, millet haline geldik." (Hürriyet gazetesi, no. 5.121, 3.8.1962, s. 5c).
5. BÖLÜMÜN SONU
6. BÖLÜM
"Karındaşın Mes'ud, Hayreddin Paşa'nın vafir askeriyle üzerine gelir, var ne halin varsa gör!" diye, Tlemsen'in bütün ilerigelenleri Sultan'ı bıraktılar. Sultan baktı ki akıbet yamandır. Tedbiri firarda buldu. Şehirden çıkıp gitti. O da Vahran taraflarında İspanyollar'a sığındı. Emir Mes'ud, kavgasız ve cenksiz gelip sayemde Tlemsen tahtına oturdu. Bana ve gazilerime çok dualar etti. Amma şimdi ki tahta oturdu, muradına nail oldu. Artık ondan da emin olmak doğru değildi.
Sultan Mes'ud, gazilerimden her birine 25, Arap gönüllülerine adam başına 10 altın verdi. Bana da yıllık vergi olarak 50000 altın yolladı. Pek çok da değerli hediye gönderip gönlümü aldı. Altınları beylerbeyiliğin hazinesine gönderdim. Hediyelerin çoğunu da reislerime dağıttım. Bir kısmını sarayımda alakoydum. Sultan Mes'ud'a da bir name yazıp gönderdim. Dedim ki:
"Şimdi hakanımızın sayesinde atalarının tahtına oturdun. Ancak, karındaşını tahtından mahrum eden haletten kati hazer edesin! Müslümanlar'a zulümden sakınasın. Emirlerimden taşra çıkmamaya gayret gösteresin. Senelik vergini bir tek gün geciktirmeyesin. İspanyol kafiri ile her hangi bir münasebetini zinhar duymayayım. Zira İspanyol kafiri de sana diş bilemektedir. İki büyük karındaşın Vahran'da, İspanyollar'ın elindedir. Onları tahtına oturmuş görmek istemezsen, tedbiri elden bırakmazsın!"
Fakat Mes'ud, tahta oturduğu gün zulme ve haksızlığa başladı. Atalarından böyle görmüştü. İşittim ki, mektubumu okuduktan sonra pare pare edip yırtmış. Bu hareketinin başına ne felaketler getireceğinden gafil bir akılsızdı. Halkı soymaya başladı. Bütün bunları Vahran'daki Mes'ud'un büyük karındaşı Abdullah duymuş. Bana müracaat etti. Diyordu ki:
"Sultanım, gördünüz mü, beni atalarım tac-u tahtından mahrum edip, yerime nimet hakkı gözetmez bir nankörü oturttunuz. Şimdi size asi olmuştur. Lütfen ve tenezzülen beni tahtıma iade buyurursanız, ömrüm oldukça kulluğunuzdan çıkmam."
Karındaşı Mes'ud'dan ne hayır gördükse, bu Abdullah'tan da o kadarını göreceğimiz belliydi. Lakin şu anda Abdullah'ı affetmek ve Mes'ud'a karşı çıkarmak icap ediyordu. Bu sıralarda ben 22 pare tekneyle Cezayir'in Mostaganem şehri açıklarında idim. Mostaganem'i kolayca fethettim. Burası İspanyollar' ın elindeki Vahran'a (Oran) yakındı. Henüz Müstaganem'deyken Emir Abdullah gelip beni gördü. Eteğimi öpüp hayli yakardı. Kendisine 1000 levent verip Tlemsen'e gönderdim. Ben de İspanya'dan gemilerimizle taşıdığımız 2285 Endülüs muhacirini Mostaganem taraflarına yerleştirmekle meşguldüm. Kendilerine iş ve toprak verdim. Gayetle sanatkar adamlardı. Her biri başka bir hünere sahipti.
BİR HARP HİLESİ
Haber aldım ki Abdullah, Tlemsen'e gelmiş ve şehre hakim olmuş. Karındaşı Mes'ud, korkusundan kaleye kapanmış. 25 gün dayanmış. Bizim leventler bakmışlar ki iş uzar, yanlarında kale muhasarasına yarar büyük top yoktur, aralarında müşavere etmişler:
"Sahte bir ricat hareketi yapalım, demişler; "bizi kaleyi bırakıp kaçtık sansınlar. Bu Araplar gayetle arsız bir kavimdir. Galiptik, mağluptuk bilmezler. "Türkler kaçtı" deyü kaleden çıkıp yağma hırsıyla üzerimize gelirler. O zaman onları haklar, kaleyi alır, Emir Abdullah'a teslim eder, Cezayir'e döneriz."
Aynıyla böyle oldu. "Hay Türkler firara yüz tutup kaçıyor!" diyen kaledeki Sultan Mes'ud taraftarı Araplar, leventlerin ardına düştü. Leventler gerisin geriye hamle yapıp çoğunu kılıçtan geçirdiler. Zira bu Araplar, cenk sanatını bilmez bir kavimdirler. Çölde çapulculuk yapmakla ordu halinde cenk etmeyi aynı şey sanırlar. Cenk sanatını bilen İspanyol kafiri bile Türk leventlerine daima mağlup olagelmişken, hangi akılla bilinmez, bu Arap kabileleri olur olmaz yerde Türkler'in karşısına çıkıp perişan olurlar. Zira onlarda insan canı gayetle değersizdir. Kulluklarını bilip tedbir alacakları yerde, "her şey Allah'tandır" deyip budalaca ölürler. Gerçi iyi ata binerler ve içlerinde cesur olanlar vardır. Ancak atlarının koşumları bile gayetle iptidaidir. İyi silahları yoktur. Olsa da kullanamazlar. Ateşli silahlarla araları iyi değildir. Sonra en büyük mağlubiyet sebepleri şudur ki, kitle halinde döğüşmenin kaidelerini asla bilmezler.
İşte bu minval üzere Tlemsen kalesi leventlerin eline düştü. Sultan Mes'ud, gece karanlığında beş, on adamıyla kaçtı gitti. Ne oldu, meçhuldür. Bir daha adı sanı duyulmadı. işte akılsız adamların akıbeti budur. Mes'ud kim olurdu ki, Cihan Hakanı'nın beylerbeyisi olan bana kafa tuta! Ondan yüzlerce defa daha büyük bir hükümdar olan İspanya kralı Karlos (Charles-Quint) bile bana ve cennet-mekan ağam Oruç Bey'e mağlup olmuştu.
Bu Mes'ud öyle namert bir kahpe idi ki, kalede leventlerime karşı koyan ve efendileri için canlarını veren 6000 Arap'a haber vermeden kaçtı. Hatta efendilerinin kaçtığını bilmeyen bu zavallılar, daha bir kaç saat leventlerime karşı koydular. Nihayet itaat ettiler. Reisleri dedi ki:
"Haşa ki Cezayir sultanı Hayreddin Paşa'ya asi değiliz. Hayreddin Paşa bizim efendimiz, Türkler, babamızdır. Ne yapalım ki Mes'ud'un havfından size karşı silah kuşandık. Bizi İspanyol kafirini çağırmakla tehdit ederdi. İçimizde Oruç Bey'le beraber nece gazalarda bulunmuş mücahitler vardır. Bizi affedin. Hata bizden, kerem sizdendir."
Bu Tlemsen cenginde leventlerim, tam 5000 Arap'ı kılıçtan geçirmeye mecbur olmuşlardı. Fakat itaat edenleri affettiler. Cuma günü hutbede Denizler ve Kıtalar Hakanı Sultan Selim Han efendimizin adı okundu. İsm-i şerifleri kazılmış sikkeler kesildi. Leventler, Sultan Abdullah'a veda ettiler. Sultan Abdullah, leventlerden daha bir müddet Tlemsen'de kalmalarını rica etti. Leventler, Tlemsen'i yeni sultana teslim ettikten sonra şehirde bir gün fazla kalmaya izinleri olmadığını, hemen Cezayir'e dönmeleri gerektiğini söylediler. Ancak Abdullah'ın ısrarı üzerine, onun yanında 100 levent bıraktılar. Abdullah, leventlerime gözünün bebeği gibi baktı. Kendi yediği yemeğin aynını leventlerimin önüne çıkarırdı.
Geri kalan 900 levendim Cezayir'e geldi. Sultan Abdullah'ın yolladığı 20000 altını ve hediyeleri getirdiler. Abdullah'ın gönderdiği nameyi okudum. Çok edepli bir lisan kullanmıştı. Tebessüm ederek leventlerime dedim ki:
"Şimdiki halde sözü insan sözüne benzer, ama bakalım bu da tahta oturunca kardeşi gibi mi davranır?"
Cümle reislerim güldüler. Tlemsen meselesinden sonra İbnu'l-Kaadi meselesini ele aldım. İbnu'l-Kaadi, Cezayirli Arap emirlerinin büyüklerindendi ve bana gayetle sadıktı. Tunus emiri onu bana karşı isyana teşvik etmiş, fakat o, hakaretle reddetmiş ve kendi gibi Tunus beyini de Türkler'e itaate davet eylemişti. Şimdi bu akıllı Arap ölmüş, yerine Veled-i İbnu'l-Kaadi denen akılsız oğlu geçmişti. İlk işi Tunus emiri ile aleyhimize ittifak etmek oldu. Derlerdi ki:
"El birliği edip Türk kısmını Arap yakasından çıkarıp kaldıralım."
Bu hayırsız veledin Tunus sultanına gönderdiği bir nameyi ele geçirdim. Babasının öldüğü henüz iki ay olmuştu. Tunus sultanına şöyle diyordu:
"Seninle el birlik edip Türk'ün kökünü keselim. "Hayreddin" dedikleri Türk'ü Cezayir'den kaçıralım. Yerine ben sultan olayım. O zaman sizi vafir gözetirim. Bizim peder Türkler'i gayetle severdi. Ama benim Türk kavmi kadar sevmediğim bir kavim yoktur."
İbnü'l-Kaadi ile Tunus Beyi arasındaki nameleri ele geçirdim ve bana karşı hazırladıkları desiselerden haberdar oldum. 12000 levendimle Tunus Beyi üzerine yürüdüm. Meşe ve kestane ağaçlarıyla örtülü bir araziden ovaya çıktım. Tunus Beyi, uzaktan beni müttefiki İbnü'l-Kaadi sanmış. Derhal tüfek ateşi açtırdım. Tunus Beyi'nin askeri çil yavrusu gibi dağıldı. Tunus Beyi esir düştü. Önüme getirdiler. Birçok nasihat edip salıverdim. Halbuki o beni esir etseydi, nasıl bir ölümle öldürürdü, bilirim. Bütün Afrika, gösterdiğim merhameti beğendi.
Bu muharebede elime 300 çadır ganimet geçti. Bunları Cezayir'e sevkettim. Ben, daha beş on gün muharebe yaptığım ovada kaldım. Gayetle güzel bir mevki idi. Her tarafında abı hayat gibi sular çağlıyordu. Leziz av kuşları vardı. Bir müddet eğlendik. Dönüş emri verdim. Çok sarp bir boğazdan geçiyorduk. Öyle ki, iki atlı yan yana gidemezdi. Meğer İbnü'l-Kaadi, bizi burada bastırmayı kurmuş. Birden taarruza uğradık. Böyle bir şey beklemiyordum. Vuruştuğumuz arazinin müsait olmaması yüzünden büyük kayıp verdim, birçok levendim şehit düştü. İbnü'l-Kaadi, 5 Türk'ün kellesini getirene bir altın vadetmiş. Bu yüzden asi Araplar, canlarını dişlerine takmış vuruşuyorlardı. Çarpışma üç buçuk saat sürdü. Nihayet boğazdan çıkıp Cezayir'e gelebildik. Tam 750 levendim şehit olmuştu. Bunu İbnü'l-Kaadi denen haram-zadenin yanına komamaya ahdettim. Cenab-ı Hakk'ın takdiri, Tunus Beyi gibi bir hükümdarı yenıp esir eylemiş, İbnü'l-Kaadi gibi asi bir bedeviye karşı muvaffak olamamıştık.
Bütün Avrupa kralları namımı "Barbaros" diye anıp titrerlerken bir asinin bizi vurması, Cezayir'de kargaşalık doğurdu. İbnü'l-Kaadi'nin gururu son haddini buldu. "Hayreddin Paşa'yı yendim, inşallah yakında başını da keserim" diye öğünürdü. Etrafına büyük kalabalık topladı. 500 Türk'ü ele geçirdi. Bunları boyunduruğa vurup değirmen taşı döndürmekte kullandığını işittim. Esir aldığı bu Türkler'i bırakmasını, yoksa akıbetinin pek yaman olacağını bildirdim. Bir müddet beni oyaladı. Sonra açıkça bu Türkleri veremeyeceğini, çünkü bunlar serbest kalırlarsa ilk iş olarak kendisinden öç almaya çalışacaklarını beyan etti. Diğer taraftan her canibe adamlar salıyor:
"Bu Türkler'in Cezayir'de ne işleri vardır? Burası Arap ülkesidir. Varalım cümlesini kıralım," diye taraftar toplamaya çalışıyordu.
BİR HAİN LEVENT
Kendilerini İspanyol köleliğinden kurtardığımı unutan bazı gafil nankörler, bu davete uydular. Elimde 12000 Türk levendi vardı. Bunların büyük kısmı gemilerinin üzerinde, Akdeniz'deydi. Hristiyanlar'ın taarruzlarına karşı uyanık olmam lazımdı. Bu vaziyette bütün askerimi toplayıp asilerin üzerine gönderemezdim. Öyle bir an oldu ki, içimizden birkaç Türk bile, benim artık Cezayir'de tutunamayacağımı sandılar. Kara Hasan adlı tıynetsiz bir levent, beni alaşağı edip yerime geçmek istedi. Sanırdı ki, kuş kadar beyniyle benim yapamadıklarımı o yapacak. Kara Hasan'ın İbnü'l-Kaadi ile haberleştiğini de öğrendim. Bu haini kovdum, gitti. Ama bana büyük bir bezginlik geldi. Bu Cezayir milletine iyi bir ders vermek lazımdı. İbnü'l-Kaadi, Cezayir sultanlığı peşindeydi. Ancak ben Cezayir'i bırakırsam, ülke gene bin parçaya ayrılacak, her parçası ayrı ayrı İspanyol kafirinin kucağına düşecekti. İbnü'l-Kaadi'nin ne Cezayir'i birleştirecek, ne de İspanyollar'a karşı savunacak aklı, cesareti, askeri ve iktidarı vardı.
Değil donanması, gemisi bile yoktu. Geldikleri zaman ufku kapkara kaplayan kafir armadalarıyla nasıl başa çıkardı? Biz Cezayir'e gelmeden, yerlilerin adeti, kafiri görünce, çil yavrusu gibi dağılmaktı. Yüz yıldan fazla zamandan beri Cezayir'de devlet ve hükümet diye bir şey yoktu. Kafirler de bunu nimet bilmiş, sahilin en iyi limanlarını ele geçirmişlerdi. Şimdi verdiğimiz bütün emekler, bir avuç akılsızın yüzünden heba olmak üzereydi. Ülkeye getirdiğimiz ticaret ve zenginlik de, biz çekllir çekilmez ortadan yok olurdu. Ancak aklı kısa olanlar, bu hakikatten gaflet ediyorlardı. Düşündüm ki, bir müddet için Cezayir'i bırakıp ülkenin bir köşesine çekileyim, korsanlıkla uğraşayım, kara işleriyle meşgul olmayayım. Bakalım Cezayirliler, ülkelerini nasıl idare ederler, nasıl geçinirler, nasıl savunurlardı? Birkaç yıl önce olduğu gibi elçi elçi üzerine gönderip geri dönmem için yalvaracakları muhakkaktı. O zaman geri dönerdim, artık bizi Cezayir'den hiçbir kuvvet çıkaramazdı.
Zira askerlik ve devlet idaresi Türk'e mahsustur.
İBNÜ'L-KAADİ İSYANI
Nihayet beklediğim fırtına koptu. İbnü'l-Kaadi, 40000 kişiyle taarruza geçti. Amma hazırlıklıydım ve böyle bir şeyi bekliyordum. Hatta İbnü'l-Kaadi'nin meclislerinde casuslarım vardı. Ne konuşulur, ne yapmak isterler, günü gününe bilirdim. 10000 levendimi asilerin üzerine sürdüm. İkindiye kadar büyük bir vuruşma oldu. 2000 şehit ve 2000 yaralı verdim. Fakat asilerin cümlesini mahvettim. Ancak 700 kadarı kaçtı. Gerisi öldü ve esir edildi. Asilerin başında bulunan İbnü'l-Kaadi'nln adamı Cezayir şeyhu'l-beledi (belediye reisi) elimize düştü. Mel'unu dört parçaya parçalatıp her parçasını şehrin bir kapısına astırdım. Ta ki alem ibret ala!
İsyanı bastırdıktan sonra, elebaşılardan 185 kişiyi elleri bağlı olarak önüme getirdiler. Bütün Cezayir ulemasını topladım. Dedim ki:
"Efendiler, bu asiler hakkında dinimizin, şeriatimizin emri nicedir?"
Yaşlı bir din adamı şöyle cevap verdi:
"Paşam, sana ve askerine karşı gelenin cezası şeriatimizde ölümdür. Çünkü sen bu ülkede Cihan Padişahı Sultan Süleyman Han Hazretleri'ni temsil edersin, onun beylerbeyisisin. Memleketimize olan lütuf ve nimetlerin de sayılmakla tükenmez. Bizi kafir zulmü altında başı eğik yaşamaktan sen kurtardın. Ülkemize bereket ve refah getirdin. Hiçbir idarede görmediğimiz adaleti senin ve merhum ağan Oruç Bey'in devrinde gördük. İmdi bu 185 zavallı, birtakım müfsitlerin sözüne kapılmış, büyük suç işlemiştlr. Amma inayet sendendir. Çoğu seninle İspanyol kafirine karşı vuruşmuş gazilerdir. Şimdi hataya düşmüşlerdir. Var affeyle, kulluğuna kabul et. Büyüklük budur."
Levent reislerime döndüm:
"Siz ne dersiz?" dedim.
Reislerimden biri:
"Sen daha iyi bilirsin paşam, diye cevap verdi; amma biz din adamı değiliz, askeriz. Her hareketimizden İstanbul'a, Cihan Hakanı Hazretleri'ne hesap vermeye mecburuz. Şimdi merhamet ve lütuf zamanı değildir. Bu asiler bizi ele geçirselerdi ne yapacaklardı, kendi itiraflarıyla sabittir. İmdi biz bunları affedersek, gayetle kötü misal olur. Koca Şimali Afrika'da bir avuç Türk'üz. Burası Anadolu'nun birkaç misli büyük bir ülkedir. Birkaç bin Türk bu ülkeyi tutmaya çalışırız. Üstelik başımızda İspanyol kafiri gibi Avrupa'nın en kuvvetli milleti fırsat gözetir. İbret-i alem için bu asilerin başın vurdur, tedbir budur."
BARBAROS CEZAYİR'İ TERK EDİYOR
Reisin sözleri daha makuldü. 185 asinin başının vurulmasını emrettim. Böyle bir emir verdiğime çok üzüldüm. Hatta o gece uykum kaçtı, kabuslar gördüm. Fakat devletin menfaati bunu icap ettiriyordu. Ancak asilerin mallarına, evlerine dokunmadım. Bu koca ülkede şiddetle tutunamazdık. Şimdilik gözlerini korkutmuştuk, bir zaman için ayaklanmazlardı. Fakat bu istikbal vadeden bir tedbir değildi. Bir ülke ki, halkı bizi istemez, bizden memnun değildir, bize yakışan oydu ki, çekilip gidelim. Bir ülkenin hükümdarı, askeri, ilerigelenleriyle uğraşmak kabildi. Yeter ki halkı bizi desteklesin. Fakat halk arasında da memnuniyetsizlik olunca, o diyarı terketmek lazımdı. Bir zamandan beri bunu düşünüyordum. Şimdi kati kararımı verdim. Biliyordum ki biz çekildikten sonra Araplar, Cezayir'i idare edemezler. İspanyol kafirine karşı koymak bir yana, bizim çekilmemizle ticaret hayatı da duracağından herkes büyük zarar görür. Devlet düzeni de kuramazlar.
Benden sonra Arap ilerigelenleri, biribirlerine düşecekler, halk perişan olacaktı. Sonunda tek çare olarak, nice minnetle beni tekrar ülkelerine çağıracaklardı. Buna imanım gibi emindim. O gece rüyamda Hızır'ı gördüm ve bunu karar verdiğim işin münasip olduğunun manevi bir işareti saydım.
Bir sabah Cezayir limanında yatan 25 pare gemime bütün leventlerimi, ailelerini, mallarını doldurdum. Öbür gemilerim seferde, Akdeniz'deydi. Onlara da emir gönderdim ki, Cezayir limanına değil, Cicelli limanına dönsünler. Bütün Cezayir halkı kıyıya yığılmıştı. Herkes İspanyol yakasına sefere çıkacağımı sandı. Fakat kadınlarımızı ve mallarımızı da gemilere bindirdiğimizi görünce, büyük şaşkınlık hasıl oldu. Halkın büyük kısmı gittiğimize gayetle üzüldü. Daha gemilerimize binerken:
"Yarın İspanyol kafiri gelse bizi kim korur?" diye feryada başlayıp İbnü'l-Kaadi'ye beddualar ettiler. İbnü'l-Kaadi de korkusundan bana bir mektup gönderdi. Gayetle yüzsüzlük edip, oğlum olduğunu, kusurunu affetmemi, Cezayir'den gitmememi istiyordu. Kabul etmedim. Elçisine dedim ki:
"İşte Cezayir kalesinin anahtarları, var efendine teslim eyle, sultanlık peşindeydi, gelsin memleketin başına geçsin. Bunca Müslüman'ın kanına girdi. Bakalım nasıl memleket idare eder?"
Cezayirliler yalnız İspanyol kafirinden değil, Sultan Süleyman Han'dan da korkarlardı. Hakanımız, bir beylerbeyisini istemeyen Cezayirliler'e nice davranır, bunu düşünür, uykuları kaçardı. Kalabalık bir ulema heyetini gemime gönderdiler. Kalmamı rica ve istirham ettiler. Hatırlarını okşayıcı sözler söyledim. Fakat kararımdan dönmedim. Melül ve mahzun gemiden ayrıldılar.
Bir günlük bir derya yolculuğundan sonra Cicelli'ye geldik. Burası Cezayir kıyısında güzel bir limandı. Ağam Oruç'la evvela fethettiğimiz yerlerdendi. Yerleşmek üzere geldiğimizi öğrenen Cicelli halkı, şenlik ve bayram etmeye başladı. Şimdi Cezayir şehrine akan bütün servet ve ticaret, Cicelli'ye akacaktı. Ertesi günlerde Cezayir'in, hatta Tunus'un her tarafından şeyhler gelip elimi öptüler. Halife-i Ruy-i Zemin Hazretleri olan hakanımız Süleyman Han'ın kulları olduklarını, her ne emredersem Sultan Süleyman emreder gibi icabet edeceklerini, vergilerini ödeyip asker vereceklerini söylediler:
"Bizler haşa Cihan Padişahı'na asi değiliz, dediler; bu lekeyi kabul etmeyiz ve Süleyman Han'ın tab'ası olmakla öğünürüz. Cezayir'de olan işlerle zinhar alakamız yoktur!"
Cicelli'de çok kalmadım. Hemen sefere çıktım. Sicilya kıyılarına geldim. Sicilya krallığının merkezi Palermo'yu bombardıman ettim. 9 pare kafir gemisi ele geçirdim. İçlerinde 40 ambar dolusu buğday, arpa, zeytin, zeytinyağı, peksimet, kereste, bakla, pirinç, kahve, kumaş, bez, kurşun vardı. Keresteler çok işime yaradı. Cicelli'de büyük kışlalar ve konaklar yaptırdım. 36000 ölçek buğdayı fırınlara çok düşük fiyatla sattım. Küçük bir de tersane inşa ettirdim. Üç gemiyi tezgaha koydurdum. Aynı yaz içinde gemilerimi tekrar sefere çıkardım. Ben Cicelli'de kaldım. Gemilerim Venedik Körfezi'ne gittiler. Üç gemi ele geçirdiler. Birinin içinden 10000 duka altın(*) çıktı. Yüzlerce esir alındı. Bunlardan 60'ı Müslüman esirlerdi. Hemen azad ettim. Bu sefer, 23 gün sürdü. Yirmi dördüncü gün gemilerim Cicelli'ye döndü. Ele geçen malın onda birini fakirlere dağıttım. Gerisini sattırdım.
(*) Bugünkü satınalma gücü takriben 6 milyon TL
Her levendin eline 185 duka altını (110.000 TL.), ayrıca 4 tüfek, 5 tabanca, 8,5 kantar demir, 17 zira Venedik çuhası, 225 zira kumaş düştü. Ganimet bu derece boldu. Bütün Şimali Afrika'dan tacirler ve gemi sahipleri, ticaret yapmak, mal alıp satmak için Cicelli'ye üşüştü. Kendime 26 oturak çok büyük, fakat yürük bir tekne yaptırdım. Yeni teknemi diğer gemilerle yarışa soktum.
Cümlesini geçti. Kış geldi. Gemileri karaya çektirdim. Evvel baharda tekneleri yağlamaya, donatmaya, onarmaya başladık. 15 parçayla sefere çıktım. Önce Ceneviz Körfezi'ne geldim. 14 gün bu kıyılarda dolaştım. 21 gemi ele geçirdim. Hepsini Cicelli'ye yolladım. Sonra Messina Boğazı'na geçip Venedik Körfezi'ne girdim. Üç parçalık bir filo gördüm. Rüzgar gibi önümüzden kaçardı. Ardına düştüm, yetiştim. Meğer bizim Sinan Reis'in gemileriymiş. Sinan Reis, kadırgama geldi, ellerimi öptü, sevincinden ağladı. Çoktan görüşmemiştik. Sinan'ı da peşimize takıp Venedik Körfezi'nden çıktık. 9 parça kafir gemisi daha zaptettik. Böylece bir ay içinde ele geçirdiğimiz kafir gemilerinin sayısı otuzu buldu. Kimi çuha, kimi ibrişim, kimi bal, kimi buğday, kimi biber yüklüydü. Biri de ağzına kadar asker doluydu.
CEZAYiR'DE KIPIRDANMALAR BAŞLIYOR
Bu arada eski reislerimden Kurdoğlu Reis de Cicelli'ye üç pare gemiyle geldi. 10000 duka altını verdi. Hazineye koydurdum. Hafta geçmezdi ki Cicelli limanına reislerim ele geçirdikleri birkaç kafir gemi getirmeyeler. Biz bu minval üzere iken, Cezayir'den de haberler geliyordu.
Cezayir şehri halkı, az zamanda kıymetimizi anlamış, şehrin asayişine ve refahına halel gelmiş, İbnü'l-Kaadi aleyhine kıpırdanmalar artmıştı. Nihayet halk, bir heyet göndererek İbnü'l-Kaadi'ye demiş ki:
"Hayreddin Paşa'yı davet etmek gayetle menfaatimizedir. Paşa öyle kamil bir adamdı ki, Müslümanlar rahat etsin diye koca Cezayir şehrini bırakıp gitti. Böyle bir şeyi şimdiye kadar kim yapmıştır. Sizden ricamız odur ki, Paşa'yı Cicelli'den şehrimize çağıralım. Siz gene kabilenizin başına dönün."
İbnü'l-Kaadi şöyle cevap vermiş:
"Hey bre akılsızlar! Siz Hayreddin Paşa, Cezayir şehrini neye bıraktı sanırsız? Benden korkusundan bırakmıştır."
Bunun üzerine, vaktiyle maiyetim leventlerimden olup sonradan kovduğum Kara Hasan dayanamamış:
"Sultanım," demiş, "benim bildiğim Hayreddin Paşa'nın Allah'dan başka kimseden korkusu yoktur. Zinhar şu veya bu kuldan korktuğunu sanıp ona göre davranmayınız, zararlı çıkmanız mukarrerdir. Paşa'nın Cezayir şehrini bırakıp gitmesi elbette sizden korkusundan değildir, bir bildiği vardır."
İbnü'l-Kaadi gayetle kızmış. Kara Hasan'a bir şey yapmamışsa da, beni Cezayir'e çağırmak isteyen heyetin başındaki Arap din adamının hemen oracıkta başını kestirmiş.
Bu hadiseler, Cezayir şehrine dönmemizin yaklaştığını gösteriyordu. Ancak biraz daha beklemek gerekti ki, vaziyet iyice lehimize dönsün. İbnü'l-Kaadi' nin nüfuzu gittikçe azalıyor, her gün biraz daha halkın teveccühünü kaybediyordu. Şehrin idaresi gerçekte Kara Hasan'ın idaresindeydi. Cezayir limanında birkaç gemi vardı. Fakat leventleri olmadığı için sefere çıkmazdı. Az zamanda çürüdü. Çünkü gemiler, gayetle nazik nesnelerdir. Çok ihtimam ister. Gemiler çürüyünce, şehirde ticaret namına bir şey kalmadı. Böylece Cezayir şehrinden ayrıldığımdan üç yıl geçti. Cezayir'den gelen heyetlerin sayısı artmaya başladı. Şehre dönmemizi istiyorlardı.
Bu sırada Sinan Reis, 9 pare tekneyle Akdeniz seferine çıkmış, 12 pare kafir gemisi ele geçirmişti. Sebte Boğazı'na (Cebelittarık) uzanan Sinan Reis, İspanya'nın güney sahillerinde, Endülüs'te dolaştı. 800 Endülüslü'yü gemilerine alıp İspanyol zulmünden kurtardı. Cezayir'e getirdi. Hepsine toprak, ev, bark verdim. Fakat Sinan'ı kasavetli gördüm:
"Hayrola Sinan," dedim; "ne var?"
"Ne olsun paşam," dedi; "sıkılırım. Siz ve ağanız cennetmekan Oruç Bey, bin mihnet ve fedakarlıkla Cezayir'i aldınız. Şimdi Kuzey Afrika'nın en iyi limanı olan Cezayir şehri, nankör bir Arap'ın elindedir. Bu limandan ne kendisi faydalanmayı bilir, ne bizi limana kabul eder. Endülüs'ten dönerken Cezayir limanına uğramak istedim. Top ateşiyle karşılandım. Topları susturup Allah'ın inayetiyle şehri almak benim için hiç mesabesinde idi. Ama kızarsınız diye cesaret edemedim. Destur verin, İbnü'l-Kaadi denen köpeği kovalım. Eskisi gibi Cezayir şehrinde oturalım!"
6. BÖLÜMÜN SONU
7. BÖLÜM
Cezayir'den de bizi çağırıp dururlardı. Nihayet Sinan Reis'i çağırdım, dedim ki:
"Baka Reis, akıbet öyle görünür ki, bize Cezayir yolu açılmıştır. Bu kış, Cicelli'de geçirdiğimiz son kış olsa gerektir. Allah izin verirse, evvel baharda Cezayir şehrine gitmemiz mukarrerdir. Artık Cezayir'de İbnül-Kaadi'yi isteyen tek kişi kalmamıştır. Hafta geçmez ki Cezayir'den bir heyet gelip bizi şehre davet etmesin. Fazla naz aşık usandırır. Demiri tavında dövmek gerek. Teşebbüse geçmemizin zamanıdır. Seni burada bırakacağım. Ailem, gemilerim, leventlerim sana emanettir. Ben Cezayir'e gideceğim. Sana oradan ne şekilde emredersem, ona göre hareket edersin."
Sinan Reis:
"Baş üstüne paşam," deyip çıktı. O kış çok çalıştım. Gemileri donattım. Topları onardım. Günler tez geçti. Bahar geldi.
Alem lalezara döndü. Cezayir şehrinden ve ülkenin başka yerlerinden yeniden heyetler gelmeye başladı. Hepsi, Cezayir şehrine dönüp ülkenin idaresini yeniden ele almam için yakarıyorlardı. Heyetlerden biri bana hediye olarak tarife sığmaz derecede güzel al renkte bir kısrak getirmişti. Pek makbulüm oldu.
Cicelli'den kalktık. Yanımda 12000 levendim vardı; 4000 atlı, gerisi yaya idi. Cicelli'de Sinan Reis'le sadece 300 levent bıraktım. Yolda peşimize yüzlerle, binlerle bedevi atlısı katıldı. Bizimle beraber Cezayir'e girmek istiyorlardı. Şehre çok yaklaşmıştık ki, İbnü'l-Kaadi'nin adamlarıyla karşılaştık. Gözdağı vermek için derhal taarruz emrettim. 800'ünü kılıçtan geçirttim.
İBNÜ'L-KAADİ'NİN ÖLÜMÜ
İbnü'l-Kaadi, Cezayir'e yaklaştığımı haher alınca, korkusundan dudakları çatlamış. Gerçi 12000 atlısı ve 8000 yayası vardı. Ancak bu askerin bize silah çekmeye hevesli olduğu şüpheliydi. Çekseler bile, bu kuvvet, bizi durdurmaya kafi değildi. Nitekim İbnü'l-Kaadi, bir gece baskınıyla taliini denemek istedi. Cezayir'e üç konak yerde çadır kurmuşken ordugahımıza baskın verdi. Ancak, 185 asker ve 97 at zayi edince kaçtı. Bizim tarafta bir tek şehit bile yoktu. Sabah olunca İbnü'l-Kaadi tekrar taarruz etti. Askeri ceng eder gibi görünüyor, aslında hayatını muhafaza etmek için kah kaçıyor, gah dağların ardına saklanıyordu. Hasılı gayetle acayip bir ceng oldu. Akşama kadar sürdü. İbnü'l-Kaadi'nin kumandanı Kara Hasan - ki eskiden levendim olup bana isyan etmişti - öldü. Bunun üzerine İbnü'l-Kaadi'de mecal kalmadı. Kaçmak isterken, bana taraftar Arap Şeyhlerinden biri İbnü'l-Kaadi'ye öyle bir mızrak savurdu ki, mızrak sinesinden girip sırtından çıktı. Şeyh, asinin kellesini kestirip bana gönderdi.
İbnü'l-Kaadi'nin bindiği kısrakla 100 duka verip şeyhi mükafatlandırdım. Kısrak gayetle değerliydi. Su içinde 1000 duka(*) ederdi.
(*) Bugünkü satın alma değeri takriben 600.000 TL.
İbnü'l-Kaadi ölünce, askerleri silahlarını atıp zemine kapandılar. Bu zavallılara eziyet etmekte mana yoktu. Cümlesini affettim. Salıverdim, gittiler. Bir kısmı hizmetime girmek için çok yalvarıp yakardılar. Kabul ettim. Bu Araplar'ı nizama almaya fazla imkan yoktu. İtaat nedir bilmezlerdi. Bir devletin tebaası olarak yaşamanın kudret ve nimetini öğrenememişlerdi. Böyle gelmişler, böyle giderlerdi. Ancak Anadolu'dan gelen bazı leventlerim vardı ki, İbnü'l-Kaadi'nin hizmetine girmişler, Türk'lüğün yüzünü kara etmişlerdi. Hepsi gelip boyunlarını büktüler, ellerini kavuşturup huzurumda durdular. Türkler, Araplar gibi yere kapanmayı bilmedikleri için, bu vaziyetleri, teslimiyet manasına geliyordu. Kararlarımı gayet çabuk almak itiyadımdır. Ancak eski leventlerimin karşısında bir an tereddüt ettim. Bazıları mazide büyük hizmetler etmişler, çok yararlık göstermişlerdi. İçlerinde İspanyol kaptanlarının başlarını kesmiş, gemilerini zaptetmiş olanlar vardı.
Eski yoldaşları olan binlerce levendim de ardımda saf saf duruyor, heyecan ve merakla vereceğim emri bekliyorlardı. Bunları affetmekte birkaç mahzur vardı. Biri; bu lütfum İstanbul'da nasıl karşılanır, bilmiyordum.
Çünkü bu leventler benim şahsımda, şevketlü hakanımıza isyan etmiş sayılırlardı. Ancak bir anda gelen içten bir duyguyla:
"Cümlenizi affeyledim," dedim; "silahlarınızı alıp kuşanınız." Hepsinin gözleri doldu. Mahcubiyetle yerden silahlarını alıp kuşandılar. Ardımdaki leventlerin de yüzünde memnuniyet ifadesi vardı. Anladım ki, eski yoldaşlarını affettiğime sevinirler. Bu kararımın isabetli olduğunu sonradan hadiseler ispat etti. Affedilen leventler, büyük fedakarlık göstererek mazideki cürümlerini örtmeye çalıştılar. Hemen hepsi şimdi şehit olarak ölmüştür. Allah rahmet eyleye!
CEZAYİR'E GİRİŞ
Bütün bu işlerden sonra yürüyüş emri verdim. Bir saat sonra büyük Cezayir şehrine girdik. Bütün ilerigelenler, surların dışında istikbalimize gelmişlerdi. Azim alkış oldu. Büyük tezahürat arasında sokaklardan geçip eski yerlerimize gelip konduk. Sinan Reis'e gemileri ve ailemi alıp Cezayir'e gelmesini emrettim.
Sinan Reis, 33 pare gemiyle Cicelli'den çıktı. Cezayir'e girince cümle toplarını ateşleyip şehri selamladılar. Ben de Cezayir kalesindeki topları ateşlettim.
Bütün Cezayir ülkesinde nizam ve intizamı temin etmek için çalışmaya koyuldum. Tlemsen beyi Abdullah, ben Cezayir'den çekilip gidince kendi adına sikke kestirmeye başlamış, padişahımızın adını sikkelerden kaldırmıştı. Kendisine name yazdım. Dedim ki:
"Tez sikkeleri Halife-i Ruy-i Zemin adına kestirip vergi borcun olan 39000 dukayı Cezayir'e yollayasın. Hazreti Peygamber'in halifesi olan hakanımız Sultan Süleyman Han'ın adını sikkelerden kaldırmakla büyük günaha girdin. Derhal tecdid-i iman eyleyesin. Yoksa seni İbnü'l-Kaadi'den beter ederim."
Emir Abdullah, namemi alınca yırtıp atmış. Bunun üzerine ben de Abdullah'ın oğlu Emir Muhammed'ı desteklemeye karar verdim. Emir Muhammed, babasına asi olmuş, 2000 atlıyla dağa çıkmıştı. Babasını kovup Tlemsen tahtına oturmak isterdi. Bir ordu düzüp Tlemsen üzerine gittim. Yolda Emir Muhammed geldi, elimi öpüp orduma katıldı. Meğer Abdullah da Tlemsen'den çıkmış, üzerimize gelirmiş. Mazuna mevkiinde karşılaştık. Abdullah'ın ordusunu kolayca dağıttım. Asi Tlemsen emiri esir düştü. Huzuruma getirdiler. Hemen başını vurdurdum. Oğlu Muhammed'i hıl'atleyip Tlemsen beyi yaptım. 400 levendi yanına katıp Tlemsen'e gönderdim. Emir Muhammed, babasının birikmiş vergi borcu olan 90000 dukayı(*) 400 levendime teslim edip Cezayir'e gönderdi. Tlemsenliler, yeni emirlerinden gayetle memnundular.
(*) 54 milyon TL.
Bu sıralarda leventlerim, İbnü'l-Kaadi'nin karındaşı oğlu olan Ferhad'ı yakalamışlar. Huzuruma getirdiler. Af diledi. Affettim. Kabilesinin başına gitti. Oradan 20000 duka gönderip bundan böyle sadık bir kulum olduğunu, amcasının isyanıyla hiçbir alakası olmadığını bildirdi. Halbuki amcasının isyanına o da katılmıştı. Ferhad'la bir anlaşma yaptım. İznim olmadıkça Kabiliye dağlarından inmeyecek, her yıl Cezayir'e 10000 altın, 1000 deve, 1000 sığır, 2000 koyun, 100 katır, 20 binek atı gönderecekti.
Cezayir'e dönünce, donanmayı, küçük filolar halinde gazaya gönderdim. Cümlesinin başına Sinan Reis'i tayin eyledim. Önce 6 parçalık bir filo gazadan döndü. Hayırlı gaza olacağını bir gece önceden rüyada görmüştüm. 6 teknem, 6 kafir teknesini yedeğinde getiriyordu. Kafir teknelerinden biri ağzına kadar barut, kurşun, gülle ve 60 adet tunç top yüklüydü. Buna gayetle sevindim. Çünkü cepaneye ziyade ihtiyacımız vardı. Topların her biri 18 ila 24 okka çekiyordu. İkinci kafir teknesinden zift, katran, direk ve kereste, üçüncüsünden zeytin, zeytin yağı, peynir ve bal, dördüncüsünden şeker çıktı. Diğer ikisi de değerli mallarla doluydu. İlk filodan sonra diğer filolar da zengin ganimetle Cezayir'e döndüler. 35 pare teknemden hiçbiri hasara uğramamıştı. Bunun için Allah'a azim şükürler eyledim.
İspanyol kafiri, Cezayir limanının 300 metre açığındaki kayalık üzerinde kudretli bir kale yapmıştı. "Penon" derlerdi. Bu Kaleye birkaç yüz muhafızla birkaç top koymuşlardı. Kale kumandanı Don Martin de Vergas, yaşlı bir asilzade idi; eskiden namlı kaptanlardandı. İspanyol kafiri buraya fazla asker yerleştiremezdi. Zira kayalık bir avuç içi kadar yerdi. İçecek sularını bile Balear Adaları'ndan getirirlerdi. Eskiden İspanyol kafiri buradan Cezayir limanını topa tutar, Cezayirliler'e istediğini yaptırırdı. Şimdi bizden korkularından böyle haltlar yiyemez olmuşlardı. Fakat gene de limanın ağzındaki bu kayalığı İspanyol'un elinde bırakmak tedbire uygun düşmezdi. Don Martin'e kaleyi teslim edip çekilip gitmesini teklif eyledim. Reddetti. Bunun üzerine bombardımana başladım. Toplarımız 20 gün geceli gündüzlü kaleye gülle attı. Nihayet kayalığa çıktım(*). Don Martin, 700 askeriyle bir müddet döğüştükten sonra teslim oldu.
(*) 2 mayıs 1529. Bu sırada Kanuni, Viyana seferine çıkmıştı, Edirne'deydi.
KAFİRİ TOPA KOYUP ATTIRDIM
Böylece Penon elimize geçti. Vaktiyle İspanyollar, Cezayir şehri camilerinde ezan okunurken, minarelere topla nişan alıp yıkarlardı. Bu işi sırf keyif için yaparlardı. Biz Cezayir'e yerleşince bu eğlencelerinden vazgeçmişler ve buna gayetle üzülmüşlerdi. Nice minare yıkan ve nice müezzinin kellesini uçuran topçubaşıyı huzuruma getirttim:
"Bre kafir," dedim; "keskin nişancı imişsin. Bir gülle ile bir minare yıkarmışsın. Gör şimdi top atışı nasıl olurmuş!"
Kafiri bir topa koyup deryaya attırdım. Yardımcısı olan on adet topçunun da başını kestirdim. Diğerlerini zindana attırdım.
Bu belalı kayalığın bizim için hiçbir lüzumu yoktu. Cezayir mahzenlerindeki 30000 kafir esirini topladım. Kayalığa lağım koyarak attırdıktan sonra, kayalıkla liman arasını taşla doldurttum. Limanın ağzına da çok büyük bir mendirek yaptırdım. Bu suretle Cezayir, mahfuz güzel bir liman oldu.
Penon kayalığındaki kalesini almam İspanya kralı Karlos'u gayetle kızdırdı. Bu haberi getiren zabitin başını vurdurdu. Dedi ki:
"Kale almak, benim gibi, Gran Senyor(*) gibi büyük imparatorların işidir. Barbaros gibi derya hırsızı bir adam nasıl benim kalemi alır? Fransa Kralı gibi bir hükümdarı esir edip Madrid zindanlarına atan ben, bu korsanla başa çıkamadım. Sebep general ve amirallerimin gayretsizliğidir. Yüzümü kara ettiniz. Cümleniz huzurumdan defolun!"
(*) Avrupalılar'ın Türkiye hakanına verdikleri ad. "Büyük Türk" de derlerdi.
Eskiden beri adetim, esir düşen kafir zabitlerini, kaptanlarını, valilerini, rahiplerini, sanatkarlarını yanıma çağırıp onlarla konuşmaktı. Bir esiri sorguya çeker gibi değil, bir dostumla sohbet eder gibi konuşur, bu şekilde daha iyi malumat alırdım. Bazan Avrupa'da bile kimsenin bilmediği saray esrarına dahi bu şekilde vakıf olurdum. Gerçi Akdeniz ülkelerinin hepsinde casuslarım vardı. Fakat esirlerle konuşup malumat almak, bazan daha faydalı olurdu. Kral Karlos'un sözlerini de, böyle bir vesileyle öğrendim. Görüştüğüm İspanyol esiri, Kral Karlos'un şimdi Barselona'da olduğunu, Ceneviz'e hareket etmeye karar verdiğini söyledi. Ceneviz Cumhuriyeti, Avrupa'nın birçok ülkesi gibi, Karlos Kral'ın hükmündeydi. Karlos Kral'ın büyük-amirali Andrea Doria, Cenevizli idi.
Penon kayalığının elimize düşmesinden ve derya ile bir edilmesinden haberi olmayan bir İspanyol filosu kale için mühimmat getiriyordu. Kayalığı göremeyince yanlış yere geldik sandılar. Bu zanlarını henüz tashih etmişlerdi ki gemilerim tarafından sarıldılar. Ağzına kadar cepane ve mühimmat dolu İspanyol harp gemisi bütün Cezayir halkının gözleri önünde 15 gemim tarafından zaptedildi. Bu uzun zaman için İspanyollar'a artık destursuz Cezayir kıyılarına yaklaşamayacaklarını gösterir bir hadise oldu. İspanyol gemicilerinin çoğu kılıçtan geçirilmişti. 355'i teslim olup Cezayir mahzenlerine gönderildi.
Bu sıralarda büyük kaptanlarımdan Sinan Reis hastalandı. Bu yıl seferin idaresini Sinan'ın yerine Aydın Reis'e verdim. Aydın, derya işlerinde ve bahadırlıkta Sinan'dan da ileri bir gazi idi. Kendisini çağırdım. Dedim ki:
"Oğlum Aydın, bu yıl Batı Akdeniz'i sen gezeceksin. Sebte Boğazı'na dek gidecek, İspanyol kafirine zinhar göz açtırmayacaksan. Dönüşte Endülüs kıyılarını tut. Gırnata Dağları'na(*) sığınmış din kardeşlerimizden ne kadarını taşıyabilirsen gemilere doldur, sağlıcakla Cezayir'e getir. Duam berekatı seninle biledir. Tedbiri elden bırakma!"
"Baş üstüne paşam," diyen Aydın veda edip yanımdan ayrıldı. 10 pare tekneyle limandan çıktı. Septe Boğazı'nda(**) gezinirken beş pare kafir teknesine rastladı. Dev gibi kadırgalardı. Büyük ceng oldu. Hepsi zaptedildi. Aydın, kadırgaların içlerine levent koyup Cezayir'e gönderdi. Henüz sefere çıktığının on birinci günüydü ki bu beş parça ganimet kadırga limana girdi.
(*) Sierra Nevada Dağları ki, İspanya'nın en yüksek tepesi (3.481 metre) buradadır. İspanya zulmünden kaçan İspanya Müslümanları'nın başlıca sığınaklarındandı. (**) Cebelitarık Boğazı ki, Akdeniz ile Atlas Okyanusu'nu birleştirir. Cezayir şehrinin 750 km. güneybatısındadır.
Çok sevindim. Çünkü gayetle güzel harp tekneleriydi. Diğer taraftan Aydın, seferine devam ediyor, Güney İspanya kıyılarındaki bütün şehirleri ve kasabaları dolaşıyor, topa tutuyor, ganimet ve esir alıyor, bulabildiği Müslüman'ı kurtarıp filosuna yüklüyordu. Gemilerde artık Müslüman mültecilerden iğne atacak yer kalmamıştı.
İspanya kralı Karlos, Aydın Reis'in binlerce Endülüslü'yü gemisine aldığını duyunca, en büyük amirallerinden "Portondo" nam kafiri, Reis'in yolunu kesmeye memur etti. Portondo bu işe muvaffak olursa, 10000 duka mükafat alacaktı. İspanya kıyılarında bir yerde Portondo, üstün filosuyla Aydın Reis'in filosunu bastı. Reis, yanında bulunan büyük denizcilerden Kazdağlı Salih Reis'le tanıştıktan sonra, iyi muharebe edebilmek ve manevra yapabilmek için, Endülüslü muhacirleri kıyıya çıkarttı. İspanyollar'ın işini bitirince gelip kendilerini alacağını söyledi ama, zavallı Endülüslüler'in akılları başlarından gideyazdı. Zaten çoğu kadın ve çocuktu. Feryat ve figan içinde ağlaşıp çığrışmaya başladılar. Gemilerden inmek istemediler. Aydın ve Salih Reisler, zorla çıkarttılar. Zira bir teknede gayri muharip efrat, hele kadın ve çocuk bulunursa akıbet yamandır, muharebe iyi netice vermez.
Amiral Portondo çok yaklaşmıştı. Aydın ve Salih, hızla düşmanın üzerine gittiler. Büyük cenk oldu. Dev gibi 7 İspanyol kadırgası zaptedildi. Gayetle zalim bir kafir olan ve Müslümanlar'a yapmadığını bırakmayan Portondo ve bütün kaptanları öldüler. Böylece Hristiyanlar'ın "Şeytandöven", Türkler'in alay olsun diye "Kafirdöven" dedikleri Aydın Reis, tilkiyi yuvasından çıkartacak derecede ince zekasıyla meşhur olan Salih Reis'in yardımıyla, büyük bir zafer kazandı. 375 kafir esir alındı. Gerisi kamilen kılıçtan geçirildi. Müslüman forsalar kurtarıldı. Kıyıda heyecanla deniz cengini seyreden Endülüslüler tekrar gemilere alındı. Bu minval üzere donanma, Cezayir'e vardı.
Aydın gelip elimi öptü. Kendisini bu sıralarda vefat eden eski yoldaşım Sinan Reis'in yerine donanma kumandanı yaptım. Salih Reis de onun muavini oldu. Aydın'ı, İstanbul'a göndermeye karar verdim. Zaten gençliğinde İstanbul'da donanmada kaptandı. Sultan Bayezid Han Cennetmekan onu, mütehassıs olarak Mısır Memluk Sultanı'nın hizmetine göndermişti. Aydın, Mısır'dan Cezayir'e gelmiş, ağam Oruç'un maiyetine girmişti.
İstanbul'a gitmek üzere on pare kadırga hazırlattım. Hepsini gelin gibi donattım. Her teknede 200 levend vardı. Forsaları en güçlülerinden seçtim. 300 esir seçtim. Bunları Aydın, hakanımız Cihan Sultanı Süleyman Han'a takdim edecekti. Kadırgaların seren direklerini baştan başa gerçek Venedik altın yaldızıyla kaplattım ki, güneş vurdukça görünen haşmetleri, tavsif edilemezdi. Çok uzak mesafeden parıltıları seçiliyordu. Bütün reisler gelip elimi öptüler. Sonra top atarak Cezayir limanından çıktılar.
7. BÖLÜMÜN SONU