Birinci Dünya Savasi Sonrasi ABD Dış Politikası

ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Birinci Dünya Savasi Sonrasi ABD Dış Politikası

Birinci dünya savaşının sonlarında ve antlaşmalarda aktif rol alma politikasını izleyen başkan Wilson'un seçimi kaybetmesiyle amerika tekrar yanlızcılık politikası izlemeye başlar. Bu politikanın temelinde dünyanın geri kalan kısmının (yani avrupanın) ciddi bir kokuşmuşluk içinde olduğu ve Amerika'nın bu durumdan uzak kalmasının tek yolunun dünyanın geri kalanından uzak durmak olduğu fikri yatar. 1920 yıllarında yapılan seçimlerle iktidara gelen başkanlar bu politikayı izlerken 1929 yılında çıkan ve bütün dünyaya yayılan ekonomik kriz 1932 yılında yönetime gelen roosvelt'in daha da kapalı bir politika izlemeye başlamasına yol açar. Bu süre içinde senato ilerleyen dönemlerde gelebilecek başkanların da dışarıya kapalı bir politika izlemeleri için, amerikan ticaret gemilerinin savaş bölgelerinde gezmesinin yasaklanması, amerikan başkanının dünyada istediği bir ülkeye silah ambargosu koyabilmesi için yetkilendirilmesi gibi yasalar çıkartır.

Roosvelt ekonomik kriz döneminde amerikayı tekrar ayağa kaldırmakla birlikte, bu ülkenin yeni bir ekonomik model üzerine (daha sonradan bu modele "new deal" adı verilecektir) inşa edilmesini planlamaktadır. Ekonomide çarklar tekrar dönmeye başlarken, büyük bir hızla savaş içine sürüklenen avrupanın, yeni model üzerine inşa edilmiş amerikaya zarar vereceği korkusu baş gösterir. eski dünya'nın yeni dünyaya zarar vereceği endişesiyle senato savaş malzemesi üreten şirketlere kredi verilmesinin yasaklanması gibi yeni yasalar çıkartıp ülkeyi dünyanın geri kalan kısmından tamamen soyutlamaya çalışsa da japonyanın 7 aralık 1941'de "uyuyan devi uyandırması"yla, amerika yanlızcılık politikasını terkeder ve dünya siyasetine hakim olmaya çalışan aktif bir dış politika anlayışına kapılarını açar.

kaynak:sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=birinci+dunya+savasi+sonrasi+abd+dis+politikasi
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Birinci Dünya Savasi Sonrasi ABD Dış Politikası

ABD'nin Dış Politikasında "İnsan Hakları" Konusunun Bir Araç Olarak Kullanılması

Bu bildiri iki ana bölümden oluşmaktadır. Amerika'ya özgü nitelikler ve bu niteliklerin Amerikan dış politikasına etkileri birinci bölümü, Amerikan dış politikasında insan haklarının oynadığı rol ikinci bölümü oluşturmaktadır. Birinci bölümde ilk olarak Amerikalıların kendilerini diğer uluslardan farklı kıldığına inandıkları iki özellik üzerinde durulacak ve daha sonra bu özelliklerin Amerikan dış politikasını belirli dönemlerde nasıl etkilediği irdelenecektir. İkinci bölümde ise, Amerika'nın insan hakları tanımlaması üzerinde durulduktan sonra, insan hakları kavramının Amerikan dış politikasına hangi koşullarda girdiği ve o dönemde dünyanın içinde bulunduğu durum tarihsel bir süreç içinde incelenecektir. Bu iki bölümde amaçlanan ABD’nin dış politikasında “insan hakları” konusunun bir araç olarak kullanıldığını gözler önünü sermektir.

Birinci bölümün ilk kısmında, Amerikan dış politikasını yönlendiren, Amerikan düşünce yapısını belirleyen önemli iki kurucu kavram üzerinde durulacaktır. Bu kavramlardan birincisi Amerikalıların kendi ülkelerini örnek olarak görmeleri ve tüm insanlığa kusursuz demokratik yapılarıyla ışık tuttuklarına inanmalarıdır. İkinci özellik ise Amerikalıların kendi değerlerini bütün dünyaya yayma sorumluluklarının olduğuna ısrarla inanmalarıdır. Amerika'nın tarih boyunca sadece kendisinin sahip olduğunu düşündüğü bu iki özelliğin Amerikan dış politikasına yansıması önceleri "yalnızlık politikası" (Isolationism) sonraları da "sorumluluklarını yerine getirme politikası" (Missionary Policy) olarak kendini göstermiştir. [1]

İkinci bölümün ilk kısmında, Amerika'nın insan haklarını nasıl tanımladığı sorusunun yanıtı "Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi "(1776) ve "Amerikan Anayasası” nın (1783) insan hakları ile ilgili bölümleri temel alınarak, ve bu iki çok önemli belgenin "Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi " (1948) ile karşılaştırılması ile verilmeye çalışılacaktır. İkinci bölümün son kısmında ise ABD dış politikasına insan hakları konusunun girişi, tarihsel evreleri ile, beş ayrı dönemde ve dönem başkanlarının politikaları ile birlikte incelenecektir.

Amerikalıların kendilerini "dünyada tanrının şehrini" kurmakla görevli bir millet olarak görmeleri 19. yüzyıla dayanır. Amerikalıların bu tür bir bakış açısına sahip olmaları "Eski Ahit” teki (Old Testament) kişileri, İsa'nın yansımaları olarak yorumlayan İncil üzerine çalışmalar yapmış Ortaçağ alimlerinin etkisi altında kalmalarının ve kendilerini Tanrı tarafından seçilmiş, yeni bir ülke sözü verilmiş olan eski İsrailliler ile karşılaştırmalarının bir sonucudur .[2] Bu da Amerikalıların kendilerini ahlaksal olarak üstün görmelerini ve Eski Ahitteki aslına (primitivism) geri dönüş çabalarını daha anlaşılır hale getirmektedir.

Amerikalılar tüm dünyanın gözünün onların üzerinde olduğunu, bu yüzden de "tepenin üzerindeki bir şehir" [3] (city on top of a hill) gibi olduklarını düşünürler. Bu perspektiften bakıldığında, ABD, hep dünyadaki en iyi yönetim ve değerler sistemine sahip olduğunu ve insanlığın ancak bu değerleri kabul ederse, barışa ve huzura kavuşabileceğini düşünmüş ve savunmuştur. Dünya barışı için Amerikan ahlaki değerlerinin yayılmasının gerekliliği Amerikalılar için kaçınılmaz bir görev olmuş ve bu gereklilik Amerika'ya diğer hiçbir devletin sahip olamayacağı türden bir sorumluluk yüklemiştir. ABD için asıl sorun, bu yükümlülüğün nasıl bir yol izlenerek yerine getirilebileceğine karar verilmesi olmuştur. Amerika, tarihi boyunca, bu sorumluluğunu kendi kabuğuna çekilip yalnızlık politikası uygulayarak mı yoksa müdahaleci bir politika uygulayarak mı daha iyi yerine getirebileceğini düşünmüş ve bu konuda zaman zaman ikileme düşmüştür.

Amerika Birleşik Devletleri, diğer devletlere karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken, ilk dönemlerinde, kendi içinde güçlenebilmek ve kendisini diğer ülkelerden gelebilecek çeşitli tehlikelerden korumak için yalnızlık (Infirad) politikasını seçerek, erdem sembolü güçlü bir model ülke olma uğraşı içine girmiş ve kendisini Avrupa'ya karşı kapatmıştır.

ABD'nin ilk başkanı olan George Washington "Veda Konuşmasında" (Farewell Address) Amerikalılara, denizaşırı ülkelerde özgürlük için aktif olarak savaşmamalarını ve dünyada baskı altındaki insanlar için bir "umut feneri" (beacon of hope) olarak kalmalarını öğütlemişti. Başkan Washington'un veda konuşması, Amerika’ya Avrupa işlerinden uzak durmasını tavsiye ederken, Monroe Doktrini (1823) de Avrupa'ya Amerika'nın işlerine karışmaması gerektiğini söylüyordu.

20. yüzyıl öncesinde “Amerikan dış politikası, dış politikaya sahip olmamaktı.” [4] Bu dönemde ABD dış politikasında baskın olan iki tema "tarafsızlık" (neutrality) ve "yayılma" (expansion) idi. Bağımsızlık Savaşından sonra İngiliz birliklerine karşı kazanılmış ikinci zafer olan, 1812 savaşına kadar "tarafsızlık" teması Amerikan dış politikasında daha çok baskındır, fakat bu savaştan sonra, Amerikanın güveni yerine gelmiş ve Amerika yayılma politikasına daha fazla önem vermeye başlamıştır. [5]

Amerikanın "yayılma politikası", 1898'lere kadar Amerikanın Batısına doğru ilerleme uğraşından başka bir şey değildi, fakat Amerikalılar bu hareketlerine de o dönemde ahlaki bir değer yüklemeyi başardılar. Kanılarınca onlar, Tanrı tarafından Kuzey Amerika'ya ilerleme ve demokrasi getirmek için seçilmiş kişilerdi. Amerikanın tarihi görevi veya ülkenin tarih içinde ortaya çıkan kaderi diye adlandırabileceğimiz, tamamen beyaz ırkın üstünlüğünü varsayan, politik ve emperyalist dozu çok fazla olan bu düşünce, ayni zamanda, Amerikan karakterini oluşturan kurucu öğelerden biridir ve Amerikalılar bunu “Manifest Destiny” diye adlandırırlar. Amerika’ya dışarıdan bakan insanlar için Manifest Destiny, Amerika'nın büyümesini ve yaptığı savaşları meşru kılma uğraşından başka türlü açıklanamaz.

Amerikalılar kendilerini hep benzersiz bir toplum olarak görmüşlerdir. Yeni kıtaya göç ederek dini zulüm ve baskıdan uzak kalabilmeyi başarmış olmaları, daha sonra İngiltere Kralı'na karşı verdikleri başarılı Kurtuluş savaşı, ve bunu takip eden milliyetçilik duygusu, Amerikalılarda, kendilerinin farklı olduğu düşüncesini daha da güçlendirmiştir. Amerika'nın kültürel ve siyasi olarak diğer ülkelerden farklı ve çoğu zaman da üstün olduğuna inanması olarak adlandırabileceğimiz bu "Amerikan Ayrıcalıklığı” nın (American Exceptionalism) izleri daha önce de belirtildiği gibi Amerika'nın henüz İngiltere'nin kolonisi olduğu dönemlerde ve kutsal kitapların daki "tepedeki şehir" imajında çok belirgindir. Amerikan halkı, kendisini diğer uluslardan ayıran özelliğin, özgürlüğün hayata geçirilmesi ve yayılması konusunda üstlendiği bu görev olduğuna inanır. [6]

Amerika Birleşik Devletleri, diğer devletlere karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken zamanla dünyada ve Amerika da ki değişimlerin etkisi ile örnek ama ayni zamanda dış dünyadan yalıtılmış bir ülke olmaktan çıkıp, "müdahaleci" (Interventionist) ve aktif bir dış politika izlemeye başladı. Theodore Roosevelt' in başkanlığa gelişi ile başlatabileceğimiz, bu ikinci döneme, ayni zamanda, ABD'nin “idealizm” den “realizm” e geçiş dönemi de diyebiliriz. Bu dönemde ABD kendisinin diğer devletler gibi bir devlet olduğunu kabul ediyor gözükmüştür. Bunun nedeni aslında Amerikan dış politika çıkarlarının, diğer ülkelerin çıkarları ile çatışmaya başlamasında yatmaktadır. Bu dönemde karşımızda artık yükümlülüklerini üstlenmeye hazırlanmış ve yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, ışığı ile diğer ülkeleri aydınlatmak isteyen ve bunun için görev almaya kararlı bir Amerika vardır.

Bu bakış açısını, Amerika'nın güvenliğinin tüm dünyanın güvenliğinden ayrılamaz olduğu görüşünün oluşturduğu söylenebilir. Bu dönemde ABD kendi güvenliğini dünya güvenliği ile özdeş olarak tanımlıyor ve "görevinin dünyanın neresinde olursa olsun her türlü saldırıya karşı koymak" [7] olduğunu düşünüyordu. Başkan Wilson "ulusal gelişmemizi güven içinde ve kendi koyduğumuz kurallar içinde sağlamakta ısrarlıyız...[ve] bunu dünyanın her yerindeki bağımsızlığın ve doğruluğun engebeli yollarında yürümeye çalışan insanlar için [de] hissediyoruz" [8] derken aslında bundan sonra dünyanın herhangi bir yerindeki saldırının, Amerika'ya yapılmış bir saldırı olarak nitelendirileceğini bildiriyor ve Amerika'yı dünyanın jandarması haline sokup, ileride gerçekleştireceği eylemleri önceden meşrulaştırıyordu.

20. yüzyılın ilk yarısında ki korku ve endişe ortamında da Amerika kendi ahlaki değerlerini hayata geçirmeye ve bunları diğer insanlara kabul ettirmeye çalışmıştır. Bunun için diğer ülkelere, onların özgürlüğünü ve demokratik değerlerini koruyabilecek güce ve sorumluluğa sahip tek ülkenin kendisi olduğunu söylemiştir. Fakat zamanla dünyadaki dengeler ve durumlar farklılaşmış ve Amerika da söylemini değiştirmek zorunda kalmıştır.

Bu bildirinin ikinci bölümü Amerika'nın değişen söylemi ile ilgilidir. Bu söylem II. Dünya Savaşından sonraki Soğuk Savaş yılları içinde, Amerikanın Rusya ile statü olarak eşit duruma geldiği zamanlarda veya yaşanan kötü deneyimler sonucu dünyadaki imajını değiştirmek kaygısı ile, bir can simidi olarak sarıldığı ve 1970'lerden sonra da Amerikan dış politikasının ayrılmaz bir parçası haline getirdiği, Amerika'nın insan hakları söylemidir.

İnsan haklarına tüm dünyada uzun bir süre gereken önem verilmemiştir, çünkü Amerika Birleşik Devletlerinde ve diğer ülkelerde dış politikanın nasıl olacağını belirleyen kişiler, hükümetlerin yükümlülüklerinin, kendi ulusu ve ulusal alanı ile sınırlı olduğunu düşünmüşlerdir. Bu düşünce tarzı, bu kişilerin insan hakları ihlallerini sadece ulusal bir mesele veya içişleriyle ilgili bir konu olarak görmelerine yol açmış, diğer devletlerin vatandaşlarının sivil ve siyasi haklarının, dış politika hesaplarında yer alamayacağı fikrini de beraberinde getirmiştir. Bu durum ancak II. Dünya savaşından sonra düzelmeye başlamış veinsan hakları, dünyanın ve Amerikanın gündemine II. Dünya savaşı sırasında Almanların milyonlarca masum sivili öldürmesi ile gelmiştir.

Amerika Birleşik Devletlerinde çoğu insan, "insan hakları" terimini duyduğu zaman ilk önce Amerikan Anayasasında ki anayasal hakları düşünür. Avrupalıların ve bizim anladığımız anlamdaki insan hakları ihlalleri ise Amerikalılara göre "sadece büyük tuzlu suları (denizleri) geçerek ulaşılan yerlerde olur" [1] ve bu terim onların kafalarında Avrupa kaynaklı ve Birleşmiş Milletler ile bağlantılı bir kavramdır. Yine Amerikalılara göre sadece diğer ülkelerin insan hakları problemleri vardır. Komünizm karşıtlığı ile insan hakları onlara göre birbirine denktir ve sonuç olarak şöyle bir çıkarım yapmalarına neden olur; “Komünizm insan haklarına karşıdır; Amerika Birleşik Devletleri insan haklarını savunmaktadır; Öyleyse ABD'nin uluslararası komünizm' e karşı yaptığı hareketler, insan hakları yararına yapılmış hareketlerdir.” [2]

Amerika'nın insan haklarına olan ilgisinin artması II. Dünya Savaşının sonuna, Eleanor Roosevelt' in "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin" hazırlanmasında başkanlık etmesi dönemine rastlar. O dönemde Amerika, insan haklarının korunması konusunu dış politikasının temel direği haline getirdiği için olumlu tepkiler almıştır.

Amerikalılara göre, "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" nin ne Önsözü, ne de içeriği kavramsal olarak hiçbir yenilik getirmemektedir. Tam tersine zaten Amerikanın tarihini oluşturan önemli belgelerdeki görüşlerin yeniden harmanlanmasıdır. Böyle olunca da onlara göre bu belge aslında Amerikan düşünce tarihinin bir ürünü olarak ta algılanmalıdır. Amerikalılarca, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” nin Önsözü "Amerikan Bağımsızlık Beyannamesinin" (Declaration of Independence 1776) ve Franklin D. Roosevelt' in "Dört Özgürlük Demecinde" (Four Freedoms 1941) bahsettiği insanlığın dört temel özgürlüğünün bir bileşimi niteliğindedir. [3] İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kendisi ise Amerikan Anayasasının değişiklikler (Amendments) bölümünün ilk 10'nunu içine alan "Temel Haklar Bildirisinde" (Bill of Rights 1791) koruma altına alınmış olan kişisel ve siyasal hakları, ve Franklin D. Roosevelt' in "Ekonomik İnsan Hakları Beyannamesinde" (Economic Bill of Rights 1944) belirttiği ekonomik ve sosyal hakları içeriyordu.

"Amerikan Bağımsızlık Bildirisi" kendinden önceki "Amerikan Virginia İnsan Hakları Bildirisi" gibi bütün insanların eşit olduğunu ve Tanrının onlara yaşama hakkı, özgürlük hakkı ve mutluluğu arama hakkı gibi devredilemez haklar bahşettiğini söyler.

Diğer taraftan Amerikan Anayasası ana bölümünde, insan haklarına yeteri kadar önem vermediği için, insanların hükümete devretmedikleri ve kendilerine sakladıkları temel hak ve özgürlüklerden oluşan, "Temel Haklar Bildirisi” ni (Bill of Rights) 1791 yılında, Anayasa' ya eklemiş ve bu hakları güvence altına almıştır. Bunu daha sonraki yıllarda köleliğin yasaklanması (1865), zencilere oy hakkı tanınması (1870), kadınlara oy hakkı tanınması (1920) ve "Vatandaşlık Hakları Yasasının" (Civil Rights Act 1964) kabulü izlemiştir.

"İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin" kabul edilmesinden çok önceleri, bu beyannamenin içinde bulunan fikirlerin, Amerikan Anayasasında ve Anayasa niteliğindeki tarihi belgelerinde bulunması, Amerikalılarda kendilerinin ayrıcalıklı bir toplum oldukları düşüncesini güçlendirmiştir. Fakat Evrensel Beyannameyi her ne kadar kendi tarihi dokümanlarına benzetseler de ve beyannamenin oluşturulmasında ve kaleme alınmasında önemli bir rol oynasalar da, Amerikalılar, Birleşmiş Milletlerin insan hakları ile ilgili faaliyetlerine şüphecilikle yaklaşmışlardır. Bu şüpheci yaklaşımlarının kanıtı olarak Amerika’nın çoğu uluslararası insan hakları anlaşmalarına taraf olmakta gecikmesini gösterebiliriz. Örneğin "Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesini" (International Covenant on Civil and Political Rights) Amerika ancak 1992 Nisanında onaylamıştır. Bu şekilde davranması, dış politikasında insan hakları kavramını II. Dünya savaşından beri sürekli olarak kullanan Amerika’nın, insan hakları retoriğinin diğer devletlerce ciddiye alınmamasına yol açmıştır.

Amerikan dış politikasında insan hakları iki nedenden dolayı çok önemlidir. Birinci önem, insan hakları kavramının içinde "hak" (right) sözcüğünün geçmesi ve Amerikalıların siyasi bağlamda bu sözcüğe büyük değer vermesinden dolayıdır. İkinci önem ise, Amerikalıların, kendi değerlerini, devletlerinin sınırları dışındaki insanlara kabul ettirmeye çalışırken, bu kavramı sıkça kullanmalarından kaynaklanmaktadır. [4]

Amerikalılar insan haklarının dış politikanın ayrılmaz bir parçası haline getirilişi hareketinde liderlik etmişlerdir, fakat insan hakları onlar için bir amaç değil bir araç olmuştur diyebiliriz. Amerikalılar için asıl amaç, ulusal çıkarların ve ulusal güvenliğin korunması olmuştur. Bu iki temel prensibin tehlikede olmadığı zamanlarda, insan hakları, dış politika kararlarının önemli bir parçası haline gelmiş, ama her zaman onların gerisinde kalmıştır. Bu yüzden Uluslararası Hukuk Uzmanı, Tom Farer, insan haklarından, Amerikan dış politikasının "üvey evladı” olarak bahsetmiştir. [5]

Amerika'nın insan hakları politikası, Amerika'dan farklı seslerin yükselmesine neden olmuştur. Amerika da farklı siyasetçilerin, teorisyenlerin ve yazarların insan hakları konusuna değişik yaklaşımları olmuştur. Michael Ross Fowler, Thinking About Human Rights adlı kitabının birinci bölümünde bu kişileri dört ayrı başlık altında toplar: Geleneksel Düşünürler (Traditional Thinkers), Revizyonist Düşünürler (Revisionist Thinkers), Hukuki-Düzen Düşünürleri (Legal-Order Thinkers) ve İki Kutuplu Düşünürler (Bipolar Thinkers). [6]

Geleneksel düşünürler, [7] Amerika'nın bir başka devletin içişlerine karışması olarak gördükleri, insan hakları politikasına sıcak bakmazlar ve onlarca bu politika etkisiz kalmaya mahkumdur. [8] Geleneksel düşünürlere karşı çıkan revizyonist düşünürler [9] için insan hakları politikası günümüzde kaçınılmazdır, çünkü “yeni dünya düzeni [onlara göre] yeni bir Amerikan dış politikası gerektirmektedir.” [10]

Revizyonist düşünürlerin yanında, geleneksel düşünürlere ise karşı yer alan, Hukuki-Düzen düşünürlerine [11] göre, Amerikan dış politikası Makyavelci ulusal çıkar hesaplamaları üzerine değil, ahlak, adalet ve uluslararası kanunlarla formüle edilmelidir. Onlara göre ahlaki açıdan doğru olan bir dış politika insan haklarını her yerde zaten korur.

Son olarak, geleneksel düşünürlerle ayni paralelde olan İki-Kutuplu düşünürlere [12] göre insan hakları politikasının en ufak bir yanlış uygulanışı ABD'nin aciz olduğunu gösterir. Onlara göre komünizme karşı savaşmakla, insan haklarının arasında yakın bir ilişki vardır. [13] Bu grubun ünlü düşünürlerinden olan Samuel Huntington 'a göre dünya işlerinde ABD'nin gücünün veya etkisinin her artışı, genellikle dünyada özgürlük ve insan haklarının daha iyi bir duruma gelmesi ile sonuçlanır. "Amerikan gücünün yayılması, özgürlüğün yayılması, ile ayni anlamda değildir fakat dünyada özgürlük ve demokrasinin yükselişi ve düşüşü arasında belirgin bir bağlantı vardır. [14]

Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikasına insan hakları konusunun girişini Jack Donnelly International Human Rights isimli kitabında dört ayrı safhaya ayırmıştır. 1945-1948; 1949-1973; 1974-1980; ve 1981-1988. [15] Bildirimizin ikinci bölümünün bu son kısmında amacımız Jack Donnelly’nin vermiş olduğu tarihleri temel olarak alıp, Amerikanın bu dönemlerdeki insan hakları politikalarını ayrıntılı biçimde incelemek ve bu dört safhaya bir beşincisini eklemek olacaktır.

1945-1948 yılları arasındaki dönem “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin” kabulü ile sona eren heveslilik dönemidir. 1949-1973 yılları arasındaki dönem ise soğuk savaşın rekabet ortamının başlaması ile, insan haklarının ikinci plana atıldığı dönem olarak adlandırılabilir. Soğuk savaşın ilk yıllarında ve Vietnam savaşına karşı tepkilerin gelişmeye başladığı bu yıllarda, insan hakları konusu, adeta ortadan yok olmuş ve o zamana kadar insan hakları ile ilgili olarak yapılan ilerlemeler de sekteye uğratılmıştır. Orta ve Doğu Avrupa’ya 1948'de Demir Perdenin girmesinden ve 1949'da Çin’deki son komünist zaferden sonra, insan hakları, süper güç çatışmasının devam ettiği alanlardan biri haline gelmiştir. İnsan Haklarını iki süper güç de kendi taktik manevralarında diğerine karşı kullanmıştır. [16]

İnsan haklarının tanımı üzerindeki ideolojik anlaşmazlıklar Soğuk savaş süresince artmış ve 1950'lerde insan hakları bir propaganda silahı haline gelmiştir. 1950'ler boyunca ve 1960'ların neredeyse tümünde ABD'de insan hakları konusunda faaliyet gösterenler gerçekçi olmayan liberaller ve önerileri de ütopik olarak görülüyordu. [17] Fakat daha sonraları, Amerikan dış politikası karar mekanizmalarında, insan haklarına geniş yer veren yerel politik güçler etkisini göstermeye başlamıştır. 1960'lı yılların sonlarında insan hakları konusu, ABD-Üçüncü dünya ülkeleri ilişkilerine verilen önem sonucu, Amerikan dış politikasına yeniden girmiştir.

1970'lerde ülkelerin insan haklarını, ikili dış politika ilişkilerinde kullanmaları gözlenmeye başlanmıştır. Ve yine 1970'li yıllarda insan hakları konusu ABD dış politikasında ilerleme kaydetmeye başlamıştır. 1970'lerin başlarında uluslararası politika' da enerji krizi, nükleer silahsızlanma, ve Detente temel ilgi alanlarıydı. Fakat, Vietnam savaşının sonu, ve sonrasında Detente politikasının çöküşü, ABD dış politikasındaki “insani içeriğin azlığını” [1] gözler önüne serdi.

1970'li yılların başında Kongrenin bazı üyeleri, Nixon-Kissinger ikilisiyle Amerikan dış politikasının geleneksel Amerikan değerlerinden uzaklaştığını hissetmeye başladılar. Bazı üyeler bu ikilinin politikalarının çok Makyavelist ve ahlakdışı olduğunu savundular. [2] Bunun üzerine Kongre 1973'te ABD'den yardım alan ülkelerin, insan hakları uygulamaları ile Amerikan dış yardımını birbirine bağlamayı tavsiye etti. 1975’te bu bağ zorunlu hale getirildi.

1974-1980 yılları arasındaki dönem insan haklarına olan ilginin yeniden artması dönemi olarak adlandırılabilir. 1975 yılında, Vietnam savaşının sona ermesinden sonra hem iç, hem de uluslararası topluluklar, ahlaki içerikten yoksun olduğunu düşündükleri, ABD dış politika hareketlerini sorgulamaya başladılar. Bir çok insan Vietnam savaşını “Amerika'nın ahlaki liderliğini terk ettiğinin işareti” [3] olarak görmeye başladı.

İkinci olarak Watergate skandalı, özgürlüğün ve demokrasinin dünyada temsilcisi olup, özgürlük ve demokrasiyi koruması ve ileri götürmesi için güvenilen kişilerin de ahlaksal olarak bozulmuş olduklarını ortaya çıkardı. Artık ABD hükümeti kendini insan haklarının koruyucusu ve adil olmayan rejimlerin düşmanı olarak nasıl gösterecekti? Daha da önemlisi artık ABD, komünist dünyaya kendi ahlaki ve ideolojik üstünlüğünü nasıl kabul ettirecekti? [4]

Vietnam ve Watergate olayları, ABD hükümetinin artık zayıflamış ve ahlaksal olarak çökmüş bir ülke olduğu korkularını arttırırken, Soğuk savaşın Detente dönemine geçmesi ve bu sırada küresel konularda Sovyetler Birliğinin eşit bir ortak olarak kabul edilmesi Amerika'yı daha çok etkiliyordu. [5] Bu dönemlerde söz konusu olan eşitlik, dikkati Amerika'nın en güçlü tek devlet olmayışına çekiyordu. Bu da Amerika'nın diğer devletlerin özgürlüğünü ve haklarını koruyabilecek tek ülkenin Amerika olduğu söylemini, artık değiştirmesi gerektiği anlamına geliyordu. O zamanlarda bu iki süper güç arasındaki eşitliğin sembolü, nükleer silahlanmada her iki tarafa da eşit haklar veren SALT anlaşmasıydı. Tüm bu sebepler den dolayı bu dönemde, ABD'nin kendi ideolojisini, ahlaki açıdan, daha iyi olarak kabul ettirmesi için, güçlü bir insan hakları politikası, cazip bir fikir haline geldi. [6]

Amerika'nın içinde bulunduğu bu durumda, 1977 yılında Başkan seçilen Jimmy Carter "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” nin 13. yıldönümünde yaptığı konuşmada, insan haklarının ABD dış politikasının ruhu olduğunu söyledi, fakat insan hakları politikası onun icat ettiği bir şey değildi. O, insan hakları politikasını uygulamıştı, çünkü bunu yapmanın Amerika'nın ulusal çıkarlarına hizmet edeceğine inanıyor ve insan hakları konusunun Amerikan değerleri ile örtüştüğünü düşünüyordu.

1981-1988 yılları arasındaki dönem başarısızlıkla sonuçlanan, "insan haklarını tekrar ikinci plana atma dönemi" olarak adlandırılabilir. Ronald Reagan'ın 1980 yılında, Carter’ın insan hakları politikasına karşı başkanlık kampanyası yürütmesi, insanların aklına, insan hakları, yine 1950'lerdeki gibi ikinci plana mı atılıyor sorusunu getirdi. Fakat 1981 yılında, Kongre, Reagan yönetiminin insan hakları konusunu dış politika gündeminden çıkarmasını önledi.

İki kutuplu düşünürler grubu içine dahil edebileceğimiz Ronald Reagan, komünizm' e karşı savaşmakla, insan haklarına hizmet ettiğini düşünüyordu. Carter gibi Reagan da yaptığı konuşmalarda insan haklarının, dış politikanın tek amacı olduğunu ve Amerikan insanının gelenekleri ile dış politika arasındaki bağı kuran tek şeyin insan hakları konusu olduğunu belirtiyordu. "Reagan yönetiminde, insan haklarını ilerletmek ile, ABD'nin jeopolitik çıkarlarını ilerletmek, ileri götürmek arasında bir doğru orantı vardı." [7] Bu yüzden "Reagan ve danışmanları, Komünizmi devirmek, Sovyetler Birliğini demokratikleştirmek için insan haklarını bir araç olarak kullandılar." [8]

1989 yılından günümüze kadar getirebileceğimiz dönemi insan haklarının dış politikada kullanılmasının "kaçınılmaz hale gelme dönemi" diye adlandırabiliriz. Ilımlı Bush yönetimi ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra yaratılan uluslararası çevre sayesinde, insan hakları politikası Amerikan dış politikasında daha da belirgin bir hale gelmiştir. Bush ve Clinton yönetimlerinde Amerika'nın yaymak istediği asıl hedef, diğer başkanların idareleri döneminde de olduğu gibi, kapitalizmdir. Onlara göre insan hakları , kapitalizmin gelişmesiyle bağlantılı bir demokrasi ile gerçekleşebilir, ve bunun belirli öncelikleri, serbest seçimler ve serbest girişimdir. Günümüzde Clinton'ın tutturduğu orta yol, devamlı olarak insan haklarının öneminden bahsetmek, demokrasinin önemli bir şey olduğunu söyleyip, yaptırmak istediği şeyleri sert tedbirlerle değil, o ülkelerle iş ve kültür ilişkileri kurarak ve o ülkeleri destekleyerek yapmaları gerektiğini, çünkü o ülkelerin “Amerika'nın dostu” olduğunu anlatmaktır. Günümüz Amerika sın da insan hakları, kapitalizm ve demokrasiden sonra gelen en önemli kavramdır ve çağımızın güçlü bir siyasal imgesi haline gelmiştir.

Dünyada hiç bir ulus insan haklarına kayıtsız kalamamaktadır. Amerika'nın insan hakları seslenişine cevap vermemek insan olduğumuzu reddetmek gibi anlaşılacağından, ister istemez herkes kendini böyle bir seslenişe cevap verme durumunda hissetmektedir. Zaten böyle hissettiği ve Amerika'nın seslenişine dönüp baktığı anda da kendisi bu söylemin içinde bir konum edinmektedir. [9] Bu konum ise ona özgürleşme değil, tam tersine Amerikan ideolojisinin üstünlüğüne hizmet eden bir söylemin aracı haline gelme olanağını vermektedir. Devletlerin kendi sınırlarını aşması ve kendi fikirlerini kabul ettirmesi ancak bu şekilde olmaktadır. Bu da Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi düşüncesini ve değerlerini meşrulaştırma şeklidir. Bu konu ile ilgili söylenen ve yapılanlarda bu meşrulaştırma kaygısını görmemek mümkün değildir kanısındayım.



Kod:
[1] Henry Kissinger. Diplomasi. Çev. İbrahim H. Kurt. Ankara: İş Bankası, 1998, s. 2.

[2] Nina, Baym, et al., eds. The Norton Anthology of American Literature. 3. Kısaltılmış Basım. New York: Norton, 1989, s. 3.

[3] John, Winthrop. “A Model of Christian Charity” (1630) içinde The Norton Anthology of American Literature. Nina Baym, et al., eds. New York: Norton, 1989, s. 24.

[4] Kissinger, op. cit., s. 20.

[5] Jerald A. Combs. The History of American Foreign Policy. 1. Cilt. New York: Knopf, 1986, s.2.

[6] Kissinger, op.cit., s. 28.

[7] Ibid, s. 31.

[8] Ibid.

[9] Jack, Donnelly. International Human Rights. Oxford: Westview, 1993, s. 101.

[10] Ibid.

[11] Bu dört temel özgürlük Münci Kapani’nin İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları. (Ankara: Bilgi, 1991, s.21) isimli kitabında şu şekilde Türkçe’ye çevrilmiştir: Söz ve anlatım özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ve korkudan kurtulma özgürlüğü.

[12] James, Mayall. “The United States.” Foreign Policy and Human Rights: Issues and Responses. Ed. R. J. Vincent. Cambridge: Cambridge UP., 1986, s.165.

[13] Tom Farer’ dan aktaran Lars, Schoultz. Human Rights and the United States Policy toward Latin America. New Jersey: Princeton UP, 1981, s. 109.

[14] Çeviriler bana aittir.

[15] Geleneksel Düşünürlerden bazıları Kenneth W. Thompson, George F. Kennan ve Hans Morgenthau’dur.

[16] Michael Ross Fowler. Thinking About Human Rights: Contending Approaches to Human Rights in U.S. Foreign Policy. Lanham: UP of America, 1987, s. 27.

[17] Revizyonist düşünürlerden bazıları Zbigniew Brzezinski, Jimmy Carter ve Cyrus Vance’dır.

[18] Fowler, op. cit., s. 25.

[19] Amerika’da Hukuki-Düzen Düşünürlerinin çoğu Amerikalı Hukukçulardır.

[20] İki-Kutuplu Düşünürlerin bazıları, Jeane Kirkpatrick, Elliot Abrams, Ronald Reagan, Henry Kissinger ve Samuel Huntington’dır.

[21] Fowler, op.cit, s. 51.

[22] Samuel, Huntington. “Human Rights and America.” içinde Commentary. 72(1981): 37-43 s. 37.

[23] Donnelly, op. cit., s. 99.

[24] Donnelly, op. cit. S. 7.

[25] Schoultz, op, cit. S. 109.

[26] Tony, Evans. US Hegemony and the Project of Universal Human Rights. New York: St. Martin’s, 1996, s. 162.

[27] David P. Forsythe. Human Rights and U.S. Foreign Policy: Congress Reconsidered. Gainesville: U of Florida P., 1988, s. 1.

[28] Evans, op. cit., s. 163.

[29] Ibid, s. 164.

[30] Ibid, s. 166.

[31] Ibid, s. 167.

[32] Cynthia Brown., ed. With Friends Like These: The Americas Watch Report on Human Rights and U.S. Policy in Latin America. New York: Pantheon, 1985, s. 239.

[33] Kissinger, op. cit. S. 735.

[34] Benzer bir görüş için bkz: Louis, Althuser. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Yusuf Alp ve Mahmut Özışık. İstanbul: İletişim, 1994.

Kaynakça

Abramowitz, Alan I. "The United States: Political Culture Under Stress." The Civic Culture  Revisited. Eds. Gabriel A. Almond ve Sidney Verba. Newbury Park, California: Sage,  1980.

Althusser, Louis. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Yusuf Alp ve Mahmut Özışık. İstanbul: İletişim, 1994.

Baym, Nina, et al., eds. The Norton Anthology of American Literature. New York: Norton,

1989.

Brown, Cynthia, ed. With Friends Like These: The Americas Watch Report on Human Rights      and U.S. Policy in Latin America. New York: Pantheon, 1985.

Carter, Jimmy. Keeping Faith: Memoirs of a President. New York: Bantam, 1982.

Combs, Jerald A. The History of American Foreign Policy. 2 cilt. New York: Knopf, 1986.

Crabb, Cecil V. Jr. The Doctrines of American Foreign Policy: Their Meaning, Role and    Future. London: Louisiana State UP, 1982.

Donnelly, Jack. International Human Rights. Oxford: Westview, 1993.

Evans, Tony. US Hegemony and the Project of Universal Human Rights. New York: St.    Martin, 1996.

Forsythe, David P. "American Foreign Policy and Human Rights: Rhetoric and Reality."     içinde Universal Human Rights 2,3 (1980): 35-54.

---. Human Rights and U.S. Foreign Policy: Congress Reconsidered. Gainesville: U of Florida      P., 1988.

---., ed. American Foreign Policy in an Uncertain World. Lincoln: U of Nebraska P., 1984.

Fowler, Michael Ross. Thinking About Human Rights: Contending Approaches to Human   Rights in U.S. Foreign Policy. Lanham: UP of America, 1987.

Fraser, Donald M. "Freedom and Foreign Policy" içinde Foreign Policy 26 (1977): 140-56.

Hill, Dilys M., ed. Human Rights and Foreign Policy: Principles and Practice. Basingstoke,   Hampshire: Macmillan, 1989.

Human Rights and U.S. Foreign Policy: United States Policy toward South Africa. New York:     Lawyers Committee for Human Rights, 1989.

Huntington, Samuel P. "Human Rights and American Power." içinde Commentary 72

(1981):37-43.

Kapani, Münci. İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları. Ankara: Bilgi, 1991.

Kissinger, Henry. Diplomasi. Çev. İbrahim H. Kurt. Ankara: İş Bankası, 1998.

---. Diplomacy. New York: Simon, 1994.

Korey, William. The Promises We Keep: Human Rights, the Helsinki Process and American Foreign Policy. New York: St. Martin's, 1993.

Mayall, James. "The United States." içinde Foreign Policy and Human Rights: Issues and

Responses. Ed. R. J. Vincent. Cambridge: Cambridge UP, 1986.

Mower, A. Glenn. Human Rights and American Foreign Policy: The Carter and Reagan     Experiences. New York: Greenwood, 1987.

Queen, David, ed. Reflections on America and Americans: Essays on American Society and Character. Washington D.C.: USIS, 1988.

Schoultz, Lars. Human Rights and the United States Policy toward Latin America. New     Jersey: Princeton UP, 1981.

Ünal, Şeref. Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku. Ankara: Yetkin, 1997.

Vincent, R. J., ed. Foreign Policy and Human Rights: Issues and Responses. Cambridge:   Cambridge UP, 1986.

Winthrop, John. "A Model of Christian Charity" (1630) içinde The Norton Anthology of

American Literature. Eds. Nina Baym et al. New York: Norton, 1989.
 
Geri
Üst