ziberkan
Super Moderator
İstanbul'un 16 Mart 1920 günü İtilâf Devletleri tarafından işgali, Millî Mücadele'nin bir dönüm noktasını teşkil ettiği kadar, hem Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'dan bu tarihe kadar olan kurtuluş faaliyetlerinin işgalci devletler üzerindeki etkisini göstermesi ve hem de, işgalci devletler arasındaki, rekabet ve menfaat mücadelelerini ortaya koyması bakımından, Millî Mücadele'nin önemli bir olayını teşkil etmektedir.
Önce, 1919 Aralık ayı sonunda bir yandan Anadolu'daki durumu, öte yandan da, İtilâf Devletleri'nin "Türkiye" ile barış müzakerelerindeki durumunu, konunun çerçevesi olarak, belirtmemiz gerekir.
1. 1919 Sonunda Anadolu’da Durum
Bilindiği gibi, Yunanistan'ın 15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgali, hem Atatürk'ü harekete geçirmiş ve hem de Millî Mücadele'nin en önemli itici gücünü teşkil etmiştir. 21/22 Haziran 1919 Amasya Tamimi, 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi, 4–11 Eylül 1919 Sivas Kongresi, bu itici güçten hız alan üç büyük millî hamle olmuştur. Bu hamleler o kadar etkili oldu ki, 3 Ekim 1919'da Damat Ferit Paşa hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve yerine, Ali Rıza Paşa kabinesi kuruldu. İngiltere'nin İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral J. de Robeck, 3 Ekim'de Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a gönderdiği telgrafta, kabinenin çoğunluğunun milliyetçi ve bazı üyelerin İttihad ve Terakki Partisi sempatizanı olduğunu bildiriyor ve bu arada özellikle, Sadrazam Ali Rıza Paşa, Harbiye Bakanı Mersinli Cemal Paşa, Nafia ve eski Harbiye Bakanı Ferik Abuk Ahmet Paşa'nın milliyetçi hareket sempatileri üzerinde duruyordu. De Robeck'e göre, Mersinli Cemal Paşa ile Ferik Abuk Ahmet Paşa, "Mustafa Kemâl" liderliğindeki Millî Hareket'in en kuvvetli destekçileri idi[2].
İstanbul'da hazırlanan, bir İngiliz istihbarat raporunda, Harbiye Bakanı Cemal Paşa'nın, İstanbul'daki Milliyetçi Örgüt'ün başı olduğundan ve Mustafa Kemâl ile birlikte Anadolu'daki milliyetçi kuvvetlerin hareketini yönelttiğinden söz edilmekteydi[3]. Yeni kabinenin bu yapısı, özellikle İngiltere'yi telâşlandırdığı gibi, yeni kabinenin Bahriye Bakanı Salih Paşa ile Atatürk arasında 20 Ekim 1919'da tespit edilen Amasya Protokolü'nde, İstanbul Hükümeti ile Millî Teşkilât arasında uyuşma olduğunun, Meclis-i Mebusan seçimlerinin bir an önce yapılmasının, Sivas Kongresi kararlarının Meclis-i Mebusan'ca kabul edilmesinin ve nihayet Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'un dışında bir yerde (Bursa söz konusu olmuştur) toplanmasının söz konusu olması, bir bakıma İstanbul Hükümeti'nin, Millî Hareket'e yani Heyet-i Temsiliye'ye tâbi olması veya en azından, ikisi arasında bir işbirliğinin kurulmakta olduğu izlenimini vermekteydi.
Halbuki, İstanbul Hükümeti, Müttefikler (veya İtilâf Devletleri, veya işgalci devletler) bakımından, Türk toprakları üzerindeki her türlü sömürgeci ve emperyalist plânlarını gerçekleştirmede, baskı yoluyla kullanabilecekleri bir araç idi. Millî Hareket ise, bu tekerleğin önüne konan büyük bir kaya parçası idi. Hele, Atatürk'ün, İstanbul ile daha yakın temas kurmak için, Heyet Temsiliye'yi Ankara'ya naklederek, Millî Mücadele'yi İstanbul'a çok yakın bir mesafeye getirmesi, İstanbul-Ankara işbirliği bakımından Müttefikleri iyice korkutmuştur.
2. Osmanlı Devleti ile İlgili Barış Müzakereleri
Osmanlı Devleti'yle, yani Batılıların deyimi ile "Türkiye" ile barış konuları, esasında, Paris Konferansı'nın 1919 Ocak ayında açıldığından itibaren gündeme gelmiştir. Çünkü, Yunanistan başta olmak üzere, Araplar, Ermeniler, Kürtler, v.s. , "leş kargaları" örneği, Osmanlı İmparatorluğu topraklarından pay kapmak için Paris'e üşüşmüşlerdir. Her biri, kendi ihtiraslarına ve hayal güçlerine göre Osmanlı topraklarından pay kopartmanın peşindeydi.
"Leş Kargaları"nın bu tutumu, Osmanlı İmparatorluğu'nun "cesedi" üzerindeki çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen işgalci devletlerin politik amaçları ile ters orantılıydı. Bununla beraber, üç büyükler, yani İngiltere, Fransa ve İtalya, Amerika ile beraber, önce, başta Almanya olmak üzere yenilmiş Avrupa devletleri ile yapılacak barışa yöneldiklerinden Osmanlı Devleti (Türkiye) ile yapılacak barışa hemen sıra gelmedi. Amerikan Senatosu, Almanya ile imzalanan Versay Barış Antlaşması'nı onaylamayı reddedip, Amerika, Aralık 1919'da Paris Konferansı'ndan çekildikten sonra, Osmanlı Devleti'yle yapılacak barış antlaşması sistemli bir şekilde ele alınmaya başlandı. Bu konuda ilk toplantı, İngiltere Başbakanı Lloyd George ile Fransa Başbakanı Clémenceau ve heyetleri arasında 11 Aralık 1919'da Londra'da yapıldı[4]. Bu toplantıda Clémenceau, İngiltere ile tam bir işbirliği içine girerek, Fransa'nın bütün amaçlarını İngiltere'ye kabul ettirme çabası içinde olmuştur. İngiltere ile bir görüş ayrılığı veya anlaşmazlık çıkmamasına çalışmıştır. Bununla beraber, üzerinde en fazla tartışılan konu, İstanbul ve Padişah'ın durumu olmuştur. Fransa, İstanbul şehri ile Boğazlar sorununun birbirinden ayrı olarak ele alınmasını ve Padişah'ın İstanbul'da oturmasına izin verilmesini ileri sürerken, İngiltere, İstanbul'un Boğazlar sorunundan ayrı olarak ele alınamayacağı ve İstanbul'un da milletlerarası bir otoritenin yönetimine verilmesi gerektiği tezini savunmuştur. Padişah'ın statüsü için de, Venizelos'un İngiltere'ye telkin ettiği, "Vatikanvari" bir sistemin tartışması yapılmıştır[5]. Clémenceau'nun, "Doğu'da bir Papa yaratılması"na karşı çıkıp, Batı'da bir Papa'nın bulunmasının yeteri kadar bir kötülük olduğunu söylemesi ilginçtir[6].
Boğazlar konusunda fazla bir görüş ayrılığı ve tartışma söz konusu olmamıştır. Zira her ikisi de Boğazların Türklerden alınmasında birleşmişlerdi. "Anadolu" ("Asia Minor") konusu ayrıca ele alınıp, burada özellikle İzmir üzerindeki İtalyan iddiaları dolayısıyla İtalyan-Yunan çatışması üzerinde durulmuş ve özellikle İngiltere bütün gücü ile Yunanistan'ı desteklemiştir.
3. Osmanlı Devleti ile Barış Antlaşması
Osmanlı Devleti'yle barış antlaşmasının müzakereleri Ocak 1920 sonlarına doğru başlamakla beraber, ilginçtir. İngiltere, Fransa ve İtalya'nın 18 Şubat 1920 günlü toplantısında, Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışın esasları, bir taslak halinde önlerine gelmiş bulunuyordu[7].
Taslağa göre[8], Trakya sınırı, Çatalca Hattı veya Midye-Enez çizgisi olacaktı. Boğazlar Türklerden alınıyordu. Fakat İstanbul yine Osmanlı Devleti'nin başkenti olmaya devam edecek ve Padişah İstanbul'da oturabilecekti. İzmir ve havalisi Osmanlı Devleti'nde kalmakla beraber, Yunanistan tarafından yönetilecekti. İzmir Limanı Milletler Cemiyeti'nin garantisi altında serbest liman olacak ve uygun bir kısmı da Osmanlı Devleti'nin kullanımına bırakılacaktı. Ermenistan'a Anadolu'dan toprak verilecek, fakat sınırı sonra çizilecekti. Osmanlı Devleti (veya Türkiye), Kürdistan (!), Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Arabistan üzerindeki her türlü haklarından vazgeçecekti, v.s...
Bütün bu görüşmeler, tartışmalar gizli olmakla beraber, özellikle Fransız basını bir hayli haber yayınlamaktaydı. O kadar ki, Lloyd George bile, 18 Şubat 1920 toplantısında, bu durumdan, İngiliz basınının şikâyetçi olduğunu belirtmiş ve sonunda ortak bildiriler yayınlanmasına karar verilmişti[9].
Tabiî, bütün bu haberler İstanbul basınına ve Anadolu'ya da yayılmakta ve Türk kamuoyunda endişe ve sinirlilik yaratmaktaydı. Özellikle Anadolu'daki bu atmosfer ve Ali Rıza Paşa kabinesindeki bazı bakanların, işgal makamlarına karşı ters tutumları da işgalci devletleri endişeye sevk etmeye başladı. Aradaki görüş ayrılıklarına rağmen, Ankara ile İstanbul arasındaki ilişkiler, Müttefikleri, bulundukları ve karargâhları olan İstanbul'da oturdukları zeminde rahatsız etmeye başladı. Hâlbuki İstanbul, bir bakıma, Mondros Mütarekesi'nin temel unsurunu teşkil ediyordu. Bu sebeple, İstanbul'da "kuvvetli" olmak zorundaydılar.
İŞGALE DOĞRU...
4. İstanbul'un İşgali'ne Doğru Gelişmeler
Müttefikleri, yani işgalci devletleri, İstanbul konusunda radikal tedbirler almaya yani, İstanbul'u "işgal"e götüren bir dizi gelişmeler olmuştur. Genel olarak söylemek gerekirse, bu gelişmeler, 27 Aralık 1919'dan itibaren karargâhını Ankara'ya nakletmiş olan Millî Mücadele ile Müttefiklerin İstanbul Hükümeti'ni kendi etki ve kontrolleri altına alma mücadelesidir. Çünkü, İstanbul Hükümeti'ni kendi kontrolleri altında tutmak, belirttiğimiz sebeplerle, Müttefikler için ne kadar önemli ise, 23 Nisan 1920'de Ankara'da T.B.M.M. açılıncaya kadar, İstanbul Hükümeti'ni, mümkün olduğunca, kontrolü altında olmasa bile, kendi etkisi altında tutmak, Millî Hareket için de aynı derecede önemli olmuştur.
Bu gelişmeleri şu olaylar ve noktalar üzerinde toplamak gerekmektedir:
A) Daha önce de belirttiğimiz gibi, Damat Ferit Paşa'nın istifası üzerine, 3 Ekim 1919'da kurulan Ali Rıza Paşa Kabinesinin göreve gelmesi, Müttefikleri hiç memnun etmemişti. Çünkü, yine belirttiğimiz gibi, kabinenin bazı üyelerinin milliyetçi eğilimleri, İstanbul'daki Müttefik temsilcilerinin bilmedikleri bir husus değildi. Bu üyelerin başında Harbiye Bakanı Cemal Paşa gelmekteydi. Cemal Paşa, Müttefiklerin, Mondros Mütarekesi gereğince, Anadolu'daki askerî kontrolleri konusunda çatışma durumuna girmekte gecikmedi[10]. Bunun sonucu olarak, üç Müttefik Yüksek Komiseri adına Fransız Yüksek Komiserliği'nce Sadrazam Ali Rıza Paşa'ya 20 Ocak 1920'de verilen bir nota ile, sadece Harbiye Bakanı Cemal Paşa'nın değil, Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa'nın da istifası istendi[11]. Ertesi günü Paşaların istifası Yüksek Komiserlere bildirildi.
Ali Rıza Paşa kabinesinin Müttefik ültimatomuna boyun eğmesi, Atatürk'ü son derece sinirlendirdi[12]. Kaldı ki, Ali Rıza Paşa'nın, 14 Şubat 1920'de yayınladığı bildiri ile, millî iradenin "tecelligâhı münferide" sinin İstanbul'daki Meclis-i Mebusan olduğunu belirterek, Ankara'yı geçersiz sayması üzerine, Atatürk de 17 Şubat 1920'de yayınladığı bir genelge ile, "vatanı ve mevcudiyeti milliyeyi kurtarmak, hayat ve beka esasından ibaret olan teşkilât-ı milliyenin, vatanın her köşesinde, âm ve şâmil bir surette taazzuvuna kelevvel devam edilmesini", bütün Müdafaa-i Hukuk örgütlerinden rica etmekteydi[13].
B) Ali Rıza Paşa kabinesi, kurulur kurulmaz, 9 Ekim 1919'da yayınladığı bir kararname ile, Meclis-i Mebusan seçimlerinin yapılacağını açıklamıştı. Seçimler sonucunda, Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920'de ilk toplantısını yaptı. Bilindiği gibi, özellikle Atatürk'ün talimat ve telkinleri ile, yeni Meclis' te kuvvetli bir milliyetçi hava ortaya çıktığı gibi, esasları Ankara'da tespit edilmiş olan[14] Misak-ı Millî'yi de 28 Ocak'ta bu Meclis yayınlayacaktır. Başka bir deyişle, Millî Hareket, Müttefiklerin gözleri önünde kendilerine meydan okumaktaydı ve daha da önemlisi, Müttefiklerin barış şartlarını hazırlamakta olduğu bir sırada, Türkler, kendilerinin kabul edebileceği barış şartlarını kendileri tespit ediyorlardı. Dahası, İstanbul Hükümeti, bütün bu olup bitenlere egemen olmaktan çok uzak bulunuyordu.
C) Yine barış şartları ile ilgili olarak başka bir olay da, Müttefiklerin korkusuna ve tepkisine sebep olmuş görünüyor. Yukarıda da değindiğimiz üzere, İngiliz-Fransız görüşmelerinde İstanbul konusu ile birlikte Padişah'ın statüsü de söz konusu olmuş ve hatta Padişah'ın İstanbul yerine Bursa'da oturtulması fikri ortaya atılmıştı. İstanbul konusundaki bu haberler bazı İngiliz ve Fransız gazetelerinde yer alınca, Anadolu'nun çeşitli yerlerinden İngiliz Yüksek Komiserliği'ne 116 protesto telgrafı çekilmişti[15].
Atatürk de, Heyeti Temsiliye Reisi olarak, 11 Ocak 1920'de, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliği'ne çektiği telgrafta, İstanbul ve Padişah hakkındaki basın haberlerine atıfta bulunup, Türk Milleti'nin, hakkın kuvvete üstün geleceğine inandığını, geleceğini ve kaderini, 11 Eylül 1919'da Sivas'ta yayınlanan beyannamedeki esaslara göre çizmeye kararlı olduğunu belirterek, böyle bir tasarının barış üzerinde olumsuz etki yapacağını bildirmiştir[15].
Yüksek Komiser de Robeck, gerek Anadolu'dan gelen protesto telgraflarını, gerek Atatürk'ün telgrafını, Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a göndermiştir. Biraz a.ağıda belirteceğimiz üzere, bu telgraflar, özellikle İngiltere'de hazırladıkları barışı ve özellikle İstanbul hakkındaki kararlarını Millî Harekete kabul ettirmenin kolay olmayacağı kanaatini uyandırmış ve onları tedbir alma yoluna sevk etmiştir.
D) Müttefikleri sinirlendiren bir diğer gelişme de, Akbaş Olayı'dır[16]. Yunanlıların İzmir'i işgalinden ve Gönen Bölgesi'nde Anzavur Ayaklanması'ndan sonra, o bölgede, Kuvayı Milliye'nin silâh ve cephane ihtiyacı son derece artmış bulunuyordu. Buna karşılık, Gelibolu Yarımadası'nda, Gelibolu ile Eceabat arasındaki Akbaş mevkiinde, Osmanlı Devleti'nden el konulan ve Fransız askerlerinin koruması altında bulunan bir cephanelik ve silâh deposu bulunuyordu. Balıkesir'de bulunan, 61. Fırka Kumandanı Kâzım (Özalp)[17]
Bey'in karargâhında hazırlanan bir plânla, Köprülü Hamdi Bey ile, Çerkez Ethem'den ayrılmış olan Dram Ali Rıza Bey, 30 kadar Kuvayı Milliye askeri ile, 26/27 Ocak 1920 gecesi, Akbaş cephaneliğini bastılar ve 20 kadar Fransız askerini esir aldıktan sonra, 8.000 tüfek, 5.000 sandık cephane ve 300 mitralyöz (ağır makineli tüfek), hazırlanan kayık ve motorlara yüklenerek Lâpseki'ye kaçırıldı ve oradan da içerlere nakledildi. Fransız askerlerinin iki gün sonra serbest bırakıldığı bu olay, o civardaki Müttefik gemilerine ve Akbaş yakınlarında bulunan İngiliz kuvvetlerine rağmen gerçekleştirilmişti.
Akbaş Olayı, Müttefiklerin prestijine son derece ağır bir darbe teşkil ettiği kadar, Millî harekete de o derece büyük prestij sağladı. Lâkin, Akbaş Olayı Müttefiklerin iki türlü tepkisine sebep oldu. Birincisi, Meclis-i Mebusan Reisliği'ne aday olan Reşat Hikmet Bey'in, tedavide bulunduğu İsviçre'den döner dönmez Fransızlar tarafından 28 Ocak'ta tutuklanmasıdır. Mamafih 29 Ocak'ta serbest bırakıldı. İkincisi ise, Atatürk'ün, milletvekili olarak İstanbul'a gelmesi beklendiğinden, onun da tutuklanmasına karar verilmesiydi.
Bilindiği gibi, Atatürk, tehlikeleri gayet berrak bir şekilde gördüğünden, İstanbul'a gelmedi.
Bütün bu gelişmeler Ali Rıza Paşa Kabinesi'ni çok rahatsız etmekteydi. Şeyhülislâm, (Haydarizade İbrahim Efendi) 26 Ocak 1920 günü, İngiliz askerî ataşeliğine bağlı bir subayla yaptığı görüşmede, Kabinenin durumunun gayet nahoş olduğunu belirtip, "iki değirmentaşı arasındayız" dedikten sonra, Kuvayı Milliye'nin, Hükümet üzerinde açıkça kontrol kurduğunu, Meclis-i Mebusan açıldıktan sonra, "Anadolu kuvvetleri"ne, Hükümet'e müdahale edemeyeceklerini ve Padişah'ın emirlerine tâbi olmaları gerektiğini söylediklerini, Mustafa Kemâl Paşa ve arkadaşlarının ise Meclis-i Mebusan üzerinde, tıpkı İttihad ve Terakki gibi kontrol tesis etmek istediklerini, bu durumda ya onların kayıtsız şartsız Hükümete tâbi olacaklarını veya Hükümet'in istifa etmek zorunda kalacağını bildirmekteydi[18].
E) Müttefiklerin canını sıkan bir durum da, Adana, Antep ve Maraş'ta, Fransız işgal kuvvetlerine karşı yüroğuütülen millî mücadele idi. Her üç vilâyette de, Ermenilerin, Fransız işgal kuvvetlerinin en büyük desteğini teşkil etmesi, mahallî halkın milliyetçi direnmesinin en önemli faktörü idi. Özellikle Maraş' ta, Ermenilerle milliyetçi kuvvetler arasındaki mücadele çok şiddetli ve kanlı oldu.
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Maraş olaylarını Akbaş Olayı ile birleştirirken, bir yandan da Milliyetçilerin Bolşeviklerle işbirliği yaparak, Hazar Denizi'nin doğusunda ve batısında İslâm bağnazlığını tahrik etmelerinden söz ediyordu[19] .
De Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği 23 Şubat günlü telgrafında ise, Kilikya (Adana) ve Mara.'ta, bir Ermeni katliamından söz ediyor ve "bir kere daha belirtmek isterim ki, bütün bu olaylar, Mustafa Kemâl Paşa'nın bir süre önce kasıtlı olarak tertip ettiği bir tehdidin icrasıdır" demekteydi[20]. Buna karşılık, Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Bristol, Mart sonlarında Washington’a gönderdiği raporunda, Kilikya'daki ayaklanmaların ve bütün Anadolu'da uyanan Batı aleyhtarlığının tek sebebinin, Avrupa devletlerinin tutumundan kaynaklandığını bildiriyordu
Önce, 1919 Aralık ayı sonunda bir yandan Anadolu'daki durumu, öte yandan da, İtilâf Devletleri'nin "Türkiye" ile barış müzakerelerindeki durumunu, konunun çerçevesi olarak, belirtmemiz gerekir.
1. 1919 Sonunda Anadolu’da Durum
Bilindiği gibi, Yunanistan'ın 15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgali, hem Atatürk'ü harekete geçirmiş ve hem de Millî Mücadele'nin en önemli itici gücünü teşkil etmiştir. 21/22 Haziran 1919 Amasya Tamimi, 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi, 4–11 Eylül 1919 Sivas Kongresi, bu itici güçten hız alan üç büyük millî hamle olmuştur. Bu hamleler o kadar etkili oldu ki, 3 Ekim 1919'da Damat Ferit Paşa hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve yerine, Ali Rıza Paşa kabinesi kuruldu. İngiltere'nin İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral J. de Robeck, 3 Ekim'de Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a gönderdiği telgrafta, kabinenin çoğunluğunun milliyetçi ve bazı üyelerin İttihad ve Terakki Partisi sempatizanı olduğunu bildiriyor ve bu arada özellikle, Sadrazam Ali Rıza Paşa, Harbiye Bakanı Mersinli Cemal Paşa, Nafia ve eski Harbiye Bakanı Ferik Abuk Ahmet Paşa'nın milliyetçi hareket sempatileri üzerinde duruyordu. De Robeck'e göre, Mersinli Cemal Paşa ile Ferik Abuk Ahmet Paşa, "Mustafa Kemâl" liderliğindeki Millî Hareket'in en kuvvetli destekçileri idi[2].
İstanbul'da hazırlanan, bir İngiliz istihbarat raporunda, Harbiye Bakanı Cemal Paşa'nın, İstanbul'daki Milliyetçi Örgüt'ün başı olduğundan ve Mustafa Kemâl ile birlikte Anadolu'daki milliyetçi kuvvetlerin hareketini yönelttiğinden söz edilmekteydi[3]. Yeni kabinenin bu yapısı, özellikle İngiltere'yi telâşlandırdığı gibi, yeni kabinenin Bahriye Bakanı Salih Paşa ile Atatürk arasında 20 Ekim 1919'da tespit edilen Amasya Protokolü'nde, İstanbul Hükümeti ile Millî Teşkilât arasında uyuşma olduğunun, Meclis-i Mebusan seçimlerinin bir an önce yapılmasının, Sivas Kongresi kararlarının Meclis-i Mebusan'ca kabul edilmesinin ve nihayet Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'un dışında bir yerde (Bursa söz konusu olmuştur) toplanmasının söz konusu olması, bir bakıma İstanbul Hükümeti'nin, Millî Hareket'e yani Heyet-i Temsiliye'ye tâbi olması veya en azından, ikisi arasında bir işbirliğinin kurulmakta olduğu izlenimini vermekteydi.
Halbuki, İstanbul Hükümeti, Müttefikler (veya İtilâf Devletleri, veya işgalci devletler) bakımından, Türk toprakları üzerindeki her türlü sömürgeci ve emperyalist plânlarını gerçekleştirmede, baskı yoluyla kullanabilecekleri bir araç idi. Millî Hareket ise, bu tekerleğin önüne konan büyük bir kaya parçası idi. Hele, Atatürk'ün, İstanbul ile daha yakın temas kurmak için, Heyet Temsiliye'yi Ankara'ya naklederek, Millî Mücadele'yi İstanbul'a çok yakın bir mesafeye getirmesi, İstanbul-Ankara işbirliği bakımından Müttefikleri iyice korkutmuştur.
2. Osmanlı Devleti ile İlgili Barış Müzakereleri
Osmanlı Devleti'yle, yani Batılıların deyimi ile "Türkiye" ile barış konuları, esasında, Paris Konferansı'nın 1919 Ocak ayında açıldığından itibaren gündeme gelmiştir. Çünkü, Yunanistan başta olmak üzere, Araplar, Ermeniler, Kürtler, v.s. , "leş kargaları" örneği, Osmanlı İmparatorluğu topraklarından pay kapmak için Paris'e üşüşmüşlerdir. Her biri, kendi ihtiraslarına ve hayal güçlerine göre Osmanlı topraklarından pay kopartmanın peşindeydi.
"Leş Kargaları"nın bu tutumu, Osmanlı İmparatorluğu'nun "cesedi" üzerindeki çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen işgalci devletlerin politik amaçları ile ters orantılıydı. Bununla beraber, üç büyükler, yani İngiltere, Fransa ve İtalya, Amerika ile beraber, önce, başta Almanya olmak üzere yenilmiş Avrupa devletleri ile yapılacak barışa yöneldiklerinden Osmanlı Devleti (Türkiye) ile yapılacak barışa hemen sıra gelmedi. Amerikan Senatosu, Almanya ile imzalanan Versay Barış Antlaşması'nı onaylamayı reddedip, Amerika, Aralık 1919'da Paris Konferansı'ndan çekildikten sonra, Osmanlı Devleti'yle yapılacak barış antlaşması sistemli bir şekilde ele alınmaya başlandı. Bu konuda ilk toplantı, İngiltere Başbakanı Lloyd George ile Fransa Başbakanı Clémenceau ve heyetleri arasında 11 Aralık 1919'da Londra'da yapıldı[4]. Bu toplantıda Clémenceau, İngiltere ile tam bir işbirliği içine girerek, Fransa'nın bütün amaçlarını İngiltere'ye kabul ettirme çabası içinde olmuştur. İngiltere ile bir görüş ayrılığı veya anlaşmazlık çıkmamasına çalışmıştır. Bununla beraber, üzerinde en fazla tartışılan konu, İstanbul ve Padişah'ın durumu olmuştur. Fransa, İstanbul şehri ile Boğazlar sorununun birbirinden ayrı olarak ele alınmasını ve Padişah'ın İstanbul'da oturmasına izin verilmesini ileri sürerken, İngiltere, İstanbul'un Boğazlar sorunundan ayrı olarak ele alınamayacağı ve İstanbul'un da milletlerarası bir otoritenin yönetimine verilmesi gerektiği tezini savunmuştur. Padişah'ın statüsü için de, Venizelos'un İngiltere'ye telkin ettiği, "Vatikanvari" bir sistemin tartışması yapılmıştır[5]. Clémenceau'nun, "Doğu'da bir Papa yaratılması"na karşı çıkıp, Batı'da bir Papa'nın bulunmasının yeteri kadar bir kötülük olduğunu söylemesi ilginçtir[6].
Boğazlar konusunda fazla bir görüş ayrılığı ve tartışma söz konusu olmamıştır. Zira her ikisi de Boğazların Türklerden alınmasında birleşmişlerdi. "Anadolu" ("Asia Minor") konusu ayrıca ele alınıp, burada özellikle İzmir üzerindeki İtalyan iddiaları dolayısıyla İtalyan-Yunan çatışması üzerinde durulmuş ve özellikle İngiltere bütün gücü ile Yunanistan'ı desteklemiştir.
3. Osmanlı Devleti ile Barış Antlaşması
Osmanlı Devleti'yle barış antlaşmasının müzakereleri Ocak 1920 sonlarına doğru başlamakla beraber, ilginçtir. İngiltere, Fransa ve İtalya'nın 18 Şubat 1920 günlü toplantısında, Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışın esasları, bir taslak halinde önlerine gelmiş bulunuyordu[7].
Taslağa göre[8], Trakya sınırı, Çatalca Hattı veya Midye-Enez çizgisi olacaktı. Boğazlar Türklerden alınıyordu. Fakat İstanbul yine Osmanlı Devleti'nin başkenti olmaya devam edecek ve Padişah İstanbul'da oturabilecekti. İzmir ve havalisi Osmanlı Devleti'nde kalmakla beraber, Yunanistan tarafından yönetilecekti. İzmir Limanı Milletler Cemiyeti'nin garantisi altında serbest liman olacak ve uygun bir kısmı da Osmanlı Devleti'nin kullanımına bırakılacaktı. Ermenistan'a Anadolu'dan toprak verilecek, fakat sınırı sonra çizilecekti. Osmanlı Devleti (veya Türkiye), Kürdistan (!), Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Arabistan üzerindeki her türlü haklarından vazgeçecekti, v.s...
Bütün bu görüşmeler, tartışmalar gizli olmakla beraber, özellikle Fransız basını bir hayli haber yayınlamaktaydı. O kadar ki, Lloyd George bile, 18 Şubat 1920 toplantısında, bu durumdan, İngiliz basınının şikâyetçi olduğunu belirtmiş ve sonunda ortak bildiriler yayınlanmasına karar verilmişti[9].
Tabiî, bütün bu haberler İstanbul basınına ve Anadolu'ya da yayılmakta ve Türk kamuoyunda endişe ve sinirlilik yaratmaktaydı. Özellikle Anadolu'daki bu atmosfer ve Ali Rıza Paşa kabinesindeki bazı bakanların, işgal makamlarına karşı ters tutumları da işgalci devletleri endişeye sevk etmeye başladı. Aradaki görüş ayrılıklarına rağmen, Ankara ile İstanbul arasındaki ilişkiler, Müttefikleri, bulundukları ve karargâhları olan İstanbul'da oturdukları zeminde rahatsız etmeye başladı. Hâlbuki İstanbul, bir bakıma, Mondros Mütarekesi'nin temel unsurunu teşkil ediyordu. Bu sebeple, İstanbul'da "kuvvetli" olmak zorundaydılar.
İŞGALE DOĞRU...
4. İstanbul'un İşgali'ne Doğru Gelişmeler
Müttefikleri, yani işgalci devletleri, İstanbul konusunda radikal tedbirler almaya yani, İstanbul'u "işgal"e götüren bir dizi gelişmeler olmuştur. Genel olarak söylemek gerekirse, bu gelişmeler, 27 Aralık 1919'dan itibaren karargâhını Ankara'ya nakletmiş olan Millî Mücadele ile Müttefiklerin İstanbul Hükümeti'ni kendi etki ve kontrolleri altına alma mücadelesidir. Çünkü, İstanbul Hükümeti'ni kendi kontrolleri altında tutmak, belirttiğimiz sebeplerle, Müttefikler için ne kadar önemli ise, 23 Nisan 1920'de Ankara'da T.B.M.M. açılıncaya kadar, İstanbul Hükümeti'ni, mümkün olduğunca, kontrolü altında olmasa bile, kendi etkisi altında tutmak, Millî Hareket için de aynı derecede önemli olmuştur.
Bu gelişmeleri şu olaylar ve noktalar üzerinde toplamak gerekmektedir:
A) Daha önce de belirttiğimiz gibi, Damat Ferit Paşa'nın istifası üzerine, 3 Ekim 1919'da kurulan Ali Rıza Paşa Kabinesinin göreve gelmesi, Müttefikleri hiç memnun etmemişti. Çünkü, yine belirttiğimiz gibi, kabinenin bazı üyelerinin milliyetçi eğilimleri, İstanbul'daki Müttefik temsilcilerinin bilmedikleri bir husus değildi. Bu üyelerin başında Harbiye Bakanı Cemal Paşa gelmekteydi. Cemal Paşa, Müttefiklerin, Mondros Mütarekesi gereğince, Anadolu'daki askerî kontrolleri konusunda çatışma durumuna girmekte gecikmedi[10]. Bunun sonucu olarak, üç Müttefik Yüksek Komiseri adına Fransız Yüksek Komiserliği'nce Sadrazam Ali Rıza Paşa'ya 20 Ocak 1920'de verilen bir nota ile, sadece Harbiye Bakanı Cemal Paşa'nın değil, Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa'nın da istifası istendi[11]. Ertesi günü Paşaların istifası Yüksek Komiserlere bildirildi.
Ali Rıza Paşa kabinesinin Müttefik ültimatomuna boyun eğmesi, Atatürk'ü son derece sinirlendirdi[12]. Kaldı ki, Ali Rıza Paşa'nın, 14 Şubat 1920'de yayınladığı bildiri ile, millî iradenin "tecelligâhı münferide" sinin İstanbul'daki Meclis-i Mebusan olduğunu belirterek, Ankara'yı geçersiz sayması üzerine, Atatürk de 17 Şubat 1920'de yayınladığı bir genelge ile, "vatanı ve mevcudiyeti milliyeyi kurtarmak, hayat ve beka esasından ibaret olan teşkilât-ı milliyenin, vatanın her köşesinde, âm ve şâmil bir surette taazzuvuna kelevvel devam edilmesini", bütün Müdafaa-i Hukuk örgütlerinden rica etmekteydi[13].
B) Ali Rıza Paşa kabinesi, kurulur kurulmaz, 9 Ekim 1919'da yayınladığı bir kararname ile, Meclis-i Mebusan seçimlerinin yapılacağını açıklamıştı. Seçimler sonucunda, Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920'de ilk toplantısını yaptı. Bilindiği gibi, özellikle Atatürk'ün talimat ve telkinleri ile, yeni Meclis' te kuvvetli bir milliyetçi hava ortaya çıktığı gibi, esasları Ankara'da tespit edilmiş olan[14] Misak-ı Millî'yi de 28 Ocak'ta bu Meclis yayınlayacaktır. Başka bir deyişle, Millî Hareket, Müttefiklerin gözleri önünde kendilerine meydan okumaktaydı ve daha da önemlisi, Müttefiklerin barış şartlarını hazırlamakta olduğu bir sırada, Türkler, kendilerinin kabul edebileceği barış şartlarını kendileri tespit ediyorlardı. Dahası, İstanbul Hükümeti, bütün bu olup bitenlere egemen olmaktan çok uzak bulunuyordu.
C) Yine barış şartları ile ilgili olarak başka bir olay da, Müttefiklerin korkusuna ve tepkisine sebep olmuş görünüyor. Yukarıda da değindiğimiz üzere, İngiliz-Fransız görüşmelerinde İstanbul konusu ile birlikte Padişah'ın statüsü de söz konusu olmuş ve hatta Padişah'ın İstanbul yerine Bursa'da oturtulması fikri ortaya atılmıştı. İstanbul konusundaki bu haberler bazı İngiliz ve Fransız gazetelerinde yer alınca, Anadolu'nun çeşitli yerlerinden İngiliz Yüksek Komiserliği'ne 116 protesto telgrafı çekilmişti[15].
Atatürk de, Heyeti Temsiliye Reisi olarak, 11 Ocak 1920'de, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliği'ne çektiği telgrafta, İstanbul ve Padişah hakkındaki basın haberlerine atıfta bulunup, Türk Milleti'nin, hakkın kuvvete üstün geleceğine inandığını, geleceğini ve kaderini, 11 Eylül 1919'da Sivas'ta yayınlanan beyannamedeki esaslara göre çizmeye kararlı olduğunu belirterek, böyle bir tasarının barış üzerinde olumsuz etki yapacağını bildirmiştir[15].
Yüksek Komiser de Robeck, gerek Anadolu'dan gelen protesto telgraflarını, gerek Atatürk'ün telgrafını, Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a göndermiştir. Biraz a.ağıda belirteceğimiz üzere, bu telgraflar, özellikle İngiltere'de hazırladıkları barışı ve özellikle İstanbul hakkındaki kararlarını Millî Harekete kabul ettirmenin kolay olmayacağı kanaatini uyandırmış ve onları tedbir alma yoluna sevk etmiştir.
D) Müttefikleri sinirlendiren bir diğer gelişme de, Akbaş Olayı'dır[16]. Yunanlıların İzmir'i işgalinden ve Gönen Bölgesi'nde Anzavur Ayaklanması'ndan sonra, o bölgede, Kuvayı Milliye'nin silâh ve cephane ihtiyacı son derece artmış bulunuyordu. Buna karşılık, Gelibolu Yarımadası'nda, Gelibolu ile Eceabat arasındaki Akbaş mevkiinde, Osmanlı Devleti'nden el konulan ve Fransız askerlerinin koruması altında bulunan bir cephanelik ve silâh deposu bulunuyordu. Balıkesir'de bulunan, 61. Fırka Kumandanı Kâzım (Özalp)[17]
Bey'in karargâhında hazırlanan bir plânla, Köprülü Hamdi Bey ile, Çerkez Ethem'den ayrılmış olan Dram Ali Rıza Bey, 30 kadar Kuvayı Milliye askeri ile, 26/27 Ocak 1920 gecesi, Akbaş cephaneliğini bastılar ve 20 kadar Fransız askerini esir aldıktan sonra, 8.000 tüfek, 5.000 sandık cephane ve 300 mitralyöz (ağır makineli tüfek), hazırlanan kayık ve motorlara yüklenerek Lâpseki'ye kaçırıldı ve oradan da içerlere nakledildi. Fransız askerlerinin iki gün sonra serbest bırakıldığı bu olay, o civardaki Müttefik gemilerine ve Akbaş yakınlarında bulunan İngiliz kuvvetlerine rağmen gerçekleştirilmişti.
Akbaş Olayı, Müttefiklerin prestijine son derece ağır bir darbe teşkil ettiği kadar, Millî harekete de o derece büyük prestij sağladı. Lâkin, Akbaş Olayı Müttefiklerin iki türlü tepkisine sebep oldu. Birincisi, Meclis-i Mebusan Reisliği'ne aday olan Reşat Hikmet Bey'in, tedavide bulunduğu İsviçre'den döner dönmez Fransızlar tarafından 28 Ocak'ta tutuklanmasıdır. Mamafih 29 Ocak'ta serbest bırakıldı. İkincisi ise, Atatürk'ün, milletvekili olarak İstanbul'a gelmesi beklendiğinden, onun da tutuklanmasına karar verilmesiydi.
Bilindiği gibi, Atatürk, tehlikeleri gayet berrak bir şekilde gördüğünden, İstanbul'a gelmedi.
Bütün bu gelişmeler Ali Rıza Paşa Kabinesi'ni çok rahatsız etmekteydi. Şeyhülislâm, (Haydarizade İbrahim Efendi) 26 Ocak 1920 günü, İngiliz askerî ataşeliğine bağlı bir subayla yaptığı görüşmede, Kabinenin durumunun gayet nahoş olduğunu belirtip, "iki değirmentaşı arasındayız" dedikten sonra, Kuvayı Milliye'nin, Hükümet üzerinde açıkça kontrol kurduğunu, Meclis-i Mebusan açıldıktan sonra, "Anadolu kuvvetleri"ne, Hükümet'e müdahale edemeyeceklerini ve Padişah'ın emirlerine tâbi olmaları gerektiğini söylediklerini, Mustafa Kemâl Paşa ve arkadaşlarının ise Meclis-i Mebusan üzerinde, tıpkı İttihad ve Terakki gibi kontrol tesis etmek istediklerini, bu durumda ya onların kayıtsız şartsız Hükümete tâbi olacaklarını veya Hükümet'in istifa etmek zorunda kalacağını bildirmekteydi[18].
E) Müttefiklerin canını sıkan bir durum da, Adana, Antep ve Maraş'ta, Fransız işgal kuvvetlerine karşı yüroğuütülen millî mücadele idi. Her üç vilâyette de, Ermenilerin, Fransız işgal kuvvetlerinin en büyük desteğini teşkil etmesi, mahallî halkın milliyetçi direnmesinin en önemli faktörü idi. Özellikle Maraş' ta, Ermenilerle milliyetçi kuvvetler arasındaki mücadele çok şiddetli ve kanlı oldu.
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Maraş olaylarını Akbaş Olayı ile birleştirirken, bir yandan da Milliyetçilerin Bolşeviklerle işbirliği yaparak, Hazar Denizi'nin doğusunda ve batısında İslâm bağnazlığını tahrik etmelerinden söz ediyordu[19] .
De Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği 23 Şubat günlü telgrafında ise, Kilikya (Adana) ve Mara.'ta, bir Ermeni katliamından söz ediyor ve "bir kere daha belirtmek isterim ki, bütün bu olaylar, Mustafa Kemâl Paşa'nın bir süre önce kasıtlı olarak tertip ettiği bir tehdidin icrasıdır" demekteydi[20]. Buna karşılık, Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Bristol, Mart sonlarında Washington’a gönderdiği raporunda, Kilikya'daki ayaklanmaların ve bütün Anadolu'da uyanan Batı aleyhtarlığının tek sebebinin, Avrupa devletlerinin tutumundan kaynaklandığını bildiriyordu