ortadoğuda son yüzyıldaki gelişmeler

ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Lübnan Dağları'nda özerk bir yönetim hâkimdi, Arabistan Yarımadası'nın yaklaşık dörtte üçlük bölümü Vahabi tarikatından Suud ailesinin otoritesi altına girmişti. Bunlara rağmen Ortadoğu hâlâ Osmanlı egemenlik

Alanı içinde sayılıyordu. Bu İngiltere'nin hoşuna gitmiyordu; çünkü Mısır'da 1869'da açılan, Hindistan yolu üzerinde deniz ulaşımı yönünden İngiltere açısından stratejik bir konuma sahip olan Süveyş Kanalı'nın, Osmanlı ile Almanya ve Rusya'ya karşı korunması özel önem taşımaktaydı.

İngiltere ve Fransa'nın genel olarak dünyanın çeşitli bölgelerindeki, özel olarak da Mısır'daki çıkarlarını korumak için 1902'de dostluk antlaşması imzaladı.

İngiltere'nin gizli planları

Böylece Osmanlı Devleti'nin paylaşılmasına yavaş yavaş başlanmıştı. Osmanlı Devleti'nin Balkan Savaşlarında içine düştüğü durum İngiltere ile onun en has müttefiki Fransa'ya cesaret verdi ve iki ülke 1912'de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yaptı.

İngiltere, Fransa'nın bilmediği planlar da yapıyordu: Rusya ile Ortadoğu arasında bazı tampon devletler oluşturmak. İngiltere Savaş Bakanlığı'nın Doğu işleri uzmanı Storrs tarafından 1914 sonlarında yazılan bir mektupta tampon devletler yaratma kavramı şöyle tanımlanıyordu:

"Filistin konusuna ilişkin olarak, yeni toprak ilhakının getireceği ilave sorumlulukları yüklenmeyi istemeyeceğimizi düşünüyorum, ancak, Rusların güneye Suriye'ye inmelerine ya da Lübnan'da kaçınılmaz Fransız himayesinin yayılmasına karşı olmamız da doğal. Fransa, Rusya'dan daha iyi bir komşu olursa da, adı ne kadar dostluk anlaşması olursa olsun hiçbir pakta bel bağlayamayız; özellikle savaş anıları ile yüklü bir kuşak geçip gittikten sonra... Tampon devlet istenen bir şeyse de bunu kurabilir miyiz?"

Anlaşılan, Rudyard Kipling'in deyimiyle 'Asya'daki Büyük Oyun' başlıyordu.

Şerif Hüseyin ve oğulları

Peygamber soyundan geldiğini öne süren ve bu yüzden Mekke ve Medine şehirlerinin muhafız alaylarının başı olan Şerif Hüseyin bin Ali'nin oğlu Emir Abdullah, Şubat 1914'te, İngiltere'nin Mısır Valisi Lord Kitchener'i Kahire'de ziyaret ederek babasının Osmanlılara karşı başlatacağı ayaklanmaya İngilizlerin destek verip vermeyeceğini sormuştu. O sırada henüz Almanya ile Osmanlı Devleti müttefik olmadığı gibi, Almanya

İle İngiltere de henüz savaşta değillerdi. Bu yüzden Kitchener'in cevabı bağlayıcı olmadı ancak Ürdün (Şeria) Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin topraklarında, Akdeniz'le Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin 'Yahudi yerleşim alanı' olarak tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri'nin doğusundaki toprakların ise, İngiltere'nin denetiminde, Hüseyin'in büyük oğlu Abdullah tarafından yönetilmesine izin vereceğini ima etti.

Ağustos 1914'de savaş patlak verdiğinde Kitchener dışişleri bakanı olmak üzere Londra'ya çağrılmıştı. 1915'e gelindiğinde, İngiliz kuvvetleri Osmanlılar karşısında başarısızlığa uğramaya başladığında Kitchener'in aklına Emir Abdullah'ın bu teklifi gelmiş olmalı.

Bunun sonucu olarak da Temmuz 1915 ile Ocak 1916 arasında İngilizlerin Mısır'a atadıkları ilk yüksek komiser Sir Henry Mc Mahon, Hüseyin'in iki oğlu Abdullah ve Faysal ile sıkı bir görüşme trafiği başlattı.

Abdullah'ın Mc Mahon'a getirdiği 14 Temmuz 1915 tarihli mektupta Hüseyin, Arap Yarımadası'nda 'şeriflik idaresi' için düşündüğü alanı tarif ediyordu.

Bu alan, Arap Yarımadası'nda Aden hariç olmak üzere 'bereketli hilal denilen Filistin toprakları, Lübnan, Suriye ve Irak'ı kapsıyordu. 24 Ekim 1915'te Mc Mahon cevabi mesajında savaş sonrasında Arapların bağımsızlığı konusunda İngilizlerin desteğini vaat ediyor, ancak sadece İngiltere'nin değil müttefiki Fransızların da çıkarlarını korumak zorunda olduğunu kaydederek bazı çekincelerini belirtiyordu. İngilizlere göre kendileri tarafından kontrol edilen bölgelerden Mersin ve İskenderiye bölgeleri ile Şam'ın batısındaki Hama, Humus ve Halep sadece Arapların yaşadığı topraklar değildi; burada Yahudiler de yaşıyordu.

Ancak Büyük Britanya bu sınırlar çerçevesinde Mekke Şerifi Hüseyin'in talep ettiği bütün yerlerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye söz veriyordu


Berlin-Bağdat demiryolu

İlk kez İngiltere'nin önerdiği Bağdat demiryolu, Avrupa'yı petrol yataklarının bulunduğu Basra Körfezi'ne bağlayacaktı. Hattın ilk bölümü olan Haydarpaşa-İzmit hattı, 1873'te hizmete açılmıştı. Almanya, inşaatının özendirilmesi için II. Abdülhamid'in teknik danışmanı Alman demiryolları mühendisi Wilhelm Von Pressel'i görevlendirdi. Von Pressel, Sultan'ı ikna için demiryollarının Kürt ve Arap ayaklanmaları sırasında ilgili bölgelere kısa sürede güç yollanmasını sağlayarak devlet otoritesinin kurulmasına yardımcı olacağını söylüyordu. Abdülhamid isyan korkusu ve vergi tahsilâtını artırma umuduyla projeye sıcak bakıyordu.

Uzun tereddütlerden sonra Ekim 1888'de Almanlarla antlaşma imzalandı.

İnşaat için kilometre başına 15 bin frank kâr garantisi verilmişti. Demiryolunun geçeceği devlete ait olan toprakların mülkiyeti imtiyaz sahiplerine bedelsiz devredilecek, demiryolunun iki yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenler işletilebilecek, arkeolojik eserleri aramak, kazılar yapmak B.B.B (Berlin-Bağdat-Basra) şirketi'nin hakkı olacaktı.

1888–1895 arasında Deutshe Bank yardımıyla Konya'ya kadarki 931 kilometre bitti. 1918'e gelindiğinde hat Nusaybin'e kadar tamamlanabilmişti. Söz konusu proje, ileriki yıllarda Başkan Wilson’un Amerika'yı savaşa girmeye ikna etmek için "Ortadoğu'nun bağrına bir burgu gibi saplanan Almanları söküp almalıyız" demesine neden olacaktı.

Bölgeyi paylaştıran anlaşma: Sykes-Picot

Adını görüşmeleri yürüten İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız George Picot'dan alan 9–16 Mayıs 1916 tarihli bir antlaşma bölgede unutulmaz izler bırakacaktır.

Aslında Sykes-Picot Antlaşması, Rusya'da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet hükümeti, Çarlık idaresi tarafından yapılmış tüm gizli anlaşmaları kamuya açıklamasaydı belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti.

Buna göre Rusya Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetleri Fransa'nın payına Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ, Zara, Eğin, Harput ile sınırlanan arazi ile Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Lübnan kıyıları ve Musul; İngiltere'ye ise Bağdat dâhil Güney Mezopotamya ile Hayfa ve Akka limanları düşüyordu. Antlaşmaya göre Fransa ve İngiltere kendilerine ayrılan bölümlerde 'arzu ettikleri ve 'Arap devleti ya da Arap devletler konfederasyonu için uygun olduğunu düşündükleri' idareyi kurabileceklerdi.

İskenderun serbest liman olacak, Kudüs ve Filistin ise ayrıntıları sonra tespit edilecek uluslararası bir statüye kavuşturulacaktı. Antlaşmanın esas itibarıyla Almanya ve Rusya'nın ilerde Hindistan Yolu'nun tehdit etmesini önlemek için hazırlandığı anlaşılmaktadır, çünkü o yıllarda Arap Yarımadası'ndaki petrol varlığı bütün boyutları ile ortaya çıkmış değildi.

'Petrolün payı yok gibiydi'

Nitekim 1924'te bölgede irtibat subayı olarak görev yapan İngiliz C. J. Edmonds, "Geriye dönüp bakıldığında, petrol meselesinin hesaplarımızda ne kadar az yer tutmuş olduğunu görmek ilginçtir... Petrolün çok önemli bir unsur olarak yer aldığı bir tek belge bile hatırlamıyorum" der.

Fransa ise o sırada başkan olan G. Clemenceau'nun 'antiemperyalist' tutumundan dolayı bölgede ipleri İngilizlere bırakır. Uygulanmasına 1. Dünya Savaşı'ndan sonra geçilen Sykes-Picot Antlaşması her ne kadar bölgeyi Fransa ile paylaşmak fikrinden hiç hoşlanmayan İngilizlerin kurtulmak için can attıkları bir antlaşma olsa da, bugün Ortadoğu'da yaşanan sorunların tohumlarının atıldığı antlaşma olarak tarihe geçmeyi hak etmiştir.


Osmanlı-Alman ilişkileri

Almanya 1871'de ulusal birliğini kurduğunda dünya, başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın diğer büyük devletleri tarafından nüfuz bölgelerine ayrılmıştı. Almanya kısa sürede sanayiini geliştirdi; fakat ne ürettiklerini satacak bir pazarı ne de yeterli hammadde kaynakları vardı. Osmanlı, geniş toprakları ve sorunlu yönetimiyle Almanya'nın da iştahını kabartmaktaydı. 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı bir dönüm noktası oldu: Osmanlı, kadim dostu İngiltere'ye eskisi gibi güvenemeyeceğini gördü.

1878'de Kıbrıs ve 1882'de Mısır'ın bu devletçe işgalinden sonra Osmanlı hızla Almanya'ya yakınlaştı. Almanların ünlü 'Drang nach Osten' (Doğuya itilim) politikasının uygulayıcıları, finans devi Deutsche Bank ve silah devi Krupp'tu.

Bunlara Colmar von der Goltz'un başkanlığındaki Alman askeri heyetinin faaliyetleri eşlik ediyordu.

1887'ye Almanya'nın Osmanlı ticaret hacmi içindeki yeri yüzde 6 iken,

İngiltere'ninki yüzde 61, Fransa'nınki yüzde 18'di. 1910'da ise,

İngiltere'nin payı yüzde 35'e düşerken, Almanya'nınki yüzde 21'e çıktı. Almanya'nın yakın müttefiki ve ticaret ortağı Avusturya'nın da payının yüzde 21 olduğunu dikkate alırsak, Osmanlı ticaretindeki 'Germen' payı yüzde 42'yle ilk sıraya çıkmıştı.

Bu yetmemiş olmalıydı ki Kayzer II. Willhelm 30 Temmuz 1914'te Petersburg elçisinden gelen bir telgrafın altına yazdığı notta şöyle diyordu: "... Bizim Osmanlı Devleti ve Hindistan'daki adamlarımız tüm İslam âlemini bu tüccar, menfur, yalancı, vicdansız ulusa (İngilizler) karşı vahşi bir ayaklanmaya kışkırtmalı." Osmanlı, farkına varmadan Avrupa devleri arasındaki savaşın tam ortasına düşmüştü.

1896'da ortaya atılan 'Yahudilerin Filistin'e dönüşü' fikri,

20'nci yüzyılın başlarında Filistin'de, Hayfa, Akka, Taberiye illerini kapsayan kuzey bölgesi dışındaki 22 bin kilometrekarelik alan Kudüs-i Şerif adıyla bağımsız bir eyaletti. Sınırları Şeria Irmağı'ndan Lut Gölü'ne, Akdeniz' den El-Ariş'in doğusu ve Akabe Körfezi'ne kadar uzanan bölge, siyasi açıdan Osmanlı idaresindeydi.

Osmanlıların 1878'deki sayımlarına göre bölgede 462 bin 465 Müslüman Türk, 403 bin 795 Müslüman Arap ve Dürzî, 43 bin 659 Hıristiyan ve 15 bin 11 Yahudi yaşıyordu. Ülkeye Avrupa'dan henüz göç eden 10 bin Yahudi de yabancı ülke vatandaşı olarak kaydedilmişti. Bedevi Araplardan söz edilmiyordu.


Siyonizm Araplar

I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı'nın durumu, Siyonistlerle Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Siyonistler, Avrupalı büyük devletlerden Yahudi göçüne destek istiyor ve Filistin'de egemen bir devlet kurmayı umuyor; Arap milliyetçilerinin her biri kendi bağımsız devletlerini kurmayı arzuluyordu.

Nüfus dağılımına göre 1914'te durum Siyonist argümanlara uygun değildi. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle Doğu Avrupa'dan başlayan göçle Filistin'deki Yahudi nüfusu 1914'te 80 bine çıktı. Arap nüfusu 650 bin civarındaydı. Nüfusun yüzde 12'sini oluşturan Yahudileri devlet çatısı altında toplamak çok uzak bir hayal gibiydi.

'Yahudilerin anavatanı Filistin'e dönüş' fikri ilk olarak Theodor Herzl'in 1896 tarihli 'İsrail Devleti: Musevi Sorununa Çözüm İçin Girişim' kitabında

İşlenmiş, ilk Siyonist Kongresi de 1897'de İsviçre'de toplanmıştı. Kongrede geliştirilen kimi fikirler, örneğin Kıbrıs'ın veya Sina Yarımadası'nın Yahudi yerleşimine açılmasını İngilizler benimsemedi. Siyonist lider E. Weizman, Ortadoğu haritasının bölge halklarının değil, büyük devletlerce çizilebileceğini en erken fark eden isimdi. Yahudi kuruluşlarının stratejik yaklaşımıyla İngilizlerin politik becerileri bir araya geldiğinde Ortadoğu'da 'Büyük Oyun'un ilk perdesi açılacaktı.

Balfour Deklarasyonu

İngiltere, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ile Siyonist politikalara bağlanmış oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Balfour'un dâhil olduğu liberal Asquith hükümeti, Yahudilerin Ortadoğu'daki varlıklarını kendi çıkarları için hayati sayıyordu. Muhalefetteki Lloyd George ve muhafazakârlar da İngilizlerin Filistin'de kontrolü Fransızlarla paylaşmasına karşıydı. Filistin, Süveyş Kanalı'na yakınlığıyla son derece stratejikti. Lloyd George iktidara geçince, Mart 1917'de Sykes-Picot Antlaşması'nı feshetti.

Siyonistlere, bölgede İngilizlerin en önemli müttefiki gözüyle bakılıyordu.

İngilizler, Yahudi lobilerinin etkisiyle ABD'nin İtilaf Devletlerinin yanında savaşa girmesini sağlamayı da umuyordu. Parlamentoda, 'İngilizler Yahudileri desteklemezse, bu işi Almanların seve seve yapacağı' kulaklara fısıldanıyordu.


Rothschild mektubu

Görüşmeleri, Balfour ve medyayla çok sıcak ilişkileri olan E. Weizman yürüttü. Balfour'un, Yahudi parlamenter Lord Rothschild'e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli mektup:

"Majestelerinin hükümeti, Filistin'in Yahudilerin vatanı olarak benimsenmesini hoşnutla karşıladığını ve bu amaç uğruna elinden gelen çabayı göstereceğini ifade eder. Şu anlaşılmıştır ki, Filistin'de yaşayan Yahudi olmayan halkın ve diğer ülkelerde yaşayan Yahudi nüfusunun sivil ve dinsel haklarıyla siyasi statülerini haksızlığa uğratacak hiçbir davranışta bulunulmayacaktır."

Balfour Deklarasyonu'ndan beş hafta sonra General Sir Edmund Allenby komutasındaki İngiliz birlikleri Kudüs'ü Osmanlılardan aldı. Osmanlılar için büyük prestij kaybı söz konusuydu. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerindeki yenilgisi izledi. Artık sonun başlangıcı gelmişti. 31 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'yle tüm Filistin, İngiliz kontrolüne bırakıldı. Böylece 100 yıl sürecek bir sorunun ilk işareti de verilmişti.


İsrail'in kuruluşuna doğru

İngiltere'nin Filistin'de manda yönetimi kurmasını takip eden ilk yıllarda Filistin nispeten sakin bir dönem geçirdi. 1923–1929 arasında Musevi göçünde önemli bir düşüş görüldü, ancak Almanya'da 1930'lardan itibaren Nazizmin gelişmesine paralel olarak Filistin'e yerleşen göçmen sayısı 1930 yılında 4 bin, 1933'te 30 bin, 1935'te ise 62 bine, ulaştı. 2. Dünya Savaşı'nın sonunda ABD Başkanı Henry Truman, İngiltere'ye başvurarak 100 bin Yahudi'nin 'derhal' Filistin'e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etmiş, konu 1947'de İngiltere tarafından Birleşmiş Milletlere götürülmüştü.

ABD'nin ve Yahudi lobilerinin baskısı altındaki Birleşmiş Milletler, Kasım 1947'de Filistin'in Arap ve İsrail devleti olarak bölünmesini ve Kudüs'e uluslararası statü verilmesini kabul etti. 14 Mayıs 1948 tarihinde İngiliz Yüksek Komiseri'nin Filistin'den ayrılarak manda yönetiminin resmen sona ermesini takiben İsrail Devleti'nin kuruluşu açıklandı. Filistin topraklarında bu tarihte yaklaşık 1 milyon 269 Arap ve 608 bin Yahudi yaşamaktaydı. Yeni kurulan İsrail Devleti ilk savaşını Ürdün, Suriye, Irak ve Mısır ile yaptı. Mayıs 1948 tarihinde başlayan ve Ocak 1949 tarihinde sona eren savaşın bitiminde Gazze Şeridi hariç tüm Necef, Galile Gölü ile Kudüs şehrinin batı kesimi, İsrail'in hâkimiyetine geçmişti. Belirtilen kesimlerde yaşayan yaklaşık 750 bin Filistinli Arap, Şeria (Ürdün) Nehri'nin batısındaki ve Gazze Şeridi'ndeki bölgelere göç etmek zorunda kalarak günümüze kadar sürecek bir trajedinin kurbanı oldular.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: ortadoğuda son yüzyıldaki gelişmeler

Ürdün Emirliği yaratılıyor

İngilizler, Emir Abdullah'ın hâkim olduğu topraklarda çıkarlarına uygun bir devlet yaratma projesini adım adım uyguladı. Ürdün, 1939'da İngiliz mandasından çıktı. Devlet son şeklini 1950'de alacaktı.

Osmanlı'nın Suriye eyaletine bağlı Filistin bölgesinde, 16. yüzyıldan Napolyon'un 1798–1801 arasındaki seferine dek ciddi bir sorun yaşanmamıştı.

Osmanlı, bu tarihten itibaren büyük devletlerin ilgi alanına giren bölgenin Mavera-yı Ürdün (Trans-Ürdün) denilen kesimine başta Çerkezler olmak üzere Kafkas kökenli bir nüfusu iskân etme yoluna gitti. Ardından bölge ciddi bir Yahudi göçü aldı.

Yahudilere ülke yaratma projesinin zirvesini oluşturan Balfour Deklarasyonu ve 1920'da İtalya'da toplanan San Remo Konferansı sonunda Filistin'in, 'Yahudiler için bir yurt haline getirilmesi' projesine karşı çıkan Emir Abdullah, Ürdün bölgesini işgal etmiş ve Fransız egemenliğindeki Suriye'ye saldırmaya kalkmıştı. İngiltere araya girdi ve Abdullah, Mavera-yı Ürdün'ün başına geldi. İngiltere, yeni Yahudi oluşumunun kefaretini ödüyordu.

1921'de Ürdün Emirliği'nde yaşayan 400 bin kişinin yüzde 20'si, nüfusları en fazla 30 bin kişilik dört kentte meskûndu. Ülkede tam bir Bedevi hâkimiyeti yaşanıyordu. Buradan modern bir devlet yaratma gayretine giren İngilizler savunma, finans ve dış politikayı, Emir Abdullah ise içişlerini yönetiyordu.

Bedevi güçlere karşı denge kurmak için Arapların 'Peake Paşa' diye andığı F. G. Peake adlı bir İngiliz memurun gözetiminde polis gücü kurulmuştu. 1923'te İngiltere ülkeyi bağımsızlığa hazırlanan bir milli devlet olarak kabul etti.

1926'da Vadi Musa ile Petra arasındaki bölgede kabile gerginlikleri çıkınca İngiltere, Abdullah'a, 'sınır kuvvetleri' kurma iznini verdi. Bağımsızlık yolu belirginleşmişti.

1927'de bölge Filistin mandasından ayrı bir yapı olarak tanındı, 1939'da ise İngiliz Manda Konseyi yerini temsili nitelikte bir hükümete bıraktı. Böylece İngiltere bölgede kendisine sadık bir ülke imal etme projesinin son adımını atmıştı.


Bağımsızlık

2. Dünya Savaşı'na girilirken İngilizlerle Ürdün arasında ilişkiler çok sıkıydı. Ancak savaş yıllarında Kral Abdullah'ın 'Büyük Suriye' düşünden vazgeçmediği görülecek ve Abdullah 1945'te oluşturulan Arap Ligi'nde yer alacaktı. 1946'da BM üyeliği önce Rusya'nın vetosu ile engellendi. Rusya, ülkenin İngiltere'den tam kopamadığı fikrindeydi. 1948–1949 Arap-İsrail Savaşı sırasında Ürdün kuvvetlerince ele geçirilen Batı Şeria, 1950'de resmen Ürdün'e bağlandıktan sonra devlet son şeklini almış oldu.

Irak kralı Faysal'ın 'beceriksiz' denilen kardeşi, Haşimi ailesinin büyük düşünü gerçekleştirmişti.


Suriye'nin bağımsızlığı

Yavuz zamanında Osmanlı topraklarına katılan bölge aslında başından beri yarı özerk biçimde idare edilmişti. Cezzar Ahmed Paşa döneminden (1775–1804) itibaren Suriye'de yerel valiler, Osmanlı merkezi otoritesinden iyice uzaklaşmışlardı.

Bölge, Hıristiyan nüfusu yüzünden daha 17. yüzyılda Fransızların ilgi alanına giriyordu. Osmanlıların, bir Batıni mezhebi olan Dürzîlere dayanarak, kökleri 5. yüzyıla uzanan bir Hıristiyan mezhebi olan Marunîlere karşı baskı kurma politikaları ciddi gerginlik kaynağıydı. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde çoğu Beyrut'taki Amerikan ve Fransız okullarında eğitim görmüş Suriyeli entelektüeller, Arap bağımsızlığının bayraktarlığına

Girişmişti. Kurulan örgütlerin en önemlisi El Cemiyet el Arabiyah el Fatat (Genç Araplar Birliği) adını taşıyordu. Diğeri ise gizli Arap ordusunun çekirdeğini oluşturan El Ahd idi.


Cemal Paşa'nın çalışmaları

1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde iktidardaki İttihat ve Terakki, etkili ismi Cemal Paşa'yı idareyi sıkılaştırmak amacıyla Suriye'ye yolladı.

Cemal Paşa'nın ilk işi El Fatat üyelerini tutuklamak, örgüt üyeliğiyle suçlanan 21 Arap'ı, Şam ve Beyrut’ta asmak oldu. Arap milliyetçileri bunun üzerine Mekke Şerifi Hüseyin'le temasa geçti, Hüseyin, 5 Temmuz 1916'da isyana niyetlenen kabile şefleriyle ve bazı İngiliz yetkililerle görüştü. Bunlar arasında daha sonraları 'Arabistanlı Lawrence' olarak ünlenecek olan T. E. Lawrence da vardı. 1917 yılı boyunca Lawrence komutasındaki bedevi kabilelerinin yürüttüğü yıpratma savaşı sonunda Osmanlı birlikleri bölgede kontrolü sağlayamaz hale geldi. Ekim 1918'de Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal, Şam'a İngilizlerle bir kahraman gibi girdiğinde Arap milliyetçileri

Amaca ulaşmış gibi görünüyorlardı.


İlk bağımsızlık ilanı

Faysal'ın durumu çok zordu. Deniz-aşırı bir imparatorluk kurmak isteyen Fransa, Akdeniz'e bağlantısı yüzünden Suriye'de hak iddia ederken, buna razı olmayan İngilizler, işi Amerikan mandasını tercih edecek kadar ileri götürmüşlerdi. ABD ise Faysal'ı adam yerine koymuyordu. Bu koşullar altında Faysal'ın ilk işi Fransız birliklerinin kontrolündeki Lübnan dışındaki bölgelerde egemenliğini ilan etmek oldu.

Mart 1920'de Genel Suriye Kongresi toplandı ve Suriye'nin bağımsızlığı ilan edildi. Faysal ve destekçileri, yeni Suriye'yi inşaya girişti. Arapçanın resmi dil olduğu kabul edildi ve Osmanlıca kitaplar Arapçaya çevrilmeye başladı. Ancak olanlar, Fransa ve İngiltere'nin planlarına tersti; onların aklında bağımsız bir Suriye değil, kendilerine tabi bir manda yönetimi vardı.

Nihayet Nisan 1920'de İtalya'nın San Remo şehrinde toplanan konferansta Arap dünyası meşhur Sykes-Picot Antlaşması’nda tanımlanan şekilde yeniden paylaşılmaya başlandı. İngilizler bölgeden ayrıldı, Fransızlar Suriye'yi işgal etti. İngiliz dostu Faysal sürüldü ve İngilizler kendisini Irak Kralı yapana dek İngiltere'de kaldı.

İngilizler, Suriye'nin güneyindeki düzlük araziyi ileride 'Mezopotamya'yı Akdeniz'e bağlayacak bir demiryolu inşası için' ellerinde tutmak kaydıyla güney sınırını onayladı. Filistin-Suriye sınırı, Litani Nehri'nin bir kısmını ve Hermon Tepesi'nden doğup Ürdün Nehri'ne dökülen ırmakları içine alacak biçimde Mart 1921'de toplanan Londra Konferansı'nda çizildi.

Fransa, Mezopotamya'yı Hayfa'ya bağlayacak demiryolu hattının kendilerinde kalması ve Litani Nehri'nin kuzeyinde kalan su havzalarından İngilizlerin vazgeçmesi karşılığında, Ürdün Nehri'nden Filistin'e ulaşan suyun Yahudilerin kullanımına vermeye razı oluyordu. İki yıl sonra Fransızlar, Milletler Cemiyeti'nin onayıyla Suriye'yi kuzeyde bir Alevi devleti, merkezde Sünni devleti, güneyde Dürzî devleti olarak üçe bölmeye kalkıştı.


Beş yarı özerk bölge

Sünni devleti hiçbir zaman olmadı, ancak 1926'da Fransızlar, Marunîlerin özerk yönetim oluşturmasına izin verdi. Suriye'nin kalanı Cebel Dürzî, Halep, Latakia, Şam ve İskenderun olarak beş yarı özerk bölgeye ayrıldı.

Arap milliyetçiliğinin başkenti olan Şam'da ise Fransızların ekonomik ve

İdari egemenliği her gün yayılıyor, Fransız bankerler ekonomiyi kontrol ediyorlar, pazarda Fransız Frangı kullanılıyor ve okullarda zorunlu dil olarak Fransızca okutuluyordu. Fransızlar Kuzey Afrika'da uyguladıkları sömürgecilik yöntemlerini burada bütün acımasızlığıyla deniyorlardı.


Ayaklanmalar dizisi

1925'e gelindiğinde Aleviler, Dürzîler ve bedeviler art arda ayaklanmaya başladı. Iraklıların 1924'te kazandığı anayasal haklara sahip olamamak Suriyeli aydınların kızgınlığı artıyordu. 1925'teki Dürzî ayaklanması tüm Suriye'ye yayıldı. Fransızlar olayları bastırmak için Şam bölgesini havadan bombaladı. 5 bin Suriyeli öldü. Ayaklanma ancak 1927'de bitti; artık Fransızlar için milliyetçi taleplere boyun eğmekten başka çare kalmamıştı.

1928'de İbrahim Hannanu başkanlığında Milli Cephe oluşturuldu, kurucu meclis açıldı. 1930'da bağımsızlık ilan edildi. Fransa'yla bir dostluk antlaşması imzalandı. Fransa, ülkenin kuzeydoğusundaki petrolün farkına varmıştı. Buna göre Fransa ülkenin dış politikasında söz sahibi olacak, ekonomik alanda önceliklerden yararlanacak ve ülkede iki askeri üs bulunduracaktı. Eylül 1936'da iki ülke arasında Suriye'nin bağımsızlığını onaylayan anlaşma imzalandı: Alevi ve Dürzî bölgeleri yeni ülkeye dâhil edilirken, Lübnan dışarıda kalacaktı. Ancak antlaşmayı onaylamayan Fransa, öteden beri Suriye'ye karşı koz olarak kullandığı Hatay sorununda çark etti.

Hatay'ın bağımsızlığı ve sonra Türkiye'ye bağlanmasına razı olarak Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı.


Hatay sorunu ve çözüm

Türkiye ile Suriye arasındaki en büyük sorun Hatay meselesi idi. Musul petrollerinin Akdeniz'e açılan kapısı olarak görüldüğü için önem verilen Hatay'da 1. Dünya Savaşı sonunda İngiliz ve Fransızlar arasında büyük bir mücadele yaşanmıştı. 1921'de, büyük bir Türk nüfusu barındıran Hatay'da Ankara Antlaşması ile oluşturulmuş yarı özerk bir idare vardı. Bu anlaşma ile Fransızlara tanınan yönetim biçimi A tipi manda yönetimiydi. Yani Fransa, Hatay'ı bağımsızlığa hazırlayacaktı. Manda yönetimi 1936'da sona erdi. Hatay'ın bağımsızlığı 1937'de Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı

Ve Temmuz 1939'da Fransa Hatay'ın Türkiye'ye bağlanmasına razı oldu. Hatay üzerinde tarihsel hakları olduğunu öne süren Suriye, Fransa'yı hiç affetmedi. Türkiye ile Suriye arasındaki sorunlar hâlâ tam çözülebilmiş değil.


Sevr'de Ortadoğu'nun hali

1. Dünya Savaşı'nın mağlubu Osmanlı ile galip devletlerarasında 10 Ağustos 1920'de bir antlaşma imzalanmıştı. Osmanlı'dan geriye yabancı güçlerin denetiminde bir başkent ve çevresi ile Anadolu kalıyordu. Antlaşmanın en önemli maddeleri arasında bağımsız bir Ermeni devleti ile özerk Kürdistan kurulması vardı.

Ermeni devletinin sınırları ABD tarafından çizilecek, Kürdistan ise Milletler Cemiyeti'nin onayıyla son halini alacaktı. Güney sınırları, Antakya, Antep, Urfa ve Mardin, Fransa'ya kalacak şekilde çiziliyordu. Antlaşmanın imzacı devletlerin yetkili organlarınca onaylanması gerekiyordu. Osmanlı, Meclis-i Mebusan'ı 18 Mart 1920'de faaliyetlerine son verdiği için ve Ankara'daki Büyük Millet Meclisi de antlaşmaya kesin olarak karşı çıktığı için Sevr Antlaşması hiçbir zaman onaylanmadı.


Özgürlük ülkesi: Cebel Lübnan

Lübnan'daki etnik ve dinsel çeşitlilik, diğer Ortadoğu ülkelerine kıyasla daha zengin. Lübnan Dağları, tarih boyunca hep çeşitli kökenlerden insanlar için sığınma yeri oldu.

Arap dünyasının bir parçası olmasına rağmen karmaşık etnik ve dinsel yapısı yüzünden ayrı bir özellik gösteren Lübnan, hem coğrafi açıdan hem de politik açıdan Suriye'ye benzer.

O günlerdeki adıyla Cebel Lübnan'da kendine has güçlü bir feodal yapı olduğunun farkına varan Osmanlı, buralarda zaten hiçbir zaman sıkı bir merkezi denetim uygulamaya kalkmadı, ancak ilişkiler 1840'lardan sonra zayıflamaya başlamıştı. Bunun nedeni Hıristiyan Marunîler ile Müslüman Dürzîler arasındaki bitmez tükenmez çatışmalardı. Osmanlılar Dürzîlere dayanarak durumu kontrol etmeye çalışıyorlardı ancak Marunîleri sindirmek mümkün olmuyordu.

Kendilerini yıllardır 'Şark'ın kültürel hamisi' olarak tanımlayan Fransızlar, fırsattan istifade Marunîleri, İngilizlerse Dürzîleri destekledi ve bölgede Osmanlıların kontrolü giderek zayıfladı.

1860'ta 10 bin Marunî’nin ve Rum Katolik ve Ortodoks kiliseleri mensubunun Dürzîler tarafından katledilmesi Fransa'ya işe dâhil olma fırsatı verdi. Bu tarihten sonra bölgede Osmanlı'nın yerini Avrupalı devletler aldı. 1861'de Marunîlere özerklik vererek Bekaa Vadisi ile kıyı bölgelerinde tekrar egemenlik kurmayı başaran Osmanlı, Beyrut'ta Protestan Yüksekokulu (sonradan Beyrut Amerikan Üniversitesi) ile St. Joseph Üniversitesi kurulmasını önleyememişti. Böylece ülkenin aydınları Batı dünyası ile yakınlaşmaya başlamışlardı.


Nüfus yapısı

Tarih boyunca çeşitli din ve etnik kökenlerden insanlar için sığınma bölgesi olan Lübnan Dağları'nda onlarca farklı grup yaşar. 1995 verilerine göre nüfusun yüzde 84'ünü başka etnik gruplarla karışmış Lübnan Arapları oluşturur. Filistinliler yüzde 9, Ermeniler yüzde 6, Süryaniler ve Kürtler de yüzde 1 kadardır.

Ülkenin dinsel mozaiği de çok zengindir. Şii Müslümanlar nüfusun yüzde 34'ünü, Sünni Müslümanlar yüzde 21'ini, Katolik Marunîler yüzde 19'unu, Dürzîler yüzde 7'sini, Rum Ortodokslar yüzde 6'sını, Ermeni Apostolikler yüzde 5'ini, Rum Katolikler yüzde 4,5’ini ve Protestanlar binde 5'ini oluşturur. Nüfusun yüzde 95'i Arapça konuşur.

20. yüzyılın başlarında Mısır, Kuzey Afrika, Güney Amerika ve Doğu Asya'ya göç eden Marunîler, anavatanlarına yatırım yaparak Lübnan'ın canlı bir ticaret merkezi olmasına neden olmuşlardır.


Safevi-Osmanlı çekişmesi

Osmanlı ağırlıklı olarak batıya açılırlarken doğu da yükselen Safeviler her zaman onlara biraz kaygı uyandırmışlardır. Ancak 1500 yılların başlarında gelişen kimi olay giderek Osmanlı’nın doğuya açılarak yerleşmelerine yol açacaktır.

Safevilerin liderliğini yapan Şah İsmail önderliğinde bugün Kürdistan diye bilinen birçok toprağa el koyar. Başta Diyarbakır olmak üzere Sivas’a kadar uzanırlar. En önemli merkezlerden biri olan Fargin’i de düşürürler. Bu gidişatta kaygı duyan Kürt beylerinden 23 kişi Tebriz’e giderek Şah İsmail’e bağlılığını sunarlar. Ancak her ne hikmetse tüm beyleri tutuklatarak sözde bu davranışıyla tüm Kürt beylerini esir alacaktır.

Bundan sonra Osmanlılara müracaat edecek olan Kürt beyleri Osmanlının doğuya tümden yerleşmesini sağlayacaklardır. Özelde İdris-i Bitlisi öncülüğünde Osmanlılara yamanan Kürt beyleri 1514 yılında gelişecek olan Çaldıran savaşından tümden Osmanlıların yanında yer alarak Safevilerin yenilmelerine yol açacaklardır.

Safevi ile Osmanlılar karşılıklı kavgayı durdurmak için 1639 yılında Kasır-ı-Şirin anlaşmasıyla Kürdistan’ı ikiye bölünmesine yol açacaktır.

Doğu da artık kendisine karşı tehlike görmeyen Osmanlılar 1517 yılında Mercidabık ve Ridaniye savaşı sonrası Kahire girerek Hilafet kurumunu alıp İstanbul’a getireceklerdir. Artık Osmanlılar doğunun da başat ve tek hükümranıdırlar.


Özcesi; Irak tarihini 16. yüzyıldan 20 yüzyıla kadar İran'daki Safevi İmparatorluğu

İle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki çatışmalar belirlemiştir.

İran'da egemen olan Şiiliğin temsilcileri Safeviler hem Necef ve Kerbela şehirlerinin kendileri için kutsallık taşıdığını ileri sürerek, hem de Abbasilerin kutsal başkenti olan Bağdat'ın sembolik öneminden dolayı sürekli Osmanlılarla çatışma içinde olmuşlardı. Bölge 17. yüzyıldan itibaren Arap Yarımadası'ndaki Necd bölgesinden gelen Bedevilerin akınlarına maruz kaldı. 18. yüzyılın başlarında ise Basra bölgesi yerel şeyhlerin eline geçmeye başlamıştı. 1831 yılında kentte büyük tahribat yaratan sel baskını ve veba salgınından sonra Bağdat'ta hâkimiyetini yeniden ilan eden Osmanlı yönetimi, 1869 yılında bölgeye vali olarak reformcu Mithat Paşa'yı atamıştı.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: ortadoğuda son yüzyıldaki gelişmeler

İttihat ve Terakki

1908'e gelindiğinde İttihat Terakki Partisi, ilk demokrasi deneylerine başladığında İstanbul'daki parlamentoya katılan Iraklı temsilciler bundan çok şey öğrenmişlerdi. Ancak İttihat Terakki'nin Iraklı aydınları göz ardı eden şiddetli Türkleştirme politikaları Arap milliyetçiliğine hız verecekti. 20 yüzyıla girildiğinde Irak acımasız kabile savaşları ile Batı tipi ulus-devlet kurmayı amaçlayan aydınların mücadelesi arasında sıkışıp kalmış haldeydi.

Aynı şekilde şehirler de Sünni ve Şii olarak ikiye ayrılmıştı. Kuzey'deki Musul eyaleti tarihsel olarak Osmanlı'ya ve Suriye'ye yakın dururken, Bağdat, Necef ve Kerbela batı ve güneybatıdaki çöl halklarıysa İran'la sıkı bağlar içindeydi.

İngilizler sahneye çıkıyor

Bağdat'ta 1802'den beri bir konsolosluğu olan İngilizlerin o günlerde

'Mezopotamya' diye anılan Irak'a ilgilerini asıl artıran olay Berlin-Bağdat demiryolunun 1902'de Bağdat'tan Basra'ya uzatılmaya kalkışılmasıdır.

Nakşîlik Ve Gelişimi

Aslında burada bir parantez açarak Nakşîliğe değinmek gerekir.

Buhara’da Bahaeddin Nakşibend (1318 – 1389) tarafından kurulmuştur. Bu tarikatın Halidiye kolu 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Diyaeddin Xalid El Bağdadi adlı bir Kürt tarafından meydana getirilmiştir. Caf aşiretinden olan ve Mevlana Xalid olarak da bilinen bu kişi, 1778’de Süleymaniye merkezli Baban beyliğine bağlı Karadağ’da doğdu. Kadirilik tarikatına girdi ve dönemin önde gelen hocalarından dersler aldı. 1808’de Hindistan’a gitti. Burada gerek Nakşibendî tarikatını gerekse bölgenin diğer inanç ve dinlerini daha iyi tanıdı. 1811 yılında Kürdistan’a dönüşünde hızla Nakşîliğin örgütlemesine başladı. Kadiriler ile çatıştı. Birçok yeri dolaştıktan sonra o dönemin stratejik merkezlerinden Şam’da açtığı medrese ile halifelerini eğitmeye başladı. Irak, Suriye, Mısır ve Kürdistan’da etkili oldu. Yetiştirdiği 11 halifesini Irak, Filistin, Hicaz, Anadolu ve Kürdistan’a göndererek kısa sürede tam bir örgütlenme ağı geliştirdi. Bu süreçte Nakşibendî tarikatının kendi adını alan Halidiye kolu iyice şekillenmeye başladı ve günümüze dek sürecek bir dalga halini aldı. Elbette bu başarı ve yayılım dönemin siyasi denge ve hesaplarıyla birebir ilintilidir. Bunlara geçmeden önce kısaca Nakşîliğe ve Kadirilik ile olan farklılığına değinmek gerekir.

Nakşibendîlik tasavvuf kurallarını esas alan ama kendine özgü yanları da olan bir tarikattır. Temel yaklaşımı “her insan mutlaka bir mürşide bağlanmalıdır” biçimindedir. Bu mürşit ise tarikat şeyhidir. Bu öylesine temel ve zorunlu hale getirilmiştir ki, tarikatta “Şeyhi olmayanın kılavuzu şeytandır” denilmiştir. Şeyhe bağlanmanın pratik tedbirleri de geliştirilmiştir. “Rabıta” denen yoğunlaşma ve yoğunlaşma seanslarıyla müritler, şeyhlerine yakınlaşmaya çalışırlar.

Sözü edilen iki tarikat arasında önemli farklar vardır. Kadirilikte sadece “tekke” denen tarikat mekânları vardır. Müritler genelde okumamış, gezgin ve geçimlerini halktan sağlayan dervişlerden oluşuyor. Dolayısıyla fazla itibar sahibi değiller. Tarikat daha çok şehirlerde siyasi otoritenin gölgesinde kalmıştır. Nakşibendîlik ise tam tersine aristokrat ve varlıklı ailelere dayandı. Tekke ve medreseleri birleştirerek öz kaynaklarını yarattı ve nispeten bağımsız bir duruş sahibi oldu. Derviş vari duruşun yerini seçkin mürit ve halife duruşu aldı. Kadiriler sadece din işleriyle meşgul olurken Nakşîler dinin yanında siyasi bir otorite de oldular.

Özellikle 19. yüzyılda Kürdistan’da kurumsal otoriteleri yıkılan mir ve beylerden boşalan yeri manevi otoritelerine dayanarak dolduran Nakşî/Halidi şeyhler, dini-manevi fonksiyonlarının yanında aşiretler arası anlaşmazlık ve çatışmaları çözmek, sosyal ve ekonomik yaşamı düzenlemek ve egemen devletlerle olan ilişkiler gibi önceki süreçte mirlerin gördüğü fonksiyonları da üstlenmişlerdir. Dolayısıyla şeyhler dinsel bir kişilikten daha çok politik-askeri kişilikler olarak sivrilmeye başlamışlardır.

1800’lerin başlarından itibaren Halidiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbi İstanbul’da da hızla gelişme kaydeder. Zamanın devlet adamları bundan endişeye düşer ve bir gece tarikatın tüm taraftarlarını toplatarak Sivas ve Bağdat’a sürgüne gönderirler. Fakat bir gün Bağdat’tan gelen bir rapor Osmanlı – Halidiye çatışmasının rotasını değiştirir. Daha doğrusu sıkı bir ittifakın önünü açar. Bağdat valisi Said Paşa, kendinden önceki vali Mahmut Paşa tarafından tarikata ilişkin hazırlanan raporu İstanbul’daki saraya ulaştırmıştır. Raporda Osmanlı’yı tehdit etmeye başlayan Arabistan çıkışlı Vehhabi Hareketine karşı Nakşî /Halidiye tarikatının kullanılması önerilmektedir. Önderliğin Nakşîlerle uzlaşmayı 1818 tarihi olarak vermektedir.

Başka bir ilginç durum ise Kürdistan 18’yy da boydan boya bir isyanı yaşamışken giderek zayıflaması ve parçalanması gerçeğidir. Mirlik esas itibariyle gerilikleri olsa da Kürtlüğü yakın duran bir olgudur. Birçok aşiretin, aşiret üstü yapının hatta yer yer farklı azınlıkların içerisinde yer alan oluşumlardır. Ancak ne hikmetse Mir’ler Kürdistan da tasfiye edildikten sonra yerini daha küçük olan ancak sayıca bol olan Ağalık kurumunun almasıdır. Anlaşılan şudur; Nakşîlik Osmanlılarla anlaşarak Kürdistan’ı daha fazla parçalara bölmesidir. Belki de Osmanlıdan ziyade İngilizlerin daha küçük ve parçalanmış isteyerek yönetilmelerini istemesinden kaynaklanmaktadır bu aşırı küçültülme.

Ve o gün bugündür Kürdistan da parçalanmışlık en küçük birimine kadar yaygın hale getirilerek derinleştirilmiştir.

İngilizlerin 1800’lerin başlarıyla Ortadoğu’ya sızmaları dikkate alındığında, Xalide Mevlana’nın o dönemler İngiltere’nin kolonisi olan Hindistan’da eğitim görerek tekrar Ortadoğu’nun göbeğine gönderilmesi düşündürücüdür. Acaba Nakşîlik İngiliz güdümlü ve İngiliz amaçlı sızdırılan bir tarikat mı dır?

Bugünlerde neredeyse tüm Nakşî şeyhlerinin icazet aldığı ve onaylandığı merciler ABD ve İngiltere olduğuna göre böyle düşünmek çokta yanlış olmayacaktır.

Önderliğin son zamanlarda Suriye ve İsrail görüşmelerinde aracı olarak çıkmasını Arap milliyetçiliğini dengeleme olarak değerlendirmesi bu değerlendirmeyi daha anlamlı kılmaktadır.

Vehhabi Hareketi

Vehhabi Hareketi, 18. yüzyılın ikinci yarısında, Arap yarımadasında ortaya çıkmıştır. Bu hareket feodal İslam’ın sorunlar karşısında yaşadığı yetersizliği aşmaya çalışan ve bu noktada “İslam’ın ilk halinden uzaklaşan hareketlere” tepki hareketi biçiminde ortaya çıkmıştır. Şahısların aşırı derecede kutsallaştırılması, bunlardan medet umulması, zikir ve rabıta gibi ibadet biçimlerinin yaygınlık kazanmasıyla türbe ve tekke gibi mekânlar, Vehhabi Hareketinin karşı çıktığı ve varlığını gerekçelendirdiği hususlardır. Bu hareket sonradan Arap ulusçuluğuna da zemin hazırlamıştır) Bu öneri, zor durumda olan Osmanlı yönetimine bir ilaç gibi ulaşmıştır. Bundan sonra tarikata her türlü destek sunulmuştur. Bunun sonucu olarak da Vehabilik yaklaşık 50 yıl Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinde gelişme sağlayamamış ve on yıllarca sürecek bir Nakşî–Vehhabi çatışması ortaya çıkmıştır. Bu çatışma günümüzde de sürmektedir.

İngilizler, her geçen gün güçlenen Almanların bölgede giderek artan biçimde yer almalarından korkmuşlardı. Çünkü Irak, zengin petrol yataklarının sahibi İran'ın komşusu, buradan Afganistan'a ve Hindistan'a uzanan çıkar alanlarının başlangıç noktasıydı. Bu yüzden de 1914'te Osmanlılar Almanların yanında savaşa girince İngiliz kuvvetleri ilk olarak Şattülarap'taki El Fao'ya çıkarma yaptılar ve buradan Basra'ya yöneldiler. Hedef elbette stratejik ve tarihsel öneme sahip olan efsanevi Bağdat'tı ancak şehri elde etmek o kadar kolay olmayacaktı.

1915 sonbaharına Kutü'l-Amara'daki İngiliz garnizonu 140 gün süren kuşatma sonunda sayısız ölü vererek Osmanlılara teslim olmak zorunda kalmıştı ancak kendilerini çabuk toparladılar ve 1917'de Bağdat'a girdiler. 1918 baharında ise Musul ellerindeydi. Böylece kuzeydeki Kürt bölgeleri hariç bütün bölgede hâkimiyetlerini kurmuşlardı.

İngilizlerin iktidarı Iraklılara devretme vaadine kanan Arap milliyetçileri ise Şerif Hüseyin'in dâhil olduğu Haşimi ailesi ile ittifak kurarak iktidara hazırlanıyorlardı.

Aslında İngilizler başlarına farkında olmadan gerçek bir bela almışlardı. Köylüler kabilelerin kontrol altına alınmasını, kabileler eski haklarını istiyorlardı.


Ayaklanmalar

Tüccarlar daha etkili yasalar, şehirlerdeki yetkililer halk sağlığı ve eğitimin geliştirilmesini, toprak ağaları toprak haklarının garanti edilmesini, su kanalları ve yollar inşa edilmesini talep ediyorlardı. Necef ve Kerbela gibi kutsal şehirler ise başlı başına birer anarşi merkezi idi. Bu kargaşa ortamında Necef'te bir İngiliz görevlinin öldürülmesinden sonra olaylar çığırından çıktı.

Anayzah, Şammar ve Abur Cubur kabileleri şiddetli bir iç savaşa girişirken kuzeydeki Kürdistan bölgelerine ise Osmanlı'ya karşı başarısız bir ayaklanma girişiminden sonra Hakkâri dağlarından aşağıya ve İran'daki Urumiye bölgelerinden binlerce Asurî akın etmeye başlamıştı.

Bu kargaşa günlerinde İngiliz mandacılığına karşı şiddetli bir direniş örgütleyen bir grup Iraklının bağımsızlık taleplerinin İngilizlerce reddedilmesi Kerbela'lı ünlü mücahit İmam Şirazi'nin oğlu Mirza Muhammed Rıza'nın önderliğinde bir cihat hareketi ile sonlandı.

1920 Temmuz'unda Musul'da başlayan ve Et Tavra el Irakiyya el Kübra (Büyük Irak Ayaklanması) diye adlandırılan bu hareket üç ay sonra İngiliz birlikleri tarafından kanlı biçimde bastırıldı ancak o günlerde oluşan Sünni ve Şii ittifakı etkilerini günümüze sürdürecekti.


Faysal dönemi

Büyük ayaklanmadan sonra İngilizler politikalarını değiştirdiler ve 1921 Kahire Konferansı'nda İngilizler Fransızlar tarafından Suriye'den sürüldükten sonra İngiltere'de kendisine bir taht bulunmasını bekleyen, Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı Irak kralı yaptılar. Yerli halktan bir ordu oluşturdular ve yeni bir işbirliği antlaşması imzaladılar.

İngilizler halkoylamasında yüzde 96 oy alan Faysal'ı hem Arap milliyetçiliğinin arzularını hem de kendi isteklerini tatmin edecek bir figür olarak görmüşlerdi. Başlangıçta her şey yolunda görünüyordu. Faysal Ekim 1922'de İngilizlerle 20 yıllık bir antlaşma imzaladı. Antlaşma Irak'ı mali ve idari bakımdan İngiltere'ye bağımlı kılan maddeler de içeriyordu ama İngilizler bunun karşılığında Irak'a Milletler Cemiyeti üyeliği önermişti. Nisan 1923'te başbakan Saadun, İngilizlerle yapılan antlaşmanın süresini yirmi yıldan dört yıla indirerek İngilizlerle dostluğa ilk darbeyi vurdu. Bunu Mart 1924'de seçilen yeni hükümetin Irak'ın bağımsızlığını ilan etmesi izledi ancak İngiliz egemenliği devam ediyordu.


İflas edenler

1927'de İngilizlerle daha elverişli bir antlaşma imzalamaya çalışan milliyetçiler bir kez daha başarısız oldu. İngiltere'de iktidara geçen İşçi Partisi Irak'ın Milletler Cemiyeti'ne üyeliğini destekledi ve Basra ve El Habbaniyap civarındaki İngiliz üsleri garanti altına alınması, ayrıca İngiliz birliklerinin ülke içinde serbestçe hareketlerine izin verilmesi karşılığında 1932 yılında İngiliz Manda Yönetimi resmen sona erdi.

O günlerde sadece İngiliz sömürge yönetiminin iflas ettiği sanılıyordu, oysa daha sonraki yıllarda görülecekti ki, hiçbir zaman Iraklılar tarafından benimsenmeyen Faysal liderliğinde bir Irak monarşisi yaratma politikaları da iflas yolundaydı.


Baas partisi

Uzun adıyla Baas Arap Sosyalist Partisi bugün özellikle Suriye ve Irak'ta etkindir. Adı Arapça 'yeniden diriliş' ya da 'Rönesans' anlamına gelen Baas başından beri seküler bir partiydi ve şiarı "Arapların birliği, sömürgecilikten kurtuluş ve sosyalizm için mücadele" idi. Parti 1930'larda Zeki El Arsuzi, Selahaddin El Bitar ve Mişel Eflak adlı orta sınıftan eğitimciler tarafından kurulmuştur. Üçü de Batı tarzı eğitim almış olan bu kişiler ilk olarak faaliyete Suriye'de başlamışlardı. 1945'e gelindiğinde Baas kelimesi artık bir hareketten çok bir parti olarak algılanmaya başlamıştı. Partinin resmi kuruluşu 7 Nisan 1947 tarihinde Şam'da yapılan kongreden sonra oldu.

Parti 1948'de İsrail Devleti'nin kuruluşunu Arapların birlik halinde olmamasına bağladı ve bu tarihten itibaren Suriye sınırlarının dışında da taraftar bulmaya başladı. Partinin Irak şubesi 1954'te oluşturuldu. Irak'ta daha önce kurulmuş olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşen parti, Arap Baas Sosyalist Partisi adını aldı. 1963 Şubat'ında Baas Irak'ta iktidara geldi, bunu bir ay sonra Suriye'deki iktidar izledi. Halen her iki ülkede de Baas Partisi iktidardadır.


Yakın bakış: Büyük Irak Ayaklanması

Sömürge yönetiminde tecrübesi olmayan Wilson, bölgede İngilizlerin Hindistan'da uyguladıklarına benzer bir yönetim kurmayı denedi. Ancak o sıralarda Irak'ta birbirinden belalı üç anti sömürgeci gizli örgüt kurulmuştu. Necef'te kurulan Cemiyet ül Nahda El İslamiya (İslami Uyanış Cemiyeti) Kerbela'da bir ayaklanma başlatmak amacıyla bir İngiliz görevliye suikast düzenledi. El Cemiyet ül Vataniyya el İslamiya (Müslüman Milliyeti Cemiyeti) ise Bağdat'ta Şubat 1919'da Şiiler ve Sünnilerin ittifakıyla bir isyan başlattı. Üçüncü cemiyet ise Haras el İstiklal (Bağımsızlığın Koruyucuları) örgütü idi.

Bu üç örgütün önderliğinde İngiliz mandacılığına karşı şiddetli bir direniş örgütleyen bir grup Iraklının bağımsızlık talepleri vali Wilson tarafından reddedilince Kerbelalı ünlü mücahit İmam Şirazi'nin oğlu Mirza Muhammed Rıza, Necef ve Kerbela'da halkı İngilizlere karşı cihada çağırdı. 1920 Temmuz'unda Musul'da başlayan ayaklanma Fırat vadisi boyunca güneye doğru ilerledi. Uzun süredir zaten özerk olan güney kabileleri onlara katılmakta tereddüt etmediler. Üç ay süren anarşi dönemi sonunda

İngilizlerin Kraliyet Hava Kuvvetleri duruma el koymak zorunda kalacak ve Bağdat bombalanacaktı.

Bunlar da yetmeyince Hindistan ve İran'dan bazı birlikler bölgeye kaydırıldı. Et Tavra el Irakiyya el Kübra (Büyük Irak Ayaklanması) diye adlandırılan bu hareket Sünni ve Şii güçleri ciddi bir ittifak içine sokmuştu ki bu işbirliğinin izleri günümüzde hâlâ görülebilir.

1920 ayaklanması İngilizlere hem paraya hem de insan gücüne mal oldu. Irak'ta artık İngiliz Cox'un danışmanlığı altında yarı özerk Arap hükümetleri olacaktı. Ancak iktidarda Sünni Araplar vardı ve Şiiler yeniden politika sahnesinden dışlanmışlardı.


Kürt milliyetçiliği ve petrol

Bazı araştırmacılar Kürt milliyetçiliğininkökenlerini1870'lerde Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanıp Kürdistan adlı bağımsız devlet kurmaya kalkışan şeyh Übeydullah hareketine kadar götürürler. Ancak Übeydullah hareketinin ulusal nitelikli bir hareket değil, merkezi devlete karşı tepki hareketi olduğu anlaşılır. 1890'da Osmanlı'nın Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa'nın İttihat ve Terakki iktidarıyla ters düşerek Kürt milliyetçiliğine yöneltilişiyle ivme kazanan bağımsızlık özlemleri, 1908'lerde bir grup Osmanlı Kürt seçkininin kurduğu Kürdistan Teali Cemiyeti gibi örgütler aracılığıyla daha somut hale gelmeye başlamıştı. (Şerif Paşa'nın önderliğinde gelişen bu hareket daha sonraları 'denizden kopuk' bir Kürdistan'ı kabul etmeye razı olduğu için eleştirilecekti.)

Bu örgütler İstanbul, Kahire ve Cenevre'de gazete ve dergiler yayımlıyor, üyeleri 'Osmanlıcılık' bayrağı altında Osmanlı'nın doğu vilayetlerinin kalkınması için çabalıyordu. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti bu duyarlılıklara karşı kayıtsız davranıp Türkçülük konusuna ilgi göstermeye yönelince bu örgütler Osmanlıcılıktan uzaklaştılar ve Kürt milliyetçiliği şekillenmeye başladı.

I. Dünya Savaşı'nın arifesinde, Kürt hareketi ünlü Wilson Prensipleri'nin 12'nci maddesine vurgu yapmaya ve savaşın sonunda toplanan Paris Konferansı'nda bağımsız bir devlet için çaba harcamaya başlamıştı.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: ortadoğuda son yüzyıldaki gelişmeler

Kuzey İngilizlere kalıyor

1919'da İngiliz Lord Curzon ile Fransız Barthelot arasında Kuzey Irak'ın statüsü konusunda görüşmeler yapılmış, ancak bir karar alınamamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan gizli antlaşmalara göre Kürtlerin yaşadığı toprakların büyük bir kısmı aslında Fransızlara bırakılmıştı. Ne var ki I. Dünya Savaşı'nın bitiminde İngilizler Mondros Mütarekesi'yle belirlenen sınırları aşıp Mezopotamya'nın kuzeyine doğru ilerlediklerinde Fransızlar bu bölgede işgalci konumuna düştü. İngiltere ise bölgeye hazırlıksız girdiği için Kürtler için belli bir politika geliştirmemiş gibi görünüyordu. Başlangıçta 'Kürdistanlı Lawrence' diye anılan Binbaşı W. C. Noel'in kişisel inisiyatifi ile davrandılar. 1919'a gelindiğinde Ankara hükümeti ile İngiltere arasındaki çekişmelerin Musul'da yarattığı boşluktan yararlanmak isteyen Şeyh Mahmud bağımsızlık

İçin yürüttüğü ateşli mücadele İngilizlerin tepkisini çekti. Kaldı ki şeyh Mahmud Berzenci ayrıca Türkiye ile ortak bir çözümde yanadır. Kimine göre İngilizlerle görüşürken gâvur oldukları için eldiven eline takan şeyh Mahmud Berzenci esasta fırsatı kaçırmış olacaktı. Çünkü Irak'taki İngiliz görevli Sir Percy Cox, Kerkük ve Musul petrollerinin önemini fark etmişti.

Sir Cox o zamanlar Britanya'nın Sömürge Dairesi Başkanı olan W. Churchill'i Kürdistan'ın bağımsızlığı yerine İngiliz kontrolündeki Irak'la birleştirilmesine ikna etti, çünkü bağımsız Kürdistan demek petrol bölgelerinin kontrolünü kaybetmek demekti. Tam bu sırada, Anadolu' da güçlenmeye başlayan direniş hareketi, Musul ve Kerkük bölgesini de Misak-ı Milli sınırlarına aldığını ilan edince İngiltere ve Türkiye arasında bölgenin statüsü için şiddetli bir çekişme başladı.


Musul petrolleri

I. Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti, yarı hissesi İngiliz Anglo-Persian, Hollandalı Royal Dutch Shell ve Alman Deutche Bank'a ait olan Türk Petrol Şirketi'ne imtiyaz hakkı tanımış ve yabancı ortaklar Türk şirketinin katılımı olmadan, Osmanlı topraklarında

Arama ve üretim yapmamayı taahhüt etmişlerdi. O sıralarda ABD, Ortadoğu'da

İngiltere ve Fransa tarafından nüfuz bölgeleri oluşturulmasına karşı çık(a)- mamakla birlikte, özellikle petrole ilişkin ticari faaliyetlere müdahale edilmemesini ve Amerika'nın bu yöndeki girişimlerinin engellenmemesini istemekteydi.

Nitekim Amerikan firması Standart Oil of New York (Socony) 1919'da iki mühendisini Irak'a petrol aramak üzere göndermişti. Bunlardan biri, yazdığı mektupta "... Pasta o kadar büyük ki, bunun Amerika'ya ait olması için her şey yapılmalı" diyordu. Mektubun işgal altındaki İstanbul'da

İngilizlerce ele geçirilmesi üzerine Londra, Irak Yüksek Komiseri Arnold Wilson'a jeologların petrol aramasının yasaklanması yönünde talimat verdi. Kısacası Kuzey Irak'a artık Avrupa devleri değil ABD de burnunu sokmaya başlamışlardı.


Batı egemenliği

1923'te imzalanan Lozan Antlaşması’yla bölgenin kontrolü Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakılınca İngilizler Kürtleri Irak'ın bir parçası saymaya karar verdi, böylece petrol üzerindeki haklarını garanti altına almış oluyorlardı. Fransızlar buradaki egemenlik haklarından Greenwood-Berenger Antlaşması ile vazgeçtikleri için karşılığında Türk Petrol Şirketi'nin yüzde 25'lik payını tazminat olarak aldılar. Fransa adına görüşmeleri yürüten Barthelot o günlerde şöyle yazıyordu:

"İngilizler, Mısır'dan Burma'ya ve Çerkezistan'dan İran Körfezi'ne uzanan bir petrol tekeli oluşturmaya teşebbüs ediyorlar." Gerçekten de 1923'lerin başında İngilizler ve Iraklı yetkililer petrol konusunda ateşli bir tartışma içindeydi. Milletler Cemiyeti bölgenin Türkiye'ye mi yoksa Irak'a mı bağlanacağı konusunda bir plebisit yapmaya kalkışınca bölgeyi Türklere kaybetmekten korkan Iraklı yetkililer Mart 1925'te antlaşmaya razı oldu. Böylece Türk Petrol şirketi'nin adı Irak Petrol şirketi olarak değişti ve Türkiye 25 yıl boyunca bölgede çıkan petrolden alacağı yüzde 10'luk pay karşılığında 1926 Temmuz'unda Irak, İngiltere ve Türkiye arasında yapılan antlaşmayı onayladı. 1928'de ise, daha sonraları 'Yedi Kız kardeşler' diye anılacak olan Standard Oil of NJ (Exxon), Standard Oil of NY (Mobil), Standard Oil of California (Chevron), Gulf, Texaco, Royal Dutch Shell ve Anglo-Persian (BP) petrol şirketleri arasında bölgenin imtiyaz alanı olarak paylaşılmasını sağlayan Kırmızı Hat Anlaşması (Red Line Agreement) imzalandı ve bölgenin petrol yatakları üzerinde günümüze kadar sürecek olan Batı egemenliği ilkelere bağlandı.


Irak'ın nüfus yapısı

Irak'ta nüfusun çoğunluğu Arap'tır. En büyük azınlık grubu yüzde 20 ile Kürtlerdir. Asurî, Türkmen, Mandayya ve Lurlar küçük azınlıklardır. Doğu bölgelerinde toplanan Şiilerin oranı yüzde 62,5 olup, dağınık yaşayan Hıristiyan topluluklarının oranı yüzde 3 civarındadır. Nüfusun kalanı Sünni'dir ve iktidarı bu kesim elde tutar.

Irak'ın bir özelliği de aşiretlerin toplumsal ve siyasal yaşamdaki ağırlığıdır. Kuzey Irak'ın iki önemli bölgesi olan Soran ve Bahdinan'da sayısız aşiret yaşar. Soran'daki Kürt aşiretleri Şafii olup, en önemli ailelerden biri Talabani’lerdir. Bahdinan'da Nakşibendîler ağırlıktadır ve en güçlü aile Barzani ailesidir. Bölgede ayrıca Türkmen Bayat aşiretinden gruplar ile aşiret gibi algılanan ama aslında sadece büyük aileler olan Sincari ve Kazzazlar yaşamaktadır.

Merkezi Irak'taki Sünni Arap nüfus ise genel olarak üç aşiret arasında dağılmıştır. Bunlar Ürdün ve Suriye'ye de yayılan Dileym aşireti, tüm Arap dünyasına yayılan ve Hicaz-Ürdün-Suriye hattında yoğunlaşan Şemmar aşireti ile bunun bir kolu olan ve 350 yıl önce Hicaz'dan çıkarak Arap coğrafyasına

Dağılan Cubur aşireti ve gerek Cubur, gerekse Türkmen Bayat aşireti ile sürekli çatışma halinde yaşayan Ubeyd aşiretidir. Güney Irak'taki yüzlerce Arap aşiretin tamamı Şii'dir. Bu aşiretlerin başında INC Lideri Ahmed Çelebi'nin de bulunduğu Çelebiler vardır.


Türkmenler ve Asurîler

Türkmenler bölgeye 9. yüzyılda gelmişlerdir. Irak'taki Türkmen bölgesi Osmanlı döneminde Musul ve Kerkük Müstakil Mutasarrıflığı ile yönetiliyordu. Bugün de en büyük Türkmen nüfus iki vilayettedir. Irak politik tarihinde önemli bir rol oynamayan buna karşılık sürekli baskıya maruz kalan Türkmenler, Irak'ın kuzeyinde Telafer'den başlayarak, Musul, Erbil, Kerkük ve Mendeli yerleşimlerinden Bağdat'ın güneydoğusundaki Bedre'ye uzanan bir şerit üzerinde yaşar. Türkmenlerin nüfusu, Türkmen milliyetçileri tarafından abartılmıştır. Bu sayı 500 binle 3 milyon arasında değiştiğini söylerler.

Hıristiyan Asurîlerin tarihi ise 7. yüzyıla kadar götürülebilir. Asurîler 1918'de Osmanlı'ya isyana teşvik edilmiş ve yenildikten sonra Zaxo ve Dıhok civarına yerleştirilmişlerdi. Sürekli bağımsızlık mücadelesi yürüten bu grup Irak hükümetleri için hep sorun oldu. 1933 Temmuz'undaki ayaklanma, Yurtdışında bulunan Faysal'ın vekili İçişleri Bakanı Hikmet Süleyman tarafından hoş karşılanmadı. Süleyman'ın şiddet politikalarını Kürt kökenli

General Bekir Sıtkı yürüttü. 1936'da biri Türkmen, biri Şii iki politikacıyla darbe yapan Sıtkı, hem Irak'ta daha sonra görmeye alışacağımız ilginç koalisyonlara bir örnek teşkil ediyordu hem de Arap dünyasında ordunun artık işe daha çok dâhil olacağı bir dönemin başladığını ilan ediyordu.


'Kavm-i necip'ten haine

9.yüzyıldan itibaren gruplar halinde Müslüman olan Türkler ve ardılları Osmanlılar, Arapları 'Kavm-i necip'(seçkin kavim) diye nitelemişlerdir. Ancak Arapların I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle anlaşarak bağımsızlık

İçin mücadeleye başlaması Türk kamuoyunda hiçbir zaman bağışlanmayan bir ihanet olarak tanımlanır.

Aslında Arapların 'Osmanlıyı arkadan hançerleyecekleri' çok önceleri fark edilmiştir. Osmanlı devleti başından beri Arabistan Yarımadası'ndaki egemenliğini Mekke şerifleri aracılığıyla kullanmıştı. Ancak 18. yüzyılın başında ortaya çıkan Vahabilik hareketi Osmanlıların bu egemenliğini tehdit etmeye başlamıştı.

II. Mahmud, Vahabi meselesinin hallini 1805'te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya ısmarladı. Kavalalı, Suudilerden geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813'te İstanbul'a göndererek ilk zaferini kazandı, ancak Osmanlılarla Kavalalı'nın bozuşmasından sonra Mısırlılar, Hicaz'dan çekildi ve Arabistan yeniden Suudilerin eline düştü.

1900'lere gelindiğinde Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî tarafından kurulmuş olan üçüncü Vahabi devleti egemendi.

1902'den sonra ailenin başına geçen torun Abdülaziz bin Suud'u, Sultan II. Abdülhamid, Necd Valisi yapmıştı ancak Suud Ailesi tarafından 1912'de kurulan Vahabi eğilimli ihvan adlı dinsel ve askeri bir örgüt, bölgede tam egemenlik kurmak için mücadele ediyordu. İhvan birlikleri 1919'da Hicaz'a saldırarak Mekke şerifi Hüseyin bin Ali'nin kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattılar, ardından da Kuzey Arabistan'ı ele geçirdiler.


1924'ten 1932'ye

1918'de Osmanlı devleti, Mondros Mütarekesi'nden sonra Hicaz'dan çekilince Vahabiler 1924'te Mekke ve Taif'e girdiler, ardından Medine ve Cidde teslim alındı.

1921'de kendini Necd Sultanı ilan eden Abdülaziz, 1926 yılında Hicaz Kralı oldu, 18 Eylül 1932'de Necd Meliki olarak bugünkü Suudi Arabistan Krallığı'nın başına geçti.

İngilizlerin de yardımıyla Hicaz, Taif ve Mekke'yi alan Abdülaziz bunun karşılığında İngiliz egemenliği altındaki Irak ve Ürdün'le çatışmaktan vazgeçtiğini açıkladı ve İngilizlerle bir dostluk antlaşması imzaladı.

Bu döneme kadar Şerif-Suud çatışmasında Suudlardan yana tavır alarak bölgedeki çıkarlarını garanti altına aldığını sanan İngiltere'nin yanıldığı kısa süre sonra anlaşılacaktı.

Çünkü 1930'da Suudi Arabistan petrollerine ilişkin ilk etütler yapıldıktan sonra, 1933'te ABD şirketlerine tanınan imtiyazla ARAMCO şirketi kurulduğunda İngilizler petrol işlerinin dışında tutuldular. Şirket ilk petrol çıkarma işlemine 1944 yılında başladı ve bu tarihten sonra ABD, bölgenin en önemli gücü haline geldi.


Kuveyt şeyhliği

Kuveyt'in Irak sınırı 1923'te çizildi. Kuveyt'in 1961'de bağımsız olmasının

Ardından Irak, 'tarihsel hakları'nı öne sürerek Kuveyt'in kendisine bağlanmasını istedi. 1990'daki işgal, Körfez Savaşı'na yol açtı.

Basra Körfezi'nin kuzeybatı ucunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında kurulu olan Kuveyt şeyhliğinin tarihi 18. yüzyıla kadar gider. 1710'da iyi otlaklar ve su bulmak için doğuya ilerlemeye başlayan Anayzah kabilesine bağlı birkaç aile arasındaki Sabah ailesinin oğullarından Abdürrahim, ilk Kuveyt şeyhi olarak tarihe geçmiştir.

Kuveyt'in Avrupalı devletlerin ilgisini çekmesinin nedeni, Almanların, Berlin-Bağdat demiryolunu o günlerde zengin bir petrol ülkesi olduğu bilinmeyen, ancak Hint Okyanusu'nun açılma noktasında olan Kuveyt limanına uzatmak istemeseydi.

Osmanlılara karşı ittifak arayışları içinde olan Kuveyt şeyhi, Almanların geleneksel düşmanları İngilizlerle ilişki kurmakta gecikmedi ve 1899'da ülkenin dışişlerini, İngiliz denetimine bırakan bir antlaşma imzaladı.


Necd ilişkileri

Antlaşmanın sonucu olarak da I. Dünya Savaşı sırasında bölgede bir 'protektora idaresi' kuruldu. Savaşın nihayetinde, sonraları Suudi Arabistan adını alacak olan Necd idaresi ile Kuveyt arasındaki ilişkiler normalleştirildi ve 1923'de Kuveyt'in Irak'la bugünkü sınırı çizildi. Ancak sınır, bölgesel konulara o günlerde duyarsız oldukları anlaşılan

İngilizler tarafından rastgele çizildiği için sürekli sorun kaynağı olacaktı. İngiltere'nin 1961'de protektora yönetimine son verip Kuveyt'in bağımsızlığını tanımasının ardından Irak, bölge üzerindeki tarihsel haklarını ileri sürerek Kuveyt'in Irak'a bağlanmasını istedi. Bu tehlike ancak Arap Birliği Teşkilatı'nın Kuveyt'i üye kabul ederek kanatları altına almasıyla savuşturuldu.

Ne var ki tehlikenin geçmediği 1990 yılında görülecek, ülke Irak tarafında işgal edilecekti.


Çöldeki maceracı

I. Dünya Savaşı sırasında Arap milliyetçilerinin Osmanlı'ya karşı ayaklanmalarının hemen hepsinde parmağı olan T. E. Lawrence, 1888'de
İngiltere'de doğdu. Lawrence'ın ilk ilgi alanı ortaçağ askeri mimarisiydi. Ortadoğu'ya Haçlı kalelerini araştırmak için gelmişti. Lawrence bu yıllarda İngiliz gizli servisleriyle ilişki kurdu.

1914 başlarında Gazze-Akabe arasındaki bölgenin haritalarını çıkardı. Aynı yıl teğmen rütbesiyle atandığı Kahire’de, Bedevi ve Osmanlı tutsaklarını sorgulama, harita çizme, düşman hatlarından gelen ajan bilgilerini değerlendirme çalışmalarını yürüttü. 1916'da Şerif Hüseyin'in oğulları Abdullah ve Faysal'la tanıştı ve Kahire'ye dönüşte şeyhlerin bağımsızlık arzularını kullanarak Osmanlı devletine karşı ayaklanmalar yapılması planını sundu. Bu tarihten sonra Osmanlı birliklerine mayınlama ve baskınlar gibi gerilla harekâtı ile büyük zararlar veren Lawrence'ın adını duymayan kalmayacaktı.

1919 Temmuzu'nda sağlık nedenleriyle terhis olmasına rağmen, 1921'de Churchill'in ısrarı ile savaş danışmanı olarak bölgeye döndü. Araplara verdiği sözleri Churchill'in de tutmayacağını anlayınca isti-fa etti. Adını değiştirerek İngiliz Hava Kuvvetleri'ne girdi, kimliği anlaşılınca görevden alındı. Başka bir isimle tekrar Hava Kuvvetleri'ne girdi ve Hindistan'a yollandı. Emekli olduğu 1935'te motosiklet kazasında öldüğünde, arkasında çok ünlü bir isim ve heyecan dolu bir yaşam bırakmıştı.


Bitirirken

Önce Süveyş Kanalı, sonra da zengin petrol yatakları yüzünden Avrupalı büyük devletlerin gözünü ayıramadığı Ortadoğu bölgesindeki modern zamanların ilk paylaşımının öyküsü kaba hatlarıyla böyledir. Görüldüğü gibi Ortadoğu'da sınırları değiştirmek suretiyle çıkarları garanti altına almak hiç de kolay olmamıştır.

Cetvelle çizildiği ileri sürülen yapay sınırlar, kukla hükümetler, işbirlikçi monarşilerin karakterize ettiği yarı-özerk devletçikler

İngilizlerin asırlık sömürgecilik tecrübelerine rağmen düzeni korumakta zorluk çekmişlerdir. Birçok ülke tam bağımsızlığa, dinsel ve etnik kavgalar, kabile çatışmaları, anayasal bunalımlar, monarşik hak iddiaları ve bunlara eşlik eden sömürgeci politikalar yüzünden ancak II. Dünya Savaşı arifesinde ya da sonrasında kavuşabilmiştir. Ancak bu ülkelerin hiçbirinde Batı tarzı bir demokratik yapı gelişememiştir.

Bu arada bölgedeki aktörler sürekli değişmiş, II. Dünya Savaşı arifesinde İngilizler ve Fransızların yerini ABD ve çokuluslu şirketler almaya başlamıştır. Şimdi 100 yıldır başarılamayanı ABD yönetimi başarabilecek midir, bunu hep birlikte göreceğiz. Ancak büyük acılar pahasına...
 
Geri
Üst