ziberkan
Super Moderator
Lübnan Dağları'nda özerk bir yönetim hâkimdi, Arabistan Yarımadası'nın yaklaşık dörtte üçlük bölümü Vahabi tarikatından Suud ailesinin otoritesi altına girmişti. Bunlara rağmen Ortadoğu hâlâ Osmanlı egemenlik
Alanı içinde sayılıyordu. Bu İngiltere'nin hoşuna gitmiyordu; çünkü Mısır'da 1869'da açılan, Hindistan yolu üzerinde deniz ulaşımı yönünden İngiltere açısından stratejik bir konuma sahip olan Süveyş Kanalı'nın, Osmanlı ile Almanya ve Rusya'ya karşı korunması özel önem taşımaktaydı.
İngiltere ve Fransa'nın genel olarak dünyanın çeşitli bölgelerindeki, özel olarak da Mısır'daki çıkarlarını korumak için 1902'de dostluk antlaşması imzaladı.
İngiltere'nin gizli planları
Böylece Osmanlı Devleti'nin paylaşılmasına yavaş yavaş başlanmıştı. Osmanlı Devleti'nin Balkan Savaşlarında içine düştüğü durum İngiltere ile onun en has müttefiki Fransa'ya cesaret verdi ve iki ülke 1912'de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yaptı.
İngiltere, Fransa'nın bilmediği planlar da yapıyordu: Rusya ile Ortadoğu arasında bazı tampon devletler oluşturmak. İngiltere Savaş Bakanlığı'nın Doğu işleri uzmanı Storrs tarafından 1914 sonlarında yazılan bir mektupta tampon devletler yaratma kavramı şöyle tanımlanıyordu:
"Filistin konusuna ilişkin olarak, yeni toprak ilhakının getireceği ilave sorumlulukları yüklenmeyi istemeyeceğimizi düşünüyorum, ancak, Rusların güneye Suriye'ye inmelerine ya da Lübnan'da kaçınılmaz Fransız himayesinin yayılmasına karşı olmamız da doğal. Fransa, Rusya'dan daha iyi bir komşu olursa da, adı ne kadar dostluk anlaşması olursa olsun hiçbir pakta bel bağlayamayız; özellikle savaş anıları ile yüklü bir kuşak geçip gittikten sonra... Tampon devlet istenen bir şeyse de bunu kurabilir miyiz?"
Anlaşılan, Rudyard Kipling'in deyimiyle 'Asya'daki Büyük Oyun' başlıyordu.
Şerif Hüseyin ve oğulları
Peygamber soyundan geldiğini öne süren ve bu yüzden Mekke ve Medine şehirlerinin muhafız alaylarının başı olan Şerif Hüseyin bin Ali'nin oğlu Emir Abdullah, Şubat 1914'te, İngiltere'nin Mısır Valisi Lord Kitchener'i Kahire'de ziyaret ederek babasının Osmanlılara karşı başlatacağı ayaklanmaya İngilizlerin destek verip vermeyeceğini sormuştu. O sırada henüz Almanya ile Osmanlı Devleti müttefik olmadığı gibi, Almanya
İle İngiltere de henüz savaşta değillerdi. Bu yüzden Kitchener'in cevabı bağlayıcı olmadı ancak Ürdün (Şeria) Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin topraklarında, Akdeniz'le Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin 'Yahudi yerleşim alanı' olarak tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri'nin doğusundaki toprakların ise, İngiltere'nin denetiminde, Hüseyin'in büyük oğlu Abdullah tarafından yönetilmesine izin vereceğini ima etti.
Ağustos 1914'de savaş patlak verdiğinde Kitchener dışişleri bakanı olmak üzere Londra'ya çağrılmıştı. 1915'e gelindiğinde, İngiliz kuvvetleri Osmanlılar karşısında başarısızlığa uğramaya başladığında Kitchener'in aklına Emir Abdullah'ın bu teklifi gelmiş olmalı.
Bunun sonucu olarak da Temmuz 1915 ile Ocak 1916 arasında İngilizlerin Mısır'a atadıkları ilk yüksek komiser Sir Henry Mc Mahon, Hüseyin'in iki oğlu Abdullah ve Faysal ile sıkı bir görüşme trafiği başlattı.
Abdullah'ın Mc Mahon'a getirdiği 14 Temmuz 1915 tarihli mektupta Hüseyin, Arap Yarımadası'nda 'şeriflik idaresi' için düşündüğü alanı tarif ediyordu.
Bu alan, Arap Yarımadası'nda Aden hariç olmak üzere 'bereketli hilal denilen Filistin toprakları, Lübnan, Suriye ve Irak'ı kapsıyordu. 24 Ekim 1915'te Mc Mahon cevabi mesajında savaş sonrasında Arapların bağımsızlığı konusunda İngilizlerin desteğini vaat ediyor, ancak sadece İngiltere'nin değil müttefiki Fransızların da çıkarlarını korumak zorunda olduğunu kaydederek bazı çekincelerini belirtiyordu. İngilizlere göre kendileri tarafından kontrol edilen bölgelerden Mersin ve İskenderiye bölgeleri ile Şam'ın batısındaki Hama, Humus ve Halep sadece Arapların yaşadığı topraklar değildi; burada Yahudiler de yaşıyordu.
Ancak Büyük Britanya bu sınırlar çerçevesinde Mekke Şerifi Hüseyin'in talep ettiği bütün yerlerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye söz veriyordu
Berlin-Bağdat demiryolu
İlk kez İngiltere'nin önerdiği Bağdat demiryolu, Avrupa'yı petrol yataklarının bulunduğu Basra Körfezi'ne bağlayacaktı. Hattın ilk bölümü olan Haydarpaşa-İzmit hattı, 1873'te hizmete açılmıştı. Almanya, inşaatının özendirilmesi için II. Abdülhamid'in teknik danışmanı Alman demiryolları mühendisi Wilhelm Von Pressel'i görevlendirdi. Von Pressel, Sultan'ı ikna için demiryollarının Kürt ve Arap ayaklanmaları sırasında ilgili bölgelere kısa sürede güç yollanmasını sağlayarak devlet otoritesinin kurulmasına yardımcı olacağını söylüyordu. Abdülhamid isyan korkusu ve vergi tahsilâtını artırma umuduyla projeye sıcak bakıyordu.
Uzun tereddütlerden sonra Ekim 1888'de Almanlarla antlaşma imzalandı.
İnşaat için kilometre başına 15 bin frank kâr garantisi verilmişti. Demiryolunun geçeceği devlete ait olan toprakların mülkiyeti imtiyaz sahiplerine bedelsiz devredilecek, demiryolunun iki yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenler işletilebilecek, arkeolojik eserleri aramak, kazılar yapmak B.B.B (Berlin-Bağdat-Basra) şirketi'nin hakkı olacaktı.
1888–1895 arasında Deutshe Bank yardımıyla Konya'ya kadarki 931 kilometre bitti. 1918'e gelindiğinde hat Nusaybin'e kadar tamamlanabilmişti. Söz konusu proje, ileriki yıllarda Başkan Wilson’un Amerika'yı savaşa girmeye ikna etmek için "Ortadoğu'nun bağrına bir burgu gibi saplanan Almanları söküp almalıyız" demesine neden olacaktı.
Bölgeyi paylaştıran anlaşma: Sykes-Picot
Adını görüşmeleri yürüten İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız George Picot'dan alan 9–16 Mayıs 1916 tarihli bir antlaşma bölgede unutulmaz izler bırakacaktır.
Aslında Sykes-Picot Antlaşması, Rusya'da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet hükümeti, Çarlık idaresi tarafından yapılmış tüm gizli anlaşmaları kamuya açıklamasaydı belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti.
Buna göre Rusya Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetleri Fransa'nın payına Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ, Zara, Eğin, Harput ile sınırlanan arazi ile Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Lübnan kıyıları ve Musul; İngiltere'ye ise Bağdat dâhil Güney Mezopotamya ile Hayfa ve Akka limanları düşüyordu. Antlaşmaya göre Fransa ve İngiltere kendilerine ayrılan bölümlerde 'arzu ettikleri ve 'Arap devleti ya da Arap devletler konfederasyonu için uygun olduğunu düşündükleri' idareyi kurabileceklerdi.
İskenderun serbest liman olacak, Kudüs ve Filistin ise ayrıntıları sonra tespit edilecek uluslararası bir statüye kavuşturulacaktı. Antlaşmanın esas itibarıyla Almanya ve Rusya'nın ilerde Hindistan Yolu'nun tehdit etmesini önlemek için hazırlandığı anlaşılmaktadır, çünkü o yıllarda Arap Yarımadası'ndaki petrol varlığı bütün boyutları ile ortaya çıkmış değildi.
'Petrolün payı yok gibiydi'
Nitekim 1924'te bölgede irtibat subayı olarak görev yapan İngiliz C. J. Edmonds, "Geriye dönüp bakıldığında, petrol meselesinin hesaplarımızda ne kadar az yer tutmuş olduğunu görmek ilginçtir... Petrolün çok önemli bir unsur olarak yer aldığı bir tek belge bile hatırlamıyorum" der.
Fransa ise o sırada başkan olan G. Clemenceau'nun 'antiemperyalist' tutumundan dolayı bölgede ipleri İngilizlere bırakır. Uygulanmasına 1. Dünya Savaşı'ndan sonra geçilen Sykes-Picot Antlaşması her ne kadar bölgeyi Fransa ile paylaşmak fikrinden hiç hoşlanmayan İngilizlerin kurtulmak için can attıkları bir antlaşma olsa da, bugün Ortadoğu'da yaşanan sorunların tohumlarının atıldığı antlaşma olarak tarihe geçmeyi hak etmiştir.
Osmanlı-Alman ilişkileri
Almanya 1871'de ulusal birliğini kurduğunda dünya, başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın diğer büyük devletleri tarafından nüfuz bölgelerine ayrılmıştı. Almanya kısa sürede sanayiini geliştirdi; fakat ne ürettiklerini satacak bir pazarı ne de yeterli hammadde kaynakları vardı. Osmanlı, geniş toprakları ve sorunlu yönetimiyle Almanya'nın da iştahını kabartmaktaydı. 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı bir dönüm noktası oldu: Osmanlı, kadim dostu İngiltere'ye eskisi gibi güvenemeyeceğini gördü.
1878'de Kıbrıs ve 1882'de Mısır'ın bu devletçe işgalinden sonra Osmanlı hızla Almanya'ya yakınlaştı. Almanların ünlü 'Drang nach Osten' (Doğuya itilim) politikasının uygulayıcıları, finans devi Deutsche Bank ve silah devi Krupp'tu.
Bunlara Colmar von der Goltz'un başkanlığındaki Alman askeri heyetinin faaliyetleri eşlik ediyordu.
1887'ye Almanya'nın Osmanlı ticaret hacmi içindeki yeri yüzde 6 iken,
İngiltere'ninki yüzde 61, Fransa'nınki yüzde 18'di. 1910'da ise,
İngiltere'nin payı yüzde 35'e düşerken, Almanya'nınki yüzde 21'e çıktı. Almanya'nın yakın müttefiki ve ticaret ortağı Avusturya'nın da payının yüzde 21 olduğunu dikkate alırsak, Osmanlı ticaretindeki 'Germen' payı yüzde 42'yle ilk sıraya çıkmıştı.
Bu yetmemiş olmalıydı ki Kayzer II. Willhelm 30 Temmuz 1914'te Petersburg elçisinden gelen bir telgrafın altına yazdığı notta şöyle diyordu: "... Bizim Osmanlı Devleti ve Hindistan'daki adamlarımız tüm İslam âlemini bu tüccar, menfur, yalancı, vicdansız ulusa (İngilizler) karşı vahşi bir ayaklanmaya kışkırtmalı." Osmanlı, farkına varmadan Avrupa devleri arasındaki savaşın tam ortasına düşmüştü.
1896'da ortaya atılan 'Yahudilerin Filistin'e dönüşü' fikri,
20'nci yüzyılın başlarında Filistin'de, Hayfa, Akka, Taberiye illerini kapsayan kuzey bölgesi dışındaki 22 bin kilometrekarelik alan Kudüs-i Şerif adıyla bağımsız bir eyaletti. Sınırları Şeria Irmağı'ndan Lut Gölü'ne, Akdeniz' den El-Ariş'in doğusu ve Akabe Körfezi'ne kadar uzanan bölge, siyasi açıdan Osmanlı idaresindeydi.
Osmanlıların 1878'deki sayımlarına göre bölgede 462 bin 465 Müslüman Türk, 403 bin 795 Müslüman Arap ve Dürzî, 43 bin 659 Hıristiyan ve 15 bin 11 Yahudi yaşıyordu. Ülkeye Avrupa'dan henüz göç eden 10 bin Yahudi de yabancı ülke vatandaşı olarak kaydedilmişti. Bedevi Araplardan söz edilmiyordu.
Siyonizm Araplar
I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı'nın durumu, Siyonistlerle Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Siyonistler, Avrupalı büyük devletlerden Yahudi göçüne destek istiyor ve Filistin'de egemen bir devlet kurmayı umuyor; Arap milliyetçilerinin her biri kendi bağımsız devletlerini kurmayı arzuluyordu.
Nüfus dağılımına göre 1914'te durum Siyonist argümanlara uygun değildi. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle Doğu Avrupa'dan başlayan göçle Filistin'deki Yahudi nüfusu 1914'te 80 bine çıktı. Arap nüfusu 650 bin civarındaydı. Nüfusun yüzde 12'sini oluşturan Yahudileri devlet çatısı altında toplamak çok uzak bir hayal gibiydi.
'Yahudilerin anavatanı Filistin'e dönüş' fikri ilk olarak Theodor Herzl'in 1896 tarihli 'İsrail Devleti: Musevi Sorununa Çözüm İçin Girişim' kitabında
İşlenmiş, ilk Siyonist Kongresi de 1897'de İsviçre'de toplanmıştı. Kongrede geliştirilen kimi fikirler, örneğin Kıbrıs'ın veya Sina Yarımadası'nın Yahudi yerleşimine açılmasını İngilizler benimsemedi. Siyonist lider E. Weizman, Ortadoğu haritasının bölge halklarının değil, büyük devletlerce çizilebileceğini en erken fark eden isimdi. Yahudi kuruluşlarının stratejik yaklaşımıyla İngilizlerin politik becerileri bir araya geldiğinde Ortadoğu'da 'Büyük Oyun'un ilk perdesi açılacaktı.
Balfour Deklarasyonu
İngiltere, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ile Siyonist politikalara bağlanmış oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Balfour'un dâhil olduğu liberal Asquith hükümeti, Yahudilerin Ortadoğu'daki varlıklarını kendi çıkarları için hayati sayıyordu. Muhalefetteki Lloyd George ve muhafazakârlar da İngilizlerin Filistin'de kontrolü Fransızlarla paylaşmasına karşıydı. Filistin, Süveyş Kanalı'na yakınlığıyla son derece stratejikti. Lloyd George iktidara geçince, Mart 1917'de Sykes-Picot Antlaşması'nı feshetti.
Siyonistlere, bölgede İngilizlerin en önemli müttefiki gözüyle bakılıyordu.
İngilizler, Yahudi lobilerinin etkisiyle ABD'nin İtilaf Devletlerinin yanında savaşa girmesini sağlamayı da umuyordu. Parlamentoda, 'İngilizler Yahudileri desteklemezse, bu işi Almanların seve seve yapacağı' kulaklara fısıldanıyordu.
Rothschild mektubu
Görüşmeleri, Balfour ve medyayla çok sıcak ilişkileri olan E. Weizman yürüttü. Balfour'un, Yahudi parlamenter Lord Rothschild'e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli mektup:
"Majestelerinin hükümeti, Filistin'in Yahudilerin vatanı olarak benimsenmesini hoşnutla karşıladığını ve bu amaç uğruna elinden gelen çabayı göstereceğini ifade eder. Şu anlaşılmıştır ki, Filistin'de yaşayan Yahudi olmayan halkın ve diğer ülkelerde yaşayan Yahudi nüfusunun sivil ve dinsel haklarıyla siyasi statülerini haksızlığa uğratacak hiçbir davranışta bulunulmayacaktır."
Balfour Deklarasyonu'ndan beş hafta sonra General Sir Edmund Allenby komutasındaki İngiliz birlikleri Kudüs'ü Osmanlılardan aldı. Osmanlılar için büyük prestij kaybı söz konusuydu. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerindeki yenilgisi izledi. Artık sonun başlangıcı gelmişti. 31 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'yle tüm Filistin, İngiliz kontrolüne bırakıldı. Böylece 100 yıl sürecek bir sorunun ilk işareti de verilmişti.
İsrail'in kuruluşuna doğru
İngiltere'nin Filistin'de manda yönetimi kurmasını takip eden ilk yıllarda Filistin nispeten sakin bir dönem geçirdi. 1923–1929 arasında Musevi göçünde önemli bir düşüş görüldü, ancak Almanya'da 1930'lardan itibaren Nazizmin gelişmesine paralel olarak Filistin'e yerleşen göçmen sayısı 1930 yılında 4 bin, 1933'te 30 bin, 1935'te ise 62 bine, ulaştı. 2. Dünya Savaşı'nın sonunda ABD Başkanı Henry Truman, İngiltere'ye başvurarak 100 bin Yahudi'nin 'derhal' Filistin'e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etmiş, konu 1947'de İngiltere tarafından Birleşmiş Milletlere götürülmüştü.
ABD'nin ve Yahudi lobilerinin baskısı altındaki Birleşmiş Milletler, Kasım 1947'de Filistin'in Arap ve İsrail devleti olarak bölünmesini ve Kudüs'e uluslararası statü verilmesini kabul etti. 14 Mayıs 1948 tarihinde İngiliz Yüksek Komiseri'nin Filistin'den ayrılarak manda yönetiminin resmen sona ermesini takiben İsrail Devleti'nin kuruluşu açıklandı. Filistin topraklarında bu tarihte yaklaşık 1 milyon 269 Arap ve 608 bin Yahudi yaşamaktaydı. Yeni kurulan İsrail Devleti ilk savaşını Ürdün, Suriye, Irak ve Mısır ile yaptı. Mayıs 1948 tarihinde başlayan ve Ocak 1949 tarihinde sona eren savaşın bitiminde Gazze Şeridi hariç tüm Necef, Galile Gölü ile Kudüs şehrinin batı kesimi, İsrail'in hâkimiyetine geçmişti. Belirtilen kesimlerde yaşayan yaklaşık 750 bin Filistinli Arap, Şeria (Ürdün) Nehri'nin batısındaki ve Gazze Şeridi'ndeki bölgelere göç etmek zorunda kalarak günümüze kadar sürecek bir trajedinin kurbanı oldular.
Alanı içinde sayılıyordu. Bu İngiltere'nin hoşuna gitmiyordu; çünkü Mısır'da 1869'da açılan, Hindistan yolu üzerinde deniz ulaşımı yönünden İngiltere açısından stratejik bir konuma sahip olan Süveyş Kanalı'nın, Osmanlı ile Almanya ve Rusya'ya karşı korunması özel önem taşımaktaydı.
İngiltere ve Fransa'nın genel olarak dünyanın çeşitli bölgelerindeki, özel olarak da Mısır'daki çıkarlarını korumak için 1902'de dostluk antlaşması imzaladı.
İngiltere'nin gizli planları
Böylece Osmanlı Devleti'nin paylaşılmasına yavaş yavaş başlanmıştı. Osmanlı Devleti'nin Balkan Savaşlarında içine düştüğü durum İngiltere ile onun en has müttefiki Fransa'ya cesaret verdi ve iki ülke 1912'de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yaptı.
İngiltere, Fransa'nın bilmediği planlar da yapıyordu: Rusya ile Ortadoğu arasında bazı tampon devletler oluşturmak. İngiltere Savaş Bakanlığı'nın Doğu işleri uzmanı Storrs tarafından 1914 sonlarında yazılan bir mektupta tampon devletler yaratma kavramı şöyle tanımlanıyordu:
"Filistin konusuna ilişkin olarak, yeni toprak ilhakının getireceği ilave sorumlulukları yüklenmeyi istemeyeceğimizi düşünüyorum, ancak, Rusların güneye Suriye'ye inmelerine ya da Lübnan'da kaçınılmaz Fransız himayesinin yayılmasına karşı olmamız da doğal. Fransa, Rusya'dan daha iyi bir komşu olursa da, adı ne kadar dostluk anlaşması olursa olsun hiçbir pakta bel bağlayamayız; özellikle savaş anıları ile yüklü bir kuşak geçip gittikten sonra... Tampon devlet istenen bir şeyse de bunu kurabilir miyiz?"
Anlaşılan, Rudyard Kipling'in deyimiyle 'Asya'daki Büyük Oyun' başlıyordu.
Şerif Hüseyin ve oğulları
Peygamber soyundan geldiğini öne süren ve bu yüzden Mekke ve Medine şehirlerinin muhafız alaylarının başı olan Şerif Hüseyin bin Ali'nin oğlu Emir Abdullah, Şubat 1914'te, İngiltere'nin Mısır Valisi Lord Kitchener'i Kahire'de ziyaret ederek babasının Osmanlılara karşı başlatacağı ayaklanmaya İngilizlerin destek verip vermeyeceğini sormuştu. O sırada henüz Almanya ile Osmanlı Devleti müttefik olmadığı gibi, Almanya
İle İngiltere de henüz savaşta değillerdi. Bu yüzden Kitchener'in cevabı bağlayıcı olmadı ancak Ürdün (Şeria) Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin topraklarında, Akdeniz'le Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin 'Yahudi yerleşim alanı' olarak tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri'nin doğusundaki toprakların ise, İngiltere'nin denetiminde, Hüseyin'in büyük oğlu Abdullah tarafından yönetilmesine izin vereceğini ima etti.
Ağustos 1914'de savaş patlak verdiğinde Kitchener dışişleri bakanı olmak üzere Londra'ya çağrılmıştı. 1915'e gelindiğinde, İngiliz kuvvetleri Osmanlılar karşısında başarısızlığa uğramaya başladığında Kitchener'in aklına Emir Abdullah'ın bu teklifi gelmiş olmalı.
Bunun sonucu olarak da Temmuz 1915 ile Ocak 1916 arasında İngilizlerin Mısır'a atadıkları ilk yüksek komiser Sir Henry Mc Mahon, Hüseyin'in iki oğlu Abdullah ve Faysal ile sıkı bir görüşme trafiği başlattı.
Abdullah'ın Mc Mahon'a getirdiği 14 Temmuz 1915 tarihli mektupta Hüseyin, Arap Yarımadası'nda 'şeriflik idaresi' için düşündüğü alanı tarif ediyordu.
Bu alan, Arap Yarımadası'nda Aden hariç olmak üzere 'bereketli hilal denilen Filistin toprakları, Lübnan, Suriye ve Irak'ı kapsıyordu. 24 Ekim 1915'te Mc Mahon cevabi mesajında savaş sonrasında Arapların bağımsızlığı konusunda İngilizlerin desteğini vaat ediyor, ancak sadece İngiltere'nin değil müttefiki Fransızların da çıkarlarını korumak zorunda olduğunu kaydederek bazı çekincelerini belirtiyordu. İngilizlere göre kendileri tarafından kontrol edilen bölgelerden Mersin ve İskenderiye bölgeleri ile Şam'ın batısındaki Hama, Humus ve Halep sadece Arapların yaşadığı topraklar değildi; burada Yahudiler de yaşıyordu.
Ancak Büyük Britanya bu sınırlar çerçevesinde Mekke Şerifi Hüseyin'in talep ettiği bütün yerlerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye söz veriyordu
Berlin-Bağdat demiryolu
İlk kez İngiltere'nin önerdiği Bağdat demiryolu, Avrupa'yı petrol yataklarının bulunduğu Basra Körfezi'ne bağlayacaktı. Hattın ilk bölümü olan Haydarpaşa-İzmit hattı, 1873'te hizmete açılmıştı. Almanya, inşaatının özendirilmesi için II. Abdülhamid'in teknik danışmanı Alman demiryolları mühendisi Wilhelm Von Pressel'i görevlendirdi. Von Pressel, Sultan'ı ikna için demiryollarının Kürt ve Arap ayaklanmaları sırasında ilgili bölgelere kısa sürede güç yollanmasını sağlayarak devlet otoritesinin kurulmasına yardımcı olacağını söylüyordu. Abdülhamid isyan korkusu ve vergi tahsilâtını artırma umuduyla projeye sıcak bakıyordu.
Uzun tereddütlerden sonra Ekim 1888'de Almanlarla antlaşma imzalandı.
İnşaat için kilometre başına 15 bin frank kâr garantisi verilmişti. Demiryolunun geçeceği devlete ait olan toprakların mülkiyeti imtiyaz sahiplerine bedelsiz devredilecek, demiryolunun iki yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenler işletilebilecek, arkeolojik eserleri aramak, kazılar yapmak B.B.B (Berlin-Bağdat-Basra) şirketi'nin hakkı olacaktı.
1888–1895 arasında Deutshe Bank yardımıyla Konya'ya kadarki 931 kilometre bitti. 1918'e gelindiğinde hat Nusaybin'e kadar tamamlanabilmişti. Söz konusu proje, ileriki yıllarda Başkan Wilson’un Amerika'yı savaşa girmeye ikna etmek için "Ortadoğu'nun bağrına bir burgu gibi saplanan Almanları söküp almalıyız" demesine neden olacaktı.
Bölgeyi paylaştıran anlaşma: Sykes-Picot
Adını görüşmeleri yürüten İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız George Picot'dan alan 9–16 Mayıs 1916 tarihli bir antlaşma bölgede unutulmaz izler bırakacaktır.
Aslında Sykes-Picot Antlaşması, Rusya'da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet hükümeti, Çarlık idaresi tarafından yapılmış tüm gizli anlaşmaları kamuya açıklamasaydı belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti.
Buna göre Rusya Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetleri Fransa'nın payına Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ, Zara, Eğin, Harput ile sınırlanan arazi ile Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Lübnan kıyıları ve Musul; İngiltere'ye ise Bağdat dâhil Güney Mezopotamya ile Hayfa ve Akka limanları düşüyordu. Antlaşmaya göre Fransa ve İngiltere kendilerine ayrılan bölümlerde 'arzu ettikleri ve 'Arap devleti ya da Arap devletler konfederasyonu için uygun olduğunu düşündükleri' idareyi kurabileceklerdi.
İskenderun serbest liman olacak, Kudüs ve Filistin ise ayrıntıları sonra tespit edilecek uluslararası bir statüye kavuşturulacaktı. Antlaşmanın esas itibarıyla Almanya ve Rusya'nın ilerde Hindistan Yolu'nun tehdit etmesini önlemek için hazırlandığı anlaşılmaktadır, çünkü o yıllarda Arap Yarımadası'ndaki petrol varlığı bütün boyutları ile ortaya çıkmış değildi.
'Petrolün payı yok gibiydi'
Nitekim 1924'te bölgede irtibat subayı olarak görev yapan İngiliz C. J. Edmonds, "Geriye dönüp bakıldığında, petrol meselesinin hesaplarımızda ne kadar az yer tutmuş olduğunu görmek ilginçtir... Petrolün çok önemli bir unsur olarak yer aldığı bir tek belge bile hatırlamıyorum" der.
Fransa ise o sırada başkan olan G. Clemenceau'nun 'antiemperyalist' tutumundan dolayı bölgede ipleri İngilizlere bırakır. Uygulanmasına 1. Dünya Savaşı'ndan sonra geçilen Sykes-Picot Antlaşması her ne kadar bölgeyi Fransa ile paylaşmak fikrinden hiç hoşlanmayan İngilizlerin kurtulmak için can attıkları bir antlaşma olsa da, bugün Ortadoğu'da yaşanan sorunların tohumlarının atıldığı antlaşma olarak tarihe geçmeyi hak etmiştir.
Osmanlı-Alman ilişkileri
Almanya 1871'de ulusal birliğini kurduğunda dünya, başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın diğer büyük devletleri tarafından nüfuz bölgelerine ayrılmıştı. Almanya kısa sürede sanayiini geliştirdi; fakat ne ürettiklerini satacak bir pazarı ne de yeterli hammadde kaynakları vardı. Osmanlı, geniş toprakları ve sorunlu yönetimiyle Almanya'nın da iştahını kabartmaktaydı. 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı bir dönüm noktası oldu: Osmanlı, kadim dostu İngiltere'ye eskisi gibi güvenemeyeceğini gördü.
1878'de Kıbrıs ve 1882'de Mısır'ın bu devletçe işgalinden sonra Osmanlı hızla Almanya'ya yakınlaştı. Almanların ünlü 'Drang nach Osten' (Doğuya itilim) politikasının uygulayıcıları, finans devi Deutsche Bank ve silah devi Krupp'tu.
Bunlara Colmar von der Goltz'un başkanlığındaki Alman askeri heyetinin faaliyetleri eşlik ediyordu.
1887'ye Almanya'nın Osmanlı ticaret hacmi içindeki yeri yüzde 6 iken,
İngiltere'ninki yüzde 61, Fransa'nınki yüzde 18'di. 1910'da ise,
İngiltere'nin payı yüzde 35'e düşerken, Almanya'nınki yüzde 21'e çıktı. Almanya'nın yakın müttefiki ve ticaret ortağı Avusturya'nın da payının yüzde 21 olduğunu dikkate alırsak, Osmanlı ticaretindeki 'Germen' payı yüzde 42'yle ilk sıraya çıkmıştı.
Bu yetmemiş olmalıydı ki Kayzer II. Willhelm 30 Temmuz 1914'te Petersburg elçisinden gelen bir telgrafın altına yazdığı notta şöyle diyordu: "... Bizim Osmanlı Devleti ve Hindistan'daki adamlarımız tüm İslam âlemini bu tüccar, menfur, yalancı, vicdansız ulusa (İngilizler) karşı vahşi bir ayaklanmaya kışkırtmalı." Osmanlı, farkına varmadan Avrupa devleri arasındaki savaşın tam ortasına düşmüştü.
1896'da ortaya atılan 'Yahudilerin Filistin'e dönüşü' fikri,
20'nci yüzyılın başlarında Filistin'de, Hayfa, Akka, Taberiye illerini kapsayan kuzey bölgesi dışındaki 22 bin kilometrekarelik alan Kudüs-i Şerif adıyla bağımsız bir eyaletti. Sınırları Şeria Irmağı'ndan Lut Gölü'ne, Akdeniz' den El-Ariş'in doğusu ve Akabe Körfezi'ne kadar uzanan bölge, siyasi açıdan Osmanlı idaresindeydi.
Osmanlıların 1878'deki sayımlarına göre bölgede 462 bin 465 Müslüman Türk, 403 bin 795 Müslüman Arap ve Dürzî, 43 bin 659 Hıristiyan ve 15 bin 11 Yahudi yaşıyordu. Ülkeye Avrupa'dan henüz göç eden 10 bin Yahudi de yabancı ülke vatandaşı olarak kaydedilmişti. Bedevi Araplardan söz edilmiyordu.
Siyonizm Araplar
I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı'nın durumu, Siyonistlerle Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Siyonistler, Avrupalı büyük devletlerden Yahudi göçüne destek istiyor ve Filistin'de egemen bir devlet kurmayı umuyor; Arap milliyetçilerinin her biri kendi bağımsız devletlerini kurmayı arzuluyordu.
Nüfus dağılımına göre 1914'te durum Siyonist argümanlara uygun değildi. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle Doğu Avrupa'dan başlayan göçle Filistin'deki Yahudi nüfusu 1914'te 80 bine çıktı. Arap nüfusu 650 bin civarındaydı. Nüfusun yüzde 12'sini oluşturan Yahudileri devlet çatısı altında toplamak çok uzak bir hayal gibiydi.
'Yahudilerin anavatanı Filistin'e dönüş' fikri ilk olarak Theodor Herzl'in 1896 tarihli 'İsrail Devleti: Musevi Sorununa Çözüm İçin Girişim' kitabında
İşlenmiş, ilk Siyonist Kongresi de 1897'de İsviçre'de toplanmıştı. Kongrede geliştirilen kimi fikirler, örneğin Kıbrıs'ın veya Sina Yarımadası'nın Yahudi yerleşimine açılmasını İngilizler benimsemedi. Siyonist lider E. Weizman, Ortadoğu haritasının bölge halklarının değil, büyük devletlerce çizilebileceğini en erken fark eden isimdi. Yahudi kuruluşlarının stratejik yaklaşımıyla İngilizlerin politik becerileri bir araya geldiğinde Ortadoğu'da 'Büyük Oyun'un ilk perdesi açılacaktı.
Balfour Deklarasyonu
İngiltere, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ile Siyonist politikalara bağlanmış oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Balfour'un dâhil olduğu liberal Asquith hükümeti, Yahudilerin Ortadoğu'daki varlıklarını kendi çıkarları için hayati sayıyordu. Muhalefetteki Lloyd George ve muhafazakârlar da İngilizlerin Filistin'de kontrolü Fransızlarla paylaşmasına karşıydı. Filistin, Süveyş Kanalı'na yakınlığıyla son derece stratejikti. Lloyd George iktidara geçince, Mart 1917'de Sykes-Picot Antlaşması'nı feshetti.
Siyonistlere, bölgede İngilizlerin en önemli müttefiki gözüyle bakılıyordu.
İngilizler, Yahudi lobilerinin etkisiyle ABD'nin İtilaf Devletlerinin yanında savaşa girmesini sağlamayı da umuyordu. Parlamentoda, 'İngilizler Yahudileri desteklemezse, bu işi Almanların seve seve yapacağı' kulaklara fısıldanıyordu.
Rothschild mektubu
Görüşmeleri, Balfour ve medyayla çok sıcak ilişkileri olan E. Weizman yürüttü. Balfour'un, Yahudi parlamenter Lord Rothschild'e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli mektup:
"Majestelerinin hükümeti, Filistin'in Yahudilerin vatanı olarak benimsenmesini hoşnutla karşıladığını ve bu amaç uğruna elinden gelen çabayı göstereceğini ifade eder. Şu anlaşılmıştır ki, Filistin'de yaşayan Yahudi olmayan halkın ve diğer ülkelerde yaşayan Yahudi nüfusunun sivil ve dinsel haklarıyla siyasi statülerini haksızlığa uğratacak hiçbir davranışta bulunulmayacaktır."
Balfour Deklarasyonu'ndan beş hafta sonra General Sir Edmund Allenby komutasındaki İngiliz birlikleri Kudüs'ü Osmanlılardan aldı. Osmanlılar için büyük prestij kaybı söz konusuydu. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerindeki yenilgisi izledi. Artık sonun başlangıcı gelmişti. 31 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'yle tüm Filistin, İngiliz kontrolüne bırakıldı. Böylece 100 yıl sürecek bir sorunun ilk işareti de verilmişti.
İsrail'in kuruluşuna doğru
İngiltere'nin Filistin'de manda yönetimi kurmasını takip eden ilk yıllarda Filistin nispeten sakin bir dönem geçirdi. 1923–1929 arasında Musevi göçünde önemli bir düşüş görüldü, ancak Almanya'da 1930'lardan itibaren Nazizmin gelişmesine paralel olarak Filistin'e yerleşen göçmen sayısı 1930 yılında 4 bin, 1933'te 30 bin, 1935'te ise 62 bine, ulaştı. 2. Dünya Savaşı'nın sonunda ABD Başkanı Henry Truman, İngiltere'ye başvurarak 100 bin Yahudi'nin 'derhal' Filistin'e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etmiş, konu 1947'de İngiltere tarafından Birleşmiş Milletlere götürülmüştü.
ABD'nin ve Yahudi lobilerinin baskısı altındaki Birleşmiş Milletler, Kasım 1947'de Filistin'in Arap ve İsrail devleti olarak bölünmesini ve Kudüs'e uluslararası statü verilmesini kabul etti. 14 Mayıs 1948 tarihinde İngiliz Yüksek Komiseri'nin Filistin'den ayrılarak manda yönetiminin resmen sona ermesini takiben İsrail Devleti'nin kuruluşu açıklandı. Filistin topraklarında bu tarihte yaklaşık 1 milyon 269 Arap ve 608 bin Yahudi yaşamaktaydı. Yeni kurulan İsrail Devleti ilk savaşını Ürdün, Suriye, Irak ve Mısır ile yaptı. Mayıs 1948 tarihinde başlayan ve Ocak 1949 tarihinde sona eren savaşın bitiminde Gazze Şeridi hariç tüm Necef, Galile Gölü ile Kudüs şehrinin batı kesimi, İsrail'in hâkimiyetine geçmişti. Belirtilen kesimlerde yaşayan yaklaşık 750 bin Filistinli Arap, Şeria (Ürdün) Nehri'nin batısındaki ve Gazze Şeridi'ndeki bölgelere göç etmek zorunda kalarak günümüze kadar sürecek bir trajedinin kurbanı oldular.